(Umran Dergisi)
“Siz nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.” Hz. Muhammed (s.)
GİRİŞ
Türkiye
tarihinin son 200 yıllık süreci çalkantılar, kargaşa ve bunalımlarla
yoğrulmuştur. Toplum, kurak toprağın suya hasreti, susamış canlıların suyu özlem
ve öfke ile arayışı gibi, gerçeği, doğruyu, güzeli ve huzuru aramıştır. Eline
geçen fırsatları hep bu gaye uğruna seferber etmiştir. Halk gereğinden fazla da bedel ödemiştir.
Kanıyla
suladığı, canı karşılığında koruduğu vatan topraklarında hor ve hakir
görülmekten, aşağılanmaktan, itilip kakılmaktan kurtulamamıştır. Rahmetli Necip
Fazıl’ın deyişi ile “Öz yurdunda garip,
öz vatanda parya” olmaktan kurtulamamıştır. Milli mücadele ile başlayan
dönemde yönetimi ele geçiren Osmanlı İttihatçı aydın ve yöneticileri “halkçılık
ilkesine” rağmen, halkı horlamaktan geri kalmamıştır. Hatta halkın direnmesi
karşısında halkı “kanunen ve cebren” hizaya
getirecek yollara başvurmuşlardır. İttihatçı “tepeden inmeci”, “baskıcı”,
“karalayıcı” gelenek giderek etkisini göstermiş; sabotaj, muhtıra, cunta ve
darbeler dönemini başlatmıştır. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka
olayları ile başlayan süreç ve mantık hiç değişmemiştir.
Tepeden
inmecilerin rızası hilafına halk tarafından seçilen herkes İnönü’nün deyişiyle “Cahil oy çoğunluğunun temsilcileri”
olarak hakarete uğramışlardır. Kafalarında tahayyül ettikleri ama bu coğrafyada
hiçbir zaman yaşamayan sanal bir halk uğruna, yaşayan halkı feda etmişlerdir.
Belki de Cumhuriyet tarihi sanal halk uğruna, yaşayan halkın yok edilme uğraşı
olarak özetlenebilir.
Ulusal ve
uluslararası yoğun maddi ve manevi baskılara muhatap olan bir millet suyu
sabırla ve inatla aramaktan vazgeçmemiştir. Eline geçen tüm fırsatları büyük
bir basiretle kullanmıştır. Göstermelik, bir mizansen olarak kendisine takdim
edilen seçme ve seçilme hakkını tarihi süreç içerisinde kendisinden beklenmedik
bir tarzda iyi kullanmıştır.
200 yıllık bir
zihinsel kirlenmeye maruz kalan bir toplumun seçtiği insanların bu kirlenmeden
arınmış olması mümkün değildir. “Her
toplum layık olduğu yönetime kavuşur” ilkesi, halkın dip katmanlarında
meydana gelen arınma sürecine bağlı olarak hep gerçekleşmiştir. Türkiye’deki
siyasi yapıdaki parçalanmışlığa bu perspektiften bakmakta fayda vardır.
Bütün bu toplumsal çalkantılar, bir değişimin habercisidir. Bütün sorun bu değişimin minimum zararla iyiye, güzele, doğruya ve huzura doğru olmasıdır. Eğer toplumun ruhi derinliklerinde bir arınma süreci başlamışsa, ki öyledir, bu eylem olarak dışa yansıyacak; içinde yaşanılan koşulları mutlaka, er veya geç değiştirecektir. Doğru ile yanlış, hak ile batıl, iyi ile kötü, samimi olanla olmayan, inananla inanmayan bu mücadele sürecinde ayrılacak, tam bir arınma olacaktır. Bu ilahi sünnet olarak böyledir:
“Bir toplum,
kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını
değiştirici değildir.” (8/ Enfal, 53)
“Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz” (13/ Rad, 11)
Her seçimden
sonra yeni bir seçimi çare olarak görenler toplumsal arzuları, istekleri göz
önüne almadıkça, toplumsal özlemlere cevap verilmedikçe bu “hacı yatmaz” oyunu
devam edip gidecektir. Toplumun önündeki engeller, üzerindeki baskılar
kalkmadıkça bu oyun devamlı sahnelenecektir. Her seçimin toplum mühendislerini
şoke etmesinin nedeni bu gerçeği görememeleridir.
18 Nisan erken
seçimi gerekli siyasi istikrarı sağlama ve toplumsal barışı gerçekleştirme
amacına dönüktü. Gerçekte siyasal istikrar ve
de toplumsal barış sağlanabilmiş midir? Toplum mühendisleri
istediklerini elde edebilmişler midir? Halkın 1995 ve 1999 seçimlerinde ortaya
koyduğu tavrın gerçek anlamı nedir? Her iki seçimden çıkarılacak sonuçlar
nelerdir? Bu çalışma bu sorulara cevap arama amacındadır.
Ulusal ve uluslararası güç merkezleri, halkın tercihleri, oy dağılımları, partiler ve Cumhurbaşkanı açısından bu seçim ne anlam ifade etmektedir?
ULUSAL VE ULUSLARARASI GÜÇ MERKEZLERİ
İletişim ve
ulaşım teknolojilerinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi ile dünya bir köy durumuna
dönüşmüştür. Bu dünya köyünün herhangi bir yerinde olan veya olabilecek
herhangi bir olay köy muhtarı başta olmak üzere köy halkını etkilemektedir ve
köy halkının ilgi alanındadır.
Soğuk savaşın
bitişi ile dünya köyünde ABD artık köyün şimdilik tek hakimi, muhtarıdır. Köyün
herhangi bir yerindeki herhangi bir olaya müdahale hakkı olduğuna inanmaktadır.
Bu hakkı olsa da olmasa da o şimdi kendisini dünyanın patronu olarak
görmektedir.
Dünyanın en
sorunlu bölgesi Ortadoğu’da Ürdün Kralı Hüseyin’in cenazesine başta Clinton
olmak üzere 4 başkanla iştirak etmesinin bir anlamı ve bir mesajı olmalıdır.
Kral Hüseyin’i ölümünden bir iki hafta önce alelacele ABD’den getirerek kardeşi
Veliaht Prens Hasan’ı azlettirip yerine oğlunu geçirten güç ABD’den başkası değildi.
ABD cenazeye 4 başkanla katılarak Prens Hasan ve taraftarlarına, bölge
ülkelerine yeni krala verdiği desteği ve bu konudaki kararlılığını göstermiş
oluyordu.
Gerek
Bosna-Hersek’e gerekse Kosova’ya müdahale, ABD’nin izni olmadan
başlatılamamıştır. Gerek NATO, gerekse BM’de ABD şimdilik patron konumundadır.
ABD NATO’nun görev alanını soğuk savaşın bitişinden sonra genişletmek
istemektedir. Türkiye, daha genel bir ifade ile 3. Dünya ülkeleri açısından
NATO’nun yeni güvenlik konsepti özel bir anlama sahiptir. Bizim gibi ülkelerin
bu yeni anlama dikkat etmesi gerekir.
Eski NATO genel
sekreteri Manfred Wörner bu konuda “NATO
Bölge dışında görev üstlenmelidir; aksi
halde işsiz kalacaktır”1 demekle
NATO’nun Soğuk Savaş dışında kalan tüm bölgelerde de görev üstlenmesi
gerektiğini, eğer bunu yapmazsa fonksiyonunu yitirerek anlamsız kalacağını,
Warşova Paktı gibi dağılıp gideceğini ifade etmektedir. Bu açıdan NATO’nun yeni
konsepti “Alan Dışı Müdahale”, “Ortak
Savunma Doktrini” kadar önemlidir.
Bu ifadelerden anlaşılan
NATO, soğuk savaş alanı olarak kabul
edilen Avrupa’da büyük çapta bir taarruz riski ile karşı karşıya kalmayacaktır.
Bunun yerine önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan başka olaylar veya
tehditlerle karşı karşıya kalabilecektir. 1994 yılında Brüksel’de yapılan NATO
zirvesinde tesbit edilen yeni NATO konseptine göre bu tehditler şöyle
belirlenmiştir:2
“Etnik
çekişmeler, toprak anlaşmazlıkları, din ve mezhep çatışmaları, köktendincilik,
sabotaj, terörizm, uyuşturucu trafiği, kitlesel güç hareketi.”
NATO’nun bu yeni
konseptinde kriz bölgelerine müdahale için “çok uluslu kuvvetlerin”
kullanılması istenmektedir. Söz konusu zirvede “Birleşik Müşterek Görev Kuvvetleri” oluşturulması kararı
alınmıştır. Gerçekte bu kararla ulusal savunma, uluslararası bir örgüt olan
NATO’ya bir anlamda havale edilmiştir.
NATO’nun bu yeni
konseptine bakıldığında gelecekte Türkiye’nin başının NATO ile çok derde
gireceği ve ağrıyacağıdır. Bu açıdan Türkiye’deki seçimlerin, Dünya Köyünün
Muhtarı ve onun kolluk kuvveti durumundaki NATO’nun ilgi alanının tam odak
noktasında olması kaçınılmazdır.
50. Yıl NATO
zirvesinde Clinton’un Demirel’e, “Umarım Abdullah Öcalan açık ve adil bir
biçimde yargılanır. Kıbrıs sorununun çözülememesi içimde bir yaradır.” demesini
bu yeni konsept açısından değerlendirmek gerekir. Clinton dolaylı olarak
Demirel’in önüne “Kürt Sorunu” ile “Kıbrıs Sorunu”nu koymuştur.
Aynı toplantıda
Alman Başbakanı Schroder’in “AB’nin kapıları Türkiye’ye kapanmamıştır. Ancak
Türkiye ev ödevini yapmalı ve Kopenhag kriterlerine uymalıdır. Kıbrıs meselesi
çözülmesi gereken bir meseledir.” şeklindeki ifadeleri Clinton’ınki ile
örtüşmektedir.
Bütün bunları
ortaya koymamızdaki amaç, Türkiye’deki seçimlere dünyadaki güç odaklarının
seyirci kalmadığı, seçimleri etkileyecek her türlü girişimde bulunduklarına
dikkatleri çekebilmektedir. Bu nokta gözden kaçarsa 18 Nisan seçimlerinde
ortaya çıkan tablo tam olarak değerlendirilemez.
Dolayısıyla Türkiye’deki 18 Nisan seçimleri ulusal güç odakları ile uluslararası güç odaklarının Türkiye’nin geleceğine dönük hesaplarının bir kesişimi olarak şekillendirilmek istenmiştir. Bu iki güç merkezinin belli konularda uzlaşması ile seçimler şekillendirilmek istenmiştir. Böyle bir uzlaşma doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı vuku buldu, bunu zaman gösterecektir. Ancak son 7 ayda Türkiye’de yaşananlar, bazı pazarlıkların yapıldığına delalet etmektedir.
FP’Yİ SİNDİRME OPERASYONU
Her iki güç
merkezi de Türkiye’de FP’nin kuvvetlenmesini istemiyor. ANAP’la DYP’nin, DSP
ile CHP’nin birleşmesini arzuluyor. DYP lideri Tansu Çiller’in tasfiyesi, başta
Cumhurbaşkanı olmak üzere devletteki belli güçlerin amacı haline gelmiştir. 28
Şubat postmodern darbesinin en büyük destekçilerinden CHP ise istenen
performansı gösteremeyince kendisinden ümit kesilmiştir. Emekli General Kemal
Yavuz’un konuşmaları dikkate alınırsa
belki de tasfiye olması istenmektedir.
7 ay boyunca
söylenen ve yazılanlar göz önüne alınırsa 18 Nisan seçimlerini etkilemek, hatta
şekillendirmek için devletin belli mihrakları adeta seferber olmuşlardır.
Cumhurbaşkanı
Demirel’in “ortada fol yok yumurta yokken”, “seçimlerde
halkın dini inançlarının istismar edileceğine dair” beyanları, hiç yokken
tartışmayı başlatmış ve kamuoyunu germiştir. Demirel yol boyu hep gerilim
politikası gütmüştür. Hâlâ da bunu ısrarla devam ettirmektedir.
Yargıtay
Başsavcısı tarafından FP’nin, RP’nin devamı olup olmadığı konusundaki
beyanları, hatta seçimlere iki hafta
kala DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’in FP’nin kapatılması istemi ile
Yargıtay’a başvurması devletin 18 Nisan seçimlerine ne denli karıştığının bir
göstergesidir. Ayrıca Yargıtay Başsavcısının HADEP’in seçimlere sokulmayıp
kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne olan başvurusu; bu başvurudaki gerekçeler
son derece ürkütücü olmakla beraber, devletteki belli güçlerin baskısının acı
bir göstergesi durumundadır. PKK ile HADEP’i
özdeş gösterme hatası hatta gafletine düşülmüştür. % 4.8 oy almış,
Doğu’da başta Diyarbakır olmak üzere bir çok ilde belediye başkanlığını
kazanmış bir partiyi bir terör örgütü ile eşdeğer tutma hatasının bedelinin ne
olacağını gelecek gösterecektir.
Medya
aracılığıyla FP’ye dönük olarak açılan
dosyalar, Erbakan ve arkadaşları hakkında başlatılan soruşturmalar, her işin
arkasında Erbakan’ı gösterme çabası hep aynı merkezli operasyonlardır. Ziya
Gökalp’ın bir şiirini okuduğu için 312. maddeden Tayyip Erdoğan’ın mahkum
edilmesi bir sindirme, susturma, halkı tedirgin edip yönlendirme stratejisinin
kilometre taşlarıdır. Halk’ta “nasıl olsa
FP’ye iktidar verilmeyecek” şüphesinin uyandırılması için 28 Şubat
sürecinin devam ettiği imajı devamlı diri tutulmuştur.
Siyasi tarihe
“küskünler hareketi” olarak geçen Türkiye’yi demokratikleştirme hareketinin
bizzat Genel Kurmay Başkanı’nın beyanatları ile engellenmesi seçim işine devletin
ne denli girdiğinin bir başka göstergesidir. Küskünler hareketi biraz sonra
ayrıntısına gireceğimiz 7-8 ay önceden planlanan ve sahnelenen bir senaryoyu
bozacak önemli tarihi bir fırsattı. 18 Nisan seçimleri sonrasında Türkiye’ye
getirilmek istenen yönetim organizasyonunu bozabilecek bugüne kadar
çıkarılmayan pek çok kanunu çıkaracak, böylelikle Türkiye’nin önünü açabilecek
olan bu harektin DYP ve CHP tarafından
desteklenmesi büyük bir şanssızlık olmuştur. Güç odaklarının oyunu o aşamada
bozulabilirdi. Erbakan’ın deyişi ile bu oluşuma destek vermeyenler “harakiri
yapmışlardır.” CHP ve DYP için seçim sonuçları da bunu doğrulamaktadır.
18 Nisan
seçimlerinin yazgısı, Eylül-Ekim 1998 tarihlerinde planlanmış olabilir. 17
Eylül 1998 tarihinde ABD’nin Türkiye’yi dışlayarak Barzani ve Talabani’yi
Washinton’da bir araya getirmesi, Kuzey Irak’ta Türkiye’ye rağmen bir Kürt
Devleti kurma teşebbüsü olarak nitelendirilmiş ve değerlendirilmiştir. Aynı
tarihlerde Türkiye Suriye’ye karşı birden bire sertleşmekte, Apo’nun Suriye’den
çıkarılması istenmektedir. “Gerekirse savaşırız” beyanatları verilmektedir.
18 yıldır Suriye’de yaşayan Apo’nun varlığı sanki yeni keşfedilmiştir. 18 yıldır estirilen terörde köyler yakılıp yıkılırken gösterilmeyen bu tepkinin nedeni bir türlü anlaşılamamıştır. Belki de bunun kadar anlaşılamayan bir başka olay da Sakık’ın ilginç bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesidir. Bu iki olay önemli gelişmelerin habercisi durumundaydı. Nitekim gelişmeler de bunu doğrulamıştır. Binlerce insan öldükten, köyler yakılıp yıkılıp boşaldıktan, Doğu’dan Batı’ya doğru binlerce insan göç ettikten sonra Apo’nun Suriye’de olduğu hatırlanıyordu. Bu noktada bir gizem vardı.
SURİYE KRİZİ VE ABDULLAH ÖCALAN’IN YAKALANMASI
Ekim 98’de,
Barzani ve Talabani’nin ABD’de buluşmasından yaklaşık bir ay sonra Apo,
Suriye’den ayrılıyordu. DYP, FP muhalefette, CHP destekli ANAP+DSP koalisyonu
iktidardaydı. Tarhan Erdem’in yaptığı ankete bakıldığında FP % 23.3 ile birinci
parti, ANAP % 21.9’la ikinci parti durumundadır. Hükümetin büyük ortağının
Suriye krizinden yeterli puanı aldığı anlaşılıyor. Apo’nun Suriye’den
çıkarılması ile başlatılan propaganda kampanyası, Türbank Krizi ile hükümetin
düşürülmesine başta Demirel olmak üzere Mesut Yılmaz’ı da içeren Korkmaz
Yiğit’in itiraf bandı, ANAP’ı fazla sarsmamıştır. Ancak Apo’nun İtalya’da
yakalanması ile Türkiye’de başlatılan ikinci dalga propaganda ve eylem hareketi
tek bir merkezden yönetilmiş olup toplumun batı düşmanlığına dönük toplumsal
şuuraltını harekete geçirme amacı taşımaktaydı.
18 yıl boyunca
binlerce insan ölürken Suriye’yi protesto etmeyenler, Suriye konsolosluğu önüne
gitmeyenler ne olmuştu da, İtalya’dan Apo resmen istenmeden uluslararası hukuk
ve İtalyan hukuku hiç gözönüne alınmadan İtalya’yı günlerce protesto
ediyorlardı. Bunun görünür ve anlaşılabilir bir anlamı yoktu. Perde arkası
anlamları olabilirdi.
Ocak 1999’da
Demirel’in hükümeti kurma görevini bütün teamülleri çiğneyerek 4. Partinin
genel başkanına vermesi de bir tesadüf değildi. Ecevit’in daha önceden durup
dururken, Cumhurbaşkanlığı seçimine 18 ay kala “Demirel’in bir dönem daha cumhurbaşkanı olmasını” teklif etmesi de
bir tesadüf değildi. Anlaşılan o ki ulusal ve uluslararası güç merkezleri perde
arkasında gerekli pazarlıkları yapıp sahnelenmesi gereken oyunun senaryosunu
yazmaya başlamışlardır. Demirel’in Yalım Erez operasyonu ile Mesut Yılmaz ve
Tansu Çiller’i tasfiye etme operasyonu tutmayınca Ecevit bu iki parti
başkanının eliyle başbakanlık koltuğuna oturtulmuştur. Şubat 1999’da Apo’nun
Kenya’dan CIA, MOSSAD işbirliği ile Türkiye’ye teslim edilmesi üzerinde
durulması gereken önemli bir konudur. Bir kere Apo Suriye’den Mesut Yılmaz
zamanında çıkarılmış olmasına karşılık, Apo Mesut Yılmaz döneminde Türkiyeye
teslim edilmemiştir. Bu güç merkezlerinin ANAP liderine bakışlarının bir
ifadesi olarak değerlendirilmelidir. ANAP yerine DSP’nin kuvvetlenmesi tercih
edilmiştir. 18 Nisan seçimleri böylelikle şekillendirilmek istenmiştir. Tarhan
Erdem’in araştırmasına göre Şubat ayında DSP birinci parti durumuna
yükselmiştir. Bu aşamada sorulması gereken soru ABD Apo’yu niçin ve neyin
karşılığında Türkiye’ye getirip teslim etmiştir? Bu sorunun cevabı yakın bir
gelecekte bulunabilecektir kanaatindeyiz.
Bütün bu operasyonlarla Ekim 1998’de DSP’den önde gözüken CHP, Nisan 1999’da % 10 barajın altına çekilebilmiştir. Böylelikle örgütü olmayan bir liderin, Bülent Ecevit’in, Türkiye’de etkin bir konuma gelmesine katkıda bulunulmuştur. 7 ay boyunca medyanın Bülent Ecevit’e açtığı kredi, güç odaklarının desteği ile birleşince DSP, Türkiye’nin birinci partisi olup çıkmıştır. Merve Kavakçı’nın meclise gelmesine Ecevit’in gösterdiği tepki, CHP’nin tabanına verilen açık bir mesajdir. Ecevit bundan böyle CHP tabanını kazanarak CHP’yi yok edecek politikalar üretecektir. Böylelikle Türkiye’deki güç odaklarının uzun zamandır gündemde tuttuğu CHP ile DSP’nin birleşmesi gerçekleştirilmiş olabilecektir. Şüphesiz ki bunlar senaryolardır. Neyin, ne şekilde gerçekleşeceğini zaman gösterecek ve ilahi iradenin nasıl tecelli edeceğini hep beraber göreceğiz.
TERÖR EYLEMLERİ
Ulusal ve
uluslararası güç odaklarının hazırladığı senaryoda FP’nin önünün kesilmesi ve
oy oranının çok aşağılara çekilmesi yer almış olmalıdır. Son 7 aydır tüm oluşumlar
buna işaret etmektedir. Yukarıda Devlet içindeki belli güç odaklarının
uyguladığı baskı ve karalama politikasına değinmiştik. Bu baskı ve karalama
senaryonun bir gereğiydi. Seçime kadar ısrarla ve inatla sürdürüldü. Seçimden
sonra da devam edeceğe benzemektedir. Baskı ve karalama ile halka verilmek
istenen mesaj, “bunlar birinci parti
olsalar bile bunlara iktidar verilmeyecektir” olmuştur. Nitekim FP genel
başkanı Recai Kutan’ın meydanlarda “Birinci
parti çıktığımızda bize iktidarı vermeyecek babayiğit kimmiş görelim”
demesi bu oyuna karşı oluşturduğu bir karşı hamledir.
Bütün bu baskı
ve karalamaya FP’nin örgüt içi sıkıntıları ve örgütsel hatalarına rağmen
FP’nin oylarını yeterince gerilemediği
yapılan anket çalışmalarından ortaya çıkınca, FP’nin oylarını alabilecek olan
MHP’nin önünün açılması gündeme gelmiş olmalıdır. MHP kadrolarının böyle bir
pazarlıkta olup olmadığı bilinmemektedir. Dileğimiz böyle bir pazarlık içinde
olmamalarıdır.
Son 7 ayda
yaşanan olayların, MHP’nin oylarında ciddi artışa neden olduğu Tarhan Erdem’in
yaptığı anketlerden anlaşılmaktadır. Apo’nun İtalya’da yakalanması ile
başlatılan gösteriler, toplumsal şuur altını uyandırarak batı düşmanlığı
karşısında milliyetçiliğin yükselmesini sağlamıştır. İtalya protestosu ve daha sonraki
protestolara fiilen katılan MHP, toplumda gerekli sempatiyi kazanmaya
başlamıştır. İstanbul’daki Mavi Çarşı Sabotajı, buna benzer, Antalya gibi
turizm merkezlerinde ardarda patlayan bombalar, toplumu otoriter yönetim
arayışına itmiştir. Tam bu aşamada MHP’nin
“Ürkeğe değil erkeğe rey ver” şeklinde başlattığı kampanya toplumu
etkilemiştir. Bahçelinin “Sözümüz namusumuzdur” tarzındaki kararlılık
gösterisi, terörün üstesinden gelebilecek tek güç olarak görülmelerine neden
olmuştur.
18 Nisan
seçimlerinden sonra bombalama hadiselerinin bıçak gibi kesilmesi, 1 Mayıs’ta
hiçbir örgütün hadise çıkarmaması bize, 11 Eylül 1980 günü asılan 500 bombalı
pankartı hatırlatıyor. “11 Eylül günü yakalanamayanların 13 Eylül günü elleri
ile koymuş gibi bulunmalarını” anımsatıyor. Dahası Ecevit’in “Çorum ve
Kahramanmaraş beni olağanüstü hal ilanına mecbur bırakmak için akılsızca
planlanmış olaylardır” tarzındaki açıklamaları seçim sürecindeki son 7 ayda
artan terör olaylarının amacı üzerinde endişelerimizi artırıyor.
Güç odaklarının
seçim sonrası senaryosunda DSP ile ANAP’ın iktidarı söz konusudur. Apo’nun
Suriye’den çıkarılması Anap’a, Türkiye’ye teslim edilmesi DSP’ye, terör ise
MHP’ye yaramıştır. Başörtüsü olayının tırmanması, ANAP’ın yıpranmasına neden
olmuştur. DYP ile devamlı dalaşması, ortaya bir çözüm koyamaması ve 4. parti
olan sol bir partiyi, DSP’yi hükümet yapması ANAP’ın yıpranma sürecini
hızlandırmıştır. DSP yelkenlerini şişirirken ANAP’ın yelkenleri parçalanmaya
başlamıştır. Yapılan anketler DSP+ANAP
formülünün tutmayacağını ortaya koyunca hükümete 3. ortak aranmaya
başlanmıştır. O da MHP olarak tesbit edilmiştir. Milliyet Gazetesi sahibi Aydın
Doğan’ın seçimden önce Bahçeli’yi ziyaret ederek DSP+ANAP+MHP hükümetini
konuştuğu ve bu konuda anlaştıkları o tarihli gazetelere konu olmuştur. Neler
konuşulduğu dışa yansımamıştır. Ancak o tarihten sonra medyanın tüm kapılarını
MHP’ye açtıklarını görmekteyiz.
Medyanın
kapılarını MHP’ye açması şüphesizki MHP’nin işine gelmektedir. MHP’nin bundan
yararlanması en doğal hakkıdır. Dikkati çeken nokta medya aracılığıyla bu arada
MHP’nin üzerine yoğun bir baskının uygulandığıdır. “MHP’nin yeni imajı”, “MHP
değişti”, “MHP merkeze yaklaştı” gibi
yaklaşımlarla MHP psikolojik taaruza uğratılmıştır. Meclisteki başörtüsü
olayındaki tutumu ve verilen beyanatlar medyanın yürüttüğü psikolojik savaşın
hedefine en azından şimdilik ulaştığı anlamına gelmektedir. (Bu konu MHP’yi bekleyen teklikeler başlığı
altında ayrıca incelenecektir). MHP meydanlarda “sözümüz namusumuz” diyerek
verdiği sözlerin arkasında durmalı, gerilememelidir. Gerilediği anda kendi
tabanını kaybedeceğini unutmamalıdır.
Seçim
sonuçlarından güç odaklarının DSP+ ANAP+MHP senaryosunun tutmadığı, MHP’ye
biçilen rolü aşarak 2. parti olması ile tüm hesapları altüst ettiği görülmektedir.
Ecevit’in “tüm hesaplar altüst oldu”
demesi tezgahın açık itirafından başka bir anlama gelmez. 130 milletvekili ile
meclise 2. büyük parti olarak giren bir MHP’nin kendisine biçilen rolü kabul
etmesi mümkün değildir. Her an 1. Parti olma gücüne sahip bir MHP, her türlü
iktidar pazarlığına sahiptir. Sistem 18 Nisan öncesine nazaran daha da fazla
kilitleneceğe benzemektedir. Senaristlerin “yağmurdan
kaçarken doluya tutulacağı” anlaşılmaktadır.
“Görelim Mevla neyler
Neyleyse güzel eyler.”
DEMİREL FAKTÖRÜ
Süleyman Demirel
Cumhurbaşkanlığının belli bir noktasında parlamentodaki dağınıklıktan
yararlanarak zaman zaman başkanlık sistemini gündeme getirerek tartışmaya
açmıştır. Çok sık tekrarladığı “kendim için birşey istiyorsam namerdim” sözünü
hatırlatırcasına “başkanlık sistemini
tartışalım ama uygulaması benden sonra olsun” demiştir.
Seçim sürecinde
en ilginç olay, Ecevit’in Cumhurbaşkanlığı seçimine 18 ay kala birden bire
kamuoyunun gündemine “Süleyman Demirel’in
Cumhurbaşkanlığı süresinin bir dönem daha uzatılması” düşüncesini sokarak
tartışmaya açmasıdır. Kanaatimiz odur ki ya perde arkasında pazarlık yapılmış,
ya da Ecevit pazarlık için Demirel’e mesaj göndermiştir. Hangisi olursa olsun
Demirel, ANAP+DSP hükümeti yıkıldıktan sonra Ecevit’in bu jestini 4. Partinin
genel başkanı olarak Ecevit’e hükümeti kurma görevi vererek cevaplamıştır.
Yalım Erez operasyonu satranç oyununda bir hamledir. Muhatapları Ecevit’e
mecbur etme hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim öyle de olmuştur. ANAP
ve DYP, Ecevit’in azınlık hükümetine razı gelmişlerdir. Demirel,
Cumhurbaşkanlığı maratonunda Ecevit gibi önemli sol bir desteğe sahip olmuştur.
Demirel’in
ikinci hamlesi “küskünler hareketini” organize ettirmesidir. Her ne kadar
küskünler hareketi Erbakana’a mal edilmişse de bu kadar Erbakan karşıtı insani
Erbakan’ın bir araya getirmeye ne şansı ne de gücü vardır. Küskünler hareketi
Erbakan açısından taktik bir hedef olarak değerlendirilip destek verilmiştir.
Kanaatimiz odur ki bu işin asıl patronu Demirel’dir. Demirel 100 civarındaki
bir milletvekili grubuyla DTP’ye grup kurduracak, seçimleri erteletip DYP ve
ANAP’ı eritme operasyonuna girişecekti. Yalım Erez’le yapamadığını, “Küskünler
hareketi” ile yapacaktı. Genel Kurmay Başkanı’nın devreye girip açık tavır koyması
Demirel’in oyununun bozulmasına neden olmuştur.
Demirel için bu
meclis son derece önemlidir, çünkü yeni Cumhurbaşkanını seçecektir. Demirel bu
mecliste Cumhurbaşkanlığı için Ecevit’in yanında başka müttefikler arayacaktır.
Demirel Cumhurbaşkanlığına kenetlenmiştir. Onu elde etmek için Özal’a karşı
yürüttüğü mücadeleye benzer bir mücadeleyi yürütecektir. Bundan kimsenin
kuşkusu olmasın DSP, ANAP’ın yanında 3. ortak olarakda MHP’yi görmektedir.
Şimdiden MHP’yi psikolojik baskı altında tutmaya çalışmaktadır.
Demirel’in MHP
ile ilgili sorulan bir soruya, “Siyasi partiler Anayasa’ya, kanunlara
uyuyorsa legaldır, uymuyorsa uydurulur” tarzında verdiği cevap, ortamı germe ve tehdit
anlamına gelmektedir. RP’yi benzer ifadelerle tartışmaya açtığı hatırlanmalıdır.
Demirel’in 3.
hamlesi, meclise başörtülü olarak gelen FP milletvekili Merve Kavakçı’ya karşı
gösterdiği tepkidir. Süleyman Demirel gibi bir kimseye yakışmayan ve
kendisinden beklenmeyen bir tavır sergilemiştir. Demirel’in milletin reyi ile
seçilip gelmiş bir milletvekilini
Bunu İslamın
şartı sayıyorsa bu bölücülüktür. Bu fitnedir... Sokakta bu hanımefendi başını
bağlıyorsa kime ne der? Ne işi var meclisin içinde? Anlaşılıyor ki gemi azıya
alınmıştır, hadise çıkarılacaktır. Bu cumhuriyete karşı bir cereyandır.. Bu
müslümanlığa aykırı bir iştir, bölücülüktür. Bu cereyana alet olmaktadır. Olay
çıkarmak süretiyle ismini duyurmaktır. Porovakatörlüktür, tahriktir. Bu tip
ajan provakatorler çok görülmüştür. Onlardan birisi de bu da...3
diyerek bu denli
ağır suçlamasına bakılırsa Demirel’in özel bir hesabı var demektir. Özal’a
karşı “elimde 3 Koskotas dosyası var,
açıklarsam yer yerinden oynar” diyerek yaptığı muhalefetin sonucunda
dosyalardan hiç birşey çıkmamıştır. Ancak o sert muhalefetten oyunu artırarak
çıkmıştır.
Demirel bu hamle
ile gündemin ortasına gelip oturmuş, yeni meclisi etkileyecek ve baskı altında
tutacak bir ortamı yakalamıştır. Demirel bundan sonra da ortamı gerecektir;
yarı başkan gibi davranacaktır. Demirel böylelikle Cumhurbaşkanlığı seçimi için
Türkiye’deki güç odaklarının ve devletin belli kurumlarının desteğini
alabilecek bir fırsat yakalamıştır. Bunu sonuna kadar kullanacaktır. Diğer
taraftan Demirel bu tavrı ile tecrübesiz MHP kadrolarına 2. gözdağını vermekte,
onları baskı altında tutarak FP ile girebileceği meclis içi ittifaka engel
olmaya çalışmaktadır.
Bütün bunların
tutup tutmayacağını zaman gösterecektir. Ancak Demirel ve tüm güç odaklarına,
yasaklı yılların Demirel’inin dilinden düşürmediği şu deyişi hatırlatalım:
“Keser döner, sap döner
Bir gün de hesap döner.”
SONUÇ
Gerek ulusal
gerekse uluslararası güç odaklarının beşeri imkanlarla ve beşeri mantıkla
sahnelemek istedikleri bu senaryo istedikleri sonuc vermeyecektir. Bütün bu
senaryoların, tuzakların tutmayacağını değişimi arınarak gerçekleştirmek
isteyen bir halkın uyandığını görmekteyiz. Çünkü;
Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır. (İbrahim 46)
Devam Edecek
KAYNAKLAR
1- 27.4.1999
Sabah Gazetesi
2- Aydınlık, 25
Nisan 1994. Sayı 614, s. 19.
3- 3 Mayıs 1999,
Milliyet Gazetesi