(Umran Dergisi)
Batırın kayıkları, yatlara dokunmayın Öldürün kuzuları, atlara dokunmayın Aklınıza estikçe eleştirin Allah’ı Sakın ha kul yapısı putlara dokunmayın. Abdurrahim Karakoç
Avrupa’da, Paris olayları ile başlayan, Karikatür Provokasyonu ile gelişen olayların daha da yaygınlaştırılacağı anlaşılmaktadır. Bu tür provokasyonların hedeflerini, amaçlarını iyi tahlil edip Şer İttifakının tuzaklarına düşmeden yol alabilmek için bir yol haritasına ihtiyaç her zamankinden daha acil hale gelmiştir. Zalimlerle Mazlumlar arasındaki bu mücadelenin en güzel tarzda yürütülmesinin gerek ve yeter koşulları ortaya konulmalıdır. O nedenle bu yazıda genel bir durum analizi yapılacak, daha sonraki yazılarda da En Güzel Tarzdaki Bir Mücadele’den ne anlaşılması gerektiği ortaya konulacaktır.
Dünya Hakimiyeti İçin Kesişen Yollar
Soğuk savaş sonrası dönemde
dünyada kurulu denge, kapitalist bloğun lehine bozulunca yeni karşı bir güç
oluşmadan tüm dünya üzerinde tek yanlı tam bir hakimiyet kurabilmek amacıyla
Vatikan, Siyonizm, Uluslararası sermaye ve ABD harekete geçmiş ve birbirlerinin
ayağına basmamak için, genelde, birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Bu dört
gücün dünya hakimiyeti konusunda yolları kesişmiş, aralarında ortak payda
oluşmuştur. Aralarındaki tezatları, şimdilik bir tarafa bırakmış
görünmektedirler.
Bu dört gücün dünya
hakimiyeti hedefinin varolduğunu göz önüne aldığımızda, İslam coğrafyasını
işgal konusunda hedeflerinin örtüştüğünü bunun için de işbirliği içinde
olduklarını; sadece bazı nüanslarda anlaşamadıklarını söylememiz bir abartı
değildir.
Papa II. John Paul 2000
yılına girerken (24 Aralık günü) yayınladığı mesajda:
“Birinci
bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika
Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım”1 derken
Hıristiyanlara bir dünya hakimiyeti hedefini göstermiş olmaktadır.
Siyonistler, Tevrat’ın bazı
ayetlerini bilerek yanlış yorumlayıp Yahudilere yalnızca kendilerinin efendi
olduğu bir dünya hakimiyeti hedefi göstermektedirler:
“Sizden
büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı yer
sizin olacak… Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab söylediği gibi,
dehşetiniz ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyara koyacaktır”2
“Sen
benim cenk topuzum, ve harp silahımsın, ve seninle milletleri kıracağım, ve
seninle ülkeler helak edeceğim… Ve seninle valileri ve kaymakamları kıracağım”3
“…
Bak, bugün, milletler üzerine, ve ülkeler üzerine, kökünden sökmek ve yıkmak
için, helak etmek ve yok etmek için, bina etmek ve dikmek için seni koydum.”4
Siyonizm’in ön gördüğü dünya
hakimiyeti, Tevrat’ın tahrifi yorumuna dayalı olarak inşa edilen Siyon
Liderlerinin Protokolleri adlı belgede çok açık bir hedef olarak ortaya
konmaktadır:
20-
Bugünkü hükümetler yerine, ‘ yüksek hükümet adını alacak olan bir dev
dikeceğiz. Onun kolları her tarafa uzanacak ve o kadar teşkilatı olacak ki,
bütün milletler ona itaatten başka çare bulamayacaklar”.
“
Allah bize; biz seçkin kullarına, dağınıklığı takdir ettiği gibi, bizi cihan
egemenliğinin eşiğine getiren kuvveti de ihsan etti. Bu temeller üzerine bina
kuracağımız zaman, hiç de uzak değildir.”5
Diğer taraftan Siyonist
ağırlıklı uluslararası sermayenin dünyanın tüm zenginliklerini avucunun içine
alarak bir dünya hakimiyeti kurmak istediği ve bunun için çalıştığı bu gün
bilinen bir gerçektir:
“..Dünyadaki
asıl mali güç, birleşmemiş olan şahsi bankaların kulisi arkasında kalan,
(uluslararası veya büyük bankerler diye isimlendirilen) Investment olan
bankerlerin elinde bulunuyor. Bu, merkez bankalarının ajanlarından çok özel,
güç sahibi ve gizli olan uluslararası işbirliği ve ulusal hakimiyeti içeren bir
sistem kurdu”6
Gizli Dünya Devleti
dediğimiz bu güç, elindeki muazzam sermayeyi ve nüfuz ettiği bürokratları
kullanarak ülkelerin kaderleri ile oynamaktadır. ABD bugün bu güç tarafından
yönetilmektedir. Bu sermaye imparatorluğu, ‘ABD’yi bir şirket devlet’ haline
dönüştürmüş7 olup dünya hakimiyet isteklerini ve de stratejilerini ABD
üzerinden yürütmektedir:
House Banking Commitee başkanı,
Kongre üyesi Wright Patman şöyle der:
“Amerika’da
aslında iki hükümet bulunmakta... Bir usûle göre teşekkül eden hükümet var... Bir de, aslında kontrol
yetkisi Anayasa tarafından kongreye verilen, mali gücü idare eden, bağımsız,
kontrol edilmeyen, koordine edilmeyen Federal Reserve Sistem mevcut.”6
Bu gizli devlet, CFR,
Bilderberg, Tri Lateral, Lions, Rotary gibi kuruluşlarla legal, Masonluk gibi
kuruluşlarla illegal olarak dünyayı yönetmeye ve ülkelerin kaderleri ile
oynamaya çalışmaktadır.
Bu ideolojik karakterli
sermaye, ABD adına ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni (PNAC) hazırlarken
gerçekte kendi emellerini gerçekleştirmek istemektedir. Uluslararası bu sermaye
imparatorluğunun yayılmasına engel olabilecek tüm gelişmeler, tüm ülkeler, tüm
uyanışlar ve tüm alternatif arayışlar mutlaka yok edilmesi gereken bir tehlike
olarak görülmektedir: Eski ABD başkanlarından Woodrow Wilson’un dediği gibi:
“Mademki ticaret milli sınırları tanımıyor ve mademki imalatçı dünyayı
Pazar olarak görmek istiyor; onun ülkesinin bayrağı da kendisini takıp etmeli
ve milletlerin ona kapalı olan kapıları kırılmalıdır: Para babalarının elde
ettiği tavizler, dik kafalı milletlerin egemenliklerinin ayaklar altına
alınması pahasına da olsa, devletin bakanları tarafından korunmalıdır. Dünyanın
hiçbir köşesi bırakılamayacak veya ihmal edilemeyecek şekilde sömürgeler
oluşturulmalı veya edinilmelidir.”8
Çizilen strateji, ideolojik
karakterli özel uluslararası sermaye ile diğer uluslararası sermayeler arasında
bir ortaklık oluşturmaya dayanmaktadır. Siyonist sermayenin gizli dünya
hakimiyeti hedefinin arka planda kalmasını sağlamak için amaç, sadece
kapitalist sistemin maksimize edilmiş bir kâr güvenliği şeklinde
gösterilmektedir. Böylece tüm uluslararası sermaye güçlerinin birlikte hareketi
sağlanmak istenmektedir:
“(Tüm
müdahalelerde) Amaç, rakip toplumsal düzenlerin ortaya çıkmasını önlemek ve
kapitalist bağımlı devlete karşı işleyebilir tüm alternatifleri ortadan
kaldırmaktır... Tehlikede olan şu ya da bu Üçüncü Dünya ülkesindeki yatırımlar
değil, bütün bir uluslar ötesi yatırımlar sisteminin uzun vadeli güvenliğidir.
Bağımsız bir gelişme rotası izleyen hiçbir ülkenin, öteki halklar için
tehlikeli bir örnek oluşturmasına izin verilmemelidir.”9
Yukarıdaki belgelerden görüldüğü gibi Siyonizm’in, uluslararası sermayenin, Hıristiyanlığın ve ABD’nin bir dünya hakimiyeti kurma konusunda ortak paydaları, arakesitleri söz konusudur. Bu hedefin gerçekleşebilmesi için şimdilik dayanışma içerisinde bulunmakta, ortak hareket edebilmektedirler.
Akrep Kıskacı Ya Da Örümcek Ağı Bariyeri
Akrepler, düşmanları ile
karşılaştıklarında kıskaçları ile onları şaşırtmaya, oyalamaya, dengelerini
bozmaya ve fırsatı yakalayınca iğnesini saplayarak zehirlemeye çalışır.
Örümceklerde ise oyun çoktur ve oyun kurmakta
da mahirdirler. Genelde ağdan bariyerler, perdeler oluştururlar. Bariyerlere
hızlıca ulaşabilecekleri tüneller yaparlar. Ağlardan inşa edilen erken uyarı
sistemleri ile etrafı donatırlar. Ağlarına yemler takarak hedef canlıları
tuzağa doğru çekerler. Tuzağa takılan kurbanları iplikleri ile paketler ve
zehir enjekte ederek uyuşturur, dondurur daha sonra yemek üzere ambara
kaldırırlar. Bazen hemen öldürüp yemeye başlar.
Vücuda enjekte edilen zehir
hızlıca kana karışmakta ve ulaştığı tüm hücreleri genelde parçalamakta,
ayrıştırmakta, iyonize ederek fonksiyonunu icra edemez bir hale sokmaktadır.
Zehrin dozajına ve yayılmasına bağlı olarak canlı vücudunun dengesi bozulmakta,
bütünselliği kaybolmakta ya felç olmakta veya ölmektedir.
ABD Derin Devleti’nin 11
Eylül provokatif hareketinden sonra ABD+AB, Vatikan, Siyonizm ve Uluslararası
Sermaye, genelde İslâm ülkelerinin özelde Türkiye’nin BOP/GOKAP-AB bağlamında
bir akrep kıskacına almak yada bir örümcek tuzağına düşürmek için birlikte
hareket etmektedirler.
Eksenleri ‘Dinler Arası Diyalog’, ‘İslamî Terör’, ‘Yeni Din/Millet inşa etme (Etnik ve mezhepsel ayrıştırma) ve ‘Zamana yayılmış Kaos’ olan dört boyutlu bir uzayda birbirini destekleyen ve fakat birbirinin zıddı gibi gözüken dört farklı tavır, dört farklı politika geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu politikalar, aynı orijine sahip dört farklı eksende gerçekleştirilmeye çalışılırken gerçekte dört boyutlu uzayda hedeflenen bir konumu elde etmeye dönüktür.
Dinler arası Diyalog
Gerek dinler arası diyalog,
gerekse kültür ve medeniyetler arası diyalog veya kültür ve medeniyetler
buluşması, tek taraflı icra edilmesi düşünülen bir politika olarak Müslümanlara
dinin ne olması gerektiği şeklinde bir empozeden öteye gitmemektedir.
Diyalogdan ziyade tek yanlı bir görevler zinciri takdimi söz konusudur. Dinler
arasındaki ortak paydalar etrafında bir kimlik inşası yerine, Müslümanların
neyi yapıp yapmaması gerektiğine ve de Hıristiyan misyonerlerin İslam
coğrafyasında rahat ve güvenli bir şekilde hareket edebilmeleri için gerekli
ortamın sağlanmasına dönük bir çaba, bir gayret ve bir çalışma şeklinde cereyan
etmektedir. Diyalogun hedefi, bu dinlerin tüm mensupları olması gerekirken
diyalog ortamını engelleyen sadece Müslümanlarmış gibi bir izlenim verilerek ev
ödevi sadece Müslümanlara yüklenmektedir. Adeta Müslümanların terbiyeye,
ehlileştirilmeye ihtiyacı var havası oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bu güçler açısından diyalog
çalışmalarının gerçek amacı, dünya barışı için gerekli diyalog veya dayanışma
değildir. Diyalog adı altında bunlara karşı meydana gelebilecek her türlü
direnişi, uyanışı pasifize edip ülkeleri sömürmek, kolayca işgal etmek veya
Hıristiyanlaştırmaktır. Bu konuda Vatikan, Siyonizm, uluslararası sermaye ve
ABD yönetiminin hedefleri örtüşmektedir. Batı’nın tüm yönetimleri pastanın
aralarında adil paylaşılması şartıyla bu konuda tam bir ittifak içerindedirler.
1964 yılında II. Vatikan
Konsili esnasında Papa VI.Paul’un talimatıyla kurulan ‘Hıristiyan Olmayanlar
Sekreteryası’nın 1973 yılındaki sekreteri Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın
organı Bulletin’deki yazısında
diyalogun amacını, İncil’i yaymak şeklinde açıklamaktadır:
“Diyalogdan
söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner
ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri,
üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini
nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı
misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”1
Keza Papa II. John Paul 1991
yılında “Kurtarıcı Misyon (Redemptoris Missio)” isimli genelgesinde dinler
arası diyalogun tüm insanları Kilise’ye bağlamak olduğunu ifade etmektedir:
“Dinler arası diyalog, Kilise’nin bütün
insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon
aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara
yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta,
vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu
açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun
evangelizasyon (misyon)dan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir”10
Biz burada dinler, kültür ve
medeniyetler arasında diyalog olmasın, gerilim olsun tarzında bir görüşü
savunuyor değiliz. Diyalogun, bir monolog şeklinde cereyan etmemesi, bir
tarafın her şeyi karşıya dikte ettirip daima bir şeyler istemesi şeklinde
anlaşılmasının yanlış bir duruş, bir tavır ve politika olduğunu anlatmak
istiyoruz. İslam coğrafyasında misyonerlerin çok rahat hareket etmesi için
gerekli alt yapının hazırlanması konusunda Müslüman dünya sıkıştırılırken;
Batı’daki Müslümanlara her türlü ayırımcılığın reva görülmesi ve buna
Hıristiyan ve Yahudi çevrelerin adet yerini bulsunun ötesinde ciddi bir tepki
vermemesinin diyalog anlayışı ile bağdaşmadığını ifade etmek istiyoruz.
Diyalogun, ortak paydalar oluşturma, tarafların masaya bir şeyler koyması
şeklinde değil de; Batı dünyasının tek yanlı dayatmaları şeklinde
sürdürülmesinin yanlışlığına dikkat çekmek istiyoruz.
Üç dinin mensuplarının en
önemli özelliği Vahiy merkezli bir değerler sistemine sahip olmalarıdır. Vahiy
merkezli bu değerler sistemini ayakta tutmak Ehli Kitap olmanın, kurtuluş
arayışının ve diyalog kurmanın bir şartı olmalıdır:
“De ki:
“Ey kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta
tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Andolsun, Rabbinden sana indirilen,
onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini arttıracaktır.”(5/68)
Yukarıdaki ayette bu üç
kitaba yapılan atıf, aynı zamanda bu üç dinin mensupları arasındaki ana ortak
paydaların neler olması gerektiğini bize göstermektedir.
Diyalogun nirengi noktası,
nasıl bir Allah’a iman ettiğimizdir. Bu berraklaştırılmadan şeklileştirilmiş ve
sadece lafza indirgenmiş bir Allah inancı ortak paydamız olamaz. Kur’ân-ı Kerim
bunu her şeyin merkezinde bir gerek şart olarak görmektedir:
“Ey
kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek olacak bir kelimeye gelin. (Ki o da
şudur:) ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım
ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim.’ Eğer yine de yüz
çevirirlerse deyin ki; şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız”. (3/ 64)
Gerçekte Hıristiyan ve
Yahudiler bu âyetin öngördüğü şartları yerine getirmemektedirler:
“Onlar,
Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler
edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki,
O’ndan başka hiçbir ilah yoktur…”(9/31)
Öyleyse bizim açımızdan
Diyalogun amacı, ayetlerde ortaya konulan üç noktadaki sapmaya mani olacak ve
sahih bir Allah inancına insanları ulaştıracak bir politika geliştirmek
olmalıdır.
Kur’an bizden kavramların
sadece zarfına değil mazrufuna da bakmamızı istemektedir. Diyalog, zarf ile
mazruf arasında ki bir uyumu ve buna uygun amel/eylem/yaşam biçimini
öngörmelidir:
“Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değildirler.”(5/96)
Diğer taraftan bu üç dinin
mensuplarının en önemli ortak paydalarından biri de Hz. İbrahim’dir. Bundan
dolayı bu üç dine, ‘İbrahimî Dinler’ de denir. Bu üç dinin mensupları, Hz.
İbrahim’e sahip çıkmaya çalışırlar. Kur’an-ı Kerim ise onu Hanif bir Müslüman olarak nitelendirir. İbrahim’i sahiplenmenin
şartının da ona uymak, onun yolundan gitmek olduğunu söyler:
“Ey
Kitap ehli, İbrahim konusunda ne diye çekişip-tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil
de ancak ondan sonra indirilmiştir…
İbrahim,
ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan’dı: ancak o, hanif (muvahhid) bir Müslümandı,
müşriklerden de değildi.
Doğrusu,
insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamberle iman
edenlerdir. Allah, mü’minlerin velisidir.”(3/65-68)
Bu hedefe yönelmeyen diyalog
çalışmaları, tıpkı AB’ye girme konusunda izlenen politikalarda olduğu gibi tek
yanlı bir teslimiyete dönüşebilecektir. Kendisini suçlu hissedip her isteneni
vermek gibi bir psikoloji içine girilebilecektir. Bitmek bilmeyen istekler ve
tavizler dönemi başlatılabilecektir. Masada ağırlığı olan bir taraf olarak var
olmanın şartı, geleceğe dönük dünya tasavvurunda iddiası olmak ve bunun
gerektirdiği direnci ve dik duruşu sergileyebilmektir.
Böyle bir duruş
sergilenmediği taktirde olacak olan, tek yanlı bir dayatma ile Müslüman zihnin
ve zihniyetin kirletilmesi ve sapmadır:
“Kitap
Ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp-saptırmayı arzuladı; fakat onlar ancak kendi
nefislerini şaşırtıp-saptırırlar da şuuruna varmazlar.
Ey
Kitap Ehli, neden hakkı bâtıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı
gizliyorsunuz?
Kitap
Ehlinden bir bölümü, dedi ki: “İman edenlerin üzerine inene, gündüzün
başlangıcında inanın, bitiminde ise inkâr edin. Belki onlar da dönerler.”
“Ve
sizin dininize uyanlardan başkalarına inanıp güvenmeyin.” De ki: “Hiç
tartışmasız doğru olan yol Allah’ın dosdoğru yoludur. Size verilenin bir
benzeri birine (İslâm peygamberine) veriliyor ya da Rabbinizin katında onlar
(Müslümanlar) size karşı deliller getiriyorlar, diye mi (bu telaşınız?).”(3/69-73)
Bulgaristan Müftüsü Mustafa
Hacı’nın, “Hıristiyanlar kendi dinlerini muhafaza edemeyince, Müslümanları da
Hak Dinden saptırmaya çalışıyorlar.” tarzında ki değerlendirmesi, diyalog
çalışmalarının Batı açısından ne anlama geldiğinin en güzel bir özetinden başka
bir şey değildir. O nedenle dinler arasında bir diyalog için;
• “Allah’tan başkasına kulluk etmemek”
• “O’na şirk koşmamak”
• “Allah’tan başkasını rab+ilah edinmemek”
• Hz. İbrahim’e uymak
olarak ifade edebileceğimiz
dört ortak paydanın oluşturulması gerekir.
Bu durumda dinler arası
diyalog çalışmaları, kendisinden beklenen fonksiyonu icra edebilir.
Bu durumda diyalog
çalışmalarının hedefi, insanlık için büyük bir yabancılaşma ve yozlaşma getiren
moderniteye ve onun sonucu olan sekülerleşmeye karşı birlikte mücadele etmek
için bir strateji ve bir politika geliştirmek olmalıdır. Böyle bir amaca dönük
olmayan diyalog çalışmaları karşısında, Âli İmran suresi 64. ayette açıkça
belirtilen bir tavır sergilenmelidir:
“Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”
İslamî Terör/ Şiddet
Sovyetlerin çöküşünden sonra başta ABD olmak üzere tüm Batı, ayakta durabilmek için ihtiyaç duydukları düşmanı, İslam olarak ilan etmekte gecikmemişlerdir. NATO konsepti, yeni düşman İslam’a göre düzenlenerek hemen değiştirilmiştir. Özel olarak Bilderberg toplantıları düzenlenmiştir. Bütün yapılar ve stratejiler buna göre yeniden yapılandırılmıştır. Yeni düşmanın Batı kamuoyunca kabul edilebilmesi için onun adına bir çok provokatif eylem düzenlenmiştir. Böylesi en zirve eylem, ABD derin devletinin bizzat organize ettiği 11 Eylül provokatif hareketidir. Eylemin büyüklüğü, bizzat ABD’ye dönük olması ve ABD’yi kendi içinde vurmasıdır. Bu olay, Batı kamuoyunun İslam’ı ve Müslümanları bir tehlike ve tehdit olarak algılamasına yetmiştir. Irak ve Afganistan’ın işgaline destek vermiştir.
Irak işgal sürecinde ABD, Siyonizm ve uluslararası sermaye (Üçlü Şeytan İttifakı), ciddi bir itibar kaybına uğramış ve Batı kamuoyu desteğini büyük oranda yitirmiştir. Şeytanî ittifak, Batı kamuoyunun desteğini yeniden kazanabilmek için eskisinden farklı, daha şeytanî yeni provokasyonları Avrupa merkezli olarak sahnelemeye başlamıştır. Paris olayları ve karikatür olayı yeni tür provokasyonlardır.
(Daha önce ayrıntılı
incelediğimiz) ‘Paris olayları’nın ABD merkezli psikolojik savaş makineleri
tarafından bir isyan havasına sokulmaya çalışıldığı gerçeği göz ardı
edilmemelidir.
Literatüre ‘karikatür krizi’
diye geçen provokatif hareketin de aynı merkezli olduğunu, Paris olaylarındaki
amaç neyse bunda da aynı amacın var olduğunu söyleyebiliriz. ABD-İsrail-İngiltere
Şeytan ittifakı, BOP’u gerçekleştirebilmek için gerekli Batı kamuoyu desteğine
sahip değiller. Bu desteği kazanabilmek için Batı’nın şuur altını (Haçlı şuur
altı) harekete geçirmeye çalışmaktadırlar. Hıristiyanlığa gerektiği gibi
inanamayan, katı bir laikliği savunan, bununla birlikte Hıristiyanlığı
araçsallaştırarak her şeyi mübah gören bir zihniyetle karşı karşıya
bulunmaktayız.
Asıl hedef sanıldığı gibi
Müslümanlar değil, Batı dünyası, Hıristiyan dünyası hatta içlerinde
Müslümanların azınlıkta yaşadığı tüm ülke kamuoylarıdır. Asıl amaç, bu
kamuoyuna Müslümanları şiddet yanlısı terörist göstererek bir korku anaforu
meydana getirip Şeytanî ittifakın tüm eylemlerine haklılık kazandırıp destek
sağlamak, bunlara karşı çıkan yönetimleri halk hareketleri ile iktidardan ya
uzaklaştırmak ya da destek vermeye zorlamaktır.
Bu zihniyete karşı mücadele
etmek için unutulmaması gereken bir başka gerçek de, Batı’nın laikleri, reform
hareketlerinin başladığı günden bu yana dine ve dindara savaş açmışlar, dinin
kutsallarını halkın gözünden düşürebilmek için onlarla alay etmeyi, onları
karikatürize etmeyi bir özgürlük olarak kabul edip halka benimsetmiş
olmalarıdır. Batılı toplumlar, kutsallara hakaret edilmesine alıştırılmıştır.
Hamlet’le ilgili anlatılan
bir olay, Batı’nın durumunu en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. “Hamlet, türkü
söyleyerek mezar kazan birisini görünce şaşırır ve arkadaşı Horatio’ya sorar:
“Mezar
kazarken türkü söylüyor, yaptığı işin farkında değil mi bu adam?”
Horatio “alışmış, umursamıyor artık!” diye cevap verir.11
Yüzyıllara varan bir
sekülerleşme mücadelesinde Batılı halkların geldiği nokta, kutsallara karşı
duyarsızlaşmadır. Bu nedenle de büyük bir tahrik olmadıkça Batı toplumları
genelde duyarsız ve tepkisizdir. İşte bunu çok iyi bilen şer ittifakı,
kutsallar konusunda çok duyarlı olan Müslüman kamuoyunu tahrik ederek şiddete
bulaştırmayı ve ortaya konan tepkinin sebebini kavrayamayacak olan, kutsalları
ölmüş Batı kamuoyu ile karşı karşıya getirmeyi hedeflemişlerdir. Bu açıdan karikatür
olayı usta bir provokasyondur. Tesadüfen rasgele olmuş bir olay değildir.
Dolaylı harp sanatının ustaca uygulanışıdır. Eylül ayında yayınlanmış
karikatürler başlangıçta kimsenin dikkatini çekmemiştir. Aradan 4-5 ay
geçtikten sonra gazete mensupları Müslüman dernekleri arayarak karikatürlerle
ilgili düşüncelerini sormuş ve konuyu gündeme yeniden taşıyarak provoke
etmişlerdir. Buna tesadüf demek deve kuşu gibi başını kuma gömmek demektir.12
Karikatür olayına tesadüf
diyebilenlere, Eski ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in şu sözünü hatırlamakta
fayda vardır:
“Siyasette
hiçbir şey durup dururken olmaz. Eğer bir şey oluyorsa, emin olabilirsiniz ki
bu, o şekilde planlandığı için oluyordur”. 11
Karikatür Provokasyonu dört
aşamalı bir süreci kapsamaktadır:
Birinci Aşama: Karikatürleri
medyada yayınlayarak ve yayın alanını genişleterek icra edilmiştir.
İkinci Aşama: Karikatürlerle
birlikte Müslümanların vereceği tepkinin düzeyini tahmin edenler, bu tepkinin
Batı’da istenen amacı gerçekleştirebilmesi için oralardaki ajan
provokatörlerini, örgütlerini, işbirlikçilerini çok daha önceden eğitip
yönlendirip konumlandırmışlardır. Şeytanî ittifakın karikatürlerden istediği
kan, can ve maldı. Kısaca şiddetti. Bazı ülkelerde gerektiği gibi kontrol
edilemeyen kitleler, ajan provokatörlerin eliyle ajite edilip can ve mal
kaybına sebebiyet vermişlerdir.
Üçüncü Aşama: Meydana
gelenlerden maksimum faydayı sağlamak için Batı kamuoyunun tek yanlı İslam
düşmanlığı ile şartlandırılmasıdır: Bunlar şiddet yanlısıdır. Bunlar
teröristtir bunlar hoşgörüsüzdür, bunlar düşünce, ifade özgürlüğüne karşıdır.
Le
Monde’un baş yazısında bu propagandayı görebilmekteyiz:
“Dinler,
düşünce sistemleri, ruh yapıları, saygı gösterilmesi gereken inançlardır; ancak
bunların özgürce analiz edilebilmeleri, eleştirilebilmeleri, hatta gülünç bir
hale getirilebilmeleri gerekir… Bir Müslüman Muhammed’in (hem de kötücül) bir
resminin çizilmesi nedeniyle şoke olabilir. Ancak demokrasilerde düşünce polisi
yoktur. İnsan haklarını ezip geçecekseniz o başka.” 13
Bu koşullandırmanın ardından
Batı kamuoyunun dikkati, İslam’a ve güvenliğe çekilmiştir. ‘Biz Avrupa’da,
ABD’de yani kendi evimizde güvende miyiz? Bir gün bu Müslümanlar bizleri kendi
yataklarımızda yatarken yakabilirler mi?’ Bütün bu olaylardan sonra batı
medyasında işlenen konular bunlardır. Almanya’nın araştırma kurumlarından Dış
İlişkiler Konseyi Araştırma Enstitüsü tarafından AB’ye mensup 15 ülkede yapılan
araştırma sonuçları bu gerçeği doğrular mahiyettedir:
“Batı
Avrupa’da yaşayan Müslümanların %80’i kendilerini ayırımcılığa uğramış olarak
görmektedirler. Bu oran 6 yıl önce %35-40
Avrupalıların
%48’i İslamiyet’i ‘gerici bir din ‘olarak görüyorlar. %34’ü Müslümanlara
güvenmiyor. %7’si Avrupa’ya Müslüman göçünün durdurulması gerektiğini ifade
ediyor.”14
Bu şekilde koşullandırılmış
bir insan unsuru, her şeyi kabule hazır hale gelmektedir.
İçine sindiremese bile
güvenlik için bazı politikalara sessiz kalmayı tercih edecek ya da meşru
görecektir. Tam bu noktada bu insanların önüne konacak politika, gösterilecek
olan hedef ise, bu özgürlük düşmanlarına haddi bildirilmelidirden başkası
olmayacaktır.
İşte Karikatür krizi
sırasında İtalya hükümeti Reform Bakanı Roberto Calderoli bunu yapmıştır:
“Aşırılık
yanlısı Müslümanlar tarafından yapılan saldırılar, İslam’ın bize karşı
yürütmekte olduğu kutsal savaş biçimindeki buz dağının sadece küçük bir
yüzüdür…. Müslümanlar tarafından gündeme getirilen bütün tehditlere anında
aynen karşılık verilmelidir.”14
Ve Danimarka Kraliçesi II.
Margrethe de bunu yapmıştır:
“Son
yıllarda küresel ve yerel düzeyde İslam’ın meydan okuması ile karşı karşıyayız.
Ciddiye almamız gereken İslam’ın bu meydan okuyuşunun uzun süredir bu şekilde
sürüp gitmesinin sebebi bizleriz, çünkü İslam’a karşı sürekli hoşgörülü
davrandık. Artık İslam’a karşı muhalif olduğumuzu göstermeli ve bu konuda zaman
zaman bize karşı bir takım suçlamaların atfedilmesi riskini de göz önüne
almalıyız. Çünkü hoşgörü gösteremeyeceğimiz kimi düşünceler bulunmaktadır. Şayet
hoşgörülü davranacaksak, bunun yararlı bir şey olduğu için mi yoksa samimi bir
inançtan dolayı mı olduğunu bilmek durumundayız.”15
Dördüncü Aşama: Müslüman halklara dönük hitaptır. Bu adımda gerek o ülkede, gerekse küresel ölçekte parçalanmanın derin olması için eylemleri yapanların suç işlediklerini, terörist olduklarını propaganda ederler. Bu eylemleri yapanlara hemen radikal, fundamentalist ve terörist damgası yapıştırılır. Müslümanların dayanışmasının birlik ve beraberliklerinin yıkılması, güvenin ortadan kalkması için her ülkenin iç koşullarına bağlı olarak isimlendirme yoluna gidilerek suçlular ilan edilir: El Kaide, Hizbullah, Selefiler, Sünniler, Şiiler, İslam’ı cihat, vs…
Zamana Yayılan Kaosla Parçalama Süreci
Akrep kıskacı ya da örümcek
ağı bariyerinin 3. ve 4. boyutları, zamana yayılmış kaos ortamında etnik ve
mezhebî yapılardan yeni millet ve din inşa etmedir. Şer ittifakı, BOP
kapsamındaki bütün Müslüman ülkelerde mezhebî ve etnik yapıları kaşımaktadır.
Suni parçalanmalar için önce kavramsallaştırma yapılmakta, zihinsel kirlenme
meydana getirilmekte ve medya gücü ile kavramlar meşrulaştırılmaktadır.
Kavramsallaştırmanın ardından, kavramsallaştırmanın öngördüğü parçalanma,
provokatif hareketler ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Dökülen kan, alınan can
ve yağmalanan mal tefekkürü, analiz ve sentez yapma yeteneğini ortadan
kaldırmakta, taraflar satranç tahtasında istenen rolü oynamaya hazır hale
getirilmektedir. Güven kaybolmakta, kin ve nefret tohumları gittikçe artan bir
dozajda etrafa yayılmaktadır. Birlik dayanışma ve güven yıkılmaktadır. BOP
kapsamında oynanmak istenen büyük oyun budur. Bunun en canlı uygulaması,
Irak’ta yapılmak istenmektedir. Irak bu projenin prototip bir uygulamasıdır.
Irak’ta Kürtler, Sünniler ve Şiiler şeklindeki kavramsallaştırma yaklaşık 15
yıldır işlenmektedir. Kürt etnik, Sünni ve Şii mezhepsel ifadelerdir. Kürtler
arasında Şiiler ve Sünniler bulunduğu gibi, Sünniler içerisinde Kürtler,
Türkler ve Araplar bulunmaktadır. Keza Şiiler arasında Kürtler, Araplar,
Azeriler vardır. Öyleyse bu kavramsallaştırmanın hiçbir sağlam temeli bulunmamaktadır.
Önemli olan sağlam temellerin var olması değil böyle bir kavramsallaştırmanın
kimlikleştirilebilmesidir. Böyle bir kimlik oluşumu, ülkenin bölünmesini
hızlandıracak ve Şer İttifakı karşısına bir bütün olarak çıkmayı imkansız hale
getirecektir. Propagandanın nihai hedefi budur.
İşgalle beraber Kürt, Sünni ve Şii saflarda
dökülen kan, kavramsallaşmayı hayata geçirecek bir süreci başlatmak amacına
dönüktür. Toplumsal yapıda meydana gelebilecek derin fay hattının ülkenin üçe
bölünmesini sağlayacak kadar enerji ile yüklenmesi için çalışılmaktadır.
BOP kapsamında bütün İslam
ülkelerine dönük geliştirilmek istenen strateji budur. ABD’ de RAND
Corporation’ın hazırladığı “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve
stratejiler” başlıklı raporda, Müslümanlar, “fundamentalist, geleneksel,
modernist ve laik” olmak üzere dört gruba ayrılmakta ve bu dört grubun
çatıştırılması üzerine bir strateji önerilmektedir16:
“Anti-emperyalist
ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve
geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında
oluşabilecek yakınlık engellenmeli. Birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli.
ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede
Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler
zayıflatılmalı ve yok edilmelidir.”
Şer İttifakı, dünya
hakimiyeti için hedef aldığı ülkelerde karışıklık, kaos çıkartarak milleti, alt
etnik gruplara bölüp yeni uluslar oluşturmayı bir strateji olarak
benimsemiştir:
“…Güç politik değişiklik olayı ise, fazla bir
zeka gerektirmeden ve birazda iyi şansla işe yarayabilir. Aksi halde tek başına
güç kullanımı politik değişikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir
değişiklik için en etkili yol değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus
inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve
daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”17
BOP kapsamında oluşturulan
kaos, Müslümanların paramparça olmasını sağlamak için bilinçli bir tarzda
oluşturulmuştur. İşgallere karşı direnişi kırmaya dönüktür. Böylece Tek Bir
Dünya devletinin önündeki en önemli güç tasfiye edilmiş olacaktır:
“Eğer insanlar savaşların aslında bir meslek olduğu gerçeğini ve savaşların Kaostan faydalanmak için suni olarak çıkarıldığını öğrenselerdi çok öfkelenirlerdi. Onların uyanmamasında medyadaki yeryüzü efendilerinin de büyük yardımı oluyor... Kaostan menfaat sağlayanlar yeni dünya düzenini oluşturacak Aydınlanmanın (illuminati) sonunda sosyal gücün, milliyet kavramının ortadan kalkacağı ve insan ırkının suni ihtiyaçlarından arınmış olarak mutlu ve tek bir aile gibi yaşadığı duruma geri dönülecek… İlluminatinin kendi holdingleri hariç özel mülkiyete hiçbir şekilde izin verilmeyecek, milli kurumları ekonomileri kötüleştirilerek geçirilecek... Milliyet kavramı yok edilecek... Tek para tek anayasa ve tek devlet var olacak”9
Sonuç: Ne Yapmalı?
Şer ittifakı, Müslümanların
asırlık düşmanlarıdır. Bunların bize her şeyi yapmaya kalkmak istemesi anormal
karşılanmamalıdır. Anormal olan böyle bir düşmanlığı yok saymaktır. Müslüman
halkların yaşadığı hayal kırıklığı, asırlık bir rüyadan uyanmanın meydana
getirdiği şoktandır. Bunun için yapılacak ilk şey, bu şoktan en hızlı bir
şekilde kurtulup kendimize gelmemiz, gerçekle yüzleşmemiz, gerçeğe dayalı
politikalar ve stratejiler üretebilmemizdir. Çok boyutlu, uzun soluklu ve dik
durma esasına dayalı bir mücadele benimsenmelidir.
Bu mücadele, sınırsız ve
topyekün olmalıdır. Sağlam değerler ve sağlam bir alt yapı üzerine inşa
edilmelidir. Tüm dünya insanlığının saadeti ve mutluluğu hedeflenmelidir. Bunun
için insanlıkla refahtan şımarıp azan önde gelenler arasındaki tezatlar diri
tutulmalıdır.
Bütün bunları yaparken
zalimleri de kurtarmayı hedefleyen estetik bir mücadele, En güzel tarz bir
mücadele benimsenmelidir.
(Gelecek yazıda “En Güzel Tarzda Mücadele” konusu işlenecektir.)
Notlar:
1- Aydınlık, 28 Şubat 2006 Sayfa: 7
2- Tevrat,Tesniye Kitabı, Bab:11 Cümle: 23-25
3- Tevrat, Yeremya Kitabı, Bab: 51 Cümle: 20-23
4- Tevrat, İşaya Kitabı, Bab: 1 Cümle: 9-10
5- Yaman K., Millet Düşmanlarının İhanet Planları
(Belgeler), Otağ Yayınları, İstanbul, 1971,
Protokoller- Beşinci fasıl
s: 89; on birinci fasıl, 109
6- Allen G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete,
İstanbul 1996
7- Ataöv T., ABD;
“Şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetimidir”, NPQ, cilt 6, özel sayı, 2004, s: 18-21
8- Garaudy R., Çöküşün Öncüsü ABD, Nehir Yayınları,
İstanbul, 1997, s: 51
9- Parenti, M., İmparatorluğa Karşı, Çeviren: Özcan
Buze, Kaynak y., İstanbul.(1996) s: 49-50
10- John Paul II,
Redemptoris Missio – Encyclical Letter of the Supreme Pontiff on the
Permanent Validity of the
Church’s Missionary Mandate – Libreria Editrice Vaticana, Roma 1991 Çeviri: Aydınlı,k 28 Şubat 2006.
11- Albayrak K.,
“Müslümanlara Düşen Görev”, Zaman,
05.02.2006
12- “Karikatürlerin
Ardındaki İki Yüzlü Özgürlük!”, Bianet 06.02.2006
13- Başyazı, 3 Şubat 2006,
Demokrasilerde düşünce polisi yoktur (Le
Monde, başyazı çeviri:
Radikal
04.02.2006)
14- Aksiyon, 2 Şubat 2006 Sayı 583 Sayfa 56-57
15- Ghali Hassan,
Müslümanların Soykırımına Doğru, Umran,
Mart 2006, Sayı: 139 s: 48
16- Karagül İ. , “Sivil
Demokratik İslam” ve ABD’nin “Din İnşası”, Yeni
Şafak, 24.04.2004.
17- Bilici, A., Amerika Ortadoğu’ya
Demokrasi Getirir mi? (2), Zaman
Gazetesi, 25.02.2004