1 Aralık 2021 Çarşamba

Ekolojik Savaş Üzerinden “Dijital Dünya Düzenini” İnşa Etmek-2 TANRI OLMAYA(!) OYNAYAN 21. ASRIN FİRAVUNLARI


(Umran Dergisi Aralık 2021 Yazısıdır)


Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Hak, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı...” (23 Müminûn 71) buyruluyor. Dünya, koronavirüs salgını ile uğraşırken hemen hemen aynı zamanda dünyanın pek çok ülkesinde eş zamanlı bir şekilde yangınlar, seller, yanardağ patlamaları ve depremler olmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler 2021 İklim Raporu, 6. Rapor (IPCC): ‘İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli’ başlıklı Raporun Birinci Kısmının

Bu ekolojik savaş sürecinde dikkat çeken bir nokta, koronavirüs salgınında olduğu gibi bir merkezden büyük bir psikolojik harekâtın eş zamanlı başlatılmasıdır. Dünyanın her tarafında aynı anda başlatılan kampanya, çok ciddi ve merkezî bir psikolojik harekâtın ürünüdür. Âdeta bir merkezden düğmeye basılmış, tüm psikolojik harekât ajanları ile uyuyan hücreler harekete geçirilmiştir. Bu, yangın-sel-deprem-yanardağ dörtgeninde meydana gelen ekolojik hareketlenmede yürütülen psikolojik harekât, koronavirüs salgını başladığında yürütülen psikolojik harekâtın bir benzeridir.

“Küresel dijital dünya düzeni”/“dijital diktatörlük” kurmak isteyen belli güç merkezlerinin gerek küresel salgını ve gerekse son zamanlarda meydana gelen olağan dışı ekolojik olaylardan, ister doğal olsun isterse beşeri kaynaklı olsun, yararlanmak istedikleri/isteyecekleri olayları, dünyaya kendi amaçları istikametinde yön ve şekil vermek için değerlendirip yorumlayacakları asla göz ardı edilmemelidir. 

Hem koronavirüs vakasına hem de son ekolojik olaylara -dünya hâkimiyet mücadelesi veren küresel projeler kapsamında; özellikle “Dünya nüfusunun azaltılması”, “Sanayi 4.0” ve “dünyanın dijital dönüşümü”, “küresel hegemonya”, “Tanrı’nın krallığını inşa etmek”, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” projeleri kapsamında- daha dikkatli bir şekilde bakmakta fayda vardır. Küresel salgın başlangıçta, biyolojik savaş, psikolojik savaş, sosyolojik savaş ve ekonomik savaş birlikte yürütülmekteydi. Şimdi sürece ekolojik savaş eklenmiştir.  Yangın, sel, deprem, yanardağ düzleminde meydana gelen ekolojik olayları, farklı boyutlarda ele alıp değerlendirmekte yarar vardır:

·  İklim değişimi ile ilgili hazırlanan raporlar ne kadar, tarafsız ve özgürce hazırlanmaktadır? Raporlarda dijital dünya düzeni ya da yeni dünya düzeninin kolayca inşa edilebilmesi için bir alt yapı hazırlama durumu olabilir mi?

·  Son ekolojik olaylar (dünyada ve Türkiye’de vuku bulan son Yangın, sel, yanardağ, deprem ekolojik olayları), HAARP teknoloji ile meydana getirilebilir mi?

·  Son ekolojik olayların, Neocon, Evanjelik, Siyonist ittifakının “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” “Tanrı olmak” projeleri ile bir ilişkisi var mı?

·  Son ekolojik olaylar, dünyadaki kadife darbeleri organize eden beyin takımı (Soros ekibi) tarafından kullanılmakta mıdır? Bu olaylar, Türkiye’de Boğaziçi kadife darbe süreci bağlamında şer ittifakı tarafından değerlendirilmiş ya da değerlendirilmekte midir?

3. Dünya Savaşı çıkararak kurmak istedikleri yeni dünya düzenini, biyolojik savaş (koronavirüs salgını), ekolojik savaş (doğal olmayan sel, yangın, deprem, yanardağ patlaması…) üzerinden başlattıkları psikolojik harekât/savaş aracılığıyla inşa etmek istiyor olabilirler. O nedenle bu yazı serisinin amacının daha iyi anlaşılabilmesi için daha önce Umran dergisinde yazdığımız makalelerin okunmasında fayda vardır.[2]

Sosyal Hadiseleri, Salgın Hastalıkları, Deprem, Sel, Yangın, Kıtlık, Yanardağ Patlaması Gibi Büyük Olayları Değerlendirmek

Sosyal hadiseleri, salgın hastalıkları, deprem, sel, yangın, kıtlık, yanardağ patlaması gibi büyük olayları değerlendirmede, genelde iki ihtimal göz önüne alınmaktadır:

·  Deprem, sel, yangın, yanardağ patlamaları ve salgın hastalıklar gibi büyük hadiseler, Allah’ın insanlığa bir ikazı, uyarısıdır. Olaylar, ilahi iradenin mutlak müdahalesi ile olmaktadır.

·  Bir ülkenin/devletin/insan unsurunun, başka bir ülkeyi/devleti/insan unsurunu dize getirmek, teslim almak, mahvetmek için kullandığı bir savaş türüdür. Olaylar insan eliyle meydana getirilmektedir.

Her iki durumda da hadise, Allah’ın iradesi ve bilgisi dâhilinde vuku bulmaktadır. Allah’ın izni, müsaadesi olmadan hiçbir şeyin vuku bulma, hareket etme güç ve iradesi olmayacağını, olamayacağını göz önüne alarak vuku bulan olayları, gelişmeleri değerlendirmek gerekmektedir. Birinci ihtimalde olaylar Allah’ın doğrudan “ol demesi” ile ya da görevli meleklerin müdahalesi ile gerçekleştirilirken; ikinci ihtimalde olaylar, aracı olarak İblis ve onun yolundan gidenler kullanılarak gerçekleştirilmektedir. İblis’in Hz. Âdem’i saptırması (büyük imtihan), Samiri’nin Hz. Musa’nın kavmini saptırma girişimi bu anlamda çok güzel iki örnektir.

Samiri olayının, bugüne tekabül etme açısından ana hatları ile ele alınıp değerlendirilmesinde ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır:

“(Allah): “Ey Musa, seni kavminden çabucak ayrılıp gelmeye sevk eden nedir?” Dedi ki: “Onlar arkamda izin üzerindedirler, hoşnut kalman için, sana gelmekte acele ettim Rabbim.” Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne) den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” “…Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” “Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, biz onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.” Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı, “İşte, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler. “(Musa) Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” Dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.” “Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” (20 Tâ-Hâ 83-88, 95-97)

Hz. Musa (a.s.) yaklaşık 200 yıl kölelik statüsünde hayat sürdüren bir toplumun, köleleşmiş psikolojisini göz önüne almadan, onlara özgür düşünme ve yaşama iradesi kazandırmadan, toplumsal değişim yasalarını ihmal ederek, kavmini kardeşine bırakıp Allah’ın huzuruna gitmesi, ilahi sünnetin değişik bir ihlalidir. Bu yüzden Allah, Hz. Musa’yı ve Hz. Musa’nın şahsında tüm iman edenleri imtihan etmekte, eğitmekte ve onlara yol göstermektedir. Bu konuda kullanılan insan unsuru sapmış, azmış, yoldan çıkmış, kibirlenmiş Samiri’dir. Gelecek kuşaklara örnek olması açısından Hz. Musa, Hz. Harun ve toplum, Samiri üzerinden imtihana tabi tutulmuştur. 

Samiri’nin, “ses çıkaran/konuşan altından bir buzağı” yapabilmesi, çok özel yüksek bir teknoloji kullandığını göstermektedir. O günün şartlarında olağan dışı gözüken “konuşan, ses çıkaran altından buzağı” üzerinden insanlar nasıl saptırtılabilmiş ise bugünkü yüksek dijital teknoloji üzerinden de insanlar saptırtılabilmektedir. Kur’ân’da var olan, zikredilen pek çok olayı bugün farklı boyutları ile ele alıp değerlendirmek, yorumlamak, ders çıkarmak ve gerekeni yapmak gerekmektedir. Çünkü bugün “küresel dijital diktatörlük” kurmak isteyenlerin, sosyolojik, biyolojik ve ekolojik savaş aracını kullanmaları, Samiri’nin yapmak istediği ile aynı olup başta iman edenler olmak üzere tüm insanlık, Neocon, Evanjelik ve Siyonist ittifak üzerinden çok ciddi bir imtihana tabi tutulmaktadır. Olayın bu boyutunu öncelikle, iman edenlerin görmesi, ona göre konumlanmaları ve gereğini yapmaları gerekmektedir.   

Bu noktada tüm iman edenlerin, Allah’ın her şeyi bir kanuniyete göre hak olarak yarattığına ilişkin Kur’ân ayetlerini hatırlaması ve gereğini yapması elzemdir:

“Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54 Kamer 49)

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı…” (30 Rûm 41-42)

“Yeryüzünde kibirlendiler ve kötülük tezgâhladılar. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Öncekilerin başına gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yasasında (Sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm bulamazsın. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha da şiddetliydiler.” (35 Fatır 43-44; Bk. 17/77; 18/55; 33/38, 62; 40/85; 48/23)

Bugün küresel bazda meydana gelen ekolojik ve biyolojik olaylar, görüntüsü ve tezahür şekli nasıl olursa olsun, Allah’ın farklı kanuniyetlerinin devreye girmesinin bir sonucudur. Son iki yılda meydana gelen biyolojik ve ekolojik vakalar, Samiri, Karun ve helak edilen diğer kavimlerin başına gelenler göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Duygusal, anlık analizlerden, yorumlardan kaçınılmalıdır.

Genel Olarak Toplumların Helaki

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.), “Hûd suresi benim saçlarımı ağarttı.” demesini, iki ana sebebe bağlarlar: 1.  Hûd suresi’nde tarihte helak olmuş değişik kavimlerin isimleri zikredilerek helak şekillerinin verilmesi. 2. Hûd suresi 112-113. ayetlerde “Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emir olunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür. Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.” şeklindeki bir hitapla, Hz. Peygamber’in sadece kendisinden mesul tutulmayıp kendisine tabi olanlardan da sorumlu olduğunun ifade edilmesidir. Hûd suresi 116. ayette, “Fazilet sahibi kimselerin fesadı önleme” mecburiyeti ve “Zulmedenlerin ise, içinde bulundukları refahın peşine düştükleri” belirtilmektedir. Hemen ardından gelen ayette (Hûd 117) ise “Halkı ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildir.” açıklaması yapılarak “fesat”-“zulüm”- “ıslah etme/etmeme”-“helak olma/etme” denklemindeki önemli bir kanuniyete, ilahi bir sünnete işaret edilmektedir.

Kendilerine gönderilmiş peygamberlerinin davetine icabet etmeyip onlara direnen, onlarla savaşan ve peygamberlerini öldürmeye kalkan toplulukların helak edilme nedenleri ve helak şekilleri farklıdır. Bu nedenler ve helak şekilleri, Kur’ân-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in değişik hadislerinde anlatılmaktadır. Peygamberimiz’in “Benim saçlarımı ağarttı.” dediği Hûd suresinde, helak olmuş kavimlerle ilgili genel bir özet yer almaktadır:

·                     Nûh Kavmi                 : 11 Hûd 25-49

·                     Hûd (Âd) Kavmi        : 11 Hûd 50-60

·                     Semûd Kavmi             : 11Hûd 61-68

·                     Lût Kavmi                  : 11 Hûd 69-83

·                     Şu’ayb (Medyen) Kavmi: 11 Hûd 84-95

·                     Firavun Kavmi           : 11 Hûd 96-99

Kur’ân-ı Kerim’in değişik sure ve ayetlerinde, bu toplumların peygamberleri ile yaptıkları tartışmalara, mücadelelere, helak edilme sebeplerine ve helak edilme şekillerine yer verilmektedir. Ayetlerden hareketle helak sebeplerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: 

·       Şirk koşmak-Allah’tan başkasına kulluk etmek/ibadet etmek: Nûh Kavmi (11 Hûd 26; 23 Mü’minûn 23)

·       Allah’ı önemsiz kabul etmek-unutmak: Şu’ayb kavmi (11 Hûd 91, 92)

·       Peygamberi yalanlamak: Nûh Kavmi (25 Furkân 37)

·       Kulları şaşırtıp saptırmak: Nûh Kavmi (71 Nûh 27)

·     Eşcinsellik: Lût Kavmi (7 A’râf 80-84; 11 Hûd 77-83; Neml 54-58, 29 Ankebût 28, 30,34;  26 Şu’arâ 160-174)

·       Yol kesmek: Lût Kavmi (29 Ankebût 29)

                  ●  İfsat etmek   

Şu’ayb Kavmi  (11 Hûd 85,  7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79,  43 Zuhrûf 54)

Lût Kavmi (21 Enbiya 74; 29 Ankebut 30,34)

Nûh Kavmi (51 Zariyat 46)

Semud Kavmi (11 Hûd 85; 26 Şu’arâ 152; 11 Hûd 62)

Firavun Kavmi (7 A’râf 103; 27 Neml 14; 28 Kasas 4)

Karun (28 Kasas 76-83)

                  ● Terazi-mizan bozukluğu:

                           Şu’ayb Kavmi (11 Hûd 91,92; 11 Hûd 85, 7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79, 43 Zuhrûf 54)

·       Zulüm-zorbalık -kibir-büyüklenme, azgınlık: 

Hûd Kavmi (11 Hûd 59-60; 26 Şu’arâ 128-130; 41 Fussilet 15)

Firavun Kavmi (2 Bakara 49; 7 A’râf 123-127; 11 Hûd 91; 43 Zuhrûf 54)

Karun (28 Kasas 76-83)

Nûh Kavmi (11 Hûd 37,44; 25 Furkân 37; 23 Mü’minûn 27; 29 Ankebût 14; 11 Hûd 27-31; 53 Necm 52)

● Refahtan şımarıp azmak:

Sebe’ Halkı (34 Sebe’ 15-22)

Karun (28 Kasas 76-83)

     ● Bölünmüşlük:

Semûd Kavmi (27 Neml 45)

Firavun Kavmi (28 Kasas 4)

    ● Ölçüsüzce davranmak:

Semûd Kavmi (26 Şu’arâ 151)

Lût Kavmi (26 Şu’arâ 166)

Nûh Kavmi (71 Nûh 27)   

                  ● Çeteleşmek: Semûd Kavmi (27 Neml 45-52)

Bu ayetler incelendiğinde, toplumların helakine neden olan etkenlerin bir kısmı ortak; bir kısmı de sadece o topluma özgü olduğu görülmektedir.

Toplumların Helak Edilme Şekilleri

 Kur’ân-ı Kerim bazı ayetlerde, isim vermeden helaki hak etmiş toplumlardan bahsetmektedir. Söz konusu ayetlerde, genel olarak toplumların helak edilme şekillerine de yer verilmektedir (6 En’âm 65; 7 A’râf 84; 11 Hûd 82; 26 Şu’arâ 173-174).   “De ki: “O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi parça parça birbirinize kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir.” (6 En’âm 65) ayetinde“üsten gelen azap”, “ayakların altından gelen azap” ve “parçalara ayırıp birbirine kırdırma” şeklinde üç farklı cezalandırma şeklinden bahsedilmektedir. Üsten ve ayakların altından gelen cezalandırmada “azap” kelimesi kullanılırken; parçaları bölüp birbirini kırdırmada, “şiddeti tattırma” ifadesi kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in bazı yerlerinde ise toplumların, kişilerin isimleri zikredilerek cezalandırılma/helak edilme şekilleri anlatılmaktadır:

Firavun ve askerleri: suda boğulma, yerle bir edilme (2 Bakara 50; 7 A’râf 136; 26 Şu’arâ 60-66)

Nûh Kavmi: tufanla yok etme (7 A’râf 59-64; 10 Yunus 71- 73; 11 Hûd 42,43; 54 Kamer 11-14)

Karun: yerin dibine geçirme (28 Kasas 81-82)

Lût Kavmi:

       Damgalanmış taş yağdıran kasırga (11 Hûd 82, 83; 51 Zâriyât 33; 15, Hicr 74)

       Yerin üstü altına çevrildi (11 Hûd 82; 15 Hicr 74; 53, Necm 53,54)

       Korkunç bir çığlık (15 Hicr 73; 54 Kamer 38)

Sebe’ Halkı: arım seli (34 Sebe’ 16,19)

Fil Ashabı: Ebabil kuşları, pişirilmiş balçık taşlar (105 Fil 1-5)

Antakya Halkı: tek bir çığlık (36 Yâsîn 29)

Medyen Halkı (Şu’ayb Kavmi): dayanılmaz bir ses ve sarsıntı

              (7 A’râf 91, 92; 11 Hûd 94, 95; 29 Ankebût 37)

Semûd Kavmi: dayanılmaz bir ses ve sarsıntı, yıldırım

              (7 A’râf 78; 11 Hûd 67; 15 Hicr 83; 41 Fussilet; 54 Kamer 31)

Hûd Kavmi: kulakları patlatan bir kasırga (41 Fussilet 16; 54 Kamer18-22)

Evrendeki Kanuniyetlerin Bir Başka Kanuniyetle Değiştirilmesi

“Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54 Kamer 49), “Allah’ın yol ve yasasında (sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın.” (35 Fâtır 43-44) ayetleri, her şeyin bir kanuniyete göre var olduğu gerçeğini belirgin kıldığına göre kavimlerin helak edilmelerinde var olan, düzeni koruyan mevcut kanuniyetler, bir başka kanuniyetle yer değiştirmiş olmalıdır.

Amacımıza açıklık getirmesi açısından “evrenin genişlemesi” konusu, güzel bir örnektir. “Kütle Çekim Yasasını” “yenen” bir “başka itici kuvvet” vardır ve başka bir yasa devreye girerek evreni genişletmektedir: “1998’den önce evrenin genişlemesinin, maddenin tümünün kütle çekim yüzünden yavaşladığı düşünülüyordu; tek sorun evrenin enerji yoğunluğunun genişlemeyi tersine çevirip bir ‘büyük çöküş’e yol açacak kadar büyük olup olmadığıydı. Görünür madde ile karanlık madde ‘kritik yoğunluğun’ yaklaşık 3’te biri kadardır, dolayısıyla genişlemenin tersineceğine inananlar için karanlık madde problemi ile ilişkili olmayan ikinci bir ‘kayıp kütle’ paradoksu vardır. Bütün bu ekstra enerji nerededir? Şaşırtıcı bir keşif ile bu problem tersyüz oldu, evrenin genişlemesi yavaşlamıyor aksine ivmeleniyordu. Öyle görünüyor ki, Newton Kütle Çekimi (evrensel çekim) çok büyük ölçekte doğru değildir veya doğası itici olan ve bu durumda kütle çekimini yenen yeni bir kuvvet vardır. …Öyle görünüyor ki daha öğreneceğimiz çok şey var.” [3]

Kur’ân’da evrenin yaratılışı ile ilgili ayetleri incelediğimizde, zamanda ‘izafilik’ olgusu karşımıza çıkmaktadır: “Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, vadine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (22 Hacc 47) “Gökten yere her işi o evirip-düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine ona yükselir.” (32 Secde 5) “Melekler ve ruh (Cebrail) onun huzuruna bir günde çıkarlar ki onun miktarı elli bin yıldır.”  (70 Me’âric 4).

Dikkat çekici olan, Allah katındaki bir günün bizim dünyamızdaki iki farklı zaman dilimine tekabül etmiş olmasıdır:

1.                Bizim dünyamızdaki bin yıl, “Allah katında bir gündür.”

2.                Bizim dünyamızdaki 50 bin yıl, “Allah katında bir gündür.”

32/5. ayetinde dikkat çeken nokta, Allah’a “işlerin yükselmesi” ifadesi ile 70/4 ayetinde ise “Meleklerin ve Cibril’in Allah katına çıkması” ifadesinin kullanılmasıdır. Her iki ifadede ortak payda hızdır, hız olabilir.

Bu konu ile ilgili iki önemli vakaya daha Kur’ân’da yer verilmektedir:

1.           Bir gece, Hz. Muhammed (s.), Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmüştür:

“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren o (Allah yücedir. Gerçekten o, işitendir, görendir.” (17 İsra 1)

2.           Hz. Süleyman zamanında Saba Melikesinin tahtının Yemen’den Kudüs’e (muhtemelen) getirilmesi olayı (Bugün buna “ışınlama” denmektedir.) Saba Melikesi’nin tahtının Hz. Süleyman zamanında Yemen’den Kudüs’e getirilmesine talip olan iki kişi vardır: a. “Cinlerden ifrit”, b. “Kitaptan ilmi olan biri”. Aralarındaki fark, getirme zamanı ile ilgilidir ve saniyeler mertebesinde bir zamanda bir taht, fiziksel bakımdan bir yerden bir başka yere getirilmiştir:

“(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) “Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuşlar (Müslüman) olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi. Cinlerden ifrit: “Sen daha makamından kalkmadan önce, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.” dedi.

Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri, dedi ki: “Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.” derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, ona şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim?” diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim de nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim ganidir (kimseye ve hiçbir şeye karşı ihtiyacı olmayan), kerim olandır.” (27 Neml 38-40).

Bu iki olayın birinde Hz. Muhammed (s.), bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülüp geri getirilirken; ötekinde Saba Melikesinin tahtı, Yemen’den Hz. Süleyman’ın yanına götürülmüştür (muhtemelen Kudüs’e).  Melekler ve Cibril’in bizim 50 bin yılımıza tekabül eden bir mesafeyi bir günde aldıklarını göz önüne aldığımızda, kitapta yazılı ilme vâkıf birinin, bir tahtı bir yerden bir yere götürmesi sorun değildir. Hz. Peygamber’de ise doğrudan Allah’ın müdahalesi söz konusudur. Nasıl ve kiminle gittiği konusunda herhangi bir bilgi mevcut değildir. Miraç vakası, hadis olarak vardır.

Yukarıdaki ayetlerin tümünü göz önüne aldığımızda dört farklı durum vardır:

1.                     İşlerin Allah katına yükselme zamanı,

2.                     Meleklerle Ruhun (Cibril) Allah katına çıkma zamanı,

3.            Hz. Peygamberin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi zamanı,

4.                   Saba Melikesi Belkıs’ın tahtının Yemen’den Hz. Süleyman’ın yanına götürülmesi zamanı (a-Cinlerden İfrit’in getirme zamanı; b-Kitaptan ilmi olan birinin getirme zamanı).

Ayette geçen “işlerden” kastedilenin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Müfessirlerin bu konuya açıklık getirmesinde fayda vardır. Muhtemelen mekân olarak yeryüzünden Allah katına bir yükselme söz konusudur. Meleklerin nurdan, insanın da topraktan yaratıldığını biliyoruz. Meleklerin ve ruhun, konumu, kütlesi ve hızı konusunda bir fikrimiz yoktur. Hangi konumdan Allah katına bir günde çıkmakta olduklarında bir açıklık yoktur. Bu sorunun cevabı belki de meleklerle ilgili tüm ayetlerin analiz edilmesinde gizli olabilir. Hz. Peygamber’in ve Saba Melikesinin tahtının konumu, kütlesi yaklaşık bellidir. Götürüldükleri mesafede bellidir.

Dikkat çekici olan İfrit” ile “Kitaptan ilmi olanın” sahip oldukları bilgi ve bilginin eyleme dönüştürülmesi, gücü ve yeteneğidir. Benzer bir şekilde bugün, “ışınlama” adı altında bir cismin bir yerden başka bir yere götürülmesi çalışmaları yapılmaktadır.[4]

Var olan kanuniyetin bir başka kanuniyetle değiştirilmesi olayını, Hz. Musa’nın İsrailoğulları’nı denizden yol açarak geçirmesi, buna karşılık kendisini takip eden Firavun’un ordusunun da helak edilmesi olayında görüyoruz:

“Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa’nın adamları: “Gerçekten yakalandık.” dediler. (Musa:) “Hayır” dedi. “Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.” Bunun üzerine Musa’ya: “Asanla denize vur” diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekilerini suda boğduk. Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler.” (26/60-67; Bk. 20/77-78; 7/138-139)

Akan suyun, Hz. Musa’nın asası kullanılarak kesilmesi içinden bir yol açılması, İsrailoğulları denizden karşıya geçtikten ve Firavun’un askerleri açılan yola tamamen girdikten sonra denizin iki kesiminin birleşmesi ile Firavun ve ordusunun tamamen boğulması, yürürlükteki bir kanuniyetin bir başka kanuniyetle yer değiştirilmesi sonucudur.

İnsanoğlu tarihî süreçte var olan yasaları keşfetmeye, onlardan ders çıkarıp yararlanmaya çalışmıştır. Hz. Nûh’un buharlı gemisi, Hz. Süleyman’ın uçağı, asırlar sonra keşfedilmesi var olan bir kanuniyetin bir başka kanuniyet tarafından değiştirilmesi ya da baskın hâle getirilmesinin sonucudur. Balıkların yüzmesinden, kuşların uçmasından doğadaki değişik canlıların yapılarındaki kanuniyetlerden yararlanarak insanlar hem insanlığın hayrına hem de zararına teknolojiler geliştirmişlerdir.  Atomun parçalanması ile nükleer enerjinin elde edilmesi insanlığın yararına iken atom bombasının yapılması insanlığın zararına olmuştur.

“Tanrı’nın Krallığı”, “Tanrı’nın Devleti”, Tanrı’nın Peygamberleri”, “Tanrı’nın Irkı” ve “Tanrı Olmak”

 Başlıkta geçen bu ifadeler, gizli bir stratejinin ürünü olup yeri ve zamanı geldiğinde kullanılmış kavramlardır. Amerika kıtasına çıkan Püritenler, “Yeni İsrail’i kuracaklarını” söylemişler ve ABD’deki ilk yerleşim yerlerinden birine “New Canaan” (Yeni Kenan) adını vermişlerdir. Bundan yaklaşık iki asır sonra edebiyatçı Herman Merville, “İsrail” kavramına özel bir vurgu yapmaktadır: “Ve biz Amerikalılar, apayrı bir ulusuz; zamanımızın İsrail’iyiz; dünya özgürlüklerinin temel direğini biz tutuyoruz.” 

Amerika kıtasına Avrupa’daki baskılardan ilk göç edenler arasında Yahudiler vardır. Siyonist hareketin, isim farklı da olsa, Masonluğun ABD’nin kuruluşunda ve şekillenmesinde ciddi etkileri vardır. Siyonizm’in amentüsünde geçen pek çok kavram, ABD yönetiminin diline, yasalarına ve parasına yansımıştır. Amerikan’ın “Yeni İsrail” diye isimlendirilmesi bundandır. Dolayısıyla onlara göre “Tanrı’nın” bir emridir: ABD’nin ikinci başkanı John Adams (1765) Amerika’nın kuruluşu, bence Tanrı’nın halâ tutsaklık durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir, hep” derken Güney Carolina Başyargıcı William Henry şunu söyleyecektir: “Yüce yaradan, şimdiki kuşakları Amerikan İmparatorluğunu kurmak için seçmiştir.” 

ABD’nin kurucu felsefesindeki bu yaklaşım, daha sonraları “takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” (manifest destiny) diye adlandırılıp yaygınlaştırılmıştır. ABD başkanları bunu, bu yaklaşımı bilerek ya da bilmeyerek yol boyu kullanmışlardır. “Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” kavramını ilk kullanan ve yaygınlaştırmaya çalışan Democratic Review gazetesinin editörü John O’Sullivan’dır.  Onun Siyonizm’in amentüsünde geçen, “seçilmiş halk”, “arı ırk”, “üstün ırk gibi kavramları kullanması dikkat çekicidir: “Biz insanlığın ilerlemesinin ulusuyuz; kim bizim daha ileri adımlarımıza sınır koyacak? Tanrı’nın takdiri bizimledir ve buna başka hiçbir dünya gücü sahip değildir… Hakikatin aydınlatıcı ışığından uzak kalmış dünya halklarına karşı bu kutsanmış görev için Amerika seçilmiştir. (…) Her yıl sayıları milyonlarla artan insanlarımızın özgürce gelişebilmesi için kıtanın her tarafına yayılmamız alnımıza yazılan bir takdir-i ilahidir (manifest destiny) (…) Aşikâr yazgımızın hakkı, üzerimize düşen büyük özgürlük deneyimi ve federatif kendi kendini yönetmeyi geliştirmek için Yaradan tarafından bize bahşedilen kıtada yayılmak ve onun tamamına sahip olmaktır.  Bu, bir ağacın büyüme yazgısının gerçekleşmesi için gerekli toprak ve havaya sahip olma hakkı gibi bir haktır.”

“Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” inancının ateşli savunucularından politikacı Caleb Cushing, 1859’da Massachusetts Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasında “seçilmiş halk” bağlamında beyaz ırka vurgu yapması geleceğin dünyasında asimile hatta yok edilecek ırkların kimler olacağının bir işareti idi: “Biz mükemmel beyaz ırkın temsilcileriyiz. Erkeğin sahip olduğu mükemmelleştirilmiş zekâsı, kadının sevme kabiliyetine yatkınlığı gibi beyaz ırkımızın gücü ve ayrıcalığı çok açıktır. (...) Ben ancak benim gibi beyaz bir adamla -benim kanım ve ırkımdan olan- eşit sayılmayı kabullenebilirim. Amerikan Kızılderilisi, Asyalı sarı ırktan olanı ya da Afrika’nın siyah adamını değil.”

Nitekim ABD Senatörü Albert J. Beveridge, 27 Nisan 1898 tarihli Senato konuşmasında, ABD’nin; ‘üstün ırk’(!) tarafından kurulan ve “Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlet”(!) olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir: “Amerikan cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir. Bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrı’nın Peygamberleridir.”[10]

Senatör bu konuşmasında dört noktaya vurgu yapmaktadır: 1. Üstün Irk, 2. ABD Tanrı’nın devletidir, 3. ABD liderleri Tanrının peygamberi. 4. Diğer ırkları yönetme-gütme görevi. Böyle bir devletin liderlerinin yaptığı her şey, Tanrı’nın emriyle(!) ve onun koruması(!) altında gerçekleşmektedir.

ABD merkez Bankası’nın (FED) elinden dolar basmayı aldığı için öldürülen ABD Başkanı Kennedy’nin de yeryüzünde “Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla görevli” olduğunu söylemesi, aynı mantığın ürünüdür: “Amerikalılar istediklerinden değil, kader böyle istediği için dünya özgürlük kalelerinin nöbetçisidirler. (…) Tanrı’dan bizi korumasını ve bize yardımcı olmasını dileyelim ama unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla biz görevliyiz.”

11 Eylül 2001 tarihinde, ABD derin devleti tarafından yapılıp el- Kaide’ye fatura edilen ABD New York’taki ikiz kulelerin sivil uçaklar tarafından vurulması sonucunda bir ‘hafta tehlikeden dolayı, sığınaktan dışarı çıkamadığı’ iddia edilen ABD Başkanı George W. Bush’un 2001 yılında “Tanrı beni ilahi bir misyonla görevlendirdi. Bu, bir din savaşıdır; geniş ve uzun vadeli.  100 Yıl Sürecek Haçlı Savaşı başlamıştır. Ya benimlesiniz ya da karşımda. (…) Bunlar (Müslümanlar) bizim yaşam tarzımıza karşılar.” şeklinde, Senatör Albert J. Beveridge’den, 103 yıl sonra yaptığı konuşma, aynı mantığın ve stratejinin ürünüdür.

Koronavirüs salgını ile Siyonist merkez tarafından başlatılıp yürütülen psikolojik harekâtta, virüs salgınına karşı küresel bir mücadelenin ABD önderliğinde küresel bir yönetimle/hükümetle verilmesi, ulusal bazda verilmemesinin” istenmesi tesadüfi değildir. Fakat Trump yönetimi, buna olumlu cevap vermeyip meseleyi ulusal çerçevede ele almıştır. Bunun üzerine ABD yönetimi, Kissenger, Bill Gates, Rockefeller ve Hariri gibi Siyonist elitler tarafından ağır eleştiriye tabi tutulmuş ve ardından bazı eyaletlerde etnik merkezli sokak hareketleri başlatılıp sürdürülmüştür.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta Siyonist hareket, kendi menfaatine olan tüm işleri, faaliyetleri, muhatabın menfaatine imiş ya da ortak menfaatmiş gibi sunmaktadır. ABD’de George Kennan, 1948 yılındaki konuşmasında, Siyonizm’in menfaatlerini Amerikan’ın menfaati imiş gibi sunmaktadır: “Biz dünya nüfusunun %6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zengin­liğinin ise yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilmeyle karşılaşabiliriz. Gelecek dönemdeki asil göre­vimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi, çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”[13]

Kendilerini Tanrı (!) yerine koymak ya da Tanrı olmak (!) düşüncesi, pek çok Siyonist önderin, bilim insanının ve araştırmacıların kafasında bir takıntı olarak vardır. Nitekim Prof. Abigail Salyers, gen jokeylerini ‘Tanrılık iddiasında’(!) olmakla eleştirmektedir: “…Antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir? Ancak gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmelerinin sonuçlarını Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedirler.” [14]

14 Nisan 2006’da Roma Katolik Kilisesi’nden Papa 16. Benedict, genetik bilimcileri ‘Tanrı rolü oynamakla’(!) suçlamıştır: “Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme’, ‘Tanrı olmadan Tanrı’nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir’. “…Anti-genesis (yaradılış karşıtlığı) aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytanı bir gururdur.”[15]

300’ler Komitesi kitabında John Coleman, her biri birer Siyonist yapı olan “Dionysos Tarikatı, İsis Tarikatı, İlluminati, Katharsistler, Bogomiller ve komünistlere dayanan gizli elit grubun amaçları nedir, babındaki soruya ilginç bir cevap verir.  Kendisi 23 maddelik bir planı hayata geçirmek isteyen ve kendilerini “Tanrı’nın üstünde gören” “Olimpos Kurulu” diye bir yapının varlığından bahsetmektedir: “Bu elit grup kendisini ‘Olimpos Kurulu’ olarak da nitelendirmektedir, çünkü kendilerini Olimpos Tanrıları kadar güçlü saymaktadırlar. Şeytana tapanlar misali bu elitler kendilerini Tanrı’nın üstünde görerek aşağıdaki amaçları gerçekleştirmeyi kendilerine verilmiş kutsal bir hakka dayandırmaktadırlar.” 

Siyonist öğretilerin hemen hemen hepsinde ‘kutsal’, ‘tanrılaşmış’, “sırrı bilen” özel insanlardan bahsedilir.  Muhtemelen bir dolardaki piramittin en tepesinde “herkesi ve her şeyi gözetleyen, gören gözün” altındaki, 3’ler, 13’ler ve 33’ler meclisi ile 300’ler komitesinde bulunan ve İblis’le irtibatlı insanlar kastediliyor olabilir: “İlluminati’nin olağanüstü çalışması -dünya gezegenindeki insanlığın dönüşümü- 1990’larda büyük ölçüde tamamlanmış olacak. Bu yüzyılın en kötü medyumu, kendisine ‘İblis, 666’ demekten zevk alan İngiliz Aleister Crowley bu tahminde bulunmuştu. 1904’te basılan, Kanun Kitabı isimli iğrenç kitabında Crowley, “Horus” ismindeki şeytani bir ruhun kendisine bu bilgiyi verdiğini iddia ediyordu. Horus aynı zamanda Crowley’e 1940’ların, kan dökülecek, kaos ve savaş yılları olacağını da söylemişti. (İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gerçekleşmiş şaşırtıcı bir kehanet) Öyle görünüyor ki Crowley’in ruhani rehberi Horus’a kaos iyi geliyor. Aslında, kargaşa sayesinde Şeytan amaçlarına ulaşabildiği için tüm şeytani güçler kaosa bayılır. Şeytani Öğreti, ancak planlanmış bir büyük kargaşa ve kargaşa döneminin ardından yeni dünya düzeninin kurulabileceğini öne sürer. Söz konusu ‘kaostan kaynaklanan düzen’ kavramı, tüm Mason öğretilerinin temelindeki ortak öğedir…  Crowley bilgili bir Mason’du ve Asil Sırrı iyi biliyordu; 20. yüzyılın son yıllarında meydana gelecek kaosun doğrudan sonucu olarak küresel dengeye veya senteze ulaşılacaktı. Ardından Yeni Medeniyet doğacak, bu da ruhani açıdan üstün küçük bu grup tarafından yönetilecek küresel bir toplumun doğuşuyla sonuçlanacaktı. Şeytanın güç verdiği tanrı-adamlar, kusursuz olacaktı.”

‘Gezegen Komisyonu’ başkanı John Randolph Price, İnsanüstü Yaratıklar isimli kitabında, “dünya üzerinde Yeni Çağ krallığı kuracak bazı ruhani varlıklardan bahsetmekte, Yeni Çağın hayli gelişmiş ve “aydınlanmış” ‘insanüstü yaratıklar’ tarafından yönetileceğini belirtmekte ve “ilahi plan”a göre, yeni ve parlak bir çağ başlamadan önce ‘dünyanın temizlenmesi’ gerektiğini söylemektedir.”

Tarihte “büyücüler, sihirbazlar ve anlaşılması güç filozoflardan” oluşan simyacılar denilen bir hareket, Siyonizm’in bir kolu olarak çalışmaya başlıyor ve “kendi kendine Tanrılaşma teorisini” inşa ederek “insanın, kendi gayretleri sayesinde” “Tanrı” olabileceğini iddia ediyorlardır.

ABD senatörü ve Bill Clinton’ın Başkan yardımcısı olan Al Gore, Dengeli Dünya: Ekoloji ve İnsan Ruhu isimli kitabında birtakım iddialarda bulunmaktadır. Kendisi “Dünyadaki ekolojide ruhani bir boyutun bulunduğunu, ona tapınmanın doğru olduğunu”, “Hristiyanlığın temelde kötü”, “Hinduizm, Budizm ve diğer Doğu dinlerinin” ve “Amerikan yerlilerinin Şamanizm’inin daha doğru” ve “fikir zenginliği sunduğunu”, “herkesin içinde bir Tanrı” olduğunu savunmaktadır. “Tanrı’nın içimizde olduğu fikrini kâfirlik” kabul eden Hristiyanları ise eleştiriyor. “Tanrı, yukarılarda cennet diye bir yerlerde yaşayan bir kişi değil” “Herkes Tanrı.” “Bir kişi akıl gözüyle tüm yaratılanları bir araya getirirse, yaratıcıyı canlı bir şekilde görebilir.”  “Doğa her şeyiyle Tanrı’dır.”  “İnsanlığın kaderi, gelecekte yeni bir dinin ortaya çıkmasına bağlı. Böyle bir dinle güçlenerek, dünyayı yeniden kutsama imkânına sahip olabiliriz.”[22]

Günümüzde yeni Siyonistler ve elitler “büyük devrimin” zamanının geldiğini düşünerek Tanrı inancına şiddetle karşı çıkmaktadırlar: Tanrı insanın paçalarından tutup onun ilerlemesini, güç elde etmesini engelleyen bir sanıydı. Biz Tanrı’ya karşı sorumluluklarımızı reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi olduk. (...) Bu aşamadan sonra, hâlâ dünyanın patronu olmak için Tanrı’yı ve ona karşı sorumluluklarımızı reddetmek yetmeyecek: Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaleti/hortlağı da yok etmeliyiz. Vurmamız gereken hedef, ahlaktır. (…) Askerî ve ekonomik olarak vazgeçilmez olan yoksullar yerine kendi çıkarları için hareket eden 20. yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları taşıyan vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride bırakmak ve sadece birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyor.”[23]

 Harari ise şunları yazıyor: “…Bulutların üstündeki Tanrı’nın akıllı tasarımı değil, bizim akıllı tasarımımız ve bulutlarımızın akıllı tasarımı. “Tanrı olmak istemek değil, Tanrı olmak istememektir ahlaksızlık…” [24]

Sonuç: 21. Asrın Firavunları

Yukarıdaki ifadelerde bunlar, sadece Tanrı’ya karşı çıkmıyorlar, aynı zamanda da kendilerinin “Tanrı olduğu” vehmini dile getiriyorlar. O nedenle bunlar, Firavun’un 21. yüzyıldaki temsilcileridirler. Çünkü Firavun Hz. Musa’yı tehdit ederken Mısır ülkesinin ilahı olduğunu söylemekte, bir kule inşa ettirerek Hz. Musa’nın ilahına ulaşıp ona meydan okumak istemektedir: “Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (28/38)

Firavun Haman’dan Hz. Musa’nın ilahına ulaşacak bir kule yapılmasını istemekle Allah’a açıkça meydan okumuştur. Günümüzün Firavunları da sahip oldukları teknoloji, nanoteknoloji, özellikle uzay teknolojisi sayesinde Allah’a meydan okumaktadırlar. Uzaydaki uyduları, geliştirdikleri elektromagnetik silahları, HAARP teknolojileri sayesinde ‘Tanrılık’ vehimlerini kuvvetlendirmekte, hedef ülkelerde biyolojik (küresel salgınlar) ve ekolojik bir savaşla (yapay sel, yangın, deprem ve yanardağ patlamaları) insanüstü saydıkları “ırkın” rahat yaşayıp yöneteceği yeni bir dünyanın inşası için “ıskarta”ya çıkarılanlar da kurtulmak istemektedirler.   

Bu tutum ve davranışlarının ilahi yasalara aykırı olduğu gerçeğini unutmuşlardır. Oysa Allah “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi” (37/5) olup bütün bunları koruma altına almış, her azgın şeytanın şerrinden korumuştur: “Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk; Ki onlar, Mele-i Alâ’ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar; Uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azap vardır. Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen ‘yakıcı bir alev’ izler (ve yok eder).” (37/6-10) Ve “Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” (14/46)

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...