1 Haziran 1999 Salı

18 Nisan Seçimleri -II: İki Merkezin Çatışması

(Umran Dergisi)

 “İl gider, Töre kalır.”

 

Umran’ın geçen sayısında, 18 Nisan 1999 seçimlerini, güç odakları açısından incelemiştik. Ulusal ve uluslararası güç odaklarının toplum mühendisliği yaklaşımı ile sonuçları etkileme gayretlerini kısa ve uzun vadeli politikaları açısından irdeleyip çıkarılması gereken dersler üzerinde durmuştuk.

Şimdi ise 18 Nisan seçimlerini halkın arzu ve tercihleri açısından inceleyerek geleceğe dönük bir projeksiyon ortaya koymaya çalışacağız. Öncelikle  merkez kavramını tartışacağız.

İKİ FARKLI MERKEZ

Millet-Devlet, Millet-Sistem ikilemi Osmanlı’nın son 100 yılında başlamış, Cumhuriyet’le had safhaya ulaşmıştır. Bu düalite yöneten-yönetilen ilişkilerinin gittikçe bozulması ve gerilmesine neden olmuştur. Saltanat geleneği, ittihatçı düşüncenin tepeden inmeci ve baskıcı ruh hali cumhuriyet kurucularının savaşı kazanma gururu ile birleşince; yöneten-yönetilen ilişkilerindeki bozulma son noktaya varmıştır.

Milli mücadele yıllarında halkla bütünleşebilmek için halkın inanç sistemine oturtulan tüm söylem ve davranışların, zaferden sonra ince bir stratejiye bağlı olarak değiştirilmesi ve halkın dışlanması, halkın küsmesine neden olmuştur. II. Mahmut yaptığı gibi halkın tepeden -halka rağmen halk için- şekillendirilmeye çalışılması, halkın tepkisine  neden olmuştur. Yapılan icraatların halk tarafından tepkiyle karşılanması gücü elinde bulunduranları, “madem ki sevmiyorlar, öyleyse korksunlar” anlayışına itmiştir. Muallimler Birliği’nde İnönü’nün “Önümüze çıkanları kanunen ve cebren bertaraf edeceğiz” tarzındaki konuşması sözkonusu psikolojinin bir tezahürüdür. Bu dönemde; Türkiye’nin dört bir yanında ilgili ilgisiz yapılan tutuklama ve idamlar baskının şiddetini göstermekle beraber; yeni yönetim tarafından halkın nasıl görüldüğünün de bir göstergesidir. Erzurum’da “şapkaya karşı çıktı” iddiası ile salt korku salmak için “Şalcı Bacı” adındaki bir seyyar satıcı kadının asılması yukarıda ortaya konulan görüşün en tipik örneğidir.

Halkın teveccüh gösterdiği Serbest Fırka gibi partilerin her türlü komplo ve iftira kampanyası ile kapatılması, İstiklal Mahkemeleri’nin uygulamaları, “bazı kurbanlar” verileceğinden sık sık bahsedilmesi, yöneten ve yönetilenin madden ve manen kamplaşmasını sağlamıştır. Halk içine kapanırken, yönetenler de hayallerinde sanal bir halk inşa etmişlerdir. O sanal halk için yeni bir sistem ve yeni bir devlet şekillendirmek gayretlerine hız vermişlerdir. 1950’ye kadarki Cumhuriyet tarihinde bütün halkçılık söylemlerine karşılık yönetimde halk yoktur.

Yöneten-yönetilen ilişkilerinin bu denli  bozulması iki ayrı yapının ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu merkez; diğer tarafta sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez. Bu merkezler, hiçbir zaman örtüşmedi. Örtüşme olmadığı için de gerçek anlamda bir huzur ülkeye hakim olamadı.

İnönü döneminin baskı mekanizmasına karşı oluşan muhalefet ve dünyadaki konjonktürün değişmesi sistem merkezinin ikiye ayrılmasına ve gücünün zayıflamasına neden olmuş olmasına karşılık, sivil ve asker bürokrasi ile aydınların İnönücü merkezde yer almaları sistem merkezinin etkinliğinin devamını sağlamıştır.

Cumhuriyet tarihi boyunca vukubulan tüm olayların sonucunda çıkarılan yasalarla asker, sistemin ağırlık merkezine gelip oturmuştur. 28 Şubat’a kadar “tavsiye” niteliği taşıyan MGK kararlarının, 28 Şubat’tan sonra “emir” niteliğini kazanması bunun en canlı kanıtlarından biridir. “Uçurumun kenarına gelmiş ülkeyi kurtarmak” mı, yoksa uçurumun kenarına gelen sistemi kurtarmak mı? Bu sorgulanmadan, yapılan darbelerin nihayette bedelini hep halk ödemiştir. Halkın reyleri ile seçilip gelen partileri, yargılama ve kapatma ile tehdit; hatta kapatma ve mahkum etme, halkın rey verdiği partileri gayr-ı meşru ilan ederek darbe yapma, sivil iktidarları rencide edecek tarzda askerlerin beyanat vermesi, ağırlık merkezinde kimin olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

1950’ye kadar sistemin ağırlık merkezi ülke yönetiminde tek hakimdi. Halkın ağırlık merkezinin yönetimde herhangi bir etkisi yoktu. Dünya konjonktürünün gerektirdiği çok partili sistemle birlikte halkın ağırlık merkezinin etkinliği ve parlamentoda halk merkezli hareketlerin etkisi artmaya başladı. Her ne kadar DP hareketi sistemin temel felsefesini esas almış olsa da, CHP’ye karşı verilen mücadele halkın değerlerine saygıyı ön plana çıkarıyordu. CHP sistemin ağırlık merkezindeydi. DP ise ne sistemin ne de halkın ağırlık merkezinde bulunuyordu. Bu sistemin ağırlık merkezinin zayflamasına ve parlamentoda bu iki ağırlık merkezinin çekişmesine sebebiyet vermiştir.Sistemin ağırlık merkezinde bulunan CHP lideri İnönü’nün, DP’lilere “Cahil halk çoğunluğunun temsilcileri” demesi, bu çatışmanın ve sistemin ağırlık merkezinin halka bakışının bir göstergesiydi. 1960 İhtilali’ne CHP’nin  destek vermesi veya bizzat içinde olması aynı mantığın bir sonucuydu.

1960 İhtilali sonrasında halkın iradesinin, sistemin iradesi istikametinde tezahür etmemesi sonucunda oluşacak parlamentoyu etki altına almak, hatta işlemez duruma getirebilmek için bir yığın yasal düzenlemeler yapılmıştır.Bu düzenlemeler, her 10 yılda bir yapılan ihtilaller ile yoğunlaşmış, yönetim parlamento dışı merkezlere kaymıştır. AP, ANAP, DYP, RP dönemlerinde bu düzenlemelerin çok açık etkileri görülmüştür. 28 Şubat postmodern darbesinden sonra parlamento şeklen var, fiilen yoktur.

AP döneminde milliyetçi muhafazakarlara karşı yürütülen kıyım hareketleri, halkın değerlerine daha çok sahip çıkan MHP ve MSP gibi partilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.Halkın ağırlık merkezi, parlamento dışında ve dağınık merkezli olmasına karşılık; parlamentoda kendilerini daha iyi temsil edebilecek yeni organizasyonlara sahip olmuştur. Sistemin merkezinde bulunan CHP’nin  1950’ye kadar yaptığı zulümden korkan kitleler, AP’yi bir güvenlik kuşağı olarak görmüşlerdir. Bu açıdan parlamento dışı olan halkın ağırlık merkezi parlamentoda farklı ağırlık merkezleri oluşturarak temsili yeğlemiştir.

Sistemin ağırlık merkezini zayıflattıkları için DP, AP, ANAP ve DYP yöneticilerine karşı yürütülen kampanya, 1994 seçimleri sonrasında RP için, 1999 seçimleri sonrasında ise FP ve MHP için yapılmıştır. Parlamentoya 1995 seçimleri sonrasında birinci parti olarak gelen RP’nin ve 1999 seçimleri sonrasında 2. parti olarak gelen MHP’nin meşruiyetinin, illegalliklerinin tartışılması, halkın değerlerine çok daha iyi sahip çıkan bu iki partinin, sistemin ağırlık merkezini ciddi bir şekilde zayıflatacaklarından duyulan korkunun eseridir.

Halkın ağırlık merkezi, 1950 öncesi koşullara nazaran kendini daha iyi temsil edecek örgütleri, bürokratları, aydın ve bilim adamlarını oluşturmuştur. Artık etkin olan tek bir ağırlık merkezi, sistem, yoktur. Halk hayatın her aşamasında hakkını istemektedir. Her ne kadar halkın iradesi tek bir ağırlık merkezi olarak görünürde temsil edilmiyorsa da, etkisini farklı merkezlere  kaydırmış olsa da, tıpkı bir güneş sistemindeki güneş gibi tüm gezegenleri kontrolü altında bulundurmaktadır.

İşte 18 Nisan seçimleri, ağırlık merkezi boyutu itibari ile önemli ve ilginç mesajlar vermektedir. Birbirinden farklılıkları olmakla birlikte sistem ağırlık merkezinin çekim alanında bulunan ve 16 yıl boyunca (1983-1999) DYP, ANAP ve CHP’den biri veya bir kaçının iktidarda olduğu dönemi göz önüne aldığımızda DYP+ANAP+CHP’nin oyları, 1971 %70, 1995 %50 ve 1999 %35 olacak tarzda süratle düşmüştür. Buna karşılık MHP+RP(FP)’nin oyları, 1991 %16.9, 1995 %29.6, 1999 % 33.2 gibi bir değere ulaşmıştır. Bu dönemde DSP’nin muhalefette olması, tarikatlarla ilişkilerini artırmaya çalışması, söylemlerinde milli motifleri öne çekmesi, klasik CHP zihniyetinden koptuğunun mesajını vermesi ile reylerinde artış olmuştur. Bunu halkın ağırlık merkezinin belirleyiciliğinin bir ölçütü olarak değerlendirebiliriz.

MHP ve FP hemen hemen aynı tabana hitap etmektedir. Yönetimleri açısından birinde İslami, diğerinde ise milli duyguların daha öncelikli olduğu ifade edilebilirsede, taban için keskin bir ayırım yoktur. Oylar, partilerin performansına bağlı olarak bu iki parti arasında gidip gelmektedir. Bunlardan diğer partilere gidiş yoktur; fakat  diğerlerinden bu iki partiye geliş vardır. Bu konuda ilginç bir örnek olarak Yozgat gözönüne alınabilir:


MSP (RP-FP) %     MHP %     Toplam

1977    13                22.9          35.9

1995    36                13.9          49.9

1999    21.1             38.6          59.7

 

Aralarında oy kayması olmasına karşılık her ikisinin toplam oyu gittikçe artmıştır. Bu oy ise diğer partilerden gelmektedir. Bunu değişik bölgelerde gözlemlemek mümkündür.

Bu partilerden CHP, sistemin dayandığı 6 ok düşüncesini açıkça savunmuş, DYP ve ANAP ise seçim meydanlarında dini ve milli söylemi öne çekerek halktan oy istemiş, gerçek düşüncelerini hep gizlemişlerdir. Bu konuda diğer bir örnek DSP olup hiç bir zaman gerçek düşüncesini açıklamamıştır. Eski klasik sistem merkezli CHP’den çok daha farklı bir politika izlemektedir. Halk büyük bir medya baskısı altında manipüle edilmekte, oyları şekillendirilmek istenmektedir. Ayrıca şiddet ve tehdit tırmandırılmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara karşın dini  ve milli kimliği öne çıkarmış olan MHP+RP (FP)’nin oy oranlarının yükselmesi, sistemin merkezini rahatsız etmektedir.

Bu arada Kürt milliyetçiliğine dayalı sistem karşıtı ayrı bir ağırlık merkezinin oluştuğuna da dikkat etmek gerekir. HADEP’in  bütün olumsuz koşullara ve kapatılma istemine karşılık oylarını, %4.2’den %4.8’e, muhafaza etmesi ve 39 belediye başkanlığını kazanması önemli bir olaydır.

Ayrıca HADEP’in Diyarbakır’da %45.5, Batman’da %43.5, Hakkari’de %46.1, Şırnak’ta %24, Van’da %35.7, Iğdır’da %29.8, Mardin’de %25.3, Muş’ta %32, Siirt’te %22.3 gibi yüksek oranda oy alması anlamlı ve düşündürücüdür. Kürt milliyetçiliğinin bir halk tabanı bulduğunu göstermektedir. Bu gerçekleri iyi okumalı ve tefsir etmeliyiz. Bu kadar dağınık ağırlık merkezinin olması üzücüdür.

MHP, FP ve HADEP, sistemin temel düşüncesine karşıt partilerdir. Bunların tabanları daha homojen ve ne istediğini bilir durumdadır. Bu düzeyde tabanı nisbeten homojen olan diğer bir parti ise CHP’dir. DYP, ANAP ve DSP’nin  tabanı oldukça heterojendir. Olaya sistem felsefesi açısından yaklaşanlar, oldukça azınlıktır. MHP ve FP akıllı ve iyi politikalar üretip temiz kaldıkları sürece güçlerini artıracaklar ve bugüne kadar olduğu gibi sistem felsefesini temsil eden partilerin halk tabanını kazanacaklardır.

Bu durumda, sistemin ağırlık merkezi, fikri bir cazibesi olmayan ve fakat fiziki güce dayanan bir merkez haline gelecektir.Bu aşamada sistem ağırlık merkezinin MHP’yi  yanına alarak fikri bir cazibe kazanmak isteyeceğine dikkat edilmelidir. “MHP değişti” kampanyası, MHP’yi milletin merkezinden, sistemin merkezine çekme gayretinin ilk işaretidir.

Diğer taraftan 18 Nisan’dan önce sistemin güç odaklarının MHP lehine bir tavır alması, bütün medya kanallarının MHP’ye açılması ve Aydın Doğan’ın koalisyona MHP’yi katma çalışmaları hep bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ayrıca Demirel, Ecevit ve medyanın koalisyona katılması için MHP’yi yoğun baskı altında tutmaları özellikle FP ile irtibatını kesecek senaryolar üretilmesi, MHP’nin sistem merkezine çekilip kontrol edilme amacına dönüktür.

ÜÇE BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE

Okay Gönensin,  18 Nisan gecesi bir TV kanalında yaptığı yorumda; “Türkiye üçe bölündü. Doğu ve Güneydoğu’da milliyetçi Kürt, Orta’da radikal sağ, Batı’da laik güçler seçimi kazandı. İşte bu vahim bir durum” demekle Türkiye’nin dikkatini bir tehlikeye çekmek istemiştir. Böyle bir sonucu ise yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız bir alt yapı doğurmuştur. Oluşturulması düşünülen sanal halk için inşa edilen bir sistem, yaşayan halkı “halka rağmen halk için” diyerek baskı altına almış ve kamplaştırmıştır.

Seçim sonuçlarına ilişkin coğrafi harita incelendiğinde DSP batıda, HADEP Doğu ve Güneydoğu’da,  MHP Orta, Kuzey ve Kuzey Doğu Anadolu’da, FP Kuzey, Orta, Doğu Anadolu ile Marmara bölgesinde bulunmaktadır. Trakya hariç Türkiye’nin her tarafında en yaygın parti FP gözükmektedir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda etkin olan partiler batısında yoklar, batıda etkin olanlar ise doğuda yoklar. Bu Türkiye’de  toplumsal mutabakat sorununu gündeme getirmektedir. Farklılaşmanın, kamplaşmanın gittikçe kalın çizgilerle belirginleşmekte olduğu anlamına gelmektedir.

Etnik temelli bir kutuplaşma, Türkiye’nin önünde en ciddi sorundur. Etnik tabanlı bir milliyetçilik duygusunun yaygınlaşması, çatışmayı kaçınılmaz kılar. Uluslararası arenada böyle bir oluşumu bekleyenler, hatta olması için katalizör görevi üstlenenler az değildir.

1995 seçimlerinde HADEP oylarının RP’ye; keza 1999 seçimlerinde HADEP’in oylarının yerel seçimlere iştirak etmediği bölgelerde genelde FP’ye gitmesi; Kürtlerin İslam’ı, bir üst kimlik olarak görmesindendir. Bu ayrı bir araştırma konusudur. Her iki seçim sonuçları incelendiğinde Kürt milliyetçilerinin İslam’a, üst, birleştirici bir kimlik olarak baktıkları kolayca anlaşılabilir. Bu, ülke için bir avantajdır. Önemli bir çıkış noktasıdır da. Yoksa bunu, İslamcılarla PKK’lıların bir ittifakı gibi görmek, öyle lanse etmek, propagandasını yapmak veya bunu bir baskı aracı olarak kullanmak gerçekleri göremeyecek kadar bağnazlık hastalığına yakalanmış olmayı gerektirir. Ülkenin önünde bu düşünce bir handikap, sırtında da bir kamburdur. Bu şabloncu ve slogancı anlayıştan Türkiye’yi kurtarmak en acil ve öncelikli görev olarak önümüzde durmaktadır.

Türk-Kürt kutuplaşmasını siyasi ranta çevirmek isteyenler, bunda kısa vadede başarılı olabilirler. Ancak uzun vadede ülkeye çok büyük zarar vereceklerdir.Her tabut psikolojik olarak bölünmüşlüğü beraberinde getirecektir. Asıl tehlike de budur. Seçimlere 7 ay kala Apo üzerinden yapılan siyaset, bir bilinç kirlenmesine neden olmuştur. Belki bazı partilerin oy oranı böylelikle artmıştır. Kan üzerinden siyaset  yapılmamalıdır. Bugün DSP ve MHP ülkenin en sancılı bölgesinde mevcut değildir. Bu yöre insanlarının, kendilerini temsil ettiğine inandıkları partileri de parlamentoda yoktur. Bu olgu, bir mayın tarlasını andırmaktadır. Ne zaman patlayacağını kestirmek zordur.

Sahil şeridinde olanlar içerlerde yok, içerde olanlar ise sahillerde yoktur. Ayrıca büyük kent merkezleri ile çevrenin siyasi tercihleri de farklıdır. Çevre genelde kırsal kesimden göç eden (iç göçmen) insanlardan oluşmaktadır.Bu insanlar kısa vadede ne kentli, ne de köylüdür. Farklı değer sistemlerinin etki anaforunda huzursuzdurlar ve toplumsal bir şizofreni ile karşı karşıyadırlar. Genelde de yoksuldurlar. Çevrede FP, MHP ve DSP etkin olmuş, buna karşılık merkezlerde ANAP, CHP ve DYP etkin olmuştur. Bu seçimlerin ilginç bir boyutu da bir ölçüde de DSP, MHP ve FP’nin yoksul kesimlerin, ANAP, DYP ve CHP’nin biraz daha varlıklı kesimlerin partisi olarak tezahür etmiş olmalarıdır. Bu seçimlerde yoksulların partileri kazanmıştır. Bu da bu seçime has bir özelliktir.

Dış göçmenler eskiden AP, ANAP, DYP çizgisinde iken bu seçimde DSP’yi tercih ettikleri büyük bir ihtimal olarak görülmektedir. Yerleşik, iç ve dış göçmen insan unsurları arasındaki çekişme ve tezatlar 1995 ve 1999 seçimlerinde etkisini daha çok hissettirmiştir.

Gelir seviyesi düşük ve işsizlik oranı yüksek olan bölgelerde son 4 yılda koalisyonlarda büyük ortak olarak yer alanlar oy kaybına uğradılar. Halk ekonomik durumun kötülüğünden iktidarları sorumlu tutarak muhalefet veya parlamento dışı partilere yöneldi. Özelleştirme sonucu işsizlik oranı artan  illerde halk genelde MHP’ye  yönelirken; ekonomik durumu iyi olan illerde mevcut statükoyu koruyacağı düşüncesi ile DSP’ye yönelmiş olabilir. Ekonomik nedenlerle göç edenler gittikleri yerlerdeki oy dağılımını ciddi bir şekilde etkilemişlerdir. Dahası Doğu ve Güneydoğu’dan göç edenler, gittikleri bölgelerde yerleşik olanların MHP’ye yönelmesine neden olmuşlardır.

18 Nisan seçimlerinin dikkat çeken diğer bir özelliği MHP’nin Ülkü Ocakları aracılığıyla işsiz gençliği örgütlemesi ve onların ümidi haline gelmiş olmasıdır. Bütün  bu gençler şimdi MHP’den iş talep etmektedirler.

OTORİTE ÖZLEMİ

28 Şubat sürecinin mağdurları olan Anadolu kaplanları/arslanları denen esnaf, sanatkar ve işadamları, 28 Şubat sürecinde RP’nin kendilerini yeterince savunmadığı inancı ile “masaya yumruğu vurabileceği” ümit edilen MHP’ye destek verdiler. Anadolu kaplanlarının yoğun ve etkin olduğu yerlerde MHP’de ciddi oy patlaması olmuştur. İstanbul dükalığına karşı duyulan kin ve hınçla MHP bu kesimlerin ümidi haline gelmiştir.

Yoksul ve işsizlerin veya 28 Şubat sürecinde mağdur olan esnaf, sanatkar, iş adamları ve ticaret erbabının RP’den MHP’ye  kaymasındaki sebebin iyi analiz edilmesi gerekir. Yoksul ve işsizlerin sorunları ile fazla ilgilenmediğinden RP’ye küskünler, RP’lileri bu anlamda beceriksiz olarak görmektedirler. İş adamları ise 28 Şubat sürecinde kendilerine uygulanan ekonomik ambargoda kendilerine sahip çıkmadıkları ve yeterince tepki ve direnç göstermedikleri düşüncesindeler. RP yönetiminin “dik durup” otoriter bir tavır sergileyememesi medyanın da bu özlemi tahrik etmesi, halkta otoriter yönetim hasretinin daha da kamçılanmasına sebebiyet vermiştir. Seçime 7 ay kala başlatılan bombalama, yakma ve yıkma eylemleri, ekonomisi turizme dayalı bölgelerdeki ticari aktiviteyi  öldürmüştür. Bu bölgeler, teröre son verecek, devlete ciddiyet kazandıracak bir yönetimi, refleks olarak arzu eder olmuşlardır.

Toplumun değişik kesimlerinde farklı nedenlere dayanan otoriter yönetim özlemi; medyanın DSP ve MHP’yi bu bağlamda lanse etmiş olması ile bu partiler, seçime girerken daha avantajlı duruma gelmişlerdir.

Denebilir ki 18 Nisan seçimleri bugüne kadar yapılmış seçimler içerisinde “yok mudur masaya yumruk vuracak kimse?” arayışının en zirvede olduğu bir seçimdir.Toplumun otoriteye böyle hasret olduğu bir ortamda MHP’nin şansının yüksek olması çok doğaldır. MHP’nin örgütsel yapısı ve devlet anlayışı, böyle bir özleme cevap vermek durumundadır.

MHP’NİN ÖNÜNDEKİ TUZAK: SİSTEMİN AĞIRLIK MERKEZİNE ÇEKİLME

Toplumun bu seçimde verdiği önemli sinyallerden biri de, kavgayı, yolsuzluğu istememesinin yanı sıra; dürüstlük, ciddiyet, sözünün eri olma, sadakat ve onurlu bir davranış istediğidir.

Medya’nın yürüttüğü kampanyada Ecevit, dürüstlüğü, ciddiliği ve mütevaziliği; MHP ise ciddiyeti, kararlılığı ve sözünün eri olmayı temsil ediyordu. Cumhuriyet gazetesi dahil tüm medyanın Ecevit’i bayrak edinmeleri normaldi. Ancak MHP’yi bu şekilde öne çekmeleri normal değildi. Özellikle seçimden sonra MHP’lilerin beyanlarına rağmen başlatılan “MHP değişti” kampanyası hiç ama hiç normal değildi. Tam bu esnada MHP’nin legal ve illegalliği, mazisinin tartışmaya açılması ve Demirel’in “uymayanlar uydurulurlar” diyerek tartışmaya bir de tehdit boyutunu katması tesadüf değildir.

Bu kampanya başörtü krizinde ilk meyvesini vermiş ve MHP’lilerin Anadolu sathında başörtüsü sorununu çözme vaadlerinden vazgeçmesine neden olmuştur. MHP kendi başörtülü milletvekilinin başını açtırmakla ve meclisteki yemin töreninde başörtülü milletvekiline sahip çıkmamakla, olay sonrasında verdiği olumsuz mesajlarla sözünün eri olduğuna ilişkin güvenin  sarsılmasına neden olmuştur. Oysa kendileri “masaya yumruk vuracak insanlar” olarak kabul edilip desteklenmiştir. Bu aşamada, tutum, tavır ve beyanatlarını “siyasî tecrübesizliğe” bağlayıp zaman kazanmaya ihtiyaçları olduğu düşüncesi ile mazur görülebilirler. Ancak Rahşan Ecevit’in beyanları konusundaki tavırları hiç de tutarlı değildir.

 Rahşan Ecevit’in, şüphesiz Bülent Ecevit’in isteğiyle yaptığı çıkış, MHP’nin mazisinin cinayet ve katliamlarla lekeli olduğu iddiası ve kendilerini dolaylı olarak “katiller” olarak nitelemesi, medyanın “MHP değişti” kampanyası ile birlikte düşünüldüğünde sistemin MHP üzerine ciddi hesaplar yaptığı anlamına gelmektedir.

Eski Marksist cuntacılardan Hasan Cemal’in “MHP sürekli balans ayarı ister” ve İlhan Selçuk’un “MHP irtica ile işbirliği dönemini kapayıp topluma güven vermeli” tarzında fikir  serdetmelerini Rahşan Ecevit’in beyanları ile birlikte değerlendirmek gerekir. Dahası 28 Şubat’ın ateşli savunucularından emekli general Kemal Yavuz’un “MHP’nin iki bayrağı var; birisi kırmızı, diğeri yeşil. MHP’nin durumu hangi bayrağı yükselteceğine bağlıdır. MHP yeşil bayrağı bırakmalıdır.” demesini aynı bağlamda değerlendirmek gerekir. Keza Bülent Ecevit’in “ben MHP’ye güveniyorum”, “her görüşmeden sonra güvenim daha da artıyor” tarzındaki hiçbir nezaket kuralına uymayan açıklamaları genel bir stratejinin ürünüdür. Bütün  bu uğraşlar, MHP’yi sistem merkezine çekerek “ehlileştirme” yani sisteme payanda yapma operasyonudur. Her geçen gün zayıflayan, etkisini kaybeden sistemin ağırlık merkezi, MHP’nin sistem merkezine çekilmesi ile sun’i teneffüs yapmak istemektedir. Diğer taraftan halkın değerlerine bağlı, halkın ağırlık merkezinin de böylelikle zayıflatılacağı düşünülmektedir. Bütün politikalar, öncelikle FP ile MHP arasında bütün köprülerin atılmasına, sonra da sistem merkezine çekilen MHP’nin iğdiş edilerek, “ehlileştirilerek” fikrinden ve tabanından koparılmasına dönüktür.

Bu açıdan baktığımızda Rahşan Ecevit’in özür dilemesi isteklerinden vazgeçmeleri ve hükümetin oluşumundaki teslimiyet halleri, seçim meydanlarındaki vaatlerinden hükümet protokolünü imzalayarak vazgeçmeleri, halkın reyleri ile ulaştıkları 2. Parti olma hüviyetlerinden vazgeçer tutumları, DSP ile ANAP’ın patronajını kabul etmeleri, seçime 7 ay kala Türkiye’de perdenin öbür tarafında neler oldu sorusunun zihinlere takılmasına neden olmaktadır.

28 Şubat sürecinde darbe tehdidi ile RP’ye kabul ettirilmeye çalışılan 28 Şubat kararları; bu dönemde Demirel-Ecevit-Yılmaz ve medya dörtgeninde MHP’ye dikte ettirilmeye çalışılıyor. Her geçen gün bu baskı daha da artacaktır. MHP, hiç istemediği ve ummadığı bir noktada ve atmosferde kendini bulabilir. MHP için asıl tehlike budur. Fikrinden ve tabanından kopan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Daha çok rey alma arzusu ile ilkelerinden taviz verenler, bırakınız muktedir olmayı, kendi varlıklarını bile koruyamamışlardır. 33 yıllık sabırlı bekleyiş ve çile yanlış duygularla heba edilmemelidir.

Halkın ağırlık merkezinde yer alan herkese, her kuruluşa önemli görevler düşmektedir. Bu dönemde FP yöneticileri hiç bir duygusallığa kapılmadan birleştirici, toparlayıcı bir üslup kullanmalıdır. MHP tabanı ve yöneticilerini rencide etmekten kaçınmalıdır. MHP’yi “Bermuda Şeytan Üçgeni”nden kurtararak halkın ağırlık merkezine çekmeye gayret sarfetmelidir. Gerek İslami hassasiyetleri öne çıkmış, gerekse milliyetçi hassasiyetleri öne çıkmış medya, kişi, sivil toplum kuruluşları ve aydınlarımız basiretli, hikmetli, öğüt dolu bir tebliğ ve muhalefet sergilemelidirler. Hiçbir kişi ve kurumu, sistem ağırlık merkezine itmeye ne hakkımız ne de tahammülümüz vardır.

MHP’nin karşı karşıya kaldığı veya kalacağı tehlikeler için -arada birebir tekabüliyet olmasa da-  MHP yöneticilerini asırlar önce milletini uyaran Bilge Kağan’ın uyarısı ile ikaz etmek istiyoruz:1

Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düzenlermiş... Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok Türk milleti öldün; Türk milleti öleceksin! Orada kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir deyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntı yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyyen il tutarak oturacaksın.

MHP yöneticileri unutmasınlar ki:

“İl gider, Töre kalır”.

Töre’yi bozanlarsa yok olur. 

Kaynaklar

1- Ergin, M., Orhun Abideleri, MEB yayınları, İstanbul, 1997., s. 2.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...