25 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan Ve Çözüm Süreci - 6: Köklü Çözüm

 (Milli Gazete)

Giriş

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketi, millet tabanlı bir ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan Hocanın teklif ettiği çözüm şeklini anlayabilmek için Erbakan Hocanın düşünce temelini oluşturan İslam’da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını iyi bir şekilde anlamak gerekmektedir. Bu nedenle geçen iki makalede Kuran ve Sünnet düzleminde kavmi kimlikleri ve bir sapma olarak da kavmiyetçiliği ele alıp inceledik.

Burada, Erbakan Hocanın dolayısıyla milli görüşün etnik/kavmi sorunlarla ilgili Türkiye’ye önerdiği çözümü ele alıp inceleyeceğiz.

Erbakan: “Federasyon veya Ayrı Devlet Kurmak Çözüm Değil Çözümsüzlüktür, Kaostur”

Erbakan/Milli Görüş hareketi, Kavmi kimliklerin asimile edilmesine karşı çıkarken meseleyi sadece bir terör ya da Kürt sorunu olarak görmemiştir. Erbakan’a/Milli Görüş’e göre mesele, 3 boyutludur. Her bir boyuttaki olumlu ya da olumsuzluklar, diğerlerini etkilemektedir. Bu nedenle her üç mesele birlikte ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır:

“Gerçekte mesele bir değil 3’tür: 1-Terör, 2- Kürt Meselesi, 3- Güneydoğu Meselesi

Kürt meselesi ve Güneydoğu meselesinin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terörde diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor.

Bu böyledir diye, 3 ayrı meselenin varlığını görmemezlikten gelip veya yok farz edip, meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir. (1)”

Meseleyi bu düzlemde ele alan Erbakan/Milli görüş hareketi, Kürt sorununun çözümü için birliği savunmakta, parçalanmaya neden olabilecek `ayrı bir devlet’ ve `Fedaratif yapıya’ karşı çıkmaktadır. Böyle bir bölünme, ayrışma, sorunu kangren haline getirir, büyük bir iç göçe neden olur, İslam birliğinin Türkiye öncülüğünde kurulmasını engeller ve sadece dış güçlerin işine yarar:

“Şüphesiz ki çözüm, yeni milli devletler kurmak, yeni parçalar ihdas etmek değil, parçaları birleştirmek, yeni ve ırkçılığa dayanmayan, büyük bir bütüne doğru yol almaktır. Bir bütün içinde hep beraber saadet bulmaktır.

Nitekim çok açıktır ki Kürt meselesinin çözümünde ne ‘federasyon’ ve ne de ‘ayrı devlet’ asla kimseye fayda getirmez, saadet getirmez ve bir çözüm sağlamaz. Çünkü;

1. Güneydoğudan daha çok Kürt kardeşimiz Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaktadır. Böyle bir ayırım göçe zorlar. Kimseye saadet getirmez.

2. Batılılar ve bütün ülkeler aralarındaki sınırları kaldırıp tek bir devlet ve topluluk olmak için adım atarken, dış güçler bizi sömürmek ve ezmek için bölmek istiyorlar. Onların bu emellerine alet olmak sadece felaket getirir.

3. Güneydoğudaki Kürt kardeşlerimizin Adana’ya, Mersin’e, İzmir’e, İstanbul’a pasaport ve vize ile gitmeleri gerekirse bundan kimin eline ne geçer.

4. Ateist ve komünist rejimlerin zulmü altında aç, işsiz, Bengaldeş’ten daha geri bir topluluğa dönüşmek kime ne saadet getirir.

5. Bugün yeryüzündeki bütün insanlığın saadeti ‘Kuvveti değil, hakkı üstün tutan’ zihniyetin kuvvetlenmesi ve korunması ile mümkündür. Bu maksatla İslam birliğinin kurulması görevi, Türkiye’nin öncülüğünü gerektirmektedir. Bu görevi yapacak bir Türkiye’nin ise küçülmüş, bölünmüş değil, bütün, sağlam ve güçlü bir Türkiye olması gerekmektedir.

Dış güçlerin oyunlarına aldanıp, onların planlarına hizmet ederek, Türkiye’mizi bölmeye ve parçalamaya çalışmak, sadece Türkiye’de 60 milyon (1993 yılında Türkiye nüfusu) insana değil, yeryüzünde ki bütün Müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak demektir.” (1)

Herhangi bir ayrışma, çok büyük bir iç göçe sebebiyet verecek ve göç edenler, etkisi yıllarca sürecek büyük bir travma yaşayacaklardır. Ayrıca, çok büyük bir kin ve nefret dalgası toplumun her kesimini etkisi altına alacak, düşünce dumura uğrayacak, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilecektir. Osmanlı devletinde buna benzer çok olay yaşanmıştır. Bugün Irak ve Suriye hattında çok daha vahşi, kanlı ve acı bir durum yaşanmaktadır. Gözümüzün önünde sürüp giden olaylardan herkes ders almalıdır.

Bu nedenle emperyalistlerin/zalimlerin oyununa gelinmemelidir.

En az bunun kadar önemli bir olgu da, Kürtlerle Türkler arasında, tahmin edilen, 2,5 milyon civarında bir evliliğin var olmasıdır. Bu evliliklerden oluşmuş bir ailenin ortalama 4 kişiden müteşekkil olduğunu düşünürsek yaklaşık 10 milyon insan, iki farklı alt kimliğin ara kesitinde bulunmaktadır. Herhangi bir ayrışmanın, bu aileler üzerinde yapacağı maddi ve manevi tahribatın boyutu çok yüksek olacaktır. Her iki toplum kesimi büyük bir travma yaşayacaktır.

Çözüm düşünülürken bu iki ana etken göz önüne alınmalı, sloganların meydana getirdiği duygusallıkla hareket edilmemelidir.

Erbakan’ın dikkat çektiği çok önemli diğer bir nokta da, AB, ABD, Rusya, Çin, Vatikan ve Siyonizm kendi coğrafyalarında birliği, bütünlüğü savunurken; İslam coğrafyasında ve hele Türkiye’de ayrılığı, bölünmeyi savunmaları ve körüklemeleridir. Hoca, bu aradaki tezada dikkat çekmektedir. Dünya İslam birliği, ancak Türkiye’nin öncülüğünde ve önderliğinde kurulabilir. Dış güçler, Türkiye’nin öncülüğünde İslam birliğinin kurulmasını engelleyebilmek için Türkiye’ye, etnisite ve mezhepler üzerinden tuzak kurmaktadırlar. Kürt sorunu ile ilgili çözüm arayışında, bu konuya dikkat edilmelidir.

Erbakan’a Göre Türkiye’nin Kimlik İnşasında Altı Ortak Payda

Erbakan Hoca, kavmi kimlikleri, 49 Hucurat 13. ayetinde, farklı renk ve dilleri de 30 Rum 22. ayetinde ifade edildiği şekilde, Allah’ın ayetleri olarak görmektedir. Bu nedenle de kavimlerin birbirlerine karşı soy, renk ve dilden dolayı herhangi bir üstünlüğe sahip olabileceklerini kabul etmemektedir. Ayrıca soy, renk, dil asimilasyonunu, ırkçılık olarak kabul edip karşı çıkmaktadır:

“Erbakan: Irkçılığın her türlüsüne karşıyız. Çünkü bu milletin inancı, tarihi ve medeniyet değerleri içerisinde ırkçılık, herhangi bir grubun ve /veya ırkın diğerine karşı tekebbürü asla yer bulmamıştır.”(2)

Erbakan, Irkçılığa karşı çıkarken, Türkiye’nin etnik yapısı ve inanç fotoğrafını göz önüne alarak Millet olarak benimsenecek bir üst kimlik için, altı ortak paydanın (İslam, Ortak tarih, ortak coğrafya, ortak kültür medeniyet, kader birliği ve akrabalık ilişkisi) göz önüne alınması gerektiğini ifade etmektedir:

“Erbakan: Hepimiz aynı medeniyetin varisleri, aynı inancın ve ortak coğrafyanın çocuklarıyız. İmparatorluk mirasına sahibiz ve bu mirası hep beraber taşıyoruz.”(2)

Erbakan, Müslüman halklar için en önemli birleştirici, bütünleştirici ortak paydanın İslam olduğunu, her vesile ile dile getirmiştir (3,4). Erbakan’a göre, 1071’den beri Anadolu’nun İslamlaşmasını Kürtler de istemekte ve desteklemektedir. Nitekim bu amaçla Alpaslan Gaziye 10 bin kişilik bir kuvvetle yardım etmişlerdir. Birinci Cihan savaşı yıllarında Kürt aşiret liderleri, Halifenin yanında yer alarak İngilizlere karşı çıkmışlardır (1). “Asırlarca şerefli tarihimiz boyunca hep bir ve beraber olduk, bütün savaşlarımızı el birliği ile tek kalp, tek bir vücut olarak hep beraber yaptık.” (1) diyen Erbakan, yaşanan tarihi gerçekleri göz önüne alarak 1994 yılında Bingöl’deki konuşmasında, Türkiye’nin kimlik krizini tedavi edecek ilacın, siyası hayatına mal olacağını bile bile İslam olduğunu seslendirmiştir:

“(1994, Bingöl) …Siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız. Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü hepsi Müslüman evladı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için İlaç budur.”(5)

Erbakan’ın Sorunun Çözümü İçin Ortaya Koyduğu Yol Haritası

Bölünmeye götürecek her türlü çözüme karşı çıkan Erbakan, terör ya da askeri operasyonlar veya asimilasyon politikalarının da çözüm olmadığı ve çözüm getirmeyeceği düşüncesindedir. 1993 yılında Refah Partisi’nin 4. Olağan Kongresinde, açış konuşmasında, Kürt sorunun çözümü için bir yol haritası ve bazı temel ilkeleri ortaya koymuştur:

1. Teklif edilecek herhangi bir çözüm bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır. Tarihen biliyoruz ki Kürtlerin de bir parçası olduğu bölgemiz büyük devletler ve imparatorluklar tarafından idare edilmiştir. Şüphesiz ki Kürtler de bu bölgenin, İslam coğrafyası ve İslam dünyasının şerefli bir kavmidir. Elitlerinden bir bölümü, Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösterseler bile, Kürt halkının kalbi İslam dünyasında atar. Bundan hareketle bölgesel her çözüm, İslam faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

Biz Kardeşler arasında tesis edilecek hukuki eşitlik ve işbirliğinin Kürt meselesinde tatminkâr bir çözüm getireceğini ve bunun bölgenin iktisadi, beşeri ve sosyal entegrasyonu yolunda önemli bir adim teşkil edeceğini düşünüyoruz.

2. Elbette Kürt kardeşlerimizin tabii hakları var. Kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır ve zaten tarih boyunca bu haklarını kullanmışlardır. Ancak, son 70 yılda izlenen milliyetçi, materyalist ve ırkçı politikalar problem oluşturmuş ve problemi ağırlaştırmıştır.

3- Öyleyse yapılacak iş;

Ülkemizin 60 milyon insanını birbirinin, şerefli kardeşi sayan ve herkese insan hakkı, inandığı gibi yaşama hakkı, hatta inancına uygun hukuk sistemi seçme hakkı veren Adil Düzen’i medeni insanlar olarak, kan dökmeden, barış yoluyla, elbirliği ile kurmak meselenin çözümünün ana unsurudur.

4- Adil Düzen kurulduğunda bütün ülke fertlerinin, insan hakları ve saadetleri teminat altına alınmış olacak, ezen ve ezilen düzeni ortadan kalkacak Ülkedeki herkesin bu meyanda Müslümanların dini inançları ve inancına uygun yaşama hakları teessüs edecek. Böylece Müslümanların arasındaki şerefli kardeşlik ve içten gelen muhabbet bağı yeniden teessüs edecektir.

5- Ülkenin birliği kesinlikle teminat altına alındıktan sonra, ülke evlatları arasında ırk ayırımı yapılmadan muhabbet ve kardeşlik bağları teşkil edildikten sonra ve ülkede Adil Düzen kurulduktan sonra, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması en tabii hakkıdır. Bu, ülkeye sadece kültür zenginliği getirir.” (1)

Yukarıda ifade edilenleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- Herhangi bir çözüm bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır.

2- Kürt sorunu tabu olmaktan çıkarılmalı tüm çözüm şekilleri tartışılabilmelidir.

3- Bölgesel her çözüm, İslam faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

4- Kürt halkının kalbi İslam dünyasında atar.

5- Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösteren elitlerle, yapılarla dini hassasiyeti yüksek Kürt halkını aynı havuza koymamak gerekir.

6- Avrupa ve Amerika kendi içlerinde bütünleşmeyi savunurken İslam coğrafyasında ayrılıkları teşvik etmeleri yeni bir sömürü hareketinin işaretleridir.

7- İslam coğrafyası ancak Türkiye’nin önderliğinde bir ve bütün olabilir. O nedenle Türkiye’nin ayrışması savunulamaz ve buna müsaade edilemez.

8- Kürt sorunu ne şiddet ve terörle ve ne de zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemez.

9- Kürtlerin kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır.

10- En köklü çözüm için Türkiye’de Adil Düzenin Kurulması şarttır.

11- Adil Düzende, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması ve inandığı gibi yaşaması, hatta inancına uygun hukuk sistemini seçmesi en tabii hakkıdır.

Sonuç: Çok Hukuklu Adil Bir Düzen

Bu ülkede toplumsal yapı, ana hatları ile; 1- Müslümanlar, 2- Gayri Müslimler, 3- Seküler- Laik –Solcu - Ateist olanlardan meydana gelmiştir. Bütün çeşitlilikleri koruyacak ortak payda/paydalar bulunmalıdır. Yukarıda ifade edilen altı ortak payda, bu ülkedeki halkın kahır ekseriyetinin ihtiyacına cevap vermektedir. O nedenle bu kesim için üst kimlik İslam’dır. 2. ve 3. kesimleri de ihtiva edecek bir üst kimlik ise, Türkiyelilik ortak paydası etrafında çok dilli ve çok hukuklu bir sistem ile inşa edilebilir.

Bu yol, Hz. Peygamberin Medine Devletini kurarken oluşturduğu Medine anayasasında benimsediği yol olup asırlar boyu İslam ülkelerinde uygulanmıştır (6). Medine anayasası ya da Vesikasında farklı din ve kavimlerden olan insanların birlikte bağlı kalacakları, ortak payda kabul edecekleri bir sözleşme metni çerçevesinde bir üst kimlik inşa edilmiştir.

Erbakan/Milli görüş hareketi, çok kavimli, çok dinli, çok dilli ve çok hukuklu bir toplumsal yapıyı öngörmekte; çok kültürlülüğü zenginlik olarak kabul etmektedir. Medine sözleşmesinde öngörülen kimlik inşası yaklaşımını, bir çözüm yolu olarak tam da zamanında Türkiye’ye önermiştir. O gün (1993) bu teklifler kabul edilseydi, ülke bu kadar kan kaybetmeyecek, bedel ödemeyecek ve bu günleri (2014) hiç yaşamayacaktı. Ülke, sadece bölgesel güç değil küresel güç olmuş olacaktı.

Kimlik krizi zorla, baskı ile şiddetle ya da korku ile tedavi edilmesi mümkün değildir. Bunu yolu, halkın ikna edilmesi, kalp ve gönüllerinin fethedilmesidir. Asabiyete/Kavmiyetçiliğe neden olacak her şeye birlikte karşı çıkılmalıdır. Ne Türk kavmiyetçiliği ne de Kürt kavmiyetçiliği haklıdır. Bir mümin her ikisine eşit mesafede durmayı bilmelidir. Kınayıcının kınamasından korkulmamalıdır. Hakkın, doğrunun yanında olunmalıdır. Zulmün her çeşidine karşı çıkıp adaletin inşası için mücadele edilmeli ve bu uğurda dayanışma içerisinde bulunulmalıdır:

“Ey iman edenler, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (5 Maide 2)

KAYNAKLAR

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2- Erbakan N., Milli Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 260.

3- Erbakan N., Milli Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 17-40

4- Erbakan N., Türkiye’nin Temel Meseleleri, Rehber Yayınları, Ankara, 1991, S: 81

5- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

6- Hamidullah M., İslam Peygamberi, İrfan yayınları, İstanbul, 1972, S: 149-153.

 

18 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan ve Çözüm Süreci - 5: Kavmiyetçilik/Asabiye/Irkçılık/Şovenizm

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketi, millet tabanlı bir ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan hocanın teklif ettiği çözüm şeklini ele almadan önce Erbakan hocanın düşünce temelini oluşturan İslam da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını anlamakta fayda vardır. Bir kimlik krizi yaşayan Türkiye’de getirilmek istenen çözüm şekli, farklı kavmi kimliklerde kavmiyetçiliği teşvik edecek dolayısıyla daha büyük bir çözülmeye meydan verecek bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Bu nedenle İslam kültür medeniyetini benimsemiş olan herkesin, bu ülkeyi seven her kesimin, her yapının/hareketin kavmiyetçiliğe bakışı, açık, berrak ve doğru olmalıdır.

İslam’a göre kavimler, renkler, diller ve genetik yapı farklılıkları, Allah’ın birer ayeti olup meşru kılınmıştır. Herkesin kendi rengini, dilini, soyunu sevmesi meşrudur. Öyleyse kavmiyetçilik nedir

Burada İslam’ın kavmiyetçiliğe nasıl baktığı konusu ele alınıp incelenecektir.

Kavmiyetçilik, Irkçılık, Asabiyet

Akrabayı, soyu, kavmi sevmek meşru olduğuna göre kavmiyetçiliği, ırkçılığı, asabiyeti nasıl anlayacak ve ayırt edeceğiz

Eşler arasına konulan sevgi ve merhamet nasıl Allah’ın ayeti ise akraba, kabile ve kavmin bireyleri arasındaki sevgi ve merhamet de Allah’ın bir ayetidir. Sorun sevgi, merhamet ve şefkatin olmasında değil; sorun, kavme ya da soya olan sevginin, bir tutku ve şehvet boyutuna ulaşmasındadır. Böylelikle bir başka kavmin, soyun hakkının, hukukunun çiğnenmesi, adaletin ortadan kalkması ve zulmün icra ediliyor olmasıdır.

Asabiye konusu Hz. Peygambere sorulmuştur. Hz. Peygamberin verdiği cevap, asabiye, sevgi ve zulüm arasında ki ilişkiyi ortaya koyarak asabiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmiştir:

(1198) (3949) (7185) (4800)- Vâsile İbnu’l-Eskâ: “Ey Allah’ın Resulü dedim, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir ”

“Hayır buyurdular, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.” (1)

Hz. İbrahim, soyundan da peygamber gelmesi için dua yaptığında, Allah’ın verdiği cevapta, «Zalimler benim ahdime erişemez» denmiş olması (2 Bakara 124), kavmiyetçiliğin gizli şifresinin, bir başka kavme zulüm yapmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Kavmiyetçilik ile zulüm arasındaki bu ilişkiyi, Hz. Musa’nın kavga yapan taraflar arasında haklı ile haksızı ayırt etmeden, herhangi bir sorgulama yapmadan, kendi kavminden olana yardım etmiş olmasında da görmekteyiz:

“(Musa,) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orada kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) «Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkça saptırıcı bir düşmandır» dedi.”

“Dedi ki: «Rabbim, gerçek şu ki, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.»

“Dedi ki: «Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu-günahkârlara destekçi olmayacağım.»”

“Böylece şehirde korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken, bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen (kişi, bugün de) kendisine yardım için bağırıyor. Musa, ona dedi ki: «Sen gerçekten açıkça bir azgınsın.»”

“Sonunda ikisinin de düşmanı olan (adam)ı yakalamak isterken (adam ona) dedi ki: «Ey Musa, dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.»” (28 Kasas 15-19)

Hz. Musa’nın “Bu şeytanın işindendir”, “ben kendi nefsime zulmettim”,

“suçlu- günahkârlara destekçi olmayacağım” demiş olmasının sebebi, kavga eden taraflardan haklı haksız sorgulamasını, araştırmasını yapmadan, kendi kavminden olduğu için birine sahip çıkmış olmasının yanlışlığını görüp pişman olmuş olmasından dolayıdır. Nitekim kendi kavminden olan aynı şahsa, ertesi gün, «Sen gerçekten açıkça bir azgınsın.»” demiş olması, içine düştüğü vicdan azabından dolayı olabilir. Keza ikinci gün kavminden olmayan şahsın Hz. Musa’ya “Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.»” demiş olması da, Hz. Musa’nın salt kavminden olduğu için birine yardıma kalkmış olmasının yanlışlığını ortaya koymuş olması bağlamında değerlendirilmelidir.

Kavmiyetçilik Cahili Bir düşünce ve Tavırdır

Milletin/Ümmetin dayanışmasını yıkıp birlik ve beraberliği parçaladığından dolayı kavmiyetçiliğe neden olan her türlü tutum ve tavır yasaklanmış, cahili bir davranış olarak nitelendirilmiştir:

“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) mâtem!” (2)

Böyle bir dava güdenler, Müslümanların birlik ve beraberliğini bozduğundan dolayı Hz. Peygamber tarafından ‘bizden değildir’ denerek İslam kültür ve medeniyetinin inşa ettiği ümmettin/milletin/cemaatin dışına itilmişlerdir/itilmelidirler:

“Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (3)

Kavmiyetçilik İçin Savaşanlar Allah Yolunda Değiller Ve Yerleri Cehennemdir:

Bir mümin için soy, renk ve genetik yapı, bir ayırımcılık aracı olmadığına göre, bir kavmin bir başka kavme zulmetmesi, onun yaratılıştan kendisine bahşedilmiş haklarını gasp etmesi ya da onun asimile edilmesi için mücadele etmesi, Allah’ın rızasına uygun olmayıp Allah yolunda bir eylem de değildir:

“(1041)- Ebu Musa (radıyallahu anh): “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e, şecaat olsun diye veya hamiyyet (kavmi, ailesi, dostu) için veya gösteriş için mukâtele eden kimseler hakkında sorularak bunlardan hangisi “Allah yolunda”dır dendi.

Resûlullah: “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukâtele ederse, o Allah yolundadır” diye cevap verdi.”(4)

Bu nedenle kavmiyetçilik için ölenler, cahiliye ölümü ile ölmüşlerdir:

(1729)- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “ Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür.” (5)

Kavmiyetçiliğin millet/ümmet içerisinde ektiği fitne ve fesad tohumlarının zararlı etkisinin büyüklüğünden ve milletin/ümmetin birlik ve beraberliğini tahrip ettiğinden dolayı kavmiyetçilik yapanların cezası cehennemdir. Namaz kılıp oruç tutmuş olmaları, bu sonucu değiştirmemektedir:

“Kim câhiliyye davasında (kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir.

Dediler ki: “Ey Allah’ın Resûlü, oruç tutsa, namaz kılsa da mı ”

“Evet,” cevabını verdi; “oruç tutsa da, namaz kılsa da.” (6)

İslam bir taraftan akrabalık, soy bağının korunmasını isterken, diğer taraftan bunun İslam’ın değer sistemine zarar vermemesini de istemektedir. Zarar verme söz konusu ise yapılması gereken tercih, kan bağı değil değer bağı olmalıdır. O nedenle Allah, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un eşlerini küfredenlere; Firavun’un karısını da, iman edenlere örnek olarak göstermektedir (66 Tahrim 10-11). Hz. Nuh bir baba olarak, oğlunun tufanda kurtulabilmesi için Allah’a yalvarmıştır. Hz. Nuh’un iman etmemiş oğlunun kurtuluşu için Allah’a dua etmesi, Allah tarafından kınanmış olup oğlu konusunda uyarılmıştır:

“[011.046] Dedi ki: «Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.»

Hz. Nuh’un öz oğlu, seçtiği değer sisteminden dolayı Hz. Nuh’un ehli olmaktan bizzat Allah tarafından çıkarılmıştır. Hz. Nuh’un uyarılmasında kullanılan ‘cahillerden olmayasın’ ifadesi ise, asabiye ile cahiliye arasında yukarıda ifade edilen ilişkiyi kuvvetlendiren önemli bir delildir.

Bir insana kan bağı olarak, sevgi olarak en yakın olan varlıklar, onun anne, babası ve çocukları, akrabası ve aşiretidir. İslam’a göre değer bağına zarar vermedikçe bu bağın korunup kollanması gereklidir. Ancak değer bağına zarar verme durumu varsa anne babası dâhil olsa orada tercih, değer sisteminin yanında olmak olmalıdır. Bu keyfi bir tercih olmayıp bizzat Allah’ın takdir ettiği bir hükümdür:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah’a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (58 Mücadele 22, Bak: 9 Tevbe 23)

Sonuç: Kavmiyetçiliğin Tedavisi: Birr ve Takva Konusunda Yardımlaşmak

Akrabalık ya da kan bağı, toplumsal dayanışma ve bütünleşmede ikinci derecede rol üstlenmelidir. Bu, toplumsal dengenin kurulması, adaletin sağlanması açısından önemlidir. Ancak bir kavmi kimlik, millet/ümmet üst kimliğinin üstüne çıkarılmamalıdır. Kavmi kimlikler, İslam üst kimliği(ümmet) çatısı altında birer alt kimlik olarak vardır ve varlığı da korunmaktadır/korunmalıdır.

Kavmiyetçilik virüsünün bulaşıcı ve tehlikeli oluşundan dolayı, ona açılacak tüm kapıların kapanması konusunda Müslümanların dikkatli olması gerekmektedir. Bu konuda Müslümana düşen görevlerden biri de iyi bir dil kullanmasıdır. Kavimleri rencide edecek tarzda alay etmek, lakap takmak, fıkra anlatmak, yangına benzin sıkmaktır. Kur’an’ın bu noktada ki uyarısı unutulmamalıdır (49 Hucurat 11). Bu ayette bu tür tutum ve tavırlar, fasıklık ve zalimlik olarak vasıflandırılmaktadır. Bu, insanları kavmiyetçilik bataklığına itmenin kavmiyetçilik yapmaya benzer bir suç olduğu anlamına gelmektedir. Bir Müslüman için fasıklık ve zalimlik, bedeli çok ağır olan iki kötü vasıftır.

Kavimler, renkler, diller insanın kendi iradesinden bağımsız gerçeklerdir.

Bir insan bu dünyaya gelirken, rengini, kavmini kendi isteği ile seçmemektedir.

İnsanın kendi iradesi ile seçemediği şeyler, üstünlük konusunda ana kıstas olamaz, olmamalıdır. Ne bir insan, bir kavme mensup olduğu için diğerlerinden üstün olabilir; ne de bir kavim genetik yapısından, dilinden, renginden dolayı başka kavimlere göre üstün olabilir.

Kavimler arasındaki övünme ve üstünlük ölçüsü, yaratılış kanunlarına tabi olarak, değerler sistemindeki konumlarıdır, takvalarıdır. 49 Hucurat 13’de kabilelerin ve şaabların Allah’ın ayetleri ve tanışmak için Allah’ın bir takdiri olduğu, hiçbir kavmin diğerine bir üstünlüğünün olmadığı, üstünlüğün ancak takva ile olacağı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. O nedenle Kavmiyetçilik ateşini söndürecek olan yangın söndürücü, takvadır. Kavmiyetçilik hastalığının ana ilacı odur (48 Fetih 26).

Hz. Peygamber, Hz. Ebu Zerr’i hiçbir kavmin diğerine, hiçbir deri renginin bir başka deri rengine üstün olmadığını belirterek ikaz etmesi, üstünlüğü takvaya bağlaması, iman edenler için çok önemli bir ikazdır.

Bir kölenin oğlu olan Usame’nin komutanlığına itiraz edilmesi, kavmiyetçiliğin ayranının nasıl kolay kabarabileceğinin bir göstergesidir. Yönetme hakkı bir ırka, bir renge has değildir. Ehliyet ve liyakate sahip olmak şartıyla Allah’ın hükümlerini uygulamak üzere yönetici seçilir/seçilmelidir. Hz. Peygamber öldükten sonra da Hz. Ebubekir, Üsame’yi komutanlıktan almamış, her türlü talebi sert bir şekilde geri çevirerek gelecek nesillere çok iyi ve güzel bir gelenek bırakmıştır (7).

Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber Kabe’yi açtırıp Hucurat 13 ayetini okumuştur. Hz. Peygamberin böyle bir günde, kavmiyetçilik-takva ilişkisini ihtiva eden bir ayeti okumuş olması, ümmet için en büyük tehlikelerden birinin kavmiyetçilik olduğuna/olabileceğine dikkat çekmiş ve savaş açmış olmasından dolayıdır. Hz. Bilal’e ezanı okutması da kavmiyetçiliğe karşı kararlılığının bir göstergesidir.

Birr ve takva konusunda yardımlaşmak ve konuşmak, bu yolda dayanışma İçerisinde bulunmak, her türlü hastalığın tedavi edilmesinde kullanılabilecek temel bir yaklaşımdır (5 Maide 2; bak: 58 Mücadele 9 ).

Bu bağlamda çatışan Müslüman kesimler arasında takınılacak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlaması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49 Hucurat 9-10).

Unutmayın!

“Kim haksızlıkta kavmine yardım ederse, kuyuya düşüp, kurtarılmak için (beyhude yere) kuyruğundan çekilen deveye benzer.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)

Ve unutmayın!

“Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya soy bağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da.” (23 Müminun 101).

KAYNAKLAR

1- Ebu Davud, Edeb 121, (5519).

2- Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934

3-Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, a.g.e., 5, 386).

4- Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (1904); Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 16, (1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnu Mace, Cihâd 13, (2783).

5- Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).

6- Hakim, Müstedrek, 4, 298.

7- Hamidullah M., İslam Peygamberi, İrfan yayınları, İstanbul, 1972.

 

11 Aralık 2014 Perşembe

Erbakan ve Çözüm Süreci-4: Farklı Renk, Dil ve Kavimler/Kavmi Kimlikler

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Milli Görüş hareketinin kurucusu Erbakan’a göre Milli Görüş, içinde doğduğu şartların (baskı dönemi) bir sonucu olarak İslam’ın kodlanmış, şifrelenmiş şeklidir. Sık sık kuşdili ile konuşuyoruz demesi bundan dolayıdır. Milli Görüş hareketi, Millet tabanlı bir Ümmet kimliğini benimsemiştir. Türkiye’de “çözüm süreci” diye tanımlanan mesele, Türkiye’nin kimlik krizinin bir sonucudur. Rahmetli Erbakan Hoca’nın Türkiye’nin kimlik krizine ilişkin önerdiği çözüm şekli, bugün konuşulan çözüm sürecinin çok daha ilerisinde bir çözüm şekli olup; çok farklı inanç ve etnik sorunları kuşatıcı mahiyettedir. Erbakan Hoca’nın teklif ettiği çözüm şeklini ele almadan önce Erbakan hocanın düşünce temelini oluşturan İslam’da, kavmi kimliklerin ve kavmiyetçiliğin anlam ve kapsamını anlamakta fayda vardır. Bir kimlik krizi yaşayan Türkiye’de getirilmek istenen çözüm şekli, farklı kavmi kimliklerde kavmiyetçiliği teşvik edecek, dolayısıyla daha büyük bir çözülmeye meydan verecek bir durum ortaya çıkarmamalıdır. Bu nedenle İslam kültür medeniyetini benimsemiş olan herkesin, bu ülkeyi seven her kesimin, her yapının/hareketin kavmi kimliklere ve kavmiyetçiliğe bakışı, açık, berrak ve doğru olmalıdır.

Rahmetli Erbakan’ın Kürt sorununa ilişkin çözüm tekliflerini incelemeden önce İslam kültür ve medeniyetine göre kavmi kimliklerin anlamı nedir İslam’a göre kavmiyetçilik nedir Bu iki konunun açıklığa kavuşması gerekmektedir.

Burada  öncelikle kavmi kimlik konusu ele alınıp incelenecektir.

Renk ve Dil Farklılaşması

İnsanlığın başlangıcında Hz. Âdem ve eşi iki kişilik bir aile iken daha sonra çocukları ve torunları olmuştur. İki kişilik aile önce geniş aileye, daha sonra da geniş bir akraba topluluğuna dönüşmüştür. Hz. Adem’in çocukları çoğalıp değişik coğrafyaya yayılmışlardır. Renk, dil, genetik farklılaşma, çoğalma ve yayılma ile ayrı soy, oymak, kabile, kavim ve ulus, ehl-i millet ve ümmet gibi değişik gruplar meydana gelmiştir. Yapı, basitten karmaşığa doğru giderken ortak payda olan özellikler azalmakta; farklılıklar ve çeşitlilikler artmaktadır. Yol boyu dil, renk, soy, etnisite, tarih ve coğrafya, din, örf-adet, değerler, vatandaşlık ve kader birliği, kimlik belirleyici parametreler olarak tezahür etmiştir.

Farklı renk, dil ve genetiğin nasıl meydana çıktığını ya da ilk renk, dil ve genetik farklılaşmanın nasıl olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Aynı ana babanın çocuklarının bu denli farklılaşmalarının sebebi, bugünkü ilmi araştırmalarla (antropoloji, etnoloji, sosyoloji…) tatminkâr bir şekilde izah edilebilmiş değildir. Bu konuda söylenen her şey, öngörü, tahmin ve zandan öteye geçmemektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim, renk ve dil farklılaşmasının üzerinde düşünülmesi gereken Allah’ın ayetlerinden olduğunu bize haber vermektedir (Rum Süresi 22). Renk ve dil farklılaşmasının büyüklüğü ve esrarının önemini daha iyi anlayabilmek için okuyucunun Rum19-26 ayetlerini birlikte göz önüne alarak değerlendirmesinde fayda vardır. Burada sadece Rum 22’ye yer verilecektir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, ilim sahibi olanlar için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)

Rum19-Rum 26’da Allah’ın ayetleri olarak belirtilen konular; `kendi nefislerinizden eşler yaratma ve arada bir sevgi ve merhamet kılma’, `göklerin ve yerin yaratılması’, `dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması’, `geceleyin ve gündüzün uyuma’, `geçimin temin için rızık arama, `korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği gösterme’, `gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltme’, `göğün ve yerin O’nun emriyle durması’ olarak belirtilmektedir.

Bunlardan `göklerin ve yerin yaratılması’ ile `dillerin ve renklerin ayrı (farklı ve değişik) olması’ âlimler için ayet olurken; diğerler ise `düşünebilmekte olan bir kavim’, `aklını kullanabilecek bir kavim’, `işitebilen bir kavim’ için ayetler olmaktadır. Bu konumlandırma, renklerin ve dillerin farklı olmasındaki hikmet ve esrarın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Soy Farklılaşması

Ayni anne babanın çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması nasıl Allah’ın yaratış kanununun bir sonucu ise; Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve Şa’b’a ayrılması da Sünnetullahın bir sonucudur. Hucurat suresinin 13. ayetinde bunu görebilmekteyiz:

“[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi şaab şaab (halklar/ kavimler/Milletler) ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.”

Elmalı’lı ayette geçen şaab kavramını kabile kavramı ile birlikte açıklamaktadır. Elmalı’ya göre şaab, kabilelerin ittifakı ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur (1). Bu yaklaşım ile şaabı kavim ve/veya ulus/millet olarak anlamlandırabiliriz. Ancak meallere dikkat edilirse şaab kelimesi Türkçeye, halk, millet, kavim olarak tercüme edilmiştir. Burada bir kavram kargaşası yaşadığımız muhakkaktır. Bu konu dil bilimcilerle beraber bir çözüme kavuşturulmalıdır. Çünkü halk, millet ve kavim kavramlarının anlamları arasında farklar vardır.

Kimlik açısından baktığımızda aynı renk, dil ve soydan gelme, fertler arasındaki ana ortak paydadır. Burada Kavim kimliği açısından baskın olan özellik soydur. Farklı renk, dil ve soydan olanlar birbirlerine göre öteki olmaktadır. Birbirinin rakibi, dostu, müttefiki veya düşmanı olabilirler.

Kabilelerin ittifakını şaab olarak alıp değerlendirmeyi, farklı kavimler için kullanmak istersek yani farklı kavimlerin ittifakını yeni bir şaab (Kavimlerin İttifakı) olarak düşünebiliriz. Aynı şaab da birlik olan kavimlerin aralarındaki hukukun nasıl kurulacağı önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. Çünkü farklı renk, dil ve soy söz konusudur. Ayrıca asırlar boyu farklı değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenek oluşmaktadır. Farklı kavimlerin birlikteliğinde bu farklılıklar birer zenginlik olarak yaşatılabilmelidir. En önemli konu, kavimleri biz yapan özelliklerin nasıl korunacağıdır.

Kavimlerin oluşturduğu üst şaabda (Kavimler ittifakı) ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısal olarak baskın olan kavim zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür, medeniyet olarak daha gelişkin olan bir kavim diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir. Veya diğerlerini sömürür. Bunlar veya benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir.

Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir Bu adil bir tavır mıdır Buna hakkı var mıdır Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır

Bu noktada unutulmaması gereken husus, renk, dil gibi, kabile ve kavimlerin Allah’ın ayetleri olmasıdır, Sünnetullahın bir gereğidir. Öyleyse kabile ya da kavimleri yok varsaymak ilahi sünnete karşı çıkmak demektir. Keza 25 Furkan 54’de nesep ve sihriyet, insana Allah tarafında bahşedilmiş bir hak olduğu ifade edilmektedir.

Farklı Boy, Kabile, Kavimlerin Var olmasındaki Sır

Allah’ın insanları farklı boy, kabile, kavimlere ayırmasında ki esrar nedir Bunun için Hucurat 13. ayete tekrar bakmak ve üzerinde tefekkür etmek gerekmektedir. Ayette hitap, doğrudan doğruya insanadır. Aynı anne babanın çocukları olduğumuz hatırlatılmaktadır. Bundan sonra kavim/ millet ve kabilelere ayrıldığımız, farklılaştırıldığımız zikredilmektedir. Ancak bunların var kılınışı, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) olarak gösterilmektedir.

Bu ayırımın insan fıtratı ile yakından ilişkisi vardır. Farklı akraba, soy, kabile, kavim ve ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru görevi görürler. Bu, bir açıdan her birimi örgütlü olan toplum/insanlık demektir. Çünkü her bir örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet, sadakat ve dayanışma duygusu meydana getirir. Dolayısıyla İnsanların bireyselleşmesine, bireyci tutum ve tavır sergilemelerine karşı oluşur bu yapı. Bireyselleşme, yalnızlaşma, sanallaşma demek olup mutsuzluğun kaynağıdır. Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş özelliklerdir. Hz. Peygambere iman etmedikleri halde ona yardım eden müşrik akrabalarının varlığı, akrabalık duygusunun bir sonucudur. Hastalandığınız zaman akrabaların seferber olması, aynı duygunun ürünüdür. Öyleyse ilahi sünnetin bir gereği olarak, boy, kabile, kavim ayrımını, ümmetin ve insanlık kümesinin birer alt kümeleri olarak ele alıp birer alt kimlik statüsünde değerlendirmek gerekmektedir.

Akrabalık Bağlarını Koparmamak

İslam akrabalık bağlarının koparılmasına karşı çıkmaktadır (4 Nisa 1). Kur’an, akrabalık ilişkilerine çok önem verdiğinden dolayı yöneticilerin akrabalık bağlarını koparacak işler, icraatlar yapmasını şiddetle kınamaktadır:

“Demek, iş başına gelip yönetimi ele alırsanız’ hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi ” (47 Muhammed 22-23).

“(İnsanlardan öylesi de vardır ki)… “O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (2 Bakara 204-205).

Kavmini Sevmek, Kavmine Dua Etmek, Kavmine Yardım Etmek

Bir insanın kavmini sevmesi, en doğal hakkı olup fıtri bir özelliktir. Bu yadırganacak ya da kınanacak bir durum değildir. Kur’an’da peygamberlerin soylarına sık sık atıfta bulunulmakta, peygamberlerin nesillerine – zürriyetlerine dua etmeleri istenmekte ve nesillerine peygamberlik verilerek kendilerine lütufta bulunulduğu belirtilmektedir (3 Al-i İmran 33-34; 29 Ankebut 27)

Kavmini sevmek, kavmine dua etmek, kavmine yardım etmek, onun iyiliğini istemek Kur’an’ın yasaklamayıp teşvik ettiği bir konudur. Hz. İbrahim’in yaptığı dua da bunu görebilmekteyiz (2 Bakara 127-128). Hz. Meryem’in anası, doğumdan sonra Hz. Meryem’in soyuna dua etmiştir:

“Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım. »” (3 Al-ı Imran 36)

Kur’an bize tevbe edip Salih amelde bulunanların soylarına dua etmeleri gerektiğini haber vermektedir:

“Ve onlar: «Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan (zürriyetlerimizden), gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl,» diyenlerdir.” (25 Furkan 74)

Bütün Müslümanların namazın tahiyyat kısmında Hz İbrahim’in ve Hz. Muhammet’in aline (soyuna) dua etmesi, salatü selam okumasının sünnet olması, neslin önemini gösteren bir başka durumdur.

Hz. Peygamberin kendisini Taif’te taşlayan kavmine karşı; “Allah’ım sen kavmime hidayet eyle, onlar hakkı bilmiyorlar.” şeklinde dua etmesi kavmini korumak amaçlı bir yaklaşımdır (2).

Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in hidayete kavuşması için gösterdiği gayreti ve Hz. İbrahim’in dua için babasına söz vermiş olmasını (60 Mümtehine 4) hep bu bağlamda düşünmemiz gerekmektedir.

Hz. peygamberden tebliğe önce akrabasından başlaması istenmiştir. Bu akrabalık bağının oluşturduğu sevgi, şefkat ve merhamet bağının tebliğe karşı reaksiyonları kısmen azaltabileceği ihtimalinden dolayı olsa gerekir. Ayrıca tebliğle birlikte yeni değerlerin akrabalar tarafından benimsenmiş olması halinde, kan bağının yanında değer bağının var olması ile daha güçlü bir dayanışma ortaya çıkmaktadır (26 Şuara 214-216). Nitekim Hz. Peygambere ilk biati anasının mensup olduğu Neccar oğulları kabilesine mensup kimseler yapmıştır. Hz. Peygamber yaptığı tebliğin karşılığında akrabalık sevgisinden başka bir şey istemediğini söylemesi çok dikkat çekicidir:

“De ki: «Ben, buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, ancak akrabalık sevgisi hariç.».” (42 Şura 23)

Diğer taraftan yardım önceliğinin Müslüman akrabaya yapılması, akrabalık ve soy ilişkilerine İslam’ın verdiği önemi göstermektedir (8 Enfal 75, 33 Ahzab 6). Cuma hutbesinde okunan ve akrabalara yardım yapılmasını içeren ayeti kerime, akrabalığın Müslümanlar açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir (16 Nahl 90).

İnfakın kimlere yapılacağına ilişkin ayetlerde yer alan sıralanış, akrabaya verilen önemin düzeyini göstermektedir:

“De ki: «Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yol oğluna (yolda kalmışa) dır.»” (2 Bakara 215)

Benzer bir sıralanışa, güzel davranma konusunda da karşılaşıyoruz:

“Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. ” (4 Nisa 36)

Sonuç: Asimilasyon Allah’ın Ayetlerinin İnkârı Olup Allah’a İsyandır

Eğer renk ve dil Allahın ayetleri, yaratılışın bir kanunu, fıtratın bir gereği, doğan insanın iradesinden, tercihinden bağımsız ise, renk ve dillerin inkârı veya yok edilmeye çalışılması veya küçümsenmesi ya da bu insan topluluklarının hor, hakir görülmesi, Yaratılış kanuniyetlerini ve Allah’ın ayetlerini inkâr manasına gelir. Bu da Allah’a isyandır.

Bilimsel bir çalışma olarak tarihi, toplumları değerlendirmek için renk, dil, soya göre insanları tasnif etmek mümkündür. Bu, bazı şeylerin izahını kolaylaştırabilir. Ancak böyle bir çalışma, renklerin, dillerin ve soyların reddi ya da üstünlüğü ispat amaçlı yapılamaz, yapılmamalıdır.

Benzer şekilde kavmi kimlikler de Millet/Ümmet kimliğinin birer alt kimlikleri olup üst kimlik haline de getirilmemesi gerekmektedir. Milet/ümmet üst kimliği altında alt kimlik olarak kavmi kimlikler, birer denge ve dayanışma unsuru olup zenginlik olarak muhafaza edilmelidir.

Kavmini sevmek, ona dua etmek ona yardımda bulunmak meşru ise Kavmiyetçilik/asabiye/ırkçılık/şovenizm nedir

KAYNAKLAR

1– Yazır, E., Hak dini Kuran Dili, Azim dağıtım, İstanbul, Cilt 7, S: 212-213.

2– Buharî, İstitâbe 4, Enbiya 50; Müslim, Cihâd 105, (1792).

 

5 Aralık 2014 Cuma

Erbakan ve Çözüm Süreci-3: Bürokrasi, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalar

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Batı kültür ve medeniyet değerleri etrafında, var olanları asimile ederek, adına “Türk” (Yeni Türk) dedikleri yeni bir ulus yaratmak, Cumhuriyet kadrolarının en önemli hedefi olmuştur. Bu gün yaşadığımız tüm sorunların kaynağı, bu yanlış yaklaşım ve bakış açısıdır. Rahmetli Erbakan Hoca, Türkiye’nin ana sorununun “sömürü sistemi, taklitçi zihniyet ve asimilasyoncu politikalar” olduğunu söylerken kast ettiği, Cumhuriyet döneminde devletin bu yanlış yaklaşımıdır. Bu noktada Erbakan Hocanın düşünceleri, geçen yazıda ele alınıp değerlendirilmiştir.

Burada Kürt sorunu çerçevesinde askeri bürokrasinin değişik zamanlarda itiraf mahiyetinde yaptıkları açıklamalar değerlendirilecektir.

Batı’da “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’da kilise ve krallığa savaş açılarak ‘kilisenin ve krallığın hâkimiyeti’ yıkıldığı için farklı toplumları, ne kilise/din etrafında ne de soy/hanedanlık adına birleştirme, bütünleştirme imkânı söz konusu değildi. Batı’da iki güçlü otorite ortadan kaldırılınca boşluk, yeni şekliyle icat edilen devlet tarafından doldurulmak istenmiştir. Böylece ulus ile devlet arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur (1). Bu yaklaşıma göre ulus, yönetici, aydın kesim tarafından yaratılmış(!) ‘sanal bir halk, sanal bir toplumdur’.

Massimo d’ Azeglio: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız.”

Albay Pilsudski: “Devleti yaratan ulus değil, ulusu yaratan devlettir.”(2)

Devlet, ulusu yarattığı(!) için kutsaldır ve devlet ulus için var değil; tam tersine ulus devlet için vardır. Ortak kimlik inşa edilebilmesi için farklılıkların ortadan kaldırılıp homojen bir yapının inşa edilmesi gerekir. Burada hedef tek tip, tornadan çıkmış insandır. Ulusal kimlik oluşturmada genel olarak iki farklı model kullanılmaktadır. Biri Fransız ulus modeli, diğeri ise Alman ulus modelidir (2). Fransız ulus modelinde ülkenin tüm vatandaşları tek tiptir. Ülkede bulunan tüm topluluklar, kavmi unsurlar, kendi kültür ve değerlerini terk ederek ulusal kültür ve değerlerle bütünleşmek, özdeşleşmek zorundadırlar. Alman ulus modelinde belli bir soydan, ırktan gelenler ulusun bir parçası olarak kabul edilir. Bu soyun dışındakiler yabancı, azınlık olarak kabul edilip tehlikeli ve düşman olarak görülürler.

Cumhuriyet’in “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’nın etkisinde kalan Cumhuriyet’in hâkim kurucu kadrosu, Batı’daki gelişmelere benzer bir şekilde halifeliği, dini ve saltanatı ortadan kaldırdığı için yeni bir ulus yaratma projesini Batı’dan kopya ederek Türkiye’de uygulamaya sokmuştur. Heterojen Osmanlı toplumundan miras kalan bir ümmeti, tek bir etnik kimliğe dayanan bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi tabirleri ile yaratmayı(!), ana politika olarak benimsemiştir. Tutulan yol göz önüne alındığında Türkiye’deki ulusal kimlik modeli Fransız ve Alman ulus modellerinin bir karışımıdır, melezdir. Erbakan Hocanın, sorunun kaynağı olarak “taklitçi zihniyeti” göstermiş olmasının bir sebebi de budur.

Türkiye’de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik Müslüman unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda, Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin getirilmesi, zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır (3).

David Mc Dowall: “Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe oldu… Bu, Kürtlerin Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dini okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise, çoğu Kürt için geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin 1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler.”

Çekirdek kadro gücü ele geçirince hem Kürt etnik kimliğini, hem İslam kimliğini hem de İslam kültür ve medeniyetini ret ve inkâr etmiştir. Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami kimlik, Kürt Kimliği olmak üzere iki ana kimlik sorunu hep var olacaktır (4). Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye, yaratılmıştı(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus yaratılmalıydı(!) İnşa edilecek olan yeni toplumun mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı ve dili söz düzeyinde kabul edilmiştir.

Gerçekte yeni kimlikte Türk’ün ismi vardı; kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri ret edilmişti. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, Yeni Türk olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları(!) yeni bir ulustan, Türk diye bahsetmektedirler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, Laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Erbakan Hoca, “sorunun kaynağı asimilasyoncu politikalardır” derken kast ettiği bu tek tipleştirici politikalardı.

Bu amaçla 1950 öncesinde yazılan kitapların tümünde genç beyinlere çekilen formatı, açık bir şekilde görmek mümkündür:

“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir…” (5)

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı soydan(!), aynı kandan(!) ve aynı dilden(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi.

Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk’ yaratılacaktı(!). İnönü 1925 yılında yaptığı bir konuşmada, bu coğrafyada yaşayan herkesi, ‘Yeni Türk’ nasıl yapacaklarını anlatmaktaydı:

“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (5)

Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. ‘Dağ Türkleri’ olarak isimlendirilerek Türklerin bir boyu olarak gösterilmeye çalışıldı

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok varsayıldıklarını bu gün itiraf etmektedir: 

“Onların söyledikleri, istedikleri bir şeyler var, bir de bizim yapmadıklarımız var… Oturalım cesaretle bunları konuşalım, yapılabilecek olanları ertelemeyelim. Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik, kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.” (6)

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın itirafı ise, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl mankurtlaştırıldığının ibret verici bir göstergesidir:

“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa, bizler o dönemde, Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.  Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.” (7).

Sağır sultanın duyduğu ve gördüğü gerçekleri ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, duyamamış ve görememişlerdir. 1980 yılında bile bir halkın anadilinin yok varsayılarak konuşma yasağının getirilmesi, Türkiye’yi yönetenlerin/Türkiye bürokrasisinin basiretsizliğinin, ferasetsizliğinin tam bir göstergesidir.

Emekli Cumhurbaşkanı/Devlet Başkanı/Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren: “Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik Ben Devlet Başkanı iken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor.  Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’ dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”

Evren: “Ben Genelkurmay Başkan’ıyken Kanada’ya gitmiştim. Orada Quebec bölgesine gittim. …Bu bölgede devlet hizmetine gelecek bir vatandaş hem İngilizceyi, hem Fransızcayı bilmek zorunda… Şimdi bizde de Güneydoğu’da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım. Katı tutumla olmaz bu iş. (8)

“Bu ülkede herkes Türk’tür” şeklinde formatlanan bir nesil için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Orgeneral düzeyindeki subayların bu meseleye böyle yaklaşmış olması, bu ülkenin en ciddi çıkmazı olmuştur.

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Karadayı: “İsyanın amacı ayrı bir devlet kurmak, Türkiye’yi parçalamaktır. Olayı bir kimlik sorunu gibi başlattılar. Ortaya böyle bir sorun attılar. Adına da Kürt kimliği sorunu’ dediler... Türkiye’nin kimliği Türk’tür. Başka kimlikler ortaya çıkarırsanız bu diğerleri için de emsal olur. Başka kimlikler için de hayaller kurulur. Bu Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Türkiye’yi kimliklere ayırmak hainliktir.” (9)

Genel Kurmay başkanları dâhil tüm askeri bürokrasinin zihninde hem bölünme korkusu var, hem de hata yapıldığına ilişkin bir kanaat vardır. Üstelik de stratejik ortak kabul ettikleri ABD ve AB tarafından ülkenin bölüneceğine dair ciddi de bir kanaatleri vardır (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Doğan Güreş: “Türkiye için bölünme riski var. Cheney de istedi bunu. Kim Cheney ABD Başkan Yardımcısı. ‘Batıdan başlayıp doğuya gidinceye kadar tek dostumuz Kürtlerdir’ dediler. Bunu söyleyen Amerika… AB de bunu istiyor mu Evet, istiyor. Hedefleri var Nedir hedefleri Türkiye’nin küçülmesi…

Sorunun iç boyutuna bakarsak... Şimdi, anadillerini kullansınlar, kültürlerini yaşasınlar, folklorlarını oynasınlar tabii. Buna bir şey denmiyor zaten. Ama üniter yapıyı bozacak, Türk milleti dışında başka bir milleti Anayasa’da kabul edecek bir durum olamaz.”

Org. Saygun’un ise Türkiye’yi bölmek amacıyla ABD ve AB’nin Türkiye’deki terör örgütünü besleyip desteklediklerini açıklaması anlamlıdır (11):

“Aralarında müttefiklerimizin de bulunduğu bazı ülkelerin tutum ve davranışları terör örgütünün kendisine yaşam alanları bulmasında en büyük etkendir.”

Eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ise devletin bir bütün olarak hareket edemediği, uzun vadeli bir strateji geliştiremediği ve bu nedenle de hata yaptığı kanaatindedir:

“…Silahlı Kuvvetler’in rolü bu gibi olaylarda, hükümet ajanslarının bölgeye gelip sebebi ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta uygun güvenlik ortamı sağlamaktır. Ve olayların boyutunu sabit tutmaya çalışır, büyütmemeye çalışır. Silahlı Kuvvetler de bunun erdemine tamamen akıl erdirdi ve hükümetleri her zaman teşvik etti.” (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’a göre teröre ve teröriste karşı mücadelede Türkiye hata yapmış, psikolojik harekâtı iyi yönetememiştir:

“İnsan hakları, teröristin haklarına dönüştü... Biz devlet olarak hata yaptık. Uluslararası kamuoyu onlara hak veriyor ve biz kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu kavramlar elimizden çıktı... Bu söylemler bizi hukuka, özgürlüklere ve insan haklarına inanmayan ülke haline sokuyor. İşte bu psikolojik harekâttır, biz bunu kaptırdık.” 

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Kara Harp Okulu 2007–2008 eğitim öğretim yılı açılış töreni konuşmasında (24 Eylül 2007) devletin işbirliği içerisinde eş zamanlı birlikte çalışamaması nedeniyle teröre karşı verilen mücadelenin başarılı olamadığını, dolayısıyla devletin hata yaptığını ifade ettiğini görmekteyiz:

“Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından yürütülmelidir.

Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini tamamlamaktadır…

Türkiye’nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana nedenlerinden birisini, Türkiye’nin bu dört alandaki faaliyetlerini paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.

…Yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak durumunu tekrar düzeltmiştir.”

Sonuç: Sömürü Düzeni, Taklitçi zihniyet ve Asimilasyon Politikaları Değişmelidir

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanları tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir (30 Rum 22; 49 Hucurat 13). Birbiri ile tanışma, kaynaşma, dayanışma ve dengeleme aracı olan farklı etnik yapılar yok edilip tekleştirilmeye çalışılması, ilahi sünnete aykırı olup sorunlarımızın temel kaynağıdır. Bu nedenle taklitçi zihniyetin, asimilasyoncu politikaların ve bunu savunanların meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. Sorunlarımızın çözümü sömürü, köle düzeninin değişmesi, taklitçi zihniyetin tasfiye edilmesi ve asimilasyon politikalarının çöpe atılması ile mümkündür.

Ve.

“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın” (10 Yunus 89).

Kaynaklar

1- Özyurt, C., Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap, İstanbul,2005, s: 95-130.

2- Hobsbawm, E.J., 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s: 63.

3- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S: 180-210

4- Özkaya, C., ‘Pardonu Olmayan Bir Süreç, Umran dergisi,İstanbul, 2009, Sayı: 181,s:4-9 

5- Mısırlıoğlu,K.,Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul, Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.

6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile Yapılan Röportaj

7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul, 2007,S: 197-211.

8-Bila, F., age,S: 9-19.

9-Bila, F., age,S: 110-116.

10- Bila F., PKK’yla geçen 24 yılın komutanları,  Milliyet 03-7.11.2007

11- ‘PKK legalleşti’;  Milliyet/Akşam 12.12.2007

 

27 Kasım 2014 Perşembe

Erbakan ve çözüm süreci-2: “Kürt Sorununun Kaynağı, Sömürü Düzeni ve Asimilasyoncu Politikalardır”

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı? Niçin bu kanlar akıyor? ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Son yıllarda Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, “çözüm süreci” adı altında yeniden ele alınmıştır. Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dini, mezhebi ve kavmi sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece Kürt sorununu’ ya da Alevi sorununu’ ele aldığımızda, Kürt sorunu’ / Alevi sorunu’ denen sorunların kökeni, temel nedeni nedir Toplumun tümünün memnun olabileceği bir çözüm nasıl bulunacaktır Kürt sorununun’ / Alevi sorununun’ çözülmesi ile Türkiye, bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de kavmi, mezhebi bir sorun mudur; yoksa kavmi ve mezhebi sorunlar, ana sorunun, sistem sorununun bir sonucu mudur

Bu yazı serisinde rahmetli Erbakan’ın Kürt Meselesi’ne bakışı ve ele alış şekli incelenmektedir. Geçen yazıda Türkiye’nin meselelerini ele alırken meseleleri gerçek boyutları ile ortaya koyup doğru teşhis konmanın gerekliliği üzerinde durmuştuk.  O nedenle, “Yanlış teşhis doğru çözüme götürmez” demiştik. 

Bugüne kadar Türkiye’de parlamento içi siyasette, genelde kavmi kimlik özelde Kürt kimliği sorununa ilişkin en köklü ve kalıcı çözüm önerisini getiren, Erbakan Hocadır. Erbakan Hocanın Kürt sorununa yaklaşımını, teşhis ve tedavi şeklinde iki kademede ele almak gerekmektedir.

Burada, rahmetli Erbakan Hocanın Kürt Meselesi’ne koyduğu teşhisi, meselenin ortaya çıkış nedeniyle ilgili görüşlerine yer vereceğiz.

Erbakan Soruyor: “Niçin Bu Kanlar Akıyor ”

Milli Görüş hareketi lideri rahmetli Erbakan, 1993’te Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’nin açış konuşmasında, Kürt sorununa özel bir yer vermiş ve konuşmasının büyük bir kısmını, bu soruna ayırmıştır. Bunun sebebi, sorunun gittikçe tehlikeli bir hal alma eğilimine girmiş olması noktasında ki kanaatleridir. Sorunu kongrede dile getirmiş olması, tehlikenin boyutlarına, kamuoyunun dikkatini çekebilmek içindir.

Müslümanlığın, ortak tarihin, ortak coğrafyanın, ortak medeniyetin ve kader birliğinin Türklerle Kürtler arasında ortak payda olduğunu ifade eden Milli Görüş hareketi lideri sorunu, “Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” şeklinde can alıcı bir soru sorarak kamuoyunun gündemine taşımak istemiştir:

“Bakın 1071’de Alparslan Bizans’a karşı savaş açarken Kürt kardeşlerimiz ona on bin asker verdi. Çünkü onlarda Anadolu’nun Müslümanlaşmasını istiyordu. O zaman ne Türklerin Türkçülük, ne Kürtlerin Kürtçülük iddiası vardı. Tarih boyunca savaşlarda en büyük destek Kürtlerden alındı. Ve yine asırlar boyu aynı inancın kardeşleri olarak siperde vücutlarını birbirlerine kalkan ettiler. Bu asrın başlarında Musul’da toplanan Kürt aşiretleri Osmanlı halifesinin yanında savaşmaya karar verdiler. Ve Sevr Anlaşması’nı yırttılar. Öyle ki Kürtlerin Osmanlı’ya karşı savaşmak için görüşmeye gelen İngiliz valisine, Kürt lideri Şeyh Mahmut el- Berzenci elini uzatmadı. Ve Müslümanların halifesine savaş açan bir ülkenin valisinin eli necistir’ dedi. Adıyaman’da Bedir Ağa kendisini isyana teşvik etmek için altın yüklü katırlarla gelen İngiliz görevlisine Ben halifeye isyan etmem’ dedi. Kendisini altınlarıyla beraber huzurundan kovdu. Aynı İngiliz görevlisi, Van’daki Kürt aşiret reislerini ziyaret ettiği zaman onlarda aynı sözlerle kendisini kovdular.

Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” (1)

Erbakan: “Sorun Üç Boyutludur”

Erbakan Hoca, meseleyi, sadece bir terör, askeri operasyon ya da Kürt Meselesi olarak görmüyor. Erbakan’a göre mesele, tek boyutlu olmayıp 3 boyutludur. Her bir boyuttaki olumlu ya da olumsuzluklar, diğerlerini etkilemektedir. Her üç mesele birlikte, bir bütün olarak ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır:

“Gerçekte mesele bir değil 3’tür: 1-Terör, 2-Kürt Meselesi, 3-Güneydoğu

Meselesi. Kürt Meselesi ve Güneydoğu Meselesi’nin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terörde diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor. Bu böyledir diye, 3 ayrı meselenin varlığını görmemezlikten gelip veya yok farz edip, meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir…” (1)

Erbakan: “Kürt Sorunu’nun Kaynağı, Sömürü Düzeni, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalardır”

Kürt konusunu üç boyutlu olarak ele alan Erbakan’a göre, Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı “asimilasyoncu”, “materyalist” ve “ırkçı politikalardır”:

“Terörün gittikçe artma imkanı bulması ve Güneydoğuda ki halkımızın bugünkü acıların içine düşmesinde hiç şüphesiz taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı vardır.

Bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika uygulamışlardır… Görüldüğü gibi taklitçi zihniyetli İktidarlar terörü önleyememişler; Kürt meselesini ve Güneydoğu meselesini çözememişler, bunu gittikçe büyüyen bir mesele haline getirmişlerdir.

Yaşanan tecrübeler bu meselelerin taklitçi zihniyetlerin tatbik ettiği, şiddet ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir. Taklitçi iktidarlar gelip gidiyor, fakat hepsinin müşterek olan bu yanlış politikaları değişmiyor.” (1) Erbakan’a göre Güneydoğu’nun geri kalmışlığı ve bölgede yapılan zulüm, sadece bölgeye has bir durum olmayıp ülkenin pek çok yöresine ilişkin bir durumdur. Bunun da sebebi, gene sömürü düzeni’, tahakküm düzeni’ ve taklitçi zihniyetli iktidarlardır’:

“Şikâyet olunan ve istenen nedir Türkiye’de ki batı taklitçisi zihniyetli iktidarların yürüttükleri sömürü düzeni, tahakküm düzeni sonucunda ortaya çıkan ızdırap ve haksızlıklar. Bunlar derece derece esasen yurdumuzun her bölgesinde mevcut ve herkese aynen tatbik ediliyor.” (1)

Erbakan, 1994, Bingöl’de yaptığı o meşhur konuşmasında, ülkenin insanlarının birbirine yabancılaştırılması ve aralarına husumet sokulması, “okullardan besmelenin kaldırılması”, yerine Türküm doğruyum çalışkanım’ andının getirilmesi ile başladığını ifade etmektedir:

“Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu, mektebe başlarken besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine Türküm doğruyum çalışkanım’. E sen bunu söyleyince,  öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı. Ve böylece, siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız.” (2)

Bu yaklaşım, sistemin ana tezine, temel varsayımlarına doğrudan cephe almak, onlara savaş açmak demektir. Hem ulusal sistem, hem de küresel sistem, sorunun çözümünü istemediği için Erbakan’ı ciddi bir tehlike olarak görerek bertaraf etmeye karar vermiştir.

Erbakan: “Kürt Sorunu Şiddet ve/veya Asimilasyonla Çözülemez”

Erbakan konuşmalarında, sorunu bir bütün olarak ele almayıp sadece, şiddetle ve Askeri operasyonlarla meselenin halledilemeyeceğine dikkat çekmeye çalışmıştır. Üzerinde durduğu nokta, sorunun çözümü için sorunun ana kaynağına ve sebeplerine inilmesi gerektiğidir:

“Bu sebeplerden dolayı, terörle mücadele sadece Askeri bir hareket olarak düşünülmemeli. Bu konu, kaynağını ve sebeplerini ortadan kaldıracak çok unsurlu ve kapsamlı bir bütün olarak ele alınmalıdır.”

“Yaşadığımız tecrübe bu önemli problemin, şiddet ve terörle, ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir…” (1)

Erbakan’a göre “yabancılaştırma” ve “asimilasyon” politikaları, Osmanlı’da farklı kavimler arasında asırlar boyu oluşturulmuş olan ortak paydaların ortadan kalkmasına, meydana gelmiş olan kardeşliğin kırılmasına sebebiyet vermiştir. Erbakan daha 1970’li yıllarda henüz Kürt Meselesi diye bir sorun görünür bir şekilde ortada yokken, bu günlere gelineceğini görerek/sezerek “kuş dili” /kodlama/şifreleme ile konuşarak bu meseleye, “kardeşlik-bölücülük”, “devlet-millet bütünleşmesi” kapsamında dikkat çekmeye çalışmıştır:   

“Milli Görüş vatanımızın ve milletimizin bölünmez bütünlüğü ve 40 milyon memleket evladının kardeş bilinmesi temel prensibine dayanır. Her şeyin başı önce yurdumuzda kardeşliğin, tesanüt ve birliğin teessüsüdür. Aynı milletin, aynı tarihin çocuklarının kardeşliği esastır. Gidilecek yol iç barış yoludur, kardeşlik yoludur. İthamcılık yolu değildir. Aynı milletin çocukları arasında görüş farklılıkları, fikir farklılıkları olabilir, fakat bu hiçbir zaman ithamcılığın, bölücülüğün sebebi olmamalıdır.

…Sağlam bir milli bünyeye kavuşmak için içtimai sulhu temin etmeye birbirimizle kaynaşmaya mecburuz. Devlet millet kaynaşması kalkınmada temel şarttır…” (3)

Kürt Meselesi’nin özünde devlet ve milletin karşı karşıya geldiği bir zihniyet farklılaşmasının olduğunu, bunun milletin değişik kesimleri arasındaki birliği ve beraberliği, kardeşliği bozduğunu üstü kapalı ifade eden Erbakan, “Kendi ön fikirlerimizle değil, davanın gereklerine tabaiyet ile hizmet edebiliriz. Dava bunu gerektiriyor. Millet ile devlet iyice kaynaşacak başka çaresi yoktur” (3) diyerek meselenin dava boyutu ile ele alınması gerektiğini ifade etmektedir. Değerler, kültür ve medeniyet düzleminde devlette meydana gelen yabancılaşmanın bir dava sorunu olarak ele alınmasını isteyen Erbakan’a göre, “Devlet, millet kaynaşmasını tam manasıyla gerçekleştirecek görüş, ancak Milli Görüş’tür.” (3) Gene Erbakan’a göre Milli Görüş İslam’ın ta kendisidir. O nedenle mesele tabu olmaktan çıkarılmalı ve her çözüm şekli konuşulabilmelidir.

Sonuç: “Konu Tabu Olmaktan Çıkarılmalı ve Her Çözüm Şekli Konuşulabilmelidir”

Erbakan Hoca, 1991 yılında kendisi ile yapılmış olan bir röportajda, Türkiye’nin meselelerimin çözülebilmesi için milletin duygu ve düşüncelerinin, özgür bir ortam meydana getirilerek öğrenilmesinin ve her türlü alternatifin tartışılmasının şart olduğunu ifade etmiştir:

“Milletin ne arzu ettiğinin ortaya konması için alternatifler millete sunulmalı ve bu alternatifler millete eşit şartlar altında ve yeterince tanıtılmalıdır. Yoksa bir tek anayasa yaparak ve Ya bunu kabul edersiniz veya askeri rejim devam eder’ ve Aleyhinde konuşmak yasaktır sadece lehinde konuşulacaktır’ diyerek yapılan oylamalarla milletin arzusunu tespit etmek mümkün değildir.” (4)

Bu röportajdan 2 yıl sonra ve bundan 21 yıl önce 1993 yılında, Refah Partisi’nin 4. Büyük Kongresi’nde de Kürt Sorunu’nun çözülebilmesi için sorununun cesaretle ele alınıp tartışılmasını ve konunun tabu olmaktan çıkarılması’ gerektiğini çok açık bir şekilde seslendirerek ortaya koymuştur:

“Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir. Esasında meselenin bunca içinden çıkılamaz hale gelmesinin sebeplerinden biri, bu konunun bir tabu gibi her türlü tartışmanın dışında tutulmasıdır.” (1)

Rahmetli Erbakan, meseleyi tabu olmaktan’ çıkarıp her yönüyle tartışmaya açılmasını istemesinin nedeni, özgür bir ortam oluşturularak, meselenin görüntüsü ya da sonuçları ile uğraşmak yerine, meselenin ana kaynağına inilmesinin zaruret olduğuna inanmasından dolayıdır. O nedenle Erbakan Hoca, mevcut olgu üzerinde durmaktan ziyade mevcut durumu meydana getiren şartları ve sistemi sorgulamıştır. Kardeşleri birbirine düşman eden, onları birbirine yabancılaştıran bir sistem sorgulaması yapmıştır. Daha açıkçası sivrisineklerden ziyade sivrisinekleri üreten bataklığa dikkat çekmeye çalışmıştır. Vermek istediği mesaj, bataklık var olduğu sürece sivrisinekler hep var olacak ve üremeye devam edeceklerdir.

Çözüm, sivrisinekleri öldürmekte değil bataklığı kurutmakta aranmalıdır. Erbakan’ın çağrısı, gelin, bataklığı yani gayri milli, gayri İslami ve gayri insanı olan, Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre Lozan’da Hayım Nahum doktrinine göre kurulmuş olan bu sistemi değiştirelim şeklinde anlaşılmalıdır.

Lozan’da kurulmuş bir sistemin “kanunen ve cebren” “yeni bir ulus yaratma”(!), var olanı asimile etme macerası, Türkiye’nin sorunlarının ana kaynağıdır. Çünkü kimlik, rıza tabanlı birlikteliktir. Tevdi edilen görevleri severek, isteyerek, gönülden coşarak yapma vardır. Zorla, tehditle kimlik oluşturulamaz. Kimlik, kişinin kendisini nasıl gördüğü, neye ait hissettiği bir iç olgudur. Onun için farklı unsurlar arasında güçlü ortak paydalar bulunmazsa birliktelik, uzun sürmez, ortak bir kimlik oluşmaz.

Kimlik oluşumunda temel sorun, aynılaşmanın, aidiyetin hangi değerler etrafında olacağıdır. Irk, soy, renk ve dil eksenli bir bütünleşmenin olamadığı tarihsel süreç içerisine ortaya çıkan bir gerçektir. Bu, farklılıkların birlikteliğini kapsayacak evrensel bir üst kimliğin oluşumunun bu kavramlar etrafında şekillenemeyeceği anlamındadır. Yoksa bu, onların ayrı varlıklar olduğunun bir alt kimlik oluşturduğunun göz ardı edilmesi anlamına gelmemektedir. Tam tersine farklı boy, kabile, ırk ve milletlerin varlığı bir güvenlik alanı, barış ve tanışma alanı olarak görülmelidir ve bunların kimlikleri korunmalıdır. Kavimlerin birbirlerine göre konumları, ne dilleri, ne renkleri ve ne de soyları ile belirlenmektedir. Hiçbir kavim dili, rengi, soyundan dolayı bir diğerine göre üstün değildir. Aynı şekilde hiçbir kavmin, soyu, dili ve kültürü yok varsayılarak asimilasyon yapılamaz.

Bugün yaşanan kimlik krizinin zorla, baskı ile şiddetle ya da korku ile tedavi edilmesi mümkün değildir. Bunun yolu, ortak değerlere olan güvenin neden dolayı yıkıldığının teşhis edilmesi, nedenlerin ortadan kaldırılarak bireylerin ikna edilmesi, kalp ve gönüllerinin fethedilmesidir. Dağa taşa, Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazmakla, Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ andını yaptırmakla bir Kürt, Türk olmamaktadır, olmamıştır da.  Bu nedenle ne Türk kavmiyetçiliği ne de Kürt kavmiyetçiliği haklıdır. Bir mümin her ikisine eşit mesafede durmayı bilmelidir. Tavrımız berrak olmalı, ifratla tefrit arasında bocalamamalıyız.

Unutmayın!

Hz. Muhammed (S.A.V.), “Asabiyyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (5) buyuruyor.

Kaynaklar

1-  Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2-  Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

3-  Erbakan, N., Milli Görüş, Dergah yayınları, İstanbul, 1975, s: 30-31.

4- Erbakan, N., Türkiye’nin Meseleleri ve Çözümleri, Ankara, 1991, s: 46

5- Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, 5, 386).

20 Kasım 2014 Perşembe

ERBAKAN VE ÇÖZÜM SÜRECİ - 1: YANLIŞ TEŞHİS DOĞRU ÇÖZÜME ULAŞTIRMAZ

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı? Niçin bu kanlar akıyor? ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Son yıllarda Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, “çözüm süreci” adı altında yeniden ele alınmıştır. Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dini, mezhebi ve kavmi sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece Kürt sorununu’ ya da Alevi sorununu’ ele aldığımızda, Kürt sorunu’ / Alevi sorunu’ denen sorunların kökeni, temel nedeni nedir Toplumun tümünün memnun olabileceği bir çözüm nasıl bulunacaktır Kürt sorununun’ / Alevi sorununun’ çözülmesi ile Türkiye, bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de kavmi, mezhebi bir sorun mudur; yoksa kavmi ve mezhebi sorunlar, ana sorunun bir sonucu mudur

Bu yazı serisinde rahmetli Erbakan’ın Kürt meselesine bakışı ve ele alış şekli incelenecektir. Günümüzdeki çalışmalara önemli katkılarda bulunacağı düşüncesindeyiz.

Türkiye’de Sorunların Anası: Lozan’da Kurulan Laik-Seküler Sistemdir

Osmanlı’nın yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları, bir potada eriterek belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği, Osmanlı’ üst kimliği, Lozan’da verilen sözler çerçevesinde parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün saf kan Türk’ olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir ulusal kimlik inşasına, kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekilmiştir. Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekiler olmuştur; dış güçler ise, ekilen bu zehirli sarmaşıkları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir.

Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet’, Türkiye, yaratılmıştır’(!) Ancak bu ulus devletin halkı, milleti, ulusu yoktu. Öyleyse bu ulus devlet için yeni bir ulus yaratılmalıydı’(!) Milli Mücadele sürecinde İttihat ve Terakki’nin ikinci derece insan unsurundan meydana gelen çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem İslami kimliği, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikleri, ret ve inkâr etmiştir. Aynı tornadan çıkmışçasına homojen bir toplum ve tek tip insan yaratmak’(!) amacıyla tüm alt ve üst kimlikler parçalanmış ve her kesim asimilasyona tabı tutulmuştur. Bugünkü dini, kavmi ve mezhebi sorunlar, bu yapının ve anlayışın bir sonucudur.

Müslüman Türk’ün ve Kürt’ün Asimile Edilmesi

Gerçekte yeni kimlikte, Türk’ün ismi vardı; fakat kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri yoktu. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, yeni Türk’ olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları’(!) yeni bir ulustu. Bu yeni Türk, bir halk olarak henüz ortada yoktu. Yeni Türk, eski Türk’ün ismini, coğrafyasın, kanını ve konuşma dilini miras olarak almıştı.

Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüş; yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi.

Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu -İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen- Türk soyundan gelmemekteydi.

Bu yeni Türk’ün gözünde eski Türk Öküz Anadolulu’(!) idi ve tehlikeliydi. Bunun için medeni olan şehirlere girmemeliydi. Yeni Türk’e hizmet etmekle’ ve onu korumakla görevliydi’. 

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada’, aynı soydan’(!), aynı kandan’(!) ve aynı dilden’(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil, aynı soy ve aynı kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir. Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek, yeni Türk yaratılacaktı’(!) Onun için, On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’ demekteydiler. Onuncu yıl marşı, bu yeni Türk’ün asimilasyon marşıydı. Yeni Türk’, tek parti döneminde kendisine karşı çıkanları suikastlarla, komplolarla, entrikalarla yok etmiş ya da etkisizleştirmiştir. Yeni Türk’ün adalet anlayışı, Sanıkların idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar vermeye’; Erzurum’da, Bohçacı bir kadını şapka devrimine karşı çıktı gerekçesiyle asarak’  ya da Batı’daki bir olaydan Doğudaki bir şeyhi ve/veya bir Kürt aşiret reisini sorumlu tutarak ortalığa dehşet salmaya dayanır. Köyler göçe zorlanarak ve gecekondulaşma ile köylülerin dayanaksız hale getirilerek dönüştürülmesi hedeflenir.

Cumhuriyet yönetici kadroları için, nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa, Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazılarak ve Türklerin bir boyu, Dağ Türkleri’, olarak gösterilerek mesele çözülmeye çalışıldı. Tıpkı Türkler gibi onlar da ekonomik olarak mağdur edilip köyden kente göçe zorlandı.

Anadolu’da var olan diğer kavmi unsurlarda olduğu gibi Kürtlerin de anadillerinde konuşmaları, yazmaları, eğitim görmeleri, şarkı ve türkü söylemeleri, tarihten gelen ve Kürtçe olan yerel isimleri ve bölgenin ismini kullanmaları yasaklandı.

Haklarını elde etmek için yapılan her hareket, isyan, başkaldırı olarak nitelendirilip yabancı işbirlikçiliği ile suçlandı, karalandı.

Müslüman Türk ve Kürtlerin Yanılgısı

Yaklaşık 80 yıldır uygulanan asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak, bu ülkede yaşayan insanların zihinsel yapısında ciddi bir kırılma ve bir kısmında tam, bir kısmında ise kısmen mankurtlaşma (hafızasını kaybetmiş köle) vuku bulmuştur. Lozan’da Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir hatanın içerisine zaman zaman düşülmüştür. Bu ülkede herkes Türk’tür’  şeklinde 80 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, Türk’ten başka kavmi yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı, Çerkez mi… olduğuna bakılmamıştır.

İslam’ın ahkâm hükümlerini bir tarafa bırakalım; sadece başörtülülerin üniversitelere girememesi (yakın tarihe kadar) ve devlet dairelerinde çalışamamasını hangi milli kültür ve medeniyet mensubiyeti ile izah etmek mümkündür. Ailedeki eğitimle, okuldaki eğitim birbirine ters ise, bu sistem, nasıl bir Müslüman Türkün sistemi olabilir. İslam kültür ve medeniyetine savaş açmış bir sistemi ve bunun yaptıklarını savunmak Müslüman Türk’e düşmez.

Bu ülkede %5’lık refahtan şımarıp azan mutlu bir azınlık, küresel güç odakları ile işbirliği içerisinde kan dökülmesini sağlayarak, kanın inşa ettiği kin ve nefreti kullanarak, tüm etnik ve mezhepsel alt kimlikleri birbirine düşman kılarak, sistemin sorgulanmasını engellemektedir. Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması tehlikelidir, doğru değildir ve İslami de değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi, ne İslamidir ne de insanidir. Bu noktada Müslüman Türklerin, Özal zamanında Bulgaristan’da Müslümanlara/Türklere yapılan zulmü hatırlamalarında fayda vardır. Türklerin Türkçe konuşması yasaklanıyor, isimleri değiştiriliyor ve başörtüsü kullanmaları engelleniyor diye Müslümanlar, bu ülkede meydanlara inip muhteşem kalabalıklarla gövde gösterisi yaparak Bulgaristan’ı protesto etmişlerdir. O yıllarda Bulgaristan komünist bir ülke idi ve Dine düşmandı. Müslümanları ve Türkleri de asimile etmek istiyordu.  Oysa o yıllarda Türkiye’de kız öğrencilerin başörtülü olarak Üniversiteye girip okuması yasaktı. Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir. Bugün Çin, Doğu Türkistan’da benzer asimilasyon politikalarını uygulamaktadır.

Özellikle Müslüman Türkler, bu ülkenin Kürt çocukları, dağa çıkarak kendi ülkesine, hatta kendi anne ve babasına düşman hale gelmiş olması ya da getirilmiş olmasının sebepleri üzerinde tefekkür etmelidirler. Rahmetli Erbakan’ın zamanında sorduğu; “Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı Niçin bu kanlar akıyor ” sorusunun cevabını, tüm Müslümanlar kendi inanç sistemine uygun bir şekilde cevaplandırmalıdır. Bunun cevabını bulmak zorundalar.

Bu ülkede, 12 Eylül 1980 öncesinde, aynı anne-babanın çocuklarının sağ, sol adına birbirini kırması vakası yaşanmıştır. Onları birbirine düşman kardeş yapan kimlerdi ve hangi şartlardı Bu sorgulama, gerçekçi bir şekilde henüz yapılmadı. Aynı soruyu, şimdi PKK hadisesinde sormalıyız. Hangi nedenlerle bu ülkenin Kürt çocukları dağa çıkmakta ve kendi halkına silah sıkmaktadır

Asimilasyon politikalarının dışında, 1980 öncesi Güneydoğuda ki askeri operasyonlarda, halka yapılan zulmün ve Diyarbakır ceza evinde mahkûmlara reva görülen gayrı insanı davranışların, yöre insanın zihin yapısını şekillendirmesinde hiç payı yok mudur Aksini düşünenlerin, Balkan faciasına, Rumeli’nin İslam diyarı olmaktan çıkmasına sebebiyet veren ağa-bürokrat zulüm çarkının, dönemin yöre insanının zihin dünyasında yaptığı tahribata bakmalarında fayda vardır. Müslüman Kürtler ve Türkler, bu ve buna benzer soruları sorgulamalı ve cevaplarını, İslam kültür ve medeniyetinin temel değerleri açısından vermelidir.

Kendi öz çocuğunu, kendine yabancılaştıran, hatta düşman haline getiren bir sistemi sorgulamayan tüm Müslümanlar, hatalıdırlar. Bu sorgulama olmadığı sürece de bu ülkenin hiçbir sorunu, gerçek anlamda çözüme kavuşturulamayacak, pansuman varı tedbirlerle sisteme suni teneffüs yaptırılacaktır. Müslüman olan herkesin, özellikle de Türklerin, bu gerçeği görerek, kurulan oyunu bozması, Kürt halkının fıtri olan haklarını yerine getirmek üzere mücadele etmesi gerekmektedir.

Müslüman Kürtlerin yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığı tarzındaki yanlış kanaatleridir. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, ayırım yapmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardır. Cumhuriyet tarihinin büyük bir zaman diliminin sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ile geçmesi, bunun bir göstergesidir. Gecekondulaştırma politikası, kavmi kimliklere bakılmaksızın Müslüman bir halkın asimile edilmesine dönük bir projeydi. Köylerin boşaltılması (köy nüfusunun %20’lere indirilmesi), bugün, AB adına açık bir şekilde ve meşru gösterilerek yapılmaktadır. Müslüman Türkler de, Kürtler de bunu alkışlamaktadır.

Yapanlar farkına varsın ya da varmasın gökdelenleşme politikası, kimliksizleştirme ve asimilasyonu beraberinde getirecektir. Gökdelenleşme, bu ülkenin insanlarını, bireyselleştirerek, kendi Kültür ve medeniyetinden kopararak, Laik-Seküler Batı kültür medeniyetini benimsemiş bir dünya vatandaşı’ yapacaktır.

Sonuç: Meselenin Kaynağı “Taklitçi Zihniyet”, “Asimilasyoncu Politikalardır”

Bu bağlamda Türkiye’nin meselelerine en gerçekçi teşhisi koyan rahmetli Erbakan’dır. Erbakan Hoca’ya göre, Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı  “asimilasyoncu”, “materyalist” ve “Irkçı politikalardır”:

“Terörün gittikçe artma imkânı bulması ve Güneydoğu’daki halkımızın bugünkü acıların içine düşmesinde hiç şüphesiz taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı vardır.

Bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika uygulamışlardır… Görüldüğü gibi taklitçi zihniyetli İktidarlar terörü önleyememişler; Kürt meselesini ve Güneydoğu meselesini çözememişler, bunu gittikçe büyüyen bir mesele haline getirmişlerdir.

Yaşanan tecrübeler bu meselelerin taklitçi zihniyetlerin tatbik ettiği, şiddet ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir. Taklitçi iktidarlar gelip gidiyor, fakat hepsinin müşterek olan bu yanlış politikaları değişmiyor.” (1)

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanlar, tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması da, O’nun ayetlerindendir.” (30 Rum 22)

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (49 Hucurat 13)

Türkiye’yi kurtuluşa, huzura, büyümeye götürecek olan, insan fıtratının gereği olan bir hayat nizamının inşa edilmesidir. Sadece Türklerin veya Kürtlerin değil bütün kavmi kimliklerin, mezhebi kimliklerin alt kimlik olarak korunup yaşadığı bir üst kimlik, yalnız ve yalnız İslam’la mümkündür. Bunun için de çok hukuklu’ ve çok dilli’ bir hayat nizamı inşa edilmek zorundadır.

Kaynaklar

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

 

13 Kasım 2014 Perşembe

ECELİ GELEN KUDURMUŞ KÖPEK İSRAİL CAMİ DUVARINA PİSLER!

 (Milli Gazete)

“İsrail kudurmuş bir köpek gibi olmalı, kimsenin dokunamayacağı kadar tehlikeli.” Moşe Dayan

Giriş

İsrail, Filistin’de Temmuz 2014’ten bu güne kadar çok planlı bir operasyon yürütmektedir. İsrail, Eylül ayından bu yana Doğu Kudüs’te 2000’den fazla yerleşim birimi kurma kararı alarak yerleşim yerlerinin genişletilmesini hedefleyerek nüfus dağılımını daha da değiştirmek istemekte; Kudüs’ü, Müslümanlardan arındırmaya uğraşmaktadır. Nablus’taki Yahudi yerleşimciler, devlet desteğinde, Ebu Bekir es-Sıddık Camii’ni kundaklamışlar; Camide Kur’an ve halıları yakmışlar ve cami duvarlarına “Araplara ölüm” sloganı yazmışlardır.  Genel olarak Yahudi yerleşimciler, devlet desteğinde Filistinlilere saldırmakta, öldürmekte, mal varlıklarına zarar vermekte, camilerine ve kiliselerine yönelik tacizde bulunmakta ve kutsallarına saygısızca davranmaktadır. İsrail, bu zulüm sistemi ile 1967–2013 arasında 14 bin 309 kişinin Kudüs’teki ikametini iptal etmiştir. İsrail hapishanelerinde 7 bin Filistinli bulunmaktadır (1–3).

İsrail, 14 Ağustos’tan bu yana, Mescid-i Aksa’ya ibadet etmek için gelen Müslümanlar üzerindeki baskısını artırmıştır. Mescid-i Aksa’da cami cemaati her gün taciz edilmektedir. İsrail yönetimi, 1994’te El Halil’deki İbrahim Camii’ni Yahudilerle Müslümanlar arasında paylaştırdığı gibi şimdi de, İsrail Parlamentosu Knesset’te Mescid-i Aksa’nın bölünmesine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca İsrail, Mescid-i Aksa’nın altında kazılar yaparak, tüneller açarak camiyi yıkmaya çalışmaktadır(1-3).

“Sukot Bayramı” dolayısıyla, Yahudilerin Mescid-i Aksa’ya yönelik ihlalleri artmıştır. Mescid-i Aksa’da sabah namazı sonrası Müslümanlar camiden çıkarılarak Aksa’nın tüm kapıları önce Müslümanlara kapatılmış; ardından içeriye öğle namazına kadar sadece Yahudilerin girişine izin verilmiştir. Böylece fiili olarak İsrail Hükümeti, 8 gündür Mescid-i Aksa’yı zamansal olarak, Yahudiler ve Müslümanlar arasında ikiye bölmüş bulunmaktadır.

Son gerilim, Tapınak Dağı Mirasını Koruma Vakfı (Ha Liba) Başkanı Yehuda Joshua Glick’e Batı Kudüs’te silahlı saldırı düzenlenmesinin ardından Yahudilerin mescide yürümesi ile başlamıştır. 2 Kasım 2014’de Knesset (Meclis) Başkan Yardımcısı Moşe Feiglin ile birlikte 89 Yahudinin Mescid-i Aksa’nın avlusuna girmesi, Müslümanların tepkisine neden olmuştur. 5 Kasım’da yaklaşık 100 Yahudi’nin Mescid-i Aksa’nın avlusuna girmesi ile çatışma meydana gelmiştir. Bunun üzerine İsrail askerleri, 1967’den beri ilk kez postallarıyla mescidin içine girerek mescide zarar vermişlerdir. Bu gerilimin daha da artmasına sebep olmuş;  çatışmalar, eylemler Kudüs sokaklarına yayılmıştır. İsrail yönetimi, “ikinci bir bildirime kadar Mescid-i Aksa’nın tüm Müslümanlara kapatıldığını” açıklaması ile gerilim zirveye tırmanmıştır (1–3). İsrail, 1967’den bu yana ilk defa Mescidi Aksa’yı, gün boyu kapatarak hem İslam dünyasının hem de Dünya kamuoyunun tepkilerini test etmeye çalışmaktadır.

Burada, bu uygulamanın temel felsefesi sorgulanacak ve mevcut durumla ilgili acilen yapılması gerekenler üzerinde durulacaktır.

Siyonistlerin Yaptıklarında Sürpriz Bir Şey Yoktur

Kurulduğu 1948 yılından beri İsrail, Filistin halkı üzerinde soy kırım uygulayıp bir taraftan sınırlarını genişletirken diğer taraftan da Filistin halkını göçe zorlamaktadır. Hem öldürerek hem de göç ettirerek Filistin topraklarındaki Filistinli nüfusunu azaltmaya çalışmaktadır. İsrail, uluslararası hukuka göre yasak olan silahları, sivil halk üzerinde denemektedir. İlginç ve dikkat çekici olan nokta, Siyonistlerin yapıp edeceklerini gizlememiş olmasıdır. Talmut, Kabala, Siyon önderlerinin protokollerinde, yayınladıkları pek çok makale ve kitapta, Siyonist yöneticilerin tarih boyu yaptıkları konuşmalarda, yapıp edecekleri, açıkça ortaya konulmaktadır. İlave olarak Kur’an-ı Kerim, Yahudiler ve İsrail oğulları ile ilgili ayetlerinde, belli bir kesimin neler yapıp edebileceklerini açık bir şekilde anlatarak Müslümanlar uyarmaktadır. O nedenle son olaylar şaşırtıcı değildir. Mesele bir zamanlama meselesidir. Siyonistler, uzun vadeli çizdikleri bir stratejiyi, şartlar uygun geldiği anda uygulamaya sokmaktadırlar. Şaşırtıcı olan, bunların Müslüman dünya tarafından okunmaması, anlaşılamaması, komplo ve abartı olarak kabul edilmesidir.

Türkiye’de, parlamento içi siyasette, Siyonizm’i bir tehlike olarak ilk kez gündeme getiren rahmetli Erbakan Hoca olup ömrünü buna adamıştır. Ne yazık ki ne bugünkü siyasi iktidarın kadroları tarafından, ne Türkiye tarafından ve ne de İslam dünyası tarafından gereği gibi anlaşılamamıştır.

Siyonist Aldatma: ‘Vaat Edilmiş Topraklar’

Siyonizm’in bu vahşi uygulamalarının temel dayanağı, onun olmazsa olmazları, onun amentüsüdür (temel varsayımları). Siyonizm’in Amentüsü, aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1- Allah Tarafından Yahudilere ‘Vaat edilmiş Topraklar’(!)

2- Yahudiler Allah Tarafından ‘Seçilmiş bir Halktır’, ‘Üstün Bir Irktır’(!)

3- Yahudiler ‘Ari Irk’tır’, ‘Saf Irk Olarak Kalmalıdır’.

4- Yahudi Olmayanlar İçin ‘Etnik Temizlik ya da Soykırım’ Yapılacaktır.

5-  ‘Dünya Yahudileri İçin Bir Tek Devlet Vardır’: İsrail.

6- Yahudilerin  ‘Dünya Hâkimiyeti’ İçin ‘Gizli Dünya Devleti’.

Siyonistler, dindar olmamış olmalarına karşın Yahudilerin dini duygularını harekete geçirebilmek için dini terminolojiyi çarpıtarak kullanmayı, bir yöntem olarak benimsemişlerdir. En çok da Tevrat’taki Tekvin 15/18 ayetini istismar etmişlerdir:

“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin, 15/18)

Bu, Hz. İbrahim’i takip eden, onun yoluna tabi olan müminlere yapılan bir vaattir. Hz. Nuh’un oğlunun ona iman etmemesi dolayısıyla “onun ehlinden” kabul edilmemiş olması gibi (11 Hud 41–47) Hz. İbrahim’in yolunu, takip etmeyenler de onun ehlinden değildir. Dolayısıyla her türlü melaneti işleyen Siyonistlere Allah böyle bir vaade bulunmaz/bulunmamıştır. Ancak Siyonist önderler bunu, İsrail oğullarının inançları ne olursa olsun Allah tarafından yalnızca İsrail oğullarına, yanı bir ırka, yapılmış bir vaat olarak kabul etmektedirler.

İsrail hükümetinin istatistiklerine göre İsraillilerin %15’i inanç sahibidir. %85’lik bir kesim ne ‘dini ibadeti kabul etmekte’ ne de ‘dini inancı’ benimsemektedir. İsrail’de ki dini referans alan partilerin oy potansiyeli son derece düşüktür. Bütün bunlara karşın İsraillilerin %90’ı, `Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların’ kendilerine, inanmadıkları bir Allah tarafından vaat edildiğine iman etmişlerdir. (4) Böyle bir sonuç, dindarlıktan kaynaklanmayıp Siyonist yöneticilerin uzun vadeli, planlı beyin yıkamaya dayalı çalışmalarının bir sonucudur.

Hareketin başlatıcı önderi Herzl, 1902’de yazdığı Altneuland adındaki romanında, “Ülkenin toprakları Akdeniz’den Fırat nehrine, güney Filistin’den Lübnan’a kadar uzanıyordu” (5) demektedir. Yahudi devleti kitabında ise, “Filistin bizim unutulmaz tarihi yurdumuzdur. Tek başına bu isim halkımızın güçlü bir birleşme çığlığı olacaktır” (6). Herzl’i takip eden bütün Siyonist önderler, buna önemle vurgu yapmışlardır:

“Madam Golda Meir: Bu ülke bizzat Allah tarafından yapılmış bir vaadin gerçekleşmesi olarak mevcuttur. O yüzden bu ülkenin yasallığı konusunda hesap sormaya kalkışmak gülünç olur…”

“Menahem Beghin: Bu toprak bize vaat edilmiştir ve bizim bu toprak üzerinde bir hakkımız vardır...” “İsrail Peygamber’in toprağı İsrail halkına teslim edilecektir. Tamamı ve ilelebet.” (4)

“Ben Gurion: “Statükoyu devam ettirmek söz konusu değildir. Dinamik, genişlemeye yönelik bir devlet meydana getirmek zorundayız.” (4 )

Ben Gurion: “Kudüssüz İsrail’in bir anlamı yok, tapınaksız Kudüs’ün de bir anlamı yoktur”(1).

“Moşe Dayan: Bizler Tevrat’a sahipsek, kendimizi Tevrat ehli olarak görüyorsak, Tevrat topraklarına da, yani Hâkimler ve Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya kadarki peygamberlerin topraklarına, Kudüs’e, Halil’e, Eriha’ya ve daha başka yerlere sahip olmamız gerekecektir.”

“Bizler devletin sınırlarını tespit etmek mecburiyetinde değiliz.” (4)

Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Nahum Goldmann’ın 1956’da, İsrail’in kurucularından Ben-Gurion’a özel olarak söylediği aşağıdaki ifadeler, bu konuda yapılan çok ciddi bir itiraftır:

“Ben bir Arap lideri olsaydım İsrail’le asla görüşmeler yapmazdım. Çünkü biz onların vatanlarını aldık. Şüphesiz bu toprakları Tanrı bize vaat etmişti, fakat bu onlar için ne ifade eder Bizim Tanrımız, onların Tanrı’sı değil ki. Evet biz İsrail oğullarından geliyoruz fakat iki bin yıl önce; onlar için bunun ne anlamı var Evet, Naziler, Hitler, ve Auschwitz kampı yaşandı, fakat bu Arapların suçu mudur Araplar sadece bir şey görürler: Onların vatanlarını çaldık! Bunu niye kabul etsinler ” (7).

Nahum Goldmann’e göre, `Yahudilerin Tanrı’sı ile diğer insanların `Tanrı’sı’ farklıdır. Bu anlayışın/zihniyetin doğal sonucu,  kendilerinin seçilmiş, üstün bir halk; onların dışındakilerin de, onların köleleri olduğudur.  Nitekim Siyonist önderlerden Haham Cohen’in Talmud adlı eserinde bu ayırım, açık bir şekilde görülmektedir:

“Dünya insanları, İsrail ve bir bütün olarak ele alınan diğer milletler olarak ikiye ayrılabilir. İsrail seçkin millettir. Bu, temel dogmadır (kabul, varsayım).” (8)

İsrail savaşçıları adlı grup,  4 Kasım 1995’de “vaat edilmiş toprakları Araplara bırakacak her kişiyi Allah’ın emri üzerine” katledeceklerini söyleyerek İzak Rabin’i öldürürlerken (8) böyle bir beyin yıkamanın etkisi altında idiler. İsrail’in kurulduğu günden bu güne kadar adım adım topraklarını genişletmesi, arka planda var olan ‘Büyük İsrail Projesi’nin’ uygulamaya sokulmuş olmasının bir sonucudur.

O nedenle bugün Ortadoğu coğrafyasında olup biten birçok karanlık olayın arkasında, bu temel varsayımın gerçekleşmesi için verilen bir kavga vardır. Genel olarak tüm Müslümanların özelde de Türkiye’yi yönetenlerin bu gerçeği görmeleri ve kabul etmelerinde fayda vardır; hayal kırıklığına uğramak istemiyorlarsa.

‘Kudurmuş Köpek’ Stratejisi

Yol boyu Siyonist önderlerin ana amacı, Yahudilerin birinci sınıf geri kalanların ikinci sınıf ve Yahudi’nin kölesi olduğu bir dünyayı kurmaktır. Asırlar boyu Siyonist önderler, bu amaca uygun bir stratejiyi uygulayıp gelmişlerdir.

Dünya hâkimiyeti için her ülkede faaliyet gösterirlerken öncelikli hedefleri, Filistin’de bir İsrail devletinin kurulabilmesi ve de korunabilmesi olmuştur. Siyonizm’in amentüsünde yer alan `Vaat edilmiş toprakları’ ele geçirmek için zamana yayılan ve kademeli bir geçişi esas alan bir strateji belirlenmiştir. Siyonist stratejide, Moşe Dayan’ın öngördüğü: “İsrail kudurmuş bir köpek gibi olmalı, kimsenin dokunamayacağı kadar tehlikeli.” (9) ana ilke olarak benimsenmiştir.  Bu yaklaşımla herkese verilmek istenen mesaj şudur: “Bir daha asla denemeyin.”

Bu ’Kudurmuş Köpek’ psikolojisinin ne anlam geldiğini, Başbakan Yardımcısı Avigdor Lieberman, 2009 yılı Ocak ayında, Gazze olayları için kullandığı ifadelerde de görebilmekteyiz:

“İsrail Hamas’la mücadelesinde ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlara uyguladığı yönteme başvurmalıdır.” (10)

İsrail eski genelkurmay başkanı Rafael Eytan’ın konuşmalarında ‘Kudurmuş Köpek Stratejisinin’  dayandığı vahşet boyutunu okumak mümkündür:

“Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar şunu iyi bilin ki Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır… Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabilecekleri tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamam böcekleri gibi panik halinde bir oraya bir buraya koşturmak olacaktır.” (11)

Şubat 2010’da “aşırı sağcı” Reut Enstitüsü, İsrail ordusu ve hükümetine sunduğu “Politik bir duvar yaratmak” başlıklı özel raporda “Kudurmuş Köpek Stratejisi’nin” kullanacağı taktiklerden bir kısmını açıklamaktadır: Rapor İsrail’in “düşmanlar”ını iki ana sınıfta gruplandırmaktadır:

“1. Direniş şebekesi: İran, Hizbullah, Hamas...

2. Gayrimeşrulaştırma şebekesi: Batılı solcular, insan hakları grupları, Arap ve Müslümanlar. Gazze ablukasını, işgali protesto edenler, Filistinliye eşit hak isteyenler.” (12)

Raporda ikinci gruptaki düşmanların (ki tümü sivillerden oluşmaktadır) askeri ve istihbarat yöntemleri ile susturulmaları öngörülmektedir:

“Barışçı insan hakları savunucuları”na karşı gizli servisler ve silahlı kuvvetler aracılığıyla sabotaj ve saldırılar düzenlenmeli. İsrail, bunları ülke dışında da sindirmek için gizli servis kullanmalı.” (12)

Uluslararası antlaşmalara aykırı bir şekilde Gazze’de, yasak olan silahların kullanılmış olmasının, uluslararası sularda Mavi Marmara yardım gemisine saldırıp vahşice sivilleri öldürmesinin sebebi, ‘kudurmuş köpek’ gibi olmasındandır.

Sonuç: Bugün Acilen Ne Yapmalı

Bugün Siyonistlerin Mescid-i Aksa’yı işgal etmesi, Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri kurması, katliamlar yapması, yukarıda çizilmiş olan “Kudurmuş Köpek Stratejisi’ne” uygun olup konu ile ilgilenenler açısından sürpriz yeni bir şey yoktur. Sürpriz, okumayan, düşünmeyen, akletmeyen ve kış uykusuna yatanlar içindir.

Ancak Anadolu’nun “Eceli gelen köpek cami duvarına işer” atasözünü göz önüne aldığımızda ‘Kudurmuş Köpeğin’ ecelinin geldiğini, o nedenle de aşırı saldırganlaştığını söyleyebiliriz:

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227).

Siyonizm’in bir terör ve ifsat hareketi, makyavelist bir hareket, yalan ve aldatma eksenli bir psikolojik savaş makinesi, yirmi birinci asrın nazı hareketi ve bir zulüm makinesi olduğunu unutmadan, unutturmadan aşağıdaki tedbirlerin acilen alınmasında fayda vardır:

Türkiye’deki gönüllü kuruluşlar (STK)/Cemaatler/Hareketler, yalnızca İsrail’i protesto etmemelidir. Aynı zamanda Mısır, Kuveyt, Suudi Arabistan da protesto edilmeli ve büyükelçilik/konsolosluklar önünde eylemler sürekli hale getirilmelidir. İsrail’le olan ittifaklarının çözülmesi için her geçen gün baskı artırılmalıdır.

İsrail ürünlerine ve İsrail’le iş yapan tüm firma ürünlerine boykot ilan edilmelidir.

Türkiye, İsrail’le tüm ticari ilişkileri kesmelidir. Özel sektörün İsrail’le yaptığı tüm ekonomik ilişkilerde devlet güvencesini kaldırmalı, özel sektöre İsrail’le iş yapmamaları konusunda baskı uygulamalıdır.

Siyonizm’in katliamları, vahşeti Türkiye’nin her tarafında sergilerle, konferanslarla tanıtılmalı, ciddi bir kamuoyu oluşturulmalıdır. 

Türkiye, Siyonizm’i bir terör ve ifsad hareketi olarak ilan etmelidir.

Türkiye, İsrail ile ilgili geçmişte yapılmış tüm ikili anlaşmaları askıya almalıdır.

Türkiye İsrail’in terörünü uluslar arası kurumlara taşımalı, cezalandırmasını sağlayacak her türlü girişimde bulunmalıdır.

Türkiye, çifte vatandaş olan İsraillilerin İsrail’de askerlik yapmalarına müsaade etmemelidir. Geçmişte verilmiş bir hak olan hâlâ geçerli olup olmadığını bilemediğimiz “İsrail’de askerlik eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudilerin Türkiye’de askerlik yapmış olarak kabul edilmesi” hakkı iptal edilmelidir.

Türkiye İsrail’deki Katip düzeyindeki ilişkiyi askıya almalı, tüm personeli geri çağırmalı ve İsrail’in buradaki elçilik personelini Türkiye’den çıkarmalıdır.

Türkiye Suriye’de uyguladığını söylediği, ‘eğit ve donat’ metodunu Filistin’de de uygulamalıdır.

Bugün Türkiye ve İran, Ortadoğu coğrafyasındaki yangını söndürmek amacıyla, geçmişe takılmadan, bir araya gelmeli, barış yapmalı ve stratejik ortaklık kurmalı, Siyonizm’e karşı yeni bir birleşik cephe meydana getirmelidir. Irak-Suriye hattında yeni politika ve strateji geliştirmelidirler. İsrail ile ittifak içerisindeki İslam ülkelerini bu ittifaktan ayırma çalışmalarını başlatmalıdırlar.

Yarın çok geç olabilir.

Kaynaklar

1- Anadolu Ajansı 13.10.2014

2- Anadolu Ajansı 01.11.2014

3- Emre A., İsrail’in Zaman/Lama Stratejisi, Yeni Şafak, 08.11.2014

4- Garaudy R.,   İsrail Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, İstanbul, 1996: 171-190

5- Garaudy R. Age. S: 230–234

6- Garaudy R. Age. S: 16–26

7- Walt S., MearsheimerJ., İsrail Lobisi, Amerikan Dış Politikası, Profil Yayınları, Çeviri, 2006

8- Garaudy R. Age. S: 32-44

9- Aydın E.,  İsrail’in Türk kanıyla ulaşmak istediği nedir Dünya Bülteni, 31.05.2010

10- Kıvanç T.,  Yeni Şafak 01.06.2010

11- Bayramoğlu E., Yahudilik ve Siyonizm tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006, S: 62-67.

12- Talu U., Habertürk, 01.06.2010

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...