1 Temmuz 2025 Salı

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-8: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN BİR HASTALIK: HEVANIN İLAHLAŞTIRILMASI-1

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Temmuz 2025-371. Sayı

 

“Bir, vahye dayalı düzen vardır, bir de heva. Üçüncüsü yok…”

                                                                                            Şâtıbi

 

Şer İttifakı’nın tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek, “tek dünya devleti, tek dünya hükûmeti, tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, 2 milyarı aşkın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşmesi ve bütünleşmesi olgusudur. Siyonist İsrail’in ve 21’inci asrın Firavun’u Trump’ın İran’a karşı başlattığı savaşa bu açıdan bakılmalı ve tüm İslâm dünyası yaşananlardan ders çıkarmalıdır. Bu sebeple İslâm dünyasının yekvücut olarak Şer İttifakı’na karşı uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası hazırlaması İslâmî ve tarihî bir zorunluluktur.

Kur’ân-ı Kerim’de kıyamete kadar vuku bulacak durumlarla ilgili bize özel birer mesaj verilmekte ve de yol gösterilmektedir. Geçmişte sırât-ı müstakîmden ayrılanların başına gelenler, mazide kalan, tekrarlanmayacak basit birer kıssa şeklinde görülmemelidir. Bu kıssalar, İblis’in yolundan gidenlerin kıyamete kadar uygulayacakları strateji ve taktiklerin göstergesi ve ifşası olarak ele alınıp değerlendirilmelidir.

Geçen yazıda, ümmetin birlik ve bütünlüğünü engelleyen ana unsurlar/temel unsurlardan ölümün ve Allah’ın unutulur gibi olması, günlük hayatta bir etkisinin olduğunun düşünülmemesi olgusu üzerinde durulmuştu. Bu yazıda ise insan bünyesindeki kötülük merkezi/şeytanın karargâhı hevanın ilahlaştırılması ele alınacaktır.

İnsan Yapısında Birbiriyle Savaşan İki Zıt Merkez

Ümmetin içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat Müslümanın psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde hastalığın bulunup bulunmaması, daha da önemlisi bir davasının şuuruna sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Bunun için öncelikle insanın yapısı ilkeler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Allah insanın yaratılışını ve onun bünyesine yerleştirdiği iki ana zıt yapıyı, Kur’ân’da temel özellikleri itibarıyla insanlara sunmaktadır. Kur’ân’ın ifadesine göre bu iki zıt yapının biri fıtrat, diğeri de heva merkezidir. Fıtrat müspet, heva da menfi özeliklerin karar merkezidir. Fıtrat insanı hep iyiye, güzele, doğruya yönlendirir, heva ise hep kötülüğe, çirkinliğe ve yanlışlığa yönlendirir: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.” (95/Tîn 4-5). “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (91/Şems 7-10).

Öncelikle iman edenlerin unutmaması gereken ana gerçek, insanda birbiriyle sürekli savaşan ve çatışan bu iki zıt merkezin varlığıdır. Bu noktada Hz. Peygamber (s.)’in dikkat çektiği çok ciddi bir tehlike, bu iki merkezin (heva, fıtrat) insanda var olan kalp ve nefs denilen merkezler üzerinde etkili olmak için sürekli girişimde bulunmalarıdır. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi ve gereğinin yapılabilmesi için konu ile ilgili aşağıda verilen bazı hadislerin analiz edilmesinde fayda vardır: Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur.  Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünya durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp ne iyiyi iyi bilir ne de kötüyü kötü.  O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.”[1] 

“Şeytan da melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah Teâlâ’ya hamd etsin. Kim de içinde şer ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” Resûlüllah (s.) bu sözlerine şu mealdeki ayeti ekledi: “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.” (2/Bakara 268).[2]

 “Resûlüllah (s.a.v.) eşlerinden biriyle beraberdi. Yanından bir adam geçti. Aleyhissalâtu vesselam adamı çağırarak: ‘Bu benim zevcemdir!’ dedi. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem!’ deyince, aleyhissalâtu vesselam: ‘Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!’ buyurdular.”[3]  Resûlüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şeytan insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder.”[4]

 Safiyye (radıyallâhu anhâ) “Hz. Peygamber (s.a.v.) itikâfta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Resûlüllah (s.a.v.): ‘Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey’in kızı Safiyye’dir.’ Onlar: ‘Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah’ın Resûlü?’ Hz. Peygamber (s.a.v.): ‘Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’ buyurdu.”[5]  Resülüllah(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Rabbim, bugün bana öğrettiği şeylerden bilmediklerinizi size öğretmemi emretti. (Ve buyurdu ki): ‘Benim bir kula verdiğim her mal helaldir.  Ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip (fıtri) dinlerinden alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını emrettiler.’”[6]     

Yukarıda verilen hadislerde konumuzla ilgili bazı ana mesajları şöyle özetleyebiliriz: Allah bütün kullarını hanif olarak yarattı. Şeytan ve melek insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şer ve inkâra çağıran fısıltı şeytandandır. Şeytan kalplere kötülük atmaya çalışır. Onun işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmak, Allah’a şirk koşmalarını sağlamak, Allah’ın insanlara helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal kılmak. Şeytan fakirlikle korkutur, cimriliği emreder. Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Hakka, hayra, iyiliğe çağıran ses, Allah’tandır. Bu iki farklı çağrı, etkilerine bağlı olarak iki ayrı kalbin ortaya çıkmasını sağlar. Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Fitnenin nüfuz ettiği kalpte siyah bir leke meydana gelir. Bu kalp alaca siyah/tepetaklak duran testi gibidir. Bu kalp iyiyi iyi, kötüyü de kötü bilemez; hevaya teslim olur. Fitneyi reddeden kalpte beyaz bir benek meydana gelir. Bu kalp cilalı taş gibi bembeyazdır. Bu kalbe hiçbir fitne zarar veremez.

Allah, Hz. Âdem’i yarattığında Allah’a ibadet eden melekler ve cinler vardı. Bu iki topluluk yapı bakımından farklı, davranış açısından aynı olup hepsi melekler statüsünde idi. Ancak Allah’ın melekler topluluğuna Âdem’e secde etmesini istemesinin ardından cinler topluluğundan İblis, Allah’ın emrine başkaldırarak secde etmemiştir (2/34; 7/12-18; 15/29-34; 18/50; 20/116; 38/72-77). Allah tarafından kovulan, lanetlenen İblis, yaratandan kıyamete kadar yaşama izni istemiş ve Allah bu izni kendisine vermiştir (7/14, 15; 15/36-38; 17/62; 38/79-81). İblis bu izni alır almaz insanoğluna çok açık bir şekilde savaş ilan etmiştir (7/ A’râf 16, 17; 15/Hicr 39-41; 17/İsrâ 62; 38/Sâd 82-84). Allah, İblis’in bu savaş ilanının ana stratejisini, kapsam alanını, mücadele şekil ve vasıtalarını Kur’ân’ın değişik ayetlerinde açıklayarak insanları uyarmış ve onlara yol göstermiştir (17/İsrâ 63-64).

Ayetlere baktığımızda, İblis’in insanoğluna sınırsız ve topyekûn bir savaş ilan ettiği görülmektedir. Bunu bugünkü terminolojide hibrit savaş diye isimlendirebilir ve bu savaşın siyasi, psikolojik, sosyolojik, askerî ve değer boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıdaki hadislerde, İblis’in değer eksenli psikolojik bir savaşı merkeze alıp insanoğlunu Allah’ın yolundan saptırmak için insanın kalbine ve nefsine ara vermeden olumsuz bir şekilde etki etmeye çalıştığı, “kanın damarlarda dolaştığı” gibi insan bünyesinde hareket ettiği görülmektedir. İnsanda bütün bilgi akışının ve davranışın belirleyicisi beyin olup vücudun tüm organları ile sinir sistemi üzerinden iletişimi, bağlantısı mevcuttur. Öyleyse İblis’in yukarıdaki yemini ve kalbe/nefse fısıldamasını göz önüne alarak şeytanın insan bünyesindeki ana karargâhının neresi olabileceğini ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Bunun için hevanın semantik alanını ve bunun etkileşim ağını incelememiz gerekmektedir.

Heva Kavramının Semantik Alanı

Heva kavramı Kur’ân ve sünnette, Allah, peygamber/elçi, İblis, şeytan, ahiret, dünya, ölüm, cennet, cehennem, ödül ve ceza, insan, zan, şehvet, fitne, fesad, bağy ve heves gibi pek çok kavramla etkileşim içerisindedir. Bunun oluşturduğu bir kavramsal alan söz konusudur. Bu alan, heva kelimesinin ıstılahi manasını oluşturmakta dahası şekillendirmektedir. Bu şekillendirme ayetlerin anlaşılmasında ve de anlamlandırılmasında önemlidir. Bunlardan zan, şehvet, fitne, fesad ve heves kavramlarını öncelikle ele alacağız. Çok önemli bir olgu olan bağy bir başka çalışmanın konusu olacaktır.

Zan

Zan kelimesinin sözlük anlamı, “1- Sanma, farz ve tahmin etme, sezme, ihtimale göre hükmetme, kesin olmayan bilgi, 2- Şüphe, tereddüt, şek.” şeklinde belirtilmektedir.[7] İzmirli İsmail Hakkı zan kavramının anlamlarını doğru olma ihtimali üzerinden yüzde olarak tasnif etmiştir. “1- Yüzde 1 ihtimali olan şeye vehim, 2- Yüzde 50 olan şeye şüphe, 3- Yüzde 50’den sonraki ihtimale zan, 4- Yüzde 90 ihtimali olan şeye zann-ı galib/sahih, 5- Yüzde100 olan şeye hakk-kesin bilgi.”[8]  demiştir. Râğıb el-İsfehânî ise zan kavramını, değişik edatlarla birlikte kullanımını göz önüne alarak açıklamaktadır: “Zannün, ‘bir emareden hareketle ulaşılan (bilginin), düşüncenin, tahminin, sanının ya da varsayımın adıdır.’ Bu emare güçlü olduğunda, bir bilgiye götürür, çok zayıf olduğunda ise(zan)/vehmün sınırını aşmaz. Zan güçlü olduğunda ya da güçlü olduğu düşünüldüğünde beraberinde ‘enne’ edatı ya da bu edatın tahfifli hâli olan ‘eni’ edatı kullanılır. Zayıf olduğunda ise onunla beraber, sadece herhangi bir mevcudiyeti olmayan söz ve fiillere mahsus olan ‘en’ kullanılır.”[9]  Mukâtil b. Süleyman’a göre ez-zann kelimesi, Kur’ân’da 3 farklı şekilde tefsir edilmektedir: 1. Yaqîn (kesin itikat-kesin bilgi) manasında (38/Sâd 24; 69/Hâkka 20; 2/Bakara, 46, 249). 2. Şekk/şüphe manasında (45/Câsiye 32). 3. Töhmet manasında (81/Tekvîr 24; 33/Ahzâb 10).[10]

Yukarıdaki tanım ve tasnifleri göz önüne aldığımızda zan, açık olmayan ve hakkında nas bulunmayan bir meselenin, doğru ya da yanlış, müspet veya menfi olduğunu tahmin ederek kendi nefsine göre bir görüşe varıp, hüküm vermesi, bir yargıda bulunması, onu kendisi için doğru ya da yanlış kabul etmesidir. Eldeki verileri değerlendirerek sonuca varmada, hüsnü zan ve suizan olmak üzere iki farklı tavır ortaya çıkmaktadır.

Hüsnü zan, iyi niyetle meseleyi ele alıp düşünerek, gerçekçi analiz yaparak sonuca ulaşma hâli iken, suizan bunun tam tersi bir tutumla olumsuz bir tavır sergilemedir. Hüsnü zan, muhataplar arasında iyiliğe, güzelliğe yol açarak toplumu fitne ve fesaddan korurken, suizan bunun tam tersine sebebiyet vererek düşman kamplar inşa eder, güven ve dayanışmayı yıkar. İslâm âlimleri zannı, taşıdığı değer itibarıyla sınıflandırmışlardır.[11]

Toplumda vuku bulan kötü olaylar, insanların birbirleri hakkında beslediği zannın hakikatinin araştırılmadan kullanılması sonucu, gerçek dışı ve peşin hükümlü hareket edilmesinden meydana gelmektedir. İblis ve onun yolundan gidenlerin ana amacı, insanları Allah’ın yolundan saptırmak için suizan üzerine bir düşünce sistemi inşa edip günlük hayatta etkin olması için çalışmaktır. Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken en önemli örneklerden biri İfk hadisesidir. Hz. Peygamber (s.) hayattayken, Medine’de ilk sahabe neslinin ve İslâm devletinin var olduğu bir dönemde münafıklar, Hz. Ayşe (r.a.)’ya zina iftirasında bulunup büyük bir psikolojik savaş başlatmışlardır. Bu harbi münafıklar başlatmasına karşılık alıp yaygınlaştıranlar Müslümanlar olmuşlardır. İnşa edilen psikolojik ortamda çözüm araması gereken, hüsnü zan ile hareket etmesi gereken Evs ve Hazreç kabileleri bunu yapmayıp birbiri ile savaşma noktasına gelmişlerdir (24/Nûr 10-19).

Allah Kur’ân’da zan konusunda iman edenleri özellikle uyarmaktadır. Yeryüzündekilerin çoğunluğu zanna uymakta, zan ile yalan söylemektedir. Müminlerin bu gerçeği unutmaması önemlidir: “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’” (6/En’âm 116)

Kur’ân’a göre zan ile heva kavramı arasında ciddi bir ilişki vardır (53/Necm 23). Bu sebeple olsa gerek, Hz. Peygamber de zan konusunda müminleri uyarmıştır: “Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zan, (hatıra gelen) sözlerin en yalanıdır.” “Zandan sakının: Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır.”[12] Kur’ân’da değişik ayetlerde zan kavramı yukarıdaki anlam boyutlarında kullanılmıştır (2/78, 80-81, 214, 216, 259, 273; 3/142, 195; 6/116, 148; 7/30; 9/78; 10/36, 45, 66; 11/10; 14/22; 17/36; 22/15; 23/115; 28/62-67; 29/2; 31/34; 35/14; 36/52; 41/23, 50; 43/37, 80; 45/24; 48/6; 49/6, 12; 53/28; 75/3, 4, 36; 79/46; 84/14-15; 90/7).

Şehvet

Heva kavramı ile yakın ilişkisi bulunan diğer önemli bir kavram da şehvet kelimesidir. Şehvetin sözlük anlamı şunlardır: “1. Bir şeye karşı hissedilen şiddetli arzu, ihtiras. 2. Cinsî arzu. 3. Nefis. 4. Nefis azgınlığı”.[13]

Râğıb el-İsfehânî’ye göre şehvetin biri olumlu, diğeri olumsuz iki boyutu vardır: “Şehvetün, kelimesi temelde ‘nefsin, istediği bir şeye karşı arzu, özlem duyması veya gönlün onu çekmesi’ anlamına gelir. Dünyada bu iki kısımdır, gerçek ve/veya yalancı (arzu, özlem duyma veya gönül çekmesi). Gerçek olanı: ‘Olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitireceği, zayıf düşeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir.’ Örneğin acıkıldığında yeme arzusu çekmek gibi. Yalancı olanı ise, olmaması hâlinde bedenin bozulup dengesini yitirmeyeceği, zayıf düşmeyeceği arzu, özlem duyma veya gönül çekmesidir. Âl-i İmrân 14’te “İnsanlara… şehevât sevgisi bezendi.” geçen şehevât kelimesi hem gerçek hem de yalancı anlamına gelmesi muhtemeldir. Meryem 59’da “…şehvetleri ardına düştüler” geçen şehevât kavramı yalancı şehvet anlamındadır. Kendilerine ihtiyacın olmadığı ama arzu, özlem duyulan veya gönlün çektiği şeylerdir.”[14]  

       İsfehânî’ye göre şehvet olgusu, insan yapısına yerleştirilmiş önemli duygulardan biri olup normal ve anormal olmak üzere iki farklı şekilde tezahür etmektedir. Şehvet normal bir hâl iken şehvet tutkusu anormal, dolayısıyla hastalıklı bir hâldir. İnsanların, “kadınlara, oğullara, altına, gümüşe, hayvanlara, ekinlere” karşı tutum ve tavırlarında şehvet tutkusunun var olması, yaratılıştaki imtihan olgusuyla ilişkili bir durumdur (3/Âl-i İmrân 14). Ayette zikredilenlerin meta diye nitelendirilmesi, şehvet kavramının iki boyutuna dikkat çekmek amaçlı olup, şehvet tutkusundan insanların uzaklaştırılması bağlamında bir uyarıdır.

İnsandaki şehvet duygusu yaratılışın bir gereğidir. İnsan neslinin devam edebilmesi için “çift/eş yaratılma yasasının” doğal sonucu olan şehvet olgusunun insandaki varlığı olmazsa olmazdır. Ancak şehvet duygusunun tatmini, gereğinin yerine getirilmesi, nikâh akdi ile kurulan, inşa edilen aile hayatıyla meşru zeminde hayata geçirilmelidir. Meşru olmayan tatmin şekli zina olup toplumun ve neslin ifsad edilmesini sağlamaktadır (4/15, 16, 25, 34, 156, 157; 17/32; 19/27-34; 23/5-7; 24/2-6, 23-26, 30-33; 25/68, 69; 60/12; 66/12; 70/29-31). Bu konuda Kur’ân’ın dikkat çektiği tehlikeli olgulardan biri zina/fuhuş iken diğeri de Lut kavminin hayat tarzına dönüştürdüğü eşcinsel ilişkidir (7/80-82; 27/54-56; 29/28; 54/37).

Şehvetin tutkuya dönüşüp insanı kör, sağır ve basiretsiz ve ferasetsiz yapmaması gerekir. İnsan yapısındaki şehvet olgusu, tutkuya dönüşürse ve insan bu noktada kontrolü kaybederse, şeytanın heva karargâhı insanda hâkim hâle gelerek insanı sevk ve idare eder ve insanı şeytanın kulu ve kölesi yapar. Bu duruma gelenler başka bir ifadeyle şehvetlerini ilahlaştırıp onun ardından gidenler, insanların sapması için mücadele ederler (4/Nisâ 27; 19/Meryem 59). 

Hased, Heves

Hased ve heves kavramları toplumların helak edilmesine yol açan ve heva kavramı ile bağlantısı bulunan önemli kavramlardır. Hasedin sözlük anlamı, “kıskanma, kıskançlık, çekememezlik”tir.[15] Râğıb el-İsfehânî’ye göre hased; “Bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temenni etmek, arzulamak ya da dilemektir. Bazen bunun yanında o nimeti ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba veya gayret de bulunur.”[16] “Bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmektir.”[17]

Hased, insanın yapısında bulunan ve kontrol edilmesi gereken tehlikeli bir özelliktir. Bu boyutundan dolayı toplumda psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermesi hasebiyle ahlaki boyutu bulunan bir kavram şeklinde değerlendirilmektedir. Genelde akrabalık, komşuluk, arkadaşlık ve mesleki ilişkilerde ortaya çıkan hased, psikolojik ve sosyolojik zararlara sebebiyet vermektedir. Başkalarının başarılarının ve ellerindeki imkânların kıskanılması, kontrol edilmeyen haset duygusunun bir sonucudur. Bu zararlarından dolayı hased etmek haram kabul edilmiştir.[18] Kur’ân’da Ehl-i Kitabın kitaptan kendilerine bir pay verilenlerin, iman edenlere hased ettikleri ve küfre döndürmek için mücadele ettikleri ve de edecekleri özellikle belirtilmektedir (2/Bakara 109; 4/Nisâ 51-54).

Hz. Peygamber de hasedin zararları, tehlikeleri konusunda müminleri uyarmıştır: “Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz.”[19] “Dedikodunun peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Birbirinize arka döndürüp yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Birbirinize kardeşler olunuz.”[20] “Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yok eder.”[21]

Bu konuda Felak Suresi dua olarak sürekli okunulup hasedçilerin şerrinden Allah’a sığınılmalıdır: “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçilerin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.’” (113/Felak 1-5) Hasetçilerin şerrinden korunmak, zararlarını en aza indirmek için Kur’ân’ın “kötülükleri iyilikle uzaklaştırma” ve “en güzel tarzda mücadele etme” ilkelerine uyulmalıdır (28/Kasas 54; 41/Fussilet 34-36).

Heva kelimesinin sözlük anlamında ağırlıklı bir kavram olan heves kelimesinin sözlük anlamları, 1- Bir şeye karşı duyulan istek, arzu, şevk, eğilim, 2-Geçici istek-gelip geçici istek, geçici arzu, geçici ilgi, 3- Akıl dışı istek, 4- Zevk, eğlence şeklinde tanımlanmaktadır.[22]

Fitne

Fitne kavramı, Kur’ân-ı Kerim’in kelime hazinesi içerisinde ele alınan sisteme göre hem bir anahtar hem de bir odak kelime özelliği kazanan, karmaşık ilişki ağı bulunan, çok anlamlı, çok boyutlu hem psikolojik hem sosyolojik hem de stratejik boyutlu bir kavramdır. Fitne, Arapça ftn kökünden türemiş bir isimdir. Bu kök, fiil olarak fetene yeftinü, mastar olarak da fetn, fütûn, fitne ve meftun kalıplarıyla kullanılmaktadır. “Yakmak, bir şeyi ateşle yak­mak” anlamına gelen ftn kökü, başlangıçta, özellikle altın, gümüş gibi “ma­denlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini” ifade etmek için kullanılırken daha sonra, bu kök anlamından hareketle “bir şeyi sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra da fitne ve türevlerinin anlam alanı genişleyerek, “hâlisini sahtesinden ayırmak için altını potaya atıp eritmek, bir şeyi arıtmak, madeni ateşte eritmek, bir şeyi ateşte eritmek, yanmak, yakmak, bir kimseye dininden ve görüşünden dönmesi için işkence etmek, bir şeyi denemek, sınayarak öğrenmek, sınamak için güç, zor ve sıkıntılı işlere maruz bırakmak, bir kimseyi sıkıntıya uğ­ratmak, birini ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak, kandırmak, saptırmak, kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak, bir şeyi ortadan kaldırmak, kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek, delalete düş­mek, bir şeyden çok hoşlanmak, bir şeye aşırı düşkün ve tutkun olmak, âşık olmak, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, gönlünü çal­mak, aklını çelmek, insanı ne yapacağını bilemeyecek derece­de şaşkına çevirmek, döndürmek, deneme ve tecrübe etme, imtihan, belâ, kötülük yönünden ayartma, mihnet, azap, iğvâ, kışkırtma, azdırma, baştan çıkarma, zulüm, baskı, ayrılık, nifak, karışıklık, kargaşa, iç savaş, kanlı çarpışma, ihtilaf, çekişme, birbirine düşme, kardeş kavgası” anlamlarını ihtiva eden bir boyut kazanmıştır.[23]

Arapçadaki fitne ve türevleri, dilimize anlam alanı daraltılmış olarak geçmiştir: “Bela, musibet, sıkıntı, geçimsizlik, ihtilal, dinsizlik, canilik, ceza, delilik, güzel yüz, güzel göz, güzel kadın, imtihan, deneme, ayartma, azdırma, baştan çıkarma, karışıklık, kargaşa, ara bozma, boz­gunculuk, fesad, küfür, azgınlık, sapıklık, arabozan, karıştıran, fesat çıkaran, fitneye sebep olacak kadar güzel kadın.”[24]

Fitne ve türevleri, çok anlamlı olup çok farklı kelimelerle etkileşmekte ve bunun sonucu bir semantik alan meydana getirmektedirler. Bu alanda kelime, yalnızca sözlük anlamını ifade etmemekte, onu da merkeze alan daha geniş, biraz da farklılaşmış bir anlama bürünmektedir. Fitne ve türevlerinin, genelde hadislerin etkisiyle zamanla kazandığı ıstılahi anlam vardır. Ancak bu noktada ulemâ ittifak hâlinde değildir.[25] Fitnenin tek bir tanımının yapılamamasının sebebi, kelimenin çok geniş bir anlam kümesine sahip olması ve nispet edilen varlık alanının Allah, insan ve şeytanla alakalı olmasındandır.

Fitne kavramının Kur’ân’daki anlamlarını, aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkündür:

  • İmtihan, deneme, sınama (2/102; 6/53; 7/155; 8/28; 9/126; 17/60; 20/40, 85, 90, 131; 21/35, 111; 22/53; 25/20; 27/47; 29/2, 3; 38/24, 34; 39/49; 44/17; 54/27; 64/15; 72/17; 74/31). Fitne kelimesi, Kur’ân’da en çok bu an­lamlarda kullanılmaktadır.
  • Baskı, zulüm, işkence (2/93, 191, 217; 4/101; 8/39; 10/83, 85; 14/110; 29/10; 60/5; 85/10)
  • Sapma, saptırma ve ayartma (3/7; 5/41, 49; 6/23; 7/27; 9/48; 17/73; 27/47; 37/162; 57/14; 68/6)
  • Fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma (4/91; 8/73; 9/47, 48; 33/14)
  • Bela ve musibet (5/71; 8/25; 22/11; 24/63)
  • Azap (37/63; 51/13, 14)

7- Delilik (68/1-7; 15/6-7)

Kur’ân’da fitne kelimesi; Allah, insan ve şeytan olmak üzere üç varlık alanı ile ilgili kullanılmaktadır. Üç varlıkla ilgili kullanıldığında fitnenin çok geniş anlam kümesi, kullanıldığı varlıkla ilgili genel anlam kümesinin bir alt anlam kümesi şeklinde sınırlandırılmaktadır. Bu durumda fitne kelimesi, Allah’a nispet edildiği zaman “lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri”, “imtihan edilmeleri”, beşerden kaynaklandığı zaman, “her türlü kötülük”, “ayartma”, “manevi çöküntüye uğramaları”, “baskı”, “dinî-siyasi, sosyal kargaşa ve kaos” ve şeytandan kaynaklandığı zaman da “saptırma” anlamına gel­mektedir.[26]

Fitne kelimesinin gerek sözlük gerek Kur’ân’da geçen anlamları ve gerekse ıstılahi anlamı göz önüne alındığında kelime, Allah, insan, şeytan ve değişik imtihan konularının yer aldığı dört boyutlu bir uzayda, her boyutu birbiriyle bağlantılı bir anlam alanı oluşturmaktadır. Bu durumda fitne sistemini şöyle formüle edebiliriz: İmtihan eden: Allah, imtihan edilen: insan, imtihan konuları/araçları: nimetler ve külfetler, imtihanda saptırıcı, kafa karıştırıcı unsurlar: iblis, cin ve “insan şeytanları”, imtihan sonucu: ödül ve ceza, fitnenin son bulması: tüm dünyanın İslâmlaştırılması (2/Bakara 193; 8/Enfâl 39, 72-73).

Heva Kelimesinin Sözlük ve Istılahi Anlamları

Heva, günlük hayatta insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meselelerden biridir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın unsurudur. Heva sorununu daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz etkilemeye çalışan yapıyı ve hevanın semantik alanına giren yukarıda özetlediğimiz kavramsal yapıyı bir bütün olarak ele almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biri olup 10 ayette tekil, 18 ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.[27] İnsandaki karar merkezlerinden nefsin, genelde ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru da görülebilir. Bunun için heva kelimesinin hem sözlük anlamlarını hem ıstılahi anlamını ve hem de semantik alanını göz önüne alıp değerlendirmek zorunludur. Sözlük anlamları ile yetinmek eksik bir yaklaşımdır. Istılahi anlamı da semantik alan dikkate alınarak analiz edilmelidir. Heva kelimesi çok anlamlı kelimeler grubundandır. Sözlük anlamları yanı sıra kazandığı terim anlamı vardır. Heva kelimesinin sözlük anlamları şunlardır: “1- Heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, 2- Alaka, ilgi, meyil, aşk, 3- Nefsi zevkler, düşkünlükler, 4- Övünme, iftihar etme”.[28]

Heva: ‘H-v-y’ fiil kökünden (he-vâ) gelmektedir. Mastar şekilleri, hüviyyen, hevyânen, heven’dir. Mastar olarak heven “nefsin şehvetlere meyli, arzularına karşı düşkünlük sevdası” anlamındadır. Arapça da sözlük anlamları ise, “Şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgâr esmek, kabın boş olması, gökle yer arasındaki şey”dir.[29] Heva ile aynı kökten gelen hüviyy, “yüksek bir yerden alçak bir yere/aşağıya düşmek, yukarıdan aşağıya düşmek demektir.”  Heva, “istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi”, “nefsin bir şehvete ve arzuya şiddetli eğilimi”, “insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler”, “keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs”.[30] “Kaçınılması ve peşinden gidilmemesi gereken” ve “ithama konu olan basit arzu”. “Bu arzu, kendininki ve/veya başkalarınınki olabilir” (45/Câsiye 23; 28/Kasas 50; 18/Kehf 28; 2/Bakara 145).[31]

Heva kelimesi, Kur’ân’da geçtiği yerlere göre 5 şekilde anlamlandırılarak tefsir edilmektedir: “1-Nezele/inmek (53/Necm 1, 53), 2- Helak olmak (20/Tâhâ 81), 3-

Canların çektiği, arzu ettiği şeyler (79/Nâzi’ât 40; 53/Necm 23; 20/Tâhâ 16; 25/Furkân 43; 45/Câsiye 23), 4- Bir şeyin herhangi bir şeye dayanmaksızın iki şey arasında durması (havada olması) (14/İbrahim 43), 5- Rüzgâr onu alıp gider, sürükler, savurur” (22/Hacc 31).[32]  “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkân 43) ayetinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, hevanın kazandığı ıstılahi boyutu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Heva: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefûlün öne alınması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hakseverlik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak-hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve arzularına, zevklerine taparlar. Zevkleri kendilerinin felaketlerine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarlar, gönülleri neyi çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar.

Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebû Nuaym, Ebû Ümâme (r.a.)’dan şöylece rivayet etmişlerdir: O demiş ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Yüce Allah’ın yanında, sema gölgesi altında Allah’tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur.’ Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takriri, bu soru ise inkaridir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.”[33] 

“Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırttığını kim yola getirebilir?” (30/Rûm 29) ayetinde geçen “ilme vâkıf olmama” kavramı ile heva kavramı arasında özel bir ilişkinin var olduğunu göstermektedir. Yukarıda şehvet kavramının heva kavramının semantik alanı içerisinde önem taşıdığını, olumlu ve olumsuzluk anlamında iki boyuta sahip olduğunu ifade etmiştik. Rûm Suresi 29’uncu ayetini ve şehvet kavramının iki zıt boyutunu (olumluluk, olumsuzluk) göz önüne aldığımızda heva kavramının da olumlu ve olumsuzluğu içeren iki zıt boyut taşıdığı söylenebilir.

Heva, başlangıçta hem iyi hem de kötü arzular için kullanılmıştır. Hevanın birinci boyutu olumlu ikinci boyutu ise olumsuzdur. Cahiliye döneminde genellikle “nefsin tutkusu”, özelde ise “aşk” anlamı taşımaktaydı. Dolayısıyla heva, iyi yahut kötü her türlü istek ve arzuyu ifade eden bir kavramdı. Bu olgu cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerinde kolayca görülebilmektedir: “O başına gelen felaketten pek şikâyetçi olmaz, hevası da çoktur.” (Teebbeta Şerran). “Sözleşmede yer alanları hevalar nasıl bozar?”  (Hâris b. Hillize).  “Onlar şereflerini kirletmezler, işleri de lekeli olmaz; çünkü akılları hevalarıyla birlik olup sapmaz.” (Lebîd b. Rebîa).[34]

İslâmî dönemde heva kavramı olumsuzluk boyutuyla kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de heva, “hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere on ayette tekil, on sekiz ayette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir.” Benzer bir durum hadislerde de vardır.[35] Bu sebeple heva, sözlük anlamında yer alan olumsuz boyut ile ilgili ıstılahi bir anlam kazanmış ve hep o boyutuyla kullanılmıştır ve de kullanılmalıdır. Heva, “Benliğin/nefsin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.” “Heva boş ve zararlı arzular olup benliğin üzerinde şehvetin tam bir hâkimiyet kurması olgusudur.”[36], [37] “Nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimidir.”[38] “Doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis.”[39]

İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma hâlini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının, bağy’in etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı olan, ilmin ve hidayetin zıddı şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva şeytanın karargâhıdır.

Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu, insanın kalbinde/nefsinde hâkimiyet kurarak insan fıtratını bozmaya çalışan ve ilahi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğunu ifade eder.

Heva, Vahye, Hakka ve Sırât-ı Müstakîme Savaş Açan Bir Mekanizmadır

İnsanda birbiri ile çatışan iki ana mekanizmadan biri olan heva, öncelikle Allah’tan peygamberlere gelen vahye, hiçbir ilme dayanmadan savaş ilan etmiştir. O sebeple peygamberlerin heva ile konuşmadıkları ve hiçbir iş yapmadıkları konusunda Kur’ân’da özel bir uyarı yapılmaktadır: “O (Peygamber), hevadan konuşmaz.” (53/Necm 3). Peygamberlerin bu özelliklerinin çok iyi hatırlanması, yapıp ettiklerine ve söylediklerine bu açıdan yaklaşılması iman edenler için olmazsa olmazdır. Eğer vahye ve peygamberlere açılan bu savaşı idrak edilemez ve hevalarına tâbi olanlara tâbi olunursa, onların yolundan yürünürse, Allah’ın dostluğu kaybedilmiş olacak, Allah’ın yardımı kesilecektir: “Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: ‘Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.’ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır ne de bir yardımcı.” (2/Bakara 120).

Heva, Delalete, Sapıklığa, Zulme ve Kaosa Götürür

Kur’ân’da heva kavramının, zan, tahmin, cehalet, istikbar, bağy, şehvet, fitne-fesad ve heves ile iç içe olduğu çok açık bir şekilde görülebilmektedir (2/Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5/Mâide 48; 6/En’âm 119; 30/Rûm 29; 13/Ra’d 37; 45/Câsiye 17, 18; 53/Necm 23; 38/Sâd 20-25; 49/Hucurât 9; 42/Şûrâ 14). Bu sebeple bu kavramların anlam alanlarını heva kavramından önce açıklamak durumunda olduk.

Hevaya uymak genelde tüm insanları, özelde de yöneticileri, Allah’ın yolundan saptırır, zulüm yapmalarına neden olur ve fakat farkına varamazlar, varmazlar (4/Nisâ 135). Allah, bu konuda Hz. Davud üzerinden tüm iman edenlere çok daha önemli bir ders vermekte ve de uyarmaktadır: “Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.” (38/Sâd 26)

Şeytana tâbi olanların hevalarına uyulması durumunda Allah’ın insanlığa gösterdiği sırât-ı müstakîmden ayrılınmış, uzaklaşılmış olunacaktır (6/En’âm 56). Kendi hevasına uyanlar hem kendilerine hem de çevrelerine zulmeden sapık insanlardı (28/Kasas 50). Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6/En’âm 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi ret ve inkâr ederler (53/Necm 23). İnsanların çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarına uyarak insanları saptırmak için çalışırlar (6/En’âm119). Cehalete gururun refakat etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı birey nefsine indirger ve bireyi ilahlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir?” (28/Kasas 50)

Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi, kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir: “Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23/Mü’minûn 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20/Tâhâ 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun değişmemesidir. Bu noktada, hevasını ilahlaştıran bir ateist ile hevasını ilahlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü gerçeği ters yüz eden zalimler olarak hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler (30/Rûm 29).

Heva İnsanı Kör Eder, Şeytanın Kölesi Yapar, Kalbin/Kulağın Mühürlenmesine, Göze Perde Çekilmesine Sebep Olur

Şeytanın karargâh olarak kullandığı insandaki heva merkezinin insan üzerindeki etkinliğine bağlı olarak insanın düşünce ve davranışları olumsuz istikamette değişmeye başlar. Şeytanın verdiği vesveselere bağlı olarak azgınlaşır ve bunda ifrata varır. Bu düzeye ulaşmış olup ayetlerini yalanlayan toplulukları Allah, “dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğe” benzetmektedir: “Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat.  O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti. Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” (7/Ar’âf 175-176)

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana sebebi, hevanın insan üzerindeki karmaşık etkileridir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır. Allah bu düzeyde hevasını ilahlaştıranların kulaklarını, kalplerini mühürler, gözlerinin üstüne perde çekerek bütün algı mekanizmalarını felç eder. Böylece hiçbir şeyi doğru olarak algılayamaz ve de değerlendiremezler: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye 23) “İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi hevalarına uymuşlardır.” (47/Muhammed 16)

Allah hevasını ilah edinen insanlara vekil olunmamasını, onların desteklenmemesini istemektedir (25/ Furkân 43). Hevasını ilahlaştıranlar, zan ile hareket ederler, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş olduğundan basiret ve ferasetleri yoktur. Hevanın hâkim olduğu toplumlarda fitne ve fesat yaygınlaşır, toplumsal dayanışma yıkılır, insanlar bireyselleşir, yalnızlaşırlar (53/Necm 23, 24).

Heva Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, şehvet tutkusu, hevanın ilahlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç duymaması, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kirlenme ve çürümenin gelmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple Allah, insana her arzu ettiği şeyin verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir (53/Necm 23, 24).

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.

Sonuç: Hevasına Uyanlar, Hevasını İlah Edinenler

Bu aşamada sormamız gereken ana soru, hevasını hayatın merkezi hâline getirip hevasına uyanlar ve hevasını ilahlaştıranlar kimlerdir? Kur’ân’ın değişik ayetlerinde bu sorunun cevabını çok rahat bir şekilde bulabilmekteyiz. Kur’ân’da insanların çoğunun, “haddi aşarak” “bir ilim olmadan”/“bir bilgiye dayanmadan” hevalarına uyup diğer insanları saptırmak için uğraştıkları ifade edilmektedir (6/En’âm 119). Kur’ân’da hevasını ilah edinip hayatının merkezine koyan insan unsurları çok açık bir şekilde belirtilmektedir: Zulmedenler/zalimler (28/Kasas 50; 30/Rûm 29), müşrikler (53/Necm 23; 6/En’âm 56),  Yahudiler/İsrailoğulları ve Hıristiyanlar (2/Bakara 120, 145; 5/Mâide 77), mütecaviz olanlar (6/En’âm 119), ateş ehli (47/Muhammed 16), amelleri kendilerine süslü gösterilmiş olanlar (47/Muhammed 14), kitaba karşı kuşku içinde olanlar-bağy yüzünden bölünenler (42/Şûrâ 15), refahtan şımarıp azan önde gelenler-ayetlere karşı büyüklük taslayanlar (23/Mü’minûn 71), fasıklar (5/Mâide 48, 49), kitab ehli (2/Bakara 145), suçlu günahkârlar (6/En’âm 150), ahireti yalanlayanlar (6/En’âm 150), ayetleri tekzip edenler (6/En’âm 150; 7/A’râf 176), İsrailoğulları (5/Mâide 70; 2/Bakara 87).[40]

    

[1] Buhari, 4733.  

[2] Tirmizî, Tefsir, 2991.

[3] Müslim, Selam 23, (2174).

[4] Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4719).

[5] Buhârî, İ'tikâf 8, 11, 18, Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selam 23-25 (2174, 2175); Ebu Dâvud, Sıyâm 79, (2470).

[6] Müslim, Cennet 63, (2865).

[7] D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

[8] Fikret Karaman vd. Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 706.

[9] Râğıb el-İsfehânî, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 945-946.

[10] Mukâtil b. Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016, s. 396-397.

[11] Fikret Karaman, age., s. 706.

[12] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32.

[13] D. Mehmet Doğan, age.

[14] Râğıb el-İsfehânî, age., s. 819-820.

[15]  D. Mehmet Doğan, age.

[16] Râğıb el- İsfehânî, age., 399.

[17] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, c. 10, s. 173.

[18] Fikret Karaman, vd. age., s. 188.

[19] Nesâi, Cihad 8.

[20] Buhari, Edeb, 57, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 24, 28, 30,32.

[21] İbn Mace, Zühd, 22, Ebu Davud, Edeb, 44.

[22] Mehmet Doğan, age.

[23] Hakkı Keskin, Kur’ân’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003, s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, Kur’ân’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 311-339. Fikret Karaman, vd. age., s. 188. Râğıb el-İsfehânî, age.

[24] D. Mehmet Doğan, age. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 1986.

[25] Hakkı Keskin, age., s. 19-36, 198. H. M. Kemâlî, “İslâm’da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahli­li”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul, 1993, sayı: 2, s. 41.

[26]  Hakkı Keskin, age. s. 19-36, 198. Vecdi Akyüz, age., s. 311-339, 122-132.

[27] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[28] Mehmet Doğan, age. Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[29] Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s. 303-306.

[30] Râğıb el- İsfehânî, age., s. 1513-1514. Ali Ünal, age., s. 303-306.

[31] Cevdet Said, Kerem Sahibi Rabb’inin Adıyla Oku, çev. Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları, İstanbul, 2002, s. 140.

[32] Mukâtil b. Süleyman, age., s. 393-395.

[33] Elmalılı Hamdi Yazır, age., cilt 6, s. 70-71.

[34] “Hayal-Hilâfiyat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, TDV, 1998, cilt: 17, s. 274-276; cilt: 16, s. 553.

[35] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[36] Yusuf Kardâvî, İhtilâf ve Tefrikalar Karşısında İslâmî Tavır, çev. Ersan Urcan, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 15-25.

[37] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991, s. 172-174.

[38] Fikret Karaman, vd. age., s. 253.

[39] “Hayal-Hilâfiyat”, age.

[40] Hevasını ilahlaştıranların tutum ve tavırları ile bunlara karşı verilecek mücadele ve bu mücadelenin kanuniyetleri gelecek sayıda ele alınacaktır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-9: Ümmetin İttifakını Yıkan Bir Hastalık-2: HEVASINA UYANLARIN ZARARLI TUTUM VE DAVRANIŞLARI

  Prof. Dr. Burhanettin Can  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı   “Fakat zulmedenler, hiçbir ilimleri olmadan hevalarına uydular. Artık ...