(Umran Dergisi)
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin, derler”(41/30)
Türkiye’de Batılılaşma hareketi, toplumun
kendi iç dinamikleri ile kendiliğinden olmayıp, tamamen bürokrasinin,
aydınların, bilim adamlarının, büyük medyanın ve batı sermayesi ile iç içe
geçmiş kesimlerin topluma dayatmaları, baskıları, tehditleri ile devam
ettirilmiştir. Bu süreç ‘Halka rağmen
Halk için’ başlamış; fakat bir noktadan sonra ‘Halka rağmen mutlu bir azınlık için’e dönüşmüştür. Türkiye’deki kavganın ana sebebi, Türkiye
halkının yüzde 95’ine rağmen iktidar olan yüzde 5’lik refahtan şımarıp azan bir
azınlığın, bırakın iktidarı millete vermeyi, milletle iktidarını paylaşmak
istememesidir. Son günlerde başörtüsü üzerinden yürütülen psikolojik
savaşın ana nedeni bu iktidar kavgasıdır.
Başörtüsü, bu iktidar mücadelesinde yüzde 5’lik refahtan şımarıp azanlar
tarafından Türkiye’yi kilitleme aracı olarak kullanılmaktadır. Başörtüsü
üzerinden yürütülen bir psikolojik savaşla korkuya dayalı bir siyaset,
Türkiye’yi kaosa sürüklemek istemektedir. Bu yazıda korkuya dayalı yaşlanmış
saltanatın dayanakları ve çöküşü ele alınmaktadır.
Başörtüsü: Bir Turnusol Kâğıdı
Başörtüsünün
üniversitelerde serbest kalıp kalmamasına ilişkin başlatılan tartışmalarda,
başörtüsü yasağını savunanlar, ilginç bir şekilde tüm kuvvetlerini cepheye
sürerek başörtüsü üzerinden topyekün bir savaşı başlattıklarının sinyallerini
veriyorlar. Bu savaşta, Demirel-
Cindoruk ikilisinden Şener Eruygur-Türkan Saylan İkilisine, Avrupa
masonlarından TÜSİAD’a, DTP’den CHP’ye ve kartel medyasına kadar refahtan şımarıp azan bir azınlık tam
kadro seferber oldular.
Başörtüsü
bu noktada bir turnusol kâğıdı görevi yapıp, herkesin rengini, safını ortaya
çıkarması açısından önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Cari zihniyeti
kutsayanların yıllarca söyleyip durduğu demokrasi, özgürlük, eşitlik, din ve
vicdan hürriyeti, insan hak ve özgürlükleri gibi kavramların nasıl çifte
standartlı olarak kullanıldığını; bu kavramların sadece yüzde 5’lik bir azınlık
için geçerli olduğunu görmekteyiz.
Kendi
kültür ve medeniyetine karşı olmanın, karşı durmanın ve hatta savaş açmanın bir
göstergesidir olanlar. Vergisini, kanını ve canını verip de vatandaş
olamamanın, reyini alıp aldatılmanın, yapılan bütün istismarların başörtü
turnusol kağıdında tezahür etmesidir tüm olup bitenler. Korku İmparatorluğunun bir
türlü aşıp geçemediği kutsal bir duvar olmuştur başörtüsü. Korku Krallığı her geçen gün itibar kaybına uğramaktadır. Başörtüsü
yıllarca aldatılmış bir milletin uyanmasının aracı olmuştur.
Halkın
iktidarını isteyenlerle istemeyenlerin ayrıştığı bir dönem olmuştur, başörtüsü
özgürlük mücadelesi. Meclisteki bir oylamada AKP ve MHP’nin 411 milletvekili
“evet” derken, meclisin yüzde 80’ini, milletin yüzde 62’sini temsil
ediyorlardır. Parlamento dışında kalan SP, ANAP, DYP ile CHP, DSP ve DTP seçmen
tabanında en az yüzde 15’lik bir toplum kesiminin başörtüsüne özgürlüğe “evet”
diyeceği göz önüne alındığında; bir halk oylamasında başörtüsüne özgürlük veren
halk desteğinin yüzde 77 civarında olduğu ortaya çıkmaktadır.
Evet, başörtüsü bir turnusol kağıdı görevi görmüştür. 21. Asrın ittihatçı artıkları halkın yüzde 70’inin desteğini almış siyasi partileri tehdit etmekte, suçlamakta ve karalamaktalar. Kartel medyasının meclisteki oylama için, “411 el kaosa kalktı? ve ?Türkiye’ye elektroşok tedavisi yapılmalı”, demesi ne anlama gelmektedir! Siyasi hayatlarının büyük bir kısmı, bu tür suçlamalara cevap vermekle geçen ve darbelere muhatap olan Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk ikilisinin bu yasakçı kervanına, “Türkiye her ortamda bölünmüştür. Bu bir karşı devrimdir”, diyerek katılmaları, millete baskı yapan bir politika izlemeleri, İttihat Terakki mantığının tam bir tezahürüdür.1-2
Korku İmparatorluğunun Ayakları
Korku üzerine dayanan korku imparatorluğu bir koalisyondur. Bu koalisyon ya da korku imparatorluğunun ayakları aşağıdaki şekilde ifade edilebilir:
• Masonluk ve yan kuruluşları
• CHP
• Bürokrasi
• Cunta-Çeteler
• İstanbul Sermayesi/ İstanbul Dükalığı
• Kartel medyası ve aydınlar
• Üniversiteler
• Kanun (Hukuk Değil) ve Cebir
Korku İmparatorluğunun Ayakları: Masonluk
Korku İmparatorluğunun en
temel ayaklarından biri Masonluk ve onun yan kuruluşları olan Rotary ve Lions
kulüpleridir. Masonlar, İttihat Terakki üzerinden orduya sızarak Osmanlı
devletinin parçalanmasında en ciddi rolü oynamışlardır. Umran’ın önceki sayısında Türkiye’nin dengesini bozan güç olarak
masonluğun etkisi üzerinde durulmuştu. Burada sadece başörtüsü dolayısıyla
takındıkları tavra dikkat çekmek istiyoruz. Başörtüsüne özgürlük getirilmesine,
Rotary ve Lions kulüpleri gazetelere ilan vererek karşı çıkmışlardır:3
“Biz Türk Lionları bir siyasi simge olarak algıladığımız türbanın üniversitelere serbestçe girmesini sağlamaya yönelik çabaları
üzüntüyle izliyoruz. Bu tutumu Cumhuriyetimizin kuruluş amaçlarına, temel
değerlerine ve özellikle Laiklik ilkesine karşı
bir hareket olarak değerlendirdiğimizi halkımızla paylaşıyoruz. Türkiye Lions Kulüpleri Konfederasyonu.”
“İnanamıyoruz! Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin
Büyük Millet Meclisi’ne başörtüsü ile ilgili kanun ve anayasa değişikliği
teklifi yapılmış olmasına inanamıyoruz. Atatürk ilke ve devrimlerine ve
modern Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kazanımlarına bağlılığımızı tekrarlıyoruz. Türkiye Rotary Kulüpleri”
Türkiye’deki
mason locaları başörtüsü konusunda Rotary ve Lions’lar gibi açık bir tavır
almamışlardır. Ancak, kanaatimiz odur ki, Kıta Avrupa’sının en eski ve en büyük
mason locası olan Büyük Doğu’nun (Grand Orient) Paris’teki toplantısında konunun
gündeme getirilmesini sağladılar. Böylelikle AB üzerinden Türkiye’ye ve
Türkiye’deki işbirlikçilerine mesaj verdiler. Bu toplantıda Fransa büyük üstadı
Jean Michel Quillardet, Türkiye’de başörtüsünün gündeme getirilmesini geriye
gidiş olarak değerlendirdi:4
“Zaman gazetesinin haberine göre; üniversitelerde başörtüsünün serbest
bırakılması geriye gidiştir. Laikliğin yeniden tanımlanması yolunda tehlikeli
bir gediktir. Başörtüsü, İslam değildir. Kuran’da yer almaz ve sonradan
üretilmiştir. Örtü kadınlığı gizliyor. Bunun için İncil’e bakmanız yeterli.
Halk yasağa karşı olabilir; ben kamuoyunun her zaman haklı olduğunu düşünmem.
Halk yanılabilir, demokrasiye karşı olabilir. Türkiye’deki masonlarla sağlam
diyaloglarımız var.”
Avrupa
mason localarının bu çağrısının Türkiye’de nasıl bir yankı bulacağı yol
boyu açığa çıkacaktır. Bütün bu açıklamalar, Korku İmparatorluğunun kimlerle işbirliği içerisinde olduğu ve nerelerden beslendiğini göstermektedir.
Korku İmparatorluğunun Ayakları: Büyük Sermaye/ ‘İstanbul Dükalığı’
Korku İmparatorluğunun önemli bir ayağı, Büyük Sermaye/ ‘İstanbul Dükalığı’dır.
TÜSİAD,
‘İstanbul Dükalığı’nın örgütüdür. Halka ve Anadolu sermayesine pastadan pay
vermeye kalkan tüm iktidarlara karşı savaş açmıştır. Yeni anayasa hazırlama
sürecinde en sert tepkiyi verip tartışmayı başlatan TÜSİAD olmuştur. O zaman açık bir şekilde AKP’yi gizli gündemi
olmakla itham etmişti. Başörtüsüne özgürlük çalışmasına ise daha temkinli ve
üstü kapalı bir karşı çıkış yapmıştır: 5
“…Ancak
bir süredir aslında çok daha rahat bir zamanda tartışmamız gereken bir konuyu,
türban konusunu, gündemin birinci maddesi haline getirdik.”
Ancak
MHP’nin TÜSİAD’a dönük eleştirilerine TÜSİAD tarafından verilen cevap,
başörtüsüne özgürlük getirmek isteyenlere açık bir cephe alış, partileri gizli
gündemleri olmakla itham ediş vardır ve başörtüsü yasağının devam etmesi
savunulmaktadır: 6
“Üniversitelerimizde türban sorununu çözme düşüncesiyle Anayasa ve yasa değişikliği başlatanlar içinde yer alan bir siyasi parti, eğitim ve öğrenim hakkını savunma görüntüsü altında, gerçek amacının, Türkiye’nin, Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesine erişme hedefinin gereği olan, batı normlarını esas alan demokratikleşme süreci ile ilişkisini kesmek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.”
Korku İmparatorluğunun Ayakları: Üniversiteler
Korku imparatorluğunun bir
ayağı da üniversitelerdir. Üniversitelerin CHP hariç hükümet olan tüm
partilerle sorunları olmuş; özellikle DP, AP, ANAP, DYP ve AKP hükümetlerine
adeta savaş açmışlardır. İnönü Üniversitesi rektörü Fatih Hilmioğlu’nun
seçimlerden önce yaptığı tehditkâr konuşması, üniversitelerin Korku İmparatorluğundaki rolünü ifade
etmesi açısından dikkat çekicidir:8
“…Kim gelirse gelsin. Yüzde 35 ile değil
isterse yüzde 95 ile gelsin. Onu da söyleyeyim… Bu siyasal iktidar milli
iradeyi temsil ettiğini söylüyordu. Peki, sokaklarda meydanlara inen 6 milyon
insan, 65-70 milyon Türk insanın sesidir. Siyasal iktidara hangi milletin
iradesini temsil ediyorsunuz diye sormak lazım. Millet size inin artık oradan diyor.
Milletin sesine kulak vermelerini dilerim. Onurlu bir şekilde hükümetten
çekilmek varken, bu yolun izlenmesi demokrasimiz açısından çok doğrudur.
Onursuz bir şekilde indirilmekten çok daha doğrudur. Demokrasimizin yara
almaması için siyasal iktidarın hükümetten çekilip derhal erken seçime gitmesi
gerekir.”
Milletin
yüzde 95’i, bir sistemin değişmesini isteyecek ama o sistem değişmeyecek, ne
için; yüzde 5’in arzusu, isteği için. Bu
sözleri söyleyen bir rektörün, 27 Temmuz seçim sonuçlarından sonra kendi onuru
ile istifa etmesi gerekmez miydi?
İstanbul
Üniversitesi rektörü Mesut Parlak’ın konuşması, korku imparatorluğunun adalet ve objektiflik anlayışını ortaya
koyması açısından önemlidir:9
“Bu
gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı
bir öğrenciye, Cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu
vermeyeceğiz.”
Yıllarca
dillerinden düşürmedikleri meslek ahlakı ve bilimsellik anlayışı bu olsa
gerekir.
Başörtüsü ne büyük bir turnusol kâğıdı
ki herkesin gerçek yüzünü ortaya
koyuyor ve maskeleri yüzlerden düşürüyor.
Eski YÖK
başkanı Erdoğan Teziç’in, görevde olduğu bir sırada, cumhurbaşkanlığı seçiminde
bir grup rektörle yaptığı toplantıda darbe çağırıcılığı yapması, halkın yüzde
70’ini yok sayması, üniversitelerde hâkim olan zihniyeti göstermesi açısından
ibret vericidir:10
“O
bildiri (e-muhtıra) orada duruyor. Web sayfasında da duruyor, açıp okuyun onu.
Genelkurmay’ın metni orada duruyor. Tankla
tüfekle yürümeye lüzum var mı? Hadi bakalım sıkıysa Çankaya’ya birini bindirsin
arabaya da yemin ettirip göndermeye kalksın. Yolda kaza olur. Yolda kaza olur,
elektrik kesilir... Neler olur. Olmaz. Olmayacağını gösteriyor. Yani yapamazsın
bunu… Bir şey kesmez bizi; yüzde 40, yüzde 70 çıksın isterse. Çıkabildi mi sanki
yukarıya? Oylamadan önce Genelkurmay bir şey iki satır yazdı. Ohhh. O akşam oh
demeyen var mı? Telefonlar susmadı, bu gece rahat uyku uyuyacağız hocam diye.
Vallahi ben de çekildim oturdum, nasıl gergindim biliyor musun? Mahkemeyi
bilmiyoruz. Gerçi hazır ol dediler. Belki Yargıtay’dan bir görüşme isterler
falan. Ya ters bir şey çıksaydı. 4 oyla kurtardık. Ben hep geç yatarım bir
buçuktan önce yatmam. Öyle kurulmuş benim tempom. Saat 11.30 dedim şunu
kapatayım. (27 Nisan) biraz bir şeyler var onlara bakarken son dakika dikkat dikkat diyor. Alttan kırmızı şerit
geçiyor. Genelkurmay’ın açıklaması deyince oturdum. Kısım kısım da veriyor,
ağır ağır. Çünkü ordan metinden okuyorlar, aktarıyorlar. Habertürk ilk defa
verdi, diğer kanallara baktım, ondan sonra telefonlar başladı. Saat iki buçuk
üçe geliyordu, dedim, çektim fişi ve telefonu sonra yattım.”
Başörtüsü
ile ilgili yapılan yasal çalışma sürecini durdurabilmek için başta
Üniversiteler Arası Kurul olmak üzere birçok üniversite senatosu, ardı ardına
yaptıkları açıklamalarla yasakçılar ve korkutucular kervanına katılmışlardır.11 Bunların her birini ele alıp ayrı ayrı
incelemek, bu sayfaların kapasitesini aşar. Ancak genel bir değerlendirme
yapılabilir:
Başörtüsüne
özgürlük tanınması, tehlikelidir ve bölücülüktür. Bölücülüğe ve ayrılıkçılığa
hizmet eder.
Başörtüsüne
özgürlük, karşı devrim ve laikliğe karşı bir harekettir.
Geniş
bir mutabakat olmadıkça (refahtan şımarıp azmış bir azınlığın onayı
alınmadıkça) kaos meydan gelecektir.
İstikrarsızlığa
sebep olacaktır.
Üniversitelerde
ve toplumda çatışmalara sebep olacaktır.
Yapılanlar
din istismarı ve şeriat oyunlarıdır.
Başörtüsü
siyasi ve dini bir simgedir.
Görülebileceği
gibi üniversiteler, yasakçı bir zihniyeti temsil etmektedirler.
Yalnız
şu an için değil; geçmişte de aynı olmuştur. 27 Mayıs sonrasında Cemal
Gürsel’in seçimlere gitme isteğine karşılık, Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın
teklifi, cunta iktidarından yanadır. General Madanoğlu’na, “Olur mu Paşam, meclisi
kapatmazsanız, siz meşrulaşamazsınız”, diyebilmiştir.7
Prof.
Enver Ziya Karal’ın 27 Mayıs darbesine meşruiyet kazandırmak için sarf ettiği
sözler, Cumhuriyet tarihi boyunca üniversitelerin halktan ne kadar kopuk
olduğunun ve cuntacı zihniyetlerinin bir göstergesi mahiyetindedir.7
Daha da
ibret verici olanı, 1960 darbesi sonrasında üniversiteden atılan 147 öğretim
üyesine ilişkin listenin 9 öğretim üyesinden oluşan bir komisyon tarafından
hazırlanmış olmasıdır. Keza gene 28 Şubat Postmodern darbe sürecinde üniversite
öğretim elemanlarının bir kesimi, tam bir jurnal mekanizması kurarak cuntaya
muhbirlik yapmışlardır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde de durum bundan farklı
olmamıştır. O sebeple Korku İmparatorluğunun
önemli ayaklarından bir üniversitelerdir.
Korku İmparatorluğunun Ayakları: Cunta-Çeteler
Osmanlı’dan
beri Türkiye, cunta ve çetelerden çok çekmiştir. Bütün darbeler, cunta ve
çetelerin işbirliği ile hazırlanmıştır. Daha Cumhuriyet’in başlangıcında, 1.
Meclis’te ikinci gruba mensup Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, Topal Osman’a
boğdurtulmuştur. Arkasından Topal Osman konuşmasın diye ortadan kaldırılmıştır.
Sonraları 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan darbeleri, cunta ve
çete işbirliği ile hayata geçirilmiştir. Ergenekon, devlet içindeki bu
çeteleşmenin bir uzantısıdır.
27 Nisan
kadife darbesine gelen süreci hazırlayan iki sivil toplum(!) örgütü, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)’dir.
ADD’nin başında bulunan emekli orgeneral, eski jandarma genel komutanının, Sarı Kız ve Ay Işığı darbe teşebbüsünde
bulunduğuna dair Nokta dergisi
tarafından yayınlanmış yığınla bilgi ve belge mevcuttur. İşte böyle biri ile
ÇYDD başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, millete karşı birlikte hareket
etmektedirler. Bu iki dernek yöneticilerinin başörtüsüne özgürlük konusunda
takındıkları tavır ve sergiledikleri ruh hali ürkütücüdür. Aynı zamanda halka
hangi gözle baktıklarının da bir göstergesidir:12-13
“Türkan
Saylan: Biz asılız. Herkesin bunu
bilmesi gerekiyor. Biz asılız ve vekillerimiz var. Seçtik veya başkaları
seçti. Saygı duyuyoruz. Çoğunluğu aldılar.
Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil. Olur. ‘Ben yaptım
oldu’. Menderes ne dedi? ‘Odunu koysam mebus yaparım. Siz isteseniz şeriatı
bile getiririz’ dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne oldu sonuçta? Onlar ne
oldu? Türkiye ne oldu?”
“Çoğunluğa
sahip diye anayasayı nasıl değiştirebilir? Hele MHP’nin payandalığını hiç
affetmiyorum. Nerelerden nerelere kadar geldik... Bununla sonuna kadar savaşacağız. Birincisi bu savaş, demokratik
yollarla olacak; ikincisi sivil itaatsizlik denen çok çağdaş yöntemlerle
olacak, peşini bırakmayacağız”.
Türkan
Saylan, ‘bizim istemediğimiz bir şeyin
Türkiye’de olması mümkün değil’, derken, hem Türkiye’nin acı bir gerçeğini,
hem de Türkiye’nin ana sorununu gözler önüne sermektedir. Bu ülke refahtan şımarıp azan bir azınlık tarafından baskı altına
alınmış olup mevcut sistem bu azınlığa hizmet etmektedir. Milletin kahir
ekseriyeti ve onların seçip parlamentoya gönderdikleri, onların çizdiği
çerçeveye riayet ettiği sürece sorun yoktur. Bunun dışına çıktıklarında olması
gereken Menderes olayının benzeridir. Türkiye’de
her şey bu korku temeli üzerine inşa edilmiştir.
Korku
İmparatorluğunun bu
müntesipleri, pire için yorgan yakarlar. Ali’den dolayı Hz. Ali’den nefret
ederler. Kendilerinin saltanat sürmedikleri bir ülkenin yanıp yıkılmasını,
perişan olmasını, Neron’un Roma’yı yakması gibi tüm Türkiye’yi ateşe vermek
isterler. ADD’nin
düzenlediği toplantılarda bu havayı görmek mümkündür. ADD Kadıköy şubesinin
Marmara Üniversitesi Haydarpaşa yerleşkesinde, yöneticiliğini eski jandarma
genel komutanı emekli orgeneral Şener Eruygur’un yaptığı: ‘Hukuk ve Siyaset
okulu’ toplantısında (4-13 Şubat 2008), Ulusal Sanayici ve İş Adamları Derneği
Genel Sekreteri Birol Başaran’ın yaptığı bir konuşma, Korku İmparatorluğu müntesiplerinin şuur altının bir dışa vurumu
olarak değerlendirilmelidir:14
“Hukukun dışına çıkılacak günler geliyor
diye düşünüyorum. Bazı durumlarda hukukun askıya alınmasında bir mahsur yoktur…
Orduyu çağıralım, ordu darbe yapsın falan… Şu anda zamanı değil. Niye zamanı
değil?.. Ülkeyi tekrar şu anda elimize alırsak krizi elimizde buluruz. Böyle
bir problem var. Lütfen bu yüzden... Türk ordusu biraz kenarda dursun o ne
yaptığını bilir. Türban konusunda tüm
sivil demokratik haklarımızı kullanarak elimizden geldiğince direnelim. Ama
krizi bu adamların ellerinde patlatıyor olmamız lazım.”
Ülkeyi
tehlikeye sokacak krizlerin önlenmesini değil, tam tersine patlamasını
istiyorlar. Böyle bir krizin oluşturacağı tsunaminin bu ülkeye neye mal olacağı
onlar için önemli değildir. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Bedrettin
Demirel’in 12 Eylül İhtilali ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerde korku
imparatorluğunun aynı mantıkla çalıştığını görebilmekteyiz:7
“Bülent Ecevit, 28 Kasım 1990: Eğer bir ülkede gizli silahlarla donatılmış, devlet içinde fakat devlet denetimi dışında bir örgüt var ise, bütün bu gibi karanlık olayların ardında, veya bazılarının ardında, o gizli örgütten bazı elemanların da yer almış olabileceği kuşkusu herhalde hafife alınamaz.”
Korku İmparatorluğunun Ayakları: Kanun Ve Cebir
Cumhuriyet
tarihi boyunca hukuk değil kanunlar bir
baskı ve susturma aracı olarak kullanılmıştır. Bu zihniyet, Başvekil İsmet İnönü’nün 1925 yılında
Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma ile başlar, bu güne kadar gelir:7
“Mugalâtalara, tezvirlere boyun eğmek,
itiraf-ı acz olurdu. İnkılâplar kâdir ve kâhirdir... O fiili tecelliye kadar biz bu hakikatı kanunen, cebren, inkılâpla
telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve
teşebbüs bertaraf edilecektir.”
İnönü,
kendi kafalarındaki doğruların tartışılamaz olduğunu söylemekte ve bunlara
karşı çıkan herkes, ya cahil ya gafil ya da düşmandır ve bunlar “kanunen,
cebren bertaraf edilecektir”, demektedir. İstiklal Mahkemeleri’nin saldığı
dehşet, böyle bir zihniyetin sonucudur. “Sanıkların
idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar verilmiştir”, sözü İstiklal
Mahkemesi başkanına aittir.
Bugün
bazı rektör ve YÖK üyelerinin, YÖK Yasası Ek 17. Maddeyi, alakası olmamasına
rağmen, bir silah gibi kullanması aynı mantıktan dolayıdır.
Kanunların
bu anlamda nasıl kullanıldığını çok iyi bilen Süleyman Demirel, 1980 öncesinde
terörün durdurulması için dört kanun hariç, istedikleri her türlü desteği
vereceğine dair komuta kademesine adeta yalvarmıştır:7
“Ne isterseniz vereyim ama bunu [terörü]
durdurun. Kanun isteyin vereyim. Yalnız benden dört kanun istemeyin: İstiklal Mahkemeleri Kanunu, Sürgün Kanunu,
Dersim Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunu.”
Şapka
Devriminin icra edildiği dönemde şapkaya karşı direnişi kırmak için Erzurum’da
“Şalcı Bacı” diye tanınan bir bohçacı kadını astırma, sadece dehşet ve korku
salmak amacını taşımaktaydı. Nimet Arzık’ın deyişi ile vali ile kumandan Tatar
Hasan Paşa’nın ‘muhayyilelere dehşet
salmak, kimsenin hükümetin emrinden çıkmaması için inkılâplara karşı geldi diye
bu kadını asalım’ demeleri, o dönemin adalet, yönetim anlayışını
göstermektedir. Zavallı bohçacı kadın ikide bir “ben bir hatun kişiyim, şapka ile ne derdim ola ki, kadın şapka giye ki
asıla?” diyerek Korku İmparatorluğunu
yüksek sesle sorgulamıştır.15 Tatar Hasan Paşa’nın “muhayyilelere dehşet
salmak için” Şalcı Bacı’yı astırması gerçekten de halkta büyük bir korku ve
nefret uyandırmıştır:16
“…Görülmüştür
ki, artık sorun “fes” ya da “şapka” değil, onlardan birinin giyileceği kafayı
yerinde tutabilmektedir.”
Korku İmparatorluğunun
halka ve halkın değerlerine olan düşmanlığının, Alvarlı Mehmet Efe olayında
ilginç ve ibret verici bir tezahürü vardır:17
“Alvarlı Mehmet Efe, din âlimi idi. Hasankale Cezaevi’nde yatıyordu. 1940’lı yıllardı. İrticadan tutuklanmıştı. Erzurum’u kana bulayan bir eşkıyayı gözaltına aldılar. Sorguya çekerken polis memurlarına sitem etti eşkıya: Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Alt tarafı, 3 ölüm, 4 yaralım var. Öyle Alvarlı Mehmet Efe gibi, sabahtan akşama, Allah Allah mı diyorum?”
Korku İmparatorluğunun Ayakları: CHP
Son
yıllardaki özgürlükleri genişletici tüm çalışmalara karşı en sert muhalefeti
yapan, statükoyu savunan ve rakiplerini darbeyle tehdit eden parti CHP’dir.
CHP, Türkiye’de ilk kurulan parti olması ve Milli Mücadele’yi veren kadronun
tümünün bu parti içerisinde yer almış olmasının avantajlarını, cumhuriyet
tarihi boyunca kullanagelmiştir. Daha sonra kurulan Terakkiperver Halk Fırkası,
Serbest Fırka ve DP, CHP’nden doğmuşlardır.
Milli Şef İnönü tarafından formatlandığı için CHP ismi, korkuyla, tehditle,
suçlama ve karalama ile özdeş hale gelmiştir. Çünkü İnönü demek korku demekti.7 CHP kadrolarına göre CHP, millet
ve devlet demekti:7
“Başbakan Dr. Refik Saydam, 28 Mayıs 1939’da
CHP’nin 5. Kurultayı:
CHP demek, Türk milleti demektir ve CHP
demek, Türk Devleti demektir; bu mefhumlar birbirine o kadar sıkı bir şekilde
bağlıdır ki, birini diğerinden ayırmak imkânsızdır”.
Bunun
için gerek Baykal ve gerekse Türkan Saylan, istemediğimiz hiçbir şey bu ülkede
olmaz havasındalar. CHP kadrolarında daima bir korku ve şüphe hali var
olmuştur. Hem kendilerinden hem de kendi dışındakilerden korkmakta ve de
şüphelenmektedirler. Bu zihni altyapı, korku imparatorluğunun CHP eli ile inşa
edilmesine sebep olmuştur.
Korku
İmparatorluğunun
özünde şüphecilik vardır. O herkesten, hatta kendisinden bile şüphelenir. Onun
nazarında herkes ve herşey potansiyel suçludur. Onun için devamlı gözetim ve
denetim altında tutulmalıdır. Aynı anlama gelse de fakat farklı üslupla
konuşanlar tehlikelidir. Kendi arkadaşları ve hatta kendi görevlendirdikleri
olsa bile bu böyledir. Serbest Fırka olayı bunun en güzel bir
tezahürüdür. Serbest Fırka’yı kuran ve kurduranlar, o gün için devlet gücünü
elinde bulunduranlardı. Halkın, Halk Fırkası’na karşı Serbest Fırka’ya büyük
teveccüh göstermesi, Korku İmparatorluğunun
şuuraltını harekete geçirerek suçlama, karalama, tehdit ile partiyi
kapattırmıştır:18-19
“Ahmet Ağaoğlu: Muhakkak bildiğim ve asla tereddüt etmediğim bir şey vardır. O da,
kendim ve arkadaşlarımdır! Anarşi ve irtica bize yanaşmazdı!.. Fakat ısrar
olundu! Küfür, tahkir, isnat yağdırdılar; vatansızlıkla, ecnebiperestlikle
itham edildik!”
“Fethi
Okyar: O halde, neden arkadaşlar, neden
fırkamızı behemahal Gazi’ye karşı bir fırka olarak göstermek istiyorlar? Bunu
söylemek Türkiye’de muhalif bir fırkanın vücut bulmasını muhal kılmak demektir.
Efendiler bu hakikaten muhaldir.”
Aynı
durum DP için geçerlidir. Cumhuriyet Halk Partisi kadrolarından çıkıp Demokrat
Parti’yi kuran bir kadro, 1946 ve 1950 seçimlerinden sonra aynı şekilde
suçlanmış ve tehdit edilmiştir:20
“Bizden
sonra demokrasinin geleceğini tehlikede görmemeye imkan yoktur. Halkın bu
düzeyi umut kırıcıdır.” (İsmet İnönü)
“Altı
ay sonra biz onlara gösteririz; altı ay oturamazlar.”
(Başbakan Şemsettin Günaltay)
CHP kadrolarının kafasında halk,
güvenilmez, ikinci sınıf bir varlıktır. O, vatandaş değil, hizmetçidir. O
çarıklı idi, ağzı çorba kokandı. O mahalleli idi. Onun görevi bürokrasiye,
ağalığa, refahtan şımarıp azan zalim, mele ve mütref takımına hizmet etmekti. 18 yıl
boyunca Ankara’da valilik yapıp Çankaya ve Ulus’un dışına çıkmayan ve köylüleri
köylü kıyafetleri ile Ankara’ya sokmayan meşhur vali Nevzat Tandoğan’ın
söyledikleri bu anlayışı yansıtması açısından önemlidir:7
“Ulan
öküz Anadolulu; sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var?
Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz
getiririz. Sizin iki vazifeniz var:
Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda
askere gelmek.”
Halk ayak takımı olarak görülmekte, şehir
hayatını etkilememesi için şehirlere sokulmak istenmemektedir:20
“Bu
seçimde bizi yıkan, devrime düşman olan kara kuvvettir. Ayak takımı, kentlerde
genel yaşama yeni bir biçim verebilir.” (Faik Ahmet Barutçu)
“Bilhassa
seçim günlerinde jandarma tedbirleri almazsak, cahil halk reylerini Haso’ya,
Memo’ya verir. Büyük Millet Meclisi’ne Hasoların, Memoların dolmasına sizin
vicdanınız razı olur mu?” (Cevdet Kerim İncedayı)
Aynı
suçlama, karalama ve tehditler yol boyu hep yapılmış ve bu günlere gelinmiştir.
Bugün de yapılan aynıdır.21 Cumhuriyet tarihi boyunca işçi, köylü ve halk
diyenlerin, halkçılık üzerine ahkâm kesenlerin, hangi halkı kastettikleri ve bu
ülkenin insanlarına hangi gözle baktıkları daha iyi anlaşılmaktadır:22
“...Lağım
kokusuna karışan çiğ köfte baharatı. İşte size varoş estetiği! Önce kentlerin
eğlence, yemek ve kültür dünyasını ele geçirdiler. Televizyon yayınları onların
zevkine göre belirlenir oldu. Bu korkunç yozlaşmayı, yerel yönetimlerdeki
zaferleriyle perçinlediler. Şimdi de Türkiye’yi yönetmeye talipler.
Hiç hayal görmeyelim: Masum
gecekondularla başlayan ve giderek kentleri yaşanmaz hale getirerek dev bir
ahtapot gibi boğan varoşlar, kendi starları, belediye başkanları ve işadamları
gibi, başbakan, bakan ve cumhurbaşkanlarını da çıkaracaktır. Bu kadar
yoksullaşma ile, varoş edalı din temaları yan yana gelince nasıl bir patlama
olacağını hep beraber göreceğiz.”
1950’den bugüne gelinen süreci, halkın değerlerine sahip belediye başkanı, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı çıkarma arayışı olarak değerlendirmek gerekir. Her geçen gün kendi değerlerine daha yakın olan insanları iktidara taşıma mücadelesidir bu. İzmir’de oğlunun ölü vücudunu Fethi Okyar’ın ayaklarının dibine bırakan babanın, ‘kurtar bizi bu zalimlerin ellerinden’ feryadı ile; DP seçimlerinde ‘kurtar bizi babamız’ feryatları hep bu arayışın feryatlarıdır.7
Sonuç: Yalnızca Allah’tan Korkarak Bütün Korkulardan Kurtulmak
Cumhuriyet tarihi boyunca halkın
yürüttüğü mücadele, kendi değerlerine yabancılaşmış bir zihniyete karşı
mücadeledir. Bugünkü gerilimin temelinde de bu vardır. Bir milletin gasp
edilmiş haklarını geri alma mücadelesidir bu. Bunun çok iyi anlaşılması
gerekir. Başörtüsüne duydukları öfkenin sebebi, inanç boyutlu olmasının yanı
sıra avamın(!) hak arama mücadelesinin sembolü haline gelmiş olmasıdır.
Başörtüsü mücadelesi, milletin ezilmeye ve horlanmaya karşı duruşudur, tavır
alışıdır.
Hak
arama mücadelesi, tahrik, tahrip, ajitasyonlara kapalı olarak yürütülmelidir.
Geçmişteki hatalar tekrarlanmamalıdır. Hak arama uzun vadeli, uzun bir
maratondur. Dikenli, engebeli mayınlarla döşelidir. Tarihteki hak arama
mücadelelerinin ortak özelliği budur. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru işi yapmak
bugünün en temel görevidir.
Hak
arama mücadelesinde yanlış slogan kullanılmamalıdır. Şiddet kimden ve nasıl
gelirse gelsin lanetlenmelidir. Horlanmalara, hakir görülmelere ve hakaretlere
karşı sabırlı olunmalıdır.
Korku İmparatorluğunun
dayanaklarına baktığımızda, ‘refahtan şımarıp azan’ bir azınlığın varlığını
görmekteyiz. Eğer bunların yaptıkları tahribata karşı, şefkat ve merhamet
içeren onurlu bir dik duruş sergilenmez ve bir tavır alınmazsa, o taktirde şu
ilahi sünnetin tecelli edilmesinden korkulmalıdır:
“Bir
ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin ‘varlık ve güç sahibi önde
gelenlerine’ (refahtan şımarıp azan önde gelenler) emrederiz; böylelikle orada
bozgunculuk çıkarırlar. Böylece o ülke, helâke müstehak olur; biz de orayı
darmadağın ederiz.” (17/16)
Bu dik duruş, milletin sesini
yükseltmesi ve konuşmaya başlamasıdır. “Hakkımı istiyorum”, demesidir. Bu dik
duruş, yabancılaşmış olanların ve Firavunlaşmış
olanların bir ihtimal kendisine gelmesine yardımcı olabilir.
Firavunların
kendilerinde var olan aşırı güçten dolayı müstağnileştiklerini ve bu güç ve
imkânların tutsağı, hatta kölesi olduklarını; onları her an kaybetme korkusu
içinde yaşama durumunda olduklarını unutmamak gerekir. Her an kaybetme korkusu,
paranoyaya dönüşmektedir. Her an birilerinin çıkıp kendilerini yok edeceğini
sanmaktadırlar. Onun için her gün görünmeyen düşmanların varlığından
bahsetmektedirler. Ülkenin büyük bir tehlike ve tehdit altında olduğunu yaymaya
çalışmaktadırlar:
“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok
bilgili bir sihirbazdır. Sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?” (7/109-110)
“Onlar dediler ki: Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve
yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Halbuki biz
size inanacak değiliz.” (10/78)
“..(Onlar)
dediler ki: ‘Onunla birlikte iman
etmekte olanların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.’
Ancak kafirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.
Firavun: Bırakın beni, dedi, Musa’yı
öldüreyim; (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat
çıkaracağından korkuyorum.
Musa da:
‘Ben, hesap gününe inanmayan her
kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım’ dedi.”
(40/24-27)
Yukarıdaki
ayetlerde Firavunlaşmış bir zihniyetin, nasıl düşünüp davrandığı ortaya
konulmaktadır. Bugün Türkiye’de Refahtan
Şımarıp Azan bir azınlığın meydanlarda ve medyada aynı tavrı
sergilediklerini görmekteyiz.
Firavun
ve önde gelen çevresinin, Musa ve kardeşini ‘yok
edecek ezici üstün bir güce sahip olduklarını’ söylemesi ile
bugünkilerin, ‘Biz Kaç Kişiyiz’, ‘bizim
istemediğimiz hiçbir şey olmaz’ haykırışları arasında hiçbir
fark yoktur.
Firavun
ve önde gelen çevresinin, ‘onların erkek çocuklarını öldürün;
kadınlarını ise sağ bırakın.’ demesi ile bugünkilerin
‘Menderes ve arkadaşlarının sonlarının ne olduğunu’ hatırlatması
arasında bir fark yoktur.
Bütün bu
yapılanlara karşılık biz onlara;
“Biz, İsrailoğullarını denizden
geçirdik. Ama Firavun ve askerleri
zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun:) ‘Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı
Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!’
dedi. Şimdi mi(iman ettin)! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan
olmuştun (ey Firavun)! Senden sonra geleceklere
ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte
insanlardan bir çoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” (10/90-92)
ayetlerini tehdit etmek için hatırlatmıyoruz. Tam aksine biz onların hidayete
gelmelerini, mutlu olmalarını; hem bu dünyalarını hem de ahretlerini
kurtarmalarını istiyoruz. Çünkü Firavunî yol, ateşe götüren bir yoldur:
“…Fakat
onlar Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri doğru değildi.
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne
düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü
yerdir! Onlar burada da, kıyamet gününde
de lânete uğratıldılar. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!” (11/96-99)
Öyleyse
Firavunlardan korkmayıp yalnızca Allahtan korkmalıyız:
“Öyleyse insanlardan korkmayın, benden
korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”(5/44)
“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minlerseniz, Ben’den korkun.”(3/175)
Kaynaklar
1-
Aktif Haber, 09.02.2008.
2-Fatih Çekirge, Baba’dan tespit ve tavsiyeler, Hürriyet,
14 Şubat 2008.
3-Hürriyet,
2.2.2008.
4-Zaman,
16.2.2008.
5-TÜSİAD’ın
38. Genel Kurul Açılış Konuşması,
24.1.2008.
6-TS/BAS-BÜL/08-10,
30 Ocak 2008.
7-Ertunç A. C., Cumhuriyetin Tarihi,
Pınar yayınları, İstanbul, 2002.
8-YeniŞafak,
30.04.2007.
9-Zaman,
02.02.2008.
10-Zaman,
26.02.2008.
11-30.1.2008- 10.2.2008 tarihli
gazeteler.
12-Samanyolu
haber, 04.02.2008.
13-İnternethaber,
05.02.2008; Zaman, 05.02.2008.
14-Zaman,
16.2.2008.
15-Aktaş C., Kılık Kıyafet ve İktidar,
Nehir Yayınları, İstanbul, c.1, 1989 s. 149.
16-Tunçay M.,Tek Parti, s. 150.
17-Ilıcak N., Gülen, İrtica ve Nasrettin Hoca, YeniŞafak, 15 Ağustos 2000.
18-Ağaoğlu Ahmet, Serbest Fırka Hatıraları,
İletişim Yayınları, 1994, İstanbul, s. 226.
19- Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi
Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1997, s. 86.
20-Yıldız Abdullah, İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica,
Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, s. 162, 178.
21-Turgut S., ‘Esir Türkler’, Hürriyet,
6 Ağustos 2001.
22-Livaneli Z., ‘Türkiye’yi Varoşlar Yönetecek’, Sabah, 12 Ağustos 2001.