1 Nisan 2006 Cumartesi

Medeniyetler Çatışmasında Müslümanların Yol Haritası -XII [En Güzel Tarzda Mücadele -I] AKREP KISKACI

 (Umran Dergisi)

Batırın kayıkları, yatlara dokunmayın Öldürün kuzuları, atlara dokunmayın Aklınıza estikçe eleştirin Allah’ı Sakın ha kul yapısı putlara dokunmayın. Abdurrahim Karakoç

 

Avrupa’da, Paris olayları ile başlayan, Karikatür Provokasyonu ile gelişen olayların daha da yaygınlaştırılacağı anlaşılmaktadır. Bu tür provokasyonların hedeflerini, amaçlarını iyi tahlil edip Şer İttifakının tuzaklarına düşmeden yol alabilmek için bir yol haritasına ihtiyaç her zamankinden daha acil hale gelmiştir. Zalimlerle Mazlumlar arasındaki bu mücadelenin en güzel tarzda yürütülmesinin gerek ve yeter koşulları ortaya konulmalıdır. O nedenle bu yazıda genel bir durum analizi yapılacak, daha sonraki yazılarda da En Güzel Tarzdaki Bir Mücadele’den ne anlaşılması gerektiği ortaya konulacaktır.

Dünya Hakimiyeti İçin Kesişen Yollar

Soğuk savaş sonrası dönemde dünyada kurulu denge, kapitalist bloğun lehine bozulunca yeni karşı bir güç oluşmadan tüm dünya üzerinde tek yanlı tam bir hakimiyet kurabilmek amacıyla Vatikan, Siyonizm, Uluslararası sermaye ve ABD harekete geçmiş ve birbirlerinin ayağına basmamak için, genelde, birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Bu dört gücün dünya hakimiyeti konusunda yolları kesişmiş, aralarında ortak payda oluşmuştur. Aralarındaki tezatları, şimdilik bir tarafa bırakmış görünmektedirler.

Bu dört gücün dünya hakimiyeti hedefinin varolduğunu göz önüne aldığımızda, İslam coğrafyasını işgal konusunda hedeflerinin örtüştüğünü bunun için de işbirliği içinde olduklarını; sadece bazı nüanslarda anlaşamadıklarını söylememiz bir abartı değildir.

Papa II. John Paul 2000 yılına girerken (24 Aralık günü) yayınladığı mesajda:

“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım”1 derken Hıristiyanlara bir dünya hakimiyeti hedefini göstermiş olmaktadır.

Siyonistler, Tevrat’ın bazı ayetlerini bilerek yanlış yorumlayıp Yahudilere yalnızca kendilerinin efendi olduğu bir dünya hakimiyeti hedefi göstermektedirler:

“Sizden büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı yer sizin olacak… Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab söylediği gibi, dehşetiniz ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyara koyacaktır”2

“Sen benim cenk topuzum, ve harp silahımsın, ve seninle milletleri kıracağım, ve seninle ülkeler helak edeceğim… Ve seninle valileri ve kaymakamları kıracağım”3

“… Bak, bugün, milletler üzerine, ve ülkeler üzerine, kökünden sökmek ve yıkmak için, helak etmek ve yok etmek için, bina etmek ve dikmek için seni koydum.”4

Siyonizm’in ön gördüğü dünya hakimiyeti, Tevrat’ın tahrifi yorumuna dayalı olarak inşa edilen Siyon Liderlerinin Protokolleri adlı belgede çok açık bir hedef olarak ortaya konmaktadır:

20- Bugünkü hükümetler yerine, ‘ yüksek hükümet adını alacak olan bir dev dikeceğiz. Onun kolları her tarafa uzanacak ve o kadar teşkilatı olacak ki, bütün milletler ona itaatten başka çare bulamayacaklar”.

“ Allah bize; biz seçkin kullarına, dağınıklığı takdir ettiği gibi, bizi cihan egemenliğinin eşiğine getiren kuvveti de ihsan etti. Bu temeller üzerine bina kuracağımız zaman, hiç de uzak değildir.”5

Diğer taraftan Siyonist ağırlıklı uluslararası sermayenin dünyanın tüm zenginliklerini avucunun içine alarak bir dünya hakimiyeti kurmak istediği ve bunun için çalıştığı bu gün bilinen bir gerçektir:

“..Dünyadaki asıl mali güç, birleşmemiş olan şahsi bankaların kulisi arkasında kalan, (uluslararası veya büyük bankerler diye isimlendirilen) Investment olan bankerlerin elinde bulunuyor. Bu, merkez bankalarının ajanlarından çok özel, güç sahibi ve gizli olan uluslararası işbirliği ve ulusal hakimiyeti içeren bir sistem kurdu”6

Gizli Dünya Devleti dediğimiz bu güç, elindeki muazzam sermayeyi ve nüfuz ettiği bürokratları kullanarak ülkelerin kaderleri ile oynamaktadır. ABD bugün bu güç tarafından yönetilmektedir. Bu sermaye imparatorluğu, ‘ABD’yi bir şirket devlet’ haline dönüştürmüş7 olup dünya hakimiyet isteklerini ve de stratejilerini ABD üzerinden yürütmektedir:

House Banking Commitee başkanı, Kongre üyesi Wright Patman şöyle der:

“Amerika’da aslında iki hükümet bulunmakta... Bir usûle göre teşekkül eden  hükümet var... Bir de, aslında kontrol yetkisi Anayasa tarafından kongreye verilen, mali gücü idare eden, bağımsız, kontrol edilmeyen, koordine edilmeyen Federal Reserve Sistem mevcut.”6

Bu gizli devlet, CFR, Bilderberg, Tri Lateral, Lions, Rotary gibi kuruluşlarla legal, Masonluk gibi kuruluşlarla illegal olarak dünyayı yönetmeye ve ülkelerin kaderleri ile oynamaya çalışmaktadır.

Bu ideolojik karakterli sermaye, ABD adına ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni (PNAC) hazırlarken gerçekte kendi emellerini gerçekleştirmek istemektedir. Uluslararası bu sermaye imparatorluğunun yayılmasına engel olabilecek tüm gelişmeler, tüm ülkeler, tüm uyanışlar ve tüm alternatif arayışlar mutlaka yok edilmesi gereken bir tehlike olarak görülmektedir: Eski ABD başkanlarından Woodrow Wilson’un dediği gibi:

Mademki ticaret milli sınırları tanımıyor ve mademki imalatçı dünyayı Pazar olarak görmek istiyor; onun ülkesinin bayrağı da kendisini takıp etmeli ve milletlerin ona kapalı olan kapıları kırılmalıdır: Para babalarının elde ettiği tavizler, dik kafalı milletlerin egemenliklerinin ayaklar altına alınması pahasına da olsa, devletin bakanları tarafından korunmalıdır. Dünyanın hiçbir köşesi bırakılamayacak veya ihmal edilemeyecek şekilde sömürgeler oluşturulmalı veya edinilmelidir.”8

Çizilen strateji, ideolojik karakterli özel uluslararası sermaye ile diğer uluslararası sermayeler arasında bir ortaklık oluşturmaya dayanmaktadır. Siyonist sermayenin gizli dünya hakimiyeti hedefinin arka planda kalmasını sağlamak için amaç, sadece kapitalist sistemin maksimize edilmiş bir kâr güvenliği şeklinde gösterilmektedir. Böylece tüm uluslararası sermaye güçlerinin birlikte hareketi sağlanmak istenmektedir:

“(Tüm müdahalelerde) Amaç, rakip toplumsal düzenlerin ortaya çıkmasını önlemek ve kapitalist bağımlı devlete karşı işleyebilir tüm alternatifleri ortadan kaldırmaktır... Tehlikede olan şu ya da bu Üçüncü Dünya ülkesindeki yatırımlar değil, bütün bir uluslar ötesi yatırımlar sisteminin uzun vadeli güvenliğidir. Bağımsız bir gelişme rotası izleyen hiçbir ülkenin, öteki halklar için tehlikeli bir örnek oluşturmasına izin verilmemelidir.”9

Yukarıdaki belgelerden görüldüğü gibi Siyonizm’in, uluslararası sermayenin, Hıristiyanlığın ve ABD’nin bir dünya hakimiyeti kurma konusunda ortak paydaları, arakesitleri söz konusudur. Bu hedefin gerçekleşebilmesi için şimdilik dayanışma içerisinde bulunmakta, ortak hareket edebilmektedirler.

Akrep Kıskacı Ya Da Örümcek Ağı Bariyeri

Akrepler, düşmanları ile karşılaştıklarında kıskaçları ile onları şaşırtmaya, oyalamaya, dengelerini bozmaya ve fırsatı yakalayınca iğnesini saplayarak zehirlemeye çalışır.

 Örümceklerde ise oyun çoktur ve oyun kurmakta da mahirdirler. Genelde ağdan bariyerler, perdeler oluştururlar. Bariyerlere hızlıca ulaşabilecekleri tüneller yaparlar. Ağlardan inşa edilen erken uyarı sistemleri ile etrafı donatırlar. Ağlarına yemler takarak hedef canlıları tuzağa doğru çekerler. Tuzağa takılan kurbanları iplikleri ile paketler ve zehir enjekte ederek uyuşturur, dondurur daha sonra yemek üzere ambara kaldırırlar. Bazen hemen öldürüp yemeye başlar.

Vücuda enjekte edilen zehir hızlıca kana karışmakta ve ulaştığı tüm hücreleri genelde parçalamakta, ayrıştırmakta, iyonize ederek fonksiyonunu icra edemez bir hale sokmaktadır. Zehrin dozajına ve yayılmasına bağlı olarak canlı vücudunun dengesi bozulmakta, bütünselliği kaybolmakta ya felç olmakta veya ölmektedir.

ABD Derin Devleti’nin 11 Eylül provokatif hareketinden sonra ABD+AB, Vatikan, Siyonizm ve Uluslararası Sermaye, genelde İslâm ülkelerinin özelde Türkiye’nin BOP/GOKAP-AB bağlamında bir akrep kıskacına almak yada bir örümcek tuzağına düşürmek için birlikte hareket etmektedirler.

Eksenleri ‘Dinler Arası Diyalog’, ‘İslamî Terör’, ‘Yeni Din/Millet inşa etme (Etnik ve mezhepsel ayrıştırma) ve ‘Zamana yayılmış Kaos’ olan dört boyutlu bir uzayda birbirini destekleyen ve fakat birbirinin zıddı gibi gözüken dört farklı tavır, dört farklı politika geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu politikalar, aynı orijine sahip dört farklı eksende gerçekleştirilmeye çalışılırken gerçekte dört boyutlu uzayda hedeflenen bir konumu elde etmeye dönüktür.

Dinler arası Diyalog

Gerek dinler arası diyalog, gerekse kültür ve medeniyetler arası diyalog veya kültür ve medeniyetler buluşması, tek taraflı icra edilmesi düşünülen bir politika olarak Müslümanlara dinin ne olması gerektiği şeklinde bir empozeden öteye gitmemektedir. Diyalogdan ziyade tek yanlı bir görevler zinciri takdimi söz konusudur. Dinler arasındaki ortak paydalar etrafında bir kimlik inşası yerine, Müslümanların neyi yapıp yapmaması gerektiğine ve de Hıristiyan misyonerlerin İslam coğrafyasında rahat ve güvenli bir şekilde hareket edebilmeleri için gerekli ortamın sağlanmasına dönük bir çaba, bir gayret ve bir çalışma şeklinde cereyan etmektedir. Diyalogun hedefi, bu dinlerin tüm mensupları olması gerekirken diyalog ortamını engelleyen sadece Müslümanlarmış gibi bir izlenim verilerek ev ödevi sadece Müslümanlara yüklenmektedir. Adeta Müslümanların terbiyeye, ehlileştirilmeye ihtiyacı var havası oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Bu güçler açısından diyalog çalışmalarının gerçek amacı, dünya barışı için gerekli diyalog veya dayanışma değildir. Diyalog adı altında bunlara karşı meydana gelebilecek her türlü direnişi, uyanışı pasifize edip ülkeleri sömürmek, kolayca işgal etmek veya Hıristiyanlaştırmaktır. Bu konuda Vatikan, Siyonizm, uluslararası sermaye ve ABD yönetiminin hedefleri örtüşmektedir. Batı’nın tüm yönetimleri pastanın aralarında adil paylaşılması şartıyla bu konuda tam bir ittifak içerindedirler.

1964 yılında II. Vatikan Konsili esnasında Papa VI.Paul’un talimatıyla kurulan ‘Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası’nın 1973 yılındaki sekreteri Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın organı Bulletin’deki yazısında diyalogun amacını, İncil’i yaymak şeklinde açıklamaktadır:

“Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”1

Keza Papa II. John Paul 1991 yılında “Kurtarıcı Misyon (Redemptoris Missio)” isimli genelgesinde dinler arası diyalogun tüm insanları Kilise’ye bağlamak olduğunu ifade etmektedir:

 “Dinler arası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun evangelizasyon (misyon)dan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir”10

Biz burada dinler, kültür ve medeniyetler arasında diyalog olmasın, gerilim olsun tarzında bir görüşü savunuyor değiliz. Diyalogun, bir monolog şeklinde cereyan etmemesi, bir tarafın her şeyi karşıya dikte ettirip daima bir şeyler istemesi şeklinde anlaşılmasının yanlış bir duruş, bir tavır ve politika olduğunu anlatmak istiyoruz. İslam coğrafyasında misyonerlerin çok rahat hareket etmesi için gerekli alt yapının hazırlanması konusunda Müslüman dünya sıkıştırılırken; Batı’daki Müslümanlara her türlü ayırımcılığın reva görülmesi ve buna Hıristiyan ve Yahudi çevrelerin adet yerini bulsunun ötesinde ciddi bir tepki vermemesinin diyalog anlayışı ile bağdaşmadığını ifade etmek istiyoruz. Diyalogun, ortak paydalar oluşturma, tarafların masaya bir şeyler koyması şeklinde değil de; Batı dünyasının tek yanlı dayatmaları şeklinde sürdürülmesinin yanlışlığına dikkat çekmek istiyoruz.

Üç dinin mensuplarının en önemli özelliği Vahiy merkezli bir değerler sistemine sahip olmalarıdır. Vahiy merkezli bu değerler sistemini ayakta tutmak Ehli Kitap olmanın, kurtuluş arayışının ve diyalog kurmanın bir şartı olmalıdır:

 “De ki: “Ey kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini arttıracaktır.”(5/68)

Yukarıdaki ayette bu üç kitaba yapılan atıf, aynı zamanda bu üç dinin mensupları arasındaki ana ortak paydaların neler olması gerektiğini bize göstermektedir.

Diyalogun nirengi noktası, nasıl bir Allah’a iman ettiğimizdir. Bu berraklaştırılmadan şeklileştirilmiş ve sadece lafza indirgenmiş bir Allah inancı ortak paydamız olamaz. Kur’ân-ı Kerim bunu her şeyin merkezinde bir gerek şart olarak görmektedir:

“Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek olacak bir kelimeye gelin. (Ki o da şudur:) ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.’ Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki; şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız”. (3/ 64)

Gerçekte Hıristiyan ve Yahudiler bu âyetin öngördüğü şartları yerine getirmemektedirler:

“Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur…”(9/31)

Öyleyse bizim açımızdan Diyalogun amacı, ayetlerde ortaya konulan üç noktadaki sapmaya mani olacak ve sahih bir Allah inancına insanları ulaştıracak bir politika geliştirmek olmalıdır.

Kur’an bizden kavramların sadece zarfına değil mazrufuna da bakmamızı istemektedir. Diyalog, zarf ile mazruf arasında ki bir uyumu ve buna uygun amel/eylem/yaşam biçimini öngörmelidir:

“Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değildirler.”(5/96)

Diğer taraftan bu üç dinin mensuplarının en önemli ortak paydalarından biri de Hz. İbrahim’dir. Bundan dolayı bu üç dine, ‘İbrahimî Dinler’ de denir. Bu üç dinin mensupları, Hz. İbrahim’e sahip çıkmaya çalışırlar. Kur’an-ı Kerim ise onu Hanif bir Müslüman olarak nitelendirir. İbrahim’i sahiplenmenin şartının da ona uymak, onun yolundan gitmek olduğunu söyler:

“Ey Kitap ehli, İbrahim konusunda ne diye çekişip-tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir…

İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan’dı: ancak o, hanif (muvahhid) bir Müslümandı, müşriklerden de değildi.

Doğrusu, insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamberle iman edenlerdir. Allah, mü’minlerin velisidir.”(3/65-68)

Bu hedefe yönelmeyen diyalog çalışmaları, tıpkı AB’ye girme konusunda izlenen politikalarda olduğu gibi tek yanlı bir teslimiyete dönüşebilecektir. Kendisini suçlu hissedip her isteneni vermek gibi bir psikoloji içine girilebilecektir. Bitmek bilmeyen istekler ve tavizler dönemi başlatılabilecektir. Masada ağırlığı olan bir taraf olarak var olmanın şartı, geleceğe dönük dünya tasavvurunda iddiası olmak ve bunun gerektirdiği direnci ve dik duruşu sergileyebilmektir.

Böyle bir duruş sergilenmediği taktirde olacak olan, tek yanlı bir dayatma ile Müslüman zihnin ve zihniyetin kirletilmesi ve sapmadır:

“Kitap Ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp-saptırmayı arzuladı; fakat onlar ancak kendi nefislerini şaşırtıp-saptırırlar da şuuruna varmazlar.

Ey Kitap Ehli, neden hakkı bâtıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?

Kitap Ehlinden bir bölümü, dedi ki: “İman edenlerin üzerine inene, gündüzün başlangıcında inanın, bitiminde ise inkâr edin. Belki onlar da dönerler.”

“Ve sizin dininize uyanlardan başkalarına inanıp güvenmeyin.” De ki: “Hiç tartışmasız doğru olan yol Allah’ın dosdoğru yoludur. Size verilenin bir benzeri birine (İslâm peygamberine) veriliyor ya da Rabbinizin katında onlar (Müslümanlar) size karşı deliller getiriyorlar, diye mi (bu telaşınız?).”(3/69-73)

Bulgaristan Müftüsü Mustafa Hacı’nın, “Hıristiyanlar kendi dinlerini muhafaza edemeyince, Müslümanları da Hak Dinden saptırmaya çalışıyorlar.” tarzında ki değerlendirmesi, diyalog çalışmalarının Batı açısından ne anlama geldiğinin en güzel bir özetinden başka bir şey değildir. O nedenle dinler arasında bir diyalog için;

         “Allah’tan başkasına kulluk etmemek”

         “O’na şirk koşmamak”

          “Allah’tan başkasını rab+ilah edinmemek”

         Hz. İbrahim’e uymak

olarak ifade edebileceğimiz dört ortak paydanın oluşturulması gerekir.

Bu durumda dinler arası diyalog çalışmaları, kendisinden beklenen fonksiyonu icra edebilir.

Bu durumda diyalog çalışmalarının hedefi, insanlık için büyük bir yabancılaşma ve yozlaşma getiren moderniteye ve onun sonucu olan sekülerleşmeye karşı birlikte mücadele etmek için bir strateji ve bir politika geliştirmek olmalıdır. Böyle bir amaca dönük olmayan diyalog çalışmaları karşısında, Âli İmran suresi 64. ayette açıkça belirtilen bir tavır sergilenmelidir:

“Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”

İslamî Terör/ Şiddet

Sovyetlerin çöküşünden sonra başta ABD olmak üzere tüm Batı, ayakta durabilmek için ihtiyaç duydukları düşmanı, İslam olarak ilan etmekte gecikmemişlerdir. NATO konsepti, yeni düşman İslam’a göre düzenlenerek hemen değiştirilmiştir. Özel olarak Bilderberg toplantıları düzenlenmiştir. Bütün yapılar ve stratejiler buna göre yeniden yapılandırılmıştır. Yeni düşmanın Batı kamuoyunca kabul edilebilmesi için onun adına bir çok provokatif eylem düzenlenmiştir. Böylesi en zirve eylem, ABD derin devletinin bizzat organize ettiği 11 Eylül provokatif hareketidir. Eylemin büyüklüğü, bizzat ABD’ye dönük olması ve ABD’yi kendi içinde vurmasıdır. Bu olay, Batı kamuoyunun İslam’ı ve Müslümanları bir tehlike ve tehdit olarak algılamasına yetmiştir. Irak ve Afganistan’ın işgaline destek vermiştir.

Irak işgal sürecinde ABD, Siyonizm ve uluslararası sermaye (Üçlü Şeytan İttifakı), ciddi bir itibar kaybına uğramış ve Batı kamuoyu desteğini büyük oranda yitirmiştir. Şeytanî ittifak, Batı kamuoyunun desteğini yeniden kazanabilmek için eskisinden farklı, daha şeytanî yeni provokasyonları Avrupa merkezli olarak sahnelemeye başlamıştır. Paris olayları ve karikatür olayı yeni tür provokasyonlardır.

(Daha önce ayrıntılı incelediğimiz) ‘Paris olayları’nın ABD merkezli psikolojik savaş makineleri tarafından bir isyan havasına sokulmaya çalışıldığı gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Literatüre ‘karikatür krizi’ diye geçen provokatif hareketin de aynı merkezli olduğunu, Paris olaylarındaki amaç neyse bunda da aynı amacın var olduğunu söyleyebiliriz. ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakı, BOP’u gerçekleştirebilmek için gerekli Batı kamuoyu desteğine sahip değiller. Bu desteği kazanabilmek için Batı’nın şuur altını (Haçlı şuur altı) harekete geçirmeye çalışmaktadırlar. Hıristiyanlığa gerektiği gibi inanamayan, katı bir laikliği savunan, bununla birlikte Hıristiyanlığı araçsallaştırarak her şeyi mübah gören bir zihniyetle karşı karşıya bulunmaktayız.

Asıl hedef sanıldığı gibi Müslümanlar değil, Batı dünyası, Hıristiyan dünyası hatta içlerinde Müslümanların azınlıkta yaşadığı tüm ülke kamuoylarıdır. Asıl amaç, bu kamuoyuna Müslümanları şiddet yanlısı terörist göstererek bir korku anaforu meydana getirip Şeytanî ittifakın tüm eylemlerine haklılık kazandırıp destek sağlamak, bunlara karşı çıkan yönetimleri halk hareketleri ile iktidardan ya uzaklaştırmak ya da destek vermeye zorlamaktır.

Bu zihniyete karşı mücadele etmek için unutulmaması gereken bir başka gerçek de, Batı’nın laikleri, reform hareketlerinin başladığı günden bu yana dine ve dindara savaş açmışlar, dinin kutsallarını halkın gözünden düşürebilmek için onlarla alay etmeyi, onları karikatürize etmeyi bir özgürlük olarak kabul edip halka benimsetmiş olmalarıdır. Batılı toplumlar, kutsallara hakaret edilmesine alıştırılmıştır.

Hamlet’le ilgili anlatılan bir olay, Batı’nın durumunu en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. “Hamlet, türkü söyleyerek mezar kazan birisini görünce şaşırır ve arkadaşı Horatio’ya sorar:

“Mezar kazarken türkü söylüyor, yaptığı işin farkında değil mi bu adam?”

Horatio “alışmış, umursamıyor artık!” diye cevap verir.11

Yüzyıllara varan bir sekülerleşme mücadelesinde Batılı halkların geldiği nokta, kutsallara karşı duyarsızlaşmadır. Bu nedenle de büyük bir tahrik olmadıkça Batı toplumları genelde duyarsız ve tepkisizdir. İşte bunu çok iyi bilen şer ittifakı, kutsallar konusunda çok duyarlı olan Müslüman kamuoyunu tahrik ederek şiddete bulaştırmayı ve ortaya konan tepkinin sebebini kavrayamayacak olan, kutsalları ölmüş Batı kamuoyu ile karşı karşıya getirmeyi hedeflemişlerdir. Bu açıdan karikatür olayı usta bir provokasyondur. Tesadüfen rasgele olmuş bir olay değildir. Dolaylı harp sanatının ustaca uygulanışıdır. Eylül ayında yayınlanmış karikatürler başlangıçta kimsenin dikkatini çekmemiştir. Aradan 4-5 ay geçtikten sonra gazete mensupları Müslüman dernekleri arayarak karikatürlerle ilgili düşüncelerini sormuş ve konuyu gündeme yeniden taşıyarak provoke etmişlerdir. Buna tesadüf demek deve kuşu gibi başını kuma gömmek demektir.12

Karikatür olayına tesadüf diyebilenlere, Eski ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in şu sözünü hatırlamakta fayda vardır:

“Siyasette hiçbir şey durup dururken olmaz. Eğer bir şey oluyorsa, emin olabilirsiniz ki bu, o şekilde planlandığı için oluyordur”. 11

Karikatür Provokasyonu dört aşamalı bir süreci kapsamaktadır:

Birinci Aşama: Karikatürleri medyada yayınlayarak ve yayın alanını genişleterek icra edilmiştir.

İkinci Aşama: Karikatürlerle birlikte Müslümanların vereceği tepkinin düzeyini tahmin edenler, bu tepkinin Batı’da istenen amacı gerçekleştirebilmesi için oralardaki ajan provokatörlerini, örgütlerini, işbirlikçilerini çok daha önceden eğitip yönlendirip konumlandırmışlardır. Şeytanî ittifakın karikatürlerden istediği kan, can ve maldı. Kısaca şiddetti. Bazı ülkelerde gerektiği gibi kontrol edilemeyen kitleler, ajan provokatörlerin eliyle ajite edilip can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir.

Üçüncü Aşama: Meydana gelenlerden maksimum faydayı sağlamak için Batı kamuoyunun tek yanlı İslam düşmanlığı ile şartlandırılmasıdır: Bunlar şiddet yanlısıdır. Bunlar teröristtir bunlar hoşgörüsüzdür, bunlar düşünce, ifade özgürlüğüne karşıdır.

Le Monde’un baş yazısında bu propagandayı görebilmekteyiz:

“Dinler, düşünce sistemleri, ruh yapıları, saygı gösterilmesi gereken inançlardır; ancak bunların özgürce analiz edilebilmeleri, eleştirilebilmeleri, hatta gülünç bir hale getirilebilmeleri gerekir… Bir Müslüman Muhammed’in (hem de kötücül) bir resminin çizilmesi nedeniyle şoke olabilir. Ancak demokrasilerde düşünce polisi yoktur. İnsan haklarını ezip geçecekseniz o başka. 13

Bu koşullandırmanın ardından Batı kamuoyunun dikkati, İslam’a ve güvenliğe çekilmiştir. ‘Biz Avrupa’da, ABD’de yani kendi evimizde güvende miyiz? Bir gün bu Müslümanlar bizleri kendi yataklarımızda yatarken yakabilirler mi?’ Bütün bu olaylardan sonra batı medyasında işlenen konular bunlardır. Almanya’nın araştırma kurumlarından Dış İlişkiler Konseyi Araştırma Enstitüsü tarafından AB’ye mensup 15 ülkede yapılan araştırma sonuçları bu gerçeği doğrular mahiyettedir:

 “Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların %80’i kendilerini ayırımcılığa uğramış olarak görmektedirler. Bu oran 6 yıl önce %35-40

Avrupalıların %48’i İslamiyet’i ‘gerici bir din ‘olarak görüyorlar. %34’ü Müslümanlara güvenmiyor. %7’si Avrupa’ya Müslüman göçünün durdurulması gerektiğini ifade ediyor.”14

Bu şekilde koşullandırılmış bir insan unsuru, her şeyi kabule hazır hale gelmektedir.

İçine sindiremese bile güvenlik için bazı politikalara sessiz kalmayı tercih edecek ya da meşru görecektir. Tam bu noktada bu insanların önüne konacak politika, gösterilecek olan hedef ise, bu özgürlük düşmanlarına haddi bildirilmelidirden başkası olmayacaktır.

İşte Karikatür krizi sırasında İtalya hükümeti Reform Bakanı Roberto Calderoli bunu yapmıştır:

“Aşırılık yanlısı Müslümanlar tarafından yapılan saldırılar, İslam’ın bize karşı yürütmekte olduğu kutsal savaş biçimindeki buz dağının sadece küçük bir yüzüdür…. Müslümanlar tarafından gündeme getirilen bütün tehditlere anında aynen karşılık verilmelidir.”14

Ve Danimarka Kraliçesi II. Margrethe de bunu yapmıştır:

“Son yıllarda küresel ve yerel düzeyde İslam’ın meydan okuması ile karşı karşıyayız. Ciddiye almamız gereken İslam’ın bu meydan okuyuşunun uzun süredir bu şekilde sürüp gitmesinin sebebi bizleriz, çünkü İslam’a karşı sürekli hoşgörülü davrandık. Artık İslam’a karşı muhalif olduğumuzu göstermeli ve bu konuda zaman zaman bize karşı bir takım suçlamaların atfedilmesi riskini de göz önüne almalıyız. Çünkü hoşgörü gösteremeyeceğimiz kimi düşünceler bulunmaktadır. Şayet hoşgörülü davranacaksak, bunun yararlı bir şey olduğu için mi yoksa samimi bir inançtan dolayı mı olduğunu bilmek durumundayız.”15

Dördüncü Aşama: Müslüman halklara dönük hitaptır. Bu adımda gerek o ülkede, gerekse küresel ölçekte parçalanmanın derin olması için eylemleri yapanların suç işlediklerini, terörist olduklarını propaganda ederler. Bu eylemleri yapanlara hemen radikal, fundamentalist ve terörist damgası yapıştırılır. Müslümanların dayanışmasının birlik ve beraberliklerinin yıkılması, güvenin ortadan kalkması için her ülkenin iç koşullarına bağlı olarak isimlendirme yoluna gidilerek suçlular ilan edilir: El Kaide, Hizbullah, Selefiler, Sünniler, Şiiler, İslam’ı cihat, vs…

Zamana Yayılan Kaosla Parçalama Süreci 

Akrep kıskacı ya da örümcek ağı bariyerinin 3. ve 4. boyutları, zamana yayılmış kaos ortamında etnik ve mezhebî yapılardan yeni millet ve din inşa etmedir. Şer ittifakı, BOP kapsamındaki bütün Müslüman ülkelerde mezhebî ve etnik yapıları kaşımaktadır. Suni parçalanmalar için önce kavramsallaştırma yapılmakta, zihinsel kirlenme meydana getirilmekte ve medya gücü ile kavramlar meşrulaştırılmaktadır. Kavramsallaştırmanın ardından, kavramsallaştırmanın öngördüğü parçalanma, provokatif hareketler ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Dökülen kan, alınan can ve yağmalanan mal tefekkürü, analiz ve sentez yapma yeteneğini ortadan kaldırmakta, taraflar satranç tahtasında istenen rolü oynamaya hazır hale getirilmektedir. Güven kaybolmakta, kin ve nefret tohumları gittikçe artan bir dozajda etrafa yayılmaktadır. Birlik dayanışma ve güven yıkılmaktadır. BOP kapsamında oynanmak istenen büyük oyun budur. Bunun en canlı uygulaması, Irak’ta yapılmak istenmektedir. Irak bu projenin prototip bir uygulamasıdır. Irak’ta Kürtler, Sünniler ve Şiiler şeklindeki kavramsallaştırma yaklaşık 15 yıldır işlenmektedir. Kürt etnik, Sünni ve Şii mezhepsel ifadelerdir. Kürtler arasında Şiiler ve Sünniler bulunduğu gibi, Sünniler içerisinde Kürtler, Türkler ve Araplar bulunmaktadır. Keza Şiiler arasında Kürtler, Araplar, Azeriler vardır. Öyleyse bu kavramsallaştırmanın hiçbir sağlam temeli bulunmamaktadır. Önemli olan sağlam temellerin var olması değil böyle bir kavramsallaştırmanın kimlikleştirilebilmesidir. Böyle bir kimlik oluşumu, ülkenin bölünmesini hızlandıracak ve Şer İttifakı karşısına bir bütün olarak çıkmayı imkansız hale getirecektir. Propagandanın nihai hedefi budur.

 İşgalle beraber Kürt, Sünni ve Şii saflarda dökülen kan, kavramsallaşmayı hayata geçirecek bir süreci başlatmak amacına dönüktür. Toplumsal yapıda meydana gelebilecek derin fay hattının ülkenin üçe bölünmesini sağlayacak kadar enerji ile yüklenmesi için çalışılmaktadır.

BOP kapsamında bütün İslam ülkelerine dönük geliştirilmek istenen strateji budur. ABD’ de RAND Corporation’ın hazırladığı “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler” başlıklı raporda, Müslümanlar, “fundamentalist, geleneksel, modernist ve laik” olmak üzere dört gruba ayrılmakta ve bu dört grubun çatıştırılması üzerine bir strateji önerilmektedir16:

“Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek yakınlık engellenmeli. Birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.”

Şer İttifakı, dünya hakimiyeti için hedef aldığı ülkelerde karışıklık, kaos çıkartarak milleti, alt etnik gruplara bölüp yeni uluslar oluşturmayı bir strateji olarak benimsemiştir:

 “…Güç politik değişiklik olayı ise, fazla bir zeka gerektirmeden ve birazda iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına güç kullanımı politik değişikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”17

BOP kapsamında oluşturulan kaos, Müslümanların paramparça olmasını sağlamak için bilinçli bir tarzda oluşturulmuştur. İşgallere karşı direnişi kırmaya dönüktür. Böylece Tek Bir Dünya devletinin önündeki en önemli güç tasfiye edilmiş olacaktır:

 “Eğer insanlar savaşların aslında bir meslek olduğu gerçeğini ve savaşların Kaostan faydalanmak için suni olarak çıkarıldığını öğrenselerdi çok öfkelenirlerdi. Onların uyanmamasında medyadaki yeryüzü efendilerinin de büyük yardımı oluyor... Kaostan menfaat sağlayanlar yeni dünya düzenini oluşturacak Aydınlanmanın (illuminati) sonunda sosyal gücün, milliyet kavramının ortadan kalkacağı ve insan ırkının suni ihtiyaçlarından arınmış olarak mutlu ve tek bir aile gibi yaşadığı duruma geri dönülecek… İlluminatinin kendi holdingleri hariç özel mülkiyete hiçbir şekilde izin verilmeyecek, milli kurumları ekonomileri kötüleştirilerek geçirilecek... Milliyet kavramı yok edilecek... Tek para tek anayasa ve tek devlet var olacak”9

Sonuç: Ne Yapmalı?

Şer ittifakı, Müslümanların asırlık düşmanlarıdır. Bunların bize her şeyi yapmaya kalkmak istemesi anormal karşılanmamalıdır. Anormal olan böyle bir düşmanlığı yok saymaktır. Müslüman halkların yaşadığı hayal kırıklığı, asırlık bir rüyadan uyanmanın meydana getirdiği şoktandır. Bunun için yapılacak ilk şey, bu şoktan en hızlı bir şekilde kurtulup kendimize gelmemiz, gerçekle yüzleşmemiz, gerçeğe dayalı politikalar ve stratejiler üretebilmemizdir. Çok boyutlu, uzun soluklu ve dik durma esasına dayalı bir mücadele benimsenmelidir.

Bu mücadele, sınırsız ve topyekün olmalıdır. Sağlam değerler ve sağlam bir alt yapı üzerine inşa edilmelidir. Tüm dünya insanlığının saadeti ve mutluluğu hedeflenmelidir. Bunun için insanlıkla refahtan şımarıp azan önde gelenler arasındaki tezatlar diri tutulmalıdır.

Bütün bunları yaparken zalimleri de kurtarmayı hedefleyen estetik bir mücadele, En güzel tarz bir mücadele benimsenmelidir.

(Gelecek yazıda “En Güzel Tarzda Mücadele” konusu işlenecektir.)

Notlar:

1- Aydınlık, 28 Şubat 2006 Sayfa: 7

2- Tevrat,Tesniye Kitabı, Bab:11 Cümle: 23-25

3- Tevrat, Yeremya Kitabı, Bab: 51 Cümle: 20-23

4- Tevrat, İşaya Kitabı, Bab: 1 Cümle: 9-10

5- Yaman K., Millet Düşmanlarının İhanet Planları (Belgeler), Otağ Yayınları, İstanbul, 1971,

Protokoller- Beşinci fasıl s: 89; on birinci fasıl, 109

6- Allen G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul 1996

7- Ataöv T., ABD; “Şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetimidir”, NPQ, cilt 6, özel sayı, 2004, s: 18-21

8- Garaudy R., Çöküşün Öncüsü ABD, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997, s: 51

9- Parenti, M., İmparatorluğa Karşı, Çeviren: Özcan Buze, Kaynak y., İstanbul.(1996) s: 49-50

10- John Paul II, Redemptoris Missio – Encyclical Letter of the Supreme Pontiff on the

Permanent Validity of the Church’s Missionary Mandate – Libreria Editrice Vaticana, Roma 1991 Çeviri: Aydınlı,k 28 Şubat 2006.

11- Albayrak K., “Müslümanlara Düşen Görev”, Zaman, 05.02.2006

12- “Karikatürlerin Ardındaki İki Yüzlü Özgürlük!”, Bianet 06.02.2006

13- Başyazı, 3 Şubat 2006, Demokrasilerde düşünce polisi yoktur (Le Monde, başyazı çeviri:

 Radikal 04.02.2006)

14- Aksiyon, 2 Şubat 2006 Sayı 583 Sayfa 56-57

15- Ghali Hassan, Müslümanların Soykırımına Doğru, Umran, Mart 2006, Sayı: 139 s: 48

16- Karagül İ. , “Sivil Demokratik İslam” ve ABD’nin “Din İnşası”, Yeni Şafak, 24.04.2004.

17- Bilici, A., Amerika Ortadoğu’ya Demokrasi Getirir mi? (2), Zaman Gazetesi, 25.02.2004

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...