1 Ekim 1998 Perşembe

Örtünmenin Fıtri Temelleri - IV: Kıyafet Despotizmi Ya Da Dinin Kamu Alanından Tasfiyesi

(Umran Dergisi)

ÇİFTE STANDART

Anadolu bağımsızlık mücadelesinde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmiş olanlar, halkın inanç ve yaşam sistemine sadece saygılı değil aynı zamanda sıkı bağlı gözüktüler. Hatta camilerde vaaz edenler vardı. Meydanlarda Allah, Peygamber, Kur’an kavramlarını dillerinden hiç düşürmüyorlardı. Halkla bütünleşmenin yolunun, halkın inançlarından geçtiğini çok iyi biliyorlardı. Pek çok soruna dini söylemle çözüm arıyorlardı. Müslüman bir toplum içinde bulunmanın hassasiyeti içinde idiler. En azından başlangıçta böyle idiler. Kadınların tesettürü konusunda da tavırları bundan farklı olmamıştı.

Mustafa Kemal’in, başı açık olarak sahneye çıkan Bedia Muvahhid’e,

 

“Sen bir müslüman kadını olarak sahneye çıkıyorsun. Bir de başın açık olursa bu çok fazla olur”.1

demesini, bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Kuvayı Milliyeciler Osmanlı kültür sistemi içinde yetişmiş, belli bir dini eğitim almış insanlardı. İstemeseler de bu kültürün derin etkisi altında bulunmakta idiler. Bazı davranışlarına, dinî cevaz aramak istemelerinin bir sebebi de bu olabilir. Nitekim kadınları okumaya ve çalışmaya teşvik etmek için dinî bir söylemi gerekli görmüşlerdir. Belki de zorunlu kalmışlardır.1

... Kadının evdeki görevi, görevlerin en ufak ve önemsizidir. Kadının en büyük görevi analıktır. İlk eğitimin ana kucağında verildiği düşünülürse, bu görevin anlamı anlaşılır. Bundan ötürü kadınlarımızın da her bakımdan yükselmelerini sağlamak gerekir. Onlar da bilgin ve fen adamı olacaklar, erkeklerin geçtiği bütün öğrenim kademelerinden geçeceklerdir. Ve sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyecek, birbirinin yardımcısı olacaklardır. Bizim dinimiz hiçbir zaman kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Tanrının buyruğu hem erkek, hem de kadının bilgili olmasıdır. Dinin gereği olan örtünme şekli kadını hayatından, varlığından ayıracak gibi olmamalıdır. Edebe aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır.

(31 Ocak 1923 İzmir konuşması)

Bir başka konuşmasında da tesettür konusunu, daha ayrıntılı ve daha yoğun olarak dini ağırlıklı ele almaktadır. Tesettürü dinin gereği olarak görmekte ve dini icaplara uygun bir örtünmeyi tavsiye etmektedir:1
Dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. Tesettür-ü Şerî kadınlar için mûcib-i müşkilât olmayacak, kadınların hayat-ı içtimaiyede, hayat-ı iktisadiyede, hayat-ı maişette ve hayat-ı ilimde erkeklerle teşrik-i faaliyet etmesine mani bulunmayacak bir şekl-i basitedir. Bu şekl-i basit heyet-i içtimaiyemizin ahlâk ve âdabına muğayır değildir.

Mustafa Kemal, ilginçtir ki, çıplaklığa, dini inanç, örf, adet ve gelenekleri gerekçe göstererek karşı çıkmaktadır. 21 Mart 1923’de yaptığı konuşmada da bu olguyu görmek mümkündür:2

“Gerçekten de özellikle büyük şehirlerde kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışardan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı; karanlık bir kılık, ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilemeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır. Yürüyeceğimiz yol; büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak etmek, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, onu bilim, ahlâk, sosyal ve ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı yapmak yoludur. Kılıklarında aynen Avrupa kadınını taklit ederek giyimlerini aşırılığa götürenler düşünmelidirler ki; her ulusun kendine özgü gelenekleri, alışkanlıkları, ulusal özellikleri vardır. Başkasını aynen taklit eden bir millet; ne o milletin aynı olabilir, ne kendi ulusallığı içinde kalabilir. Bunun sonu da umulana varılamamanın acısıdır. Kapalı olmayan, fakat erdemli olan bir giyimle ilim ve sanat hareketlerine, sosyal hareketlere katılan kadını, dünyanın en tutucu milleti bile beğenir”.

Yukarıdaki alıntıların hepsinde Mustafa Kemal, örtünme olayını dinin bir emri olarak kabul ediyor ve çıplaklığa din ve örfün gereği olarak karşı çıkıyor. Batılıları taklid eden kadınları milli örf, adet ve gelenekler adına eleştiriyor.

“Başkasını taklit eden milletlerin kendi benliğini kaybettiği gibi, başka bir milletin de aynı olmayacağı” ifadesi önemli bir tesbittir. Taklit olayı, toplumu kemiren, kişiliksiz yapan ve sonuçta toplumu acılara boğan kangren gibi bir hastalıktır. Mustafa Kemal’in cumhuriyetle birlikte başlayan değişim sürecindeki bu gibi tehlikelere dini ve tarihi motifleri kullanarak karşı çıkması üzerinde hassasiyetle durulması gerekir. Kadının açılması konusunda, bir ikilem içinde olduğunu söylemek mümkündür.

Falih Rıfkı Atay’ın tesbitine göre kadının kurtuluşunu açılmakta görüyordu:3

Kadını kurtaracaktı. Kutarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi.

Oysa Mustafa Kemal’in mizacı ve kişiliği gene Falih Rıfkı Atay’a göre bunun zıddı idi.4

Garplılaşmayı teşvik eden Atatürk’ün kendi hayatında pek Garplı olduğu söylenemezdi. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denilebilir ki, harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medeni Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınına, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül edemezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: “bize göre değil ha çocuklar... derdi.

Böylesi bir ikilemin, İttihat Terakki’den beri tüm Osmanlı aydınlarında var olduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyet tarihini derinden etkilemiştir. Gücü ele geçirene kadar halkçı, halkla beraber; gücü ele geçirdikten sonra, katı, halka karşı ve halka rağmen anlayışını benimsemişlerdir. Türkiye’deki, siyasi hayatta, muhalefetteki söylemlerle iktidardaki söylemlerin çoğu kez birbirlerine taban tabana zıt oluşu böyle bir şuuraltı olayıdır. Türkiye’deki gerek aydın, gerekse siyasetçi çifte standart kullanmıştır. Bugün üniversitelerdeki başörtüsünün belli periyotlarla sorun haline gelmesi de aynı mantığın sonucudur.

Mustafa Kemal, bir taraftan Bedia Muvahhid’e “Sen Müslüman bir kadınsın; başını örterek şarkı söylemelisin” derken; diğer taraftan erkeklerle dans etmek istemeyen müslüman kadınlara:

Arkadaşlar, dünyada subay üniforması giymiş bir Türk erkeğinin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadının bulunabileceğini düşünemiyorum. Şimdi emrediyorum! Hemen salona dağılın! İleri! Marş! Dans edin!

diyerek emredecektir.5 Burada da hem sivil; hem de asker olma ikileminin etkisi söz konusudur.

Cumhuriyet tarihini bu perspektiften genel olarak incelemek gerekir.  Örneğin bu konuda Mete Tunçay’ın tesbitleri hayli çekicidir:* Bu incelemenin sonucunda çok ilginç tarihi, sosyal ve psikolojik hakikatların gün ışığına çıkacağı kesindir. Ancak bu konu, burada bu genişlikte ele alınmayacak, yalnızca tesettürle sınırlı kalınacaktır.

ALIŞTIRMA POLİTİKASINDAN ABA ALTINDAN SOPA GÖSTERMEYE

Merkezde belli sorunlar çözüldükçe, güç Mustafa Kemal ve arkadaşlarının eline geçtikçe, milli mücadeleye katılmış pekçok insan tasfiye veya pasifize edildikçe konuşmaların şekli ve üslubunun değiştiğini görmekteyiz.

1923 yılında Çankaya köşkünde yedi-sekiz kişilik bir sohbet toplantısında Mustafa Kemal, “Birgün başımıza şapka giyebilecek miyiz?” şeklinde bir soru sormuş ve soruyu bizzat kendisi şöyle cevaplandırmıştı:6

Şapkayı önce deniz askerlerimize giydiririz; onlar halka seyrek göründüklerinden göze batmazlar; sonra ordu giyer; bu da askerlik işi olduğu için kimse karışamaz. Onları göre göre münevverler de alışırlar. Derken...

 

Bu ifadeler, halkı iknaya dönüktür. Halkın kendi iradesi ile tercih yapabileceği, alışacağı anlamını taşır. Olumlu sayılabilecek bir yaklaşım tarzıdır. Ancak olayın pratiği böyle olmamıştır. 1925 yılında Kastamonu ve İnebolu’da yapılan, geçen sayıda verdiğimiz konuşmaların büyük bir bölümü halkı iknaya dönüktür. Ancak sonu tehditle bitmektedir. Kurban vermekten bahsedilmektedir. Halk kendi isteği ile tabi olmazsa cebirle bir şekle sokulacaktır.7

Bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk, bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekiyorsa bazı kurbanlar da veririz. Bunun önemi yoktur. Önemli olarak bunu hatırlatırım ki, durumun kalmasına, değişmemesine inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz.

Yönetim, aba altından sopa göstermenin sinyallerini vermeye başlamıştır. 1923 yılındaki “alıştırma politikasından” vazgeçilebileceğini ortaya koymaktadır. Burada da bir ikilemin olduğunu, Halkçılık ilkesini benimseyenlerin kafasında, ayrı, yaşayanlardan başka bir “sanal halk” olduğunu görmekteyiz. Yaşayan halk ve sanal halk. Cumhuriyet döneminin en ciddi hatası, yaşayan halkı görmezlikten gelme, yok saymadır.

KANUNEN VE CEBREN

31.8.1925’de Mustafa Kemal, Kastamonu dönüşü Çankırı’da İskilip’ten gelen bir heyete yaptığı konuşmada, “Kılığın şekle sokulması için kanunun gerekli olmadığını” söylemektedir.8

Kılığın uygar bir şekle sorulması için kanun gerekli değildir. Millet karar verir, yapar. Ve biz de uygar kılığın bütün ayrıntılarını kabullendik. Memurlar ve mebuslar, bunu gereği gibi uygulayarak halka rehberlik etmelidirler.

Halka rehberlik etme görevi, memurlara ve mebuslara verilmiştir. Bu açıdan önce memurların ve mebusların kıyafetleri düzeltilmelidir. 2.9.1925’de 2431 sayılı kararname ile memurların şapka giymesi zorunlu hale getirilmiştir.9

Mustafa Kemal, 28.9.1925 günü Bursa’da yaptığı konuşmada, Çankırı’daki konuşmasını destekleyip isim vermeden toplumun kılık kıyafetini zorla değiştiren II. Mahmud’un yaklaşım tarzını eleştirmiştir:9

 

Bir zamanlar bu milletin başına fes giydirebilmek için şeyhülislamlar değiştirildi, fetvalar çıkarıldı. Takdire değer ki, bugün milletimiz böyle duygusuz, anlamsız, mantıksız araçların hiçbirini gerekli görmüyor. Bizim aradığımız milletten aldığımız ilhamdan başka birşey değildir ve olamaz. Samimiyetle söylemek isterim ki, hep birlikte izlediğimiz yol doğrudur... İzlediğimiz yol demek, içimizden herhangi birimizin çizdiği herhangi bir yol değildir. Bütün düşüncelerin bir araya gelmesi ile doğan sonucun çizdiği anayol demektir.

Bu konuşmadan yaklaşık iki ay sonra, 25.11.1925 tarihli 671 sayılı şapka giyilmesi hakkındaki kanun mecliste uzun tartışmaların sonucu kabul edilir: 10

Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giydiği şapkayı giymek zorundadır. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar.

İki ay içerisinde ne değişmişti ki kıyafet için kanun gerekmez diyenler, kanun yoluna başvurmuşlardı. Olay, yalnızca kanun çıkmasıyla kalmamıştı; kanunun yürürlüğe girdiği 2.5 ay içerisinde 57 kişi idam edilmiş, yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.11

Mete Tunçay’ın halkın o dönemdeki psikolojisine ilişkin tesbitleri, son derece anlamlı ve düşündürücüdür; Tatar Hasan Paşa’nın “muhayyilelere dehşet salmak için” Şalcı Bacı’yı astırma fikrinin halkta nasıl bir korku meydana getirdiğini ispatlar vaziyettedir.12

Şapkaya karşı doğan tepkilerin şiddetle bastırılması üzerine; gerçekte pahalı olduğu halde, hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştır; çünkü görülmüştür ki, artık  sorun “fes” ya da “şapka” değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektedir.

Bugünün nesillerinin, bu tablo karşısında, Bursa’da yapılan konuşmayı; fes yerine şapka kelimesini koyarak yeniden okumalarında fayda vardır.

Kıyafetle ilgili diğer bir kanun ise, 3.12.1934 tarih ve 2596 sayılı “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine” ilişkin kanundur. İzlenen yoldan, gerçekleştirilen uygulamalardan anlaşılan odur ki; genç cumhuriyet, bir hukuk devleti değil de, bir kanun devleti olmayı benimsemiştir. Bu açıdan genç cumhuriyetin izlediği politika, II. Mahmut’unki ile örtüşmektedir. Yapılmak istenenler, halk için halkla beraber olması gerekirken “halka rağmen halk için”e dönüşmüştür. Halka gitmekten bahsedenlerin söylemi, halkı “kanunen ve cebren” medenileştirme olmuştur. Bundan sonra bir tarafta halk, diğer tarafta kadro hareketi vardır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na Serbest Fırka’ya ve DP’ye gösterilen aşırı ilgi bu zıtlaşmanın doğal bir tezahürüdür.

KIYAFET ÜZERİNDEN DİNE SALDIRI

Devrimler içinde en ciddi muhalefet, Halide Edip Adıvar’ın tesbitine göre Şapka Kanunu’na yapılmıştır.13 Halk açısından şapkadan çok daha önemli anlam ifade etmesi gereken devrimlere değil de, şapkaya niçin bu denli ciddi muhalefet yapılmıştır?

Bu muhalefetin gerçek nedeni, geçen sayıda açıkladığımız üzere giysilerin mücadele içinde özel bir anlam kazanarak sembolleşmesidir. Fes, kalpak, çarşaf ve başörtüsü son 200 yıllık batı ile mücadele tarihimizde, iki inanç, iki kültür veya iki medeniyet arasındaki kavgada sembolleşmişlerdir. Kutsallaşmışlardır. Markalaşmışlardır. Nitekim Şapka Kanunu’nun gerekçesinde ilginçtir ki, bu olgu itiraf edilmektedir.8

Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uluslar ailesi içine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türkler ile öteki çağdaş uluslar arasında bir marka niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş uygar ulusların tümünün ortak başlığı olan şapkanın giyilmesi gereği belirtilmiş ve ulusumuz bu çağdaş ve uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan bağlı kanunun kabülünü teklif ederiz.

Kanunun gerekçesinde tezat var. Madem önemli değil, bunun için neden kanun çıkarılıyor? Madem önemli değil, niçin Türklerle diğer ulusları ayıran bir marka özelliğine sahip oluyor? Halkın bu denli reaksiyon göstermesinin nedeni başlığın iki medeniyet arasında markalaşmış olmasıdır. Hıristiyanların iyisine “makul kefere”, kötüsüne “gâvur”, beterine “şapkalı gâvur” dediği ve düşman diye  kabul ettiği, asırlardır savaştığı ve bu savaşlarda evlatlarını şehit verdiği bir toplumun başlığını kanun zoruyla benimsemek, halkı rencide etmiştir, yaralamıştır.  Kazandığı İstiklal Mücadelesi’nin tadına doyamadan psikolojik dünyası tahrip edilmiş, horlanmış ve aşağılanmıştır. Çünkü İzmir’in işgalinde halkın fesini, sarığını ve kalpağını ayaklar altına alıp çiğneyen Yunanlı idi; oysa şapka kanunundan sonra köprü başlarını tutup fesini, sarığını ve kalpağını başından alıp ayakları altında çiğneyen ve dereye atan veya attıran kendi çocukları idi.  Kendi çocuklarından böyle bir hakarete uğramanın; halkın ruh dünyasında yapacağı tahribat bugünkü nesiller değerlendirilmeli ve iyi tahlil edilmelidir.

Bugün şapka kanunu yürürlüktedir ve hiç kimse gereğini yapmamaktadır. Başta memurlar ve mebuslar olmak üzere hiç kimse şapka takmamaktadır.

Cumhuriyet tarihinde başlığa yöneltilen eleştiri ve saldırıları tek başına alıp değerlendirmek yanıltıcı olur. Gerçekte dine karşı açılan savaşın bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekir. Doğrudan dine saldırılamadığı dönemlerde, dini ve örfi anlam kazanmış ve mücadele sürecinde semboleşmiş, markalaşmış olan giysiye saldırılmıştır. Giysi üzerinden dolaylı bir harp taktiği ile dine karşı mücadele yürütülmüştür.14

Amaç açıktı. Din toplumda en fazla kadını mı eziyor?(!) Kadını dinin etkisinden kurtarmak, dinin yüzyıllardır kadına empoze ettiği peçeyi ve çarşafı kaldırmak, din otoritesine indirilecek en büyük darbeydi. Mustafa Kemal’in teşhisi buydu ve kuşkusuz teşhiste yanılmıyordu. Ayrıca, hatırlatmakta yarar varki, bu teşhiste M. Kemal yalnız da değildi. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Orta Asya’nın geri toplumlarını sarsmak ve sosyalist devrime katmak mücadelesi veren Sovyet yönetimi de işe toplumun en ezilen -feodal baskıya din ve erkek baskısının da eklendiği- kesimi olan kadınları devrime  kazanma mücadelesiyle başlamış ve ilk aşamada dinin kadın üzerindeki otoritesini kırmak için peçe ve çarşafın kaldırılması yolunda mücadeleye girmişti. Mustafa Kemal’in de kadın haklarını tanırken böyle ideolojik  ve politik bir hedef güttüğünü kabul etmek pek yanıltıcı olmasa gerektir. Görüldüğü gibi kadın hakları için verilen mücadeleyle, dinin etkinliğini kırmak için verilen mücadele arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur.

 

Erkek giyimine karşı yürütülen mücadelenin şiddeti ile, kadın giyimine karşı yürütülen mücadelenin şiddeti aynı olmamıştır. Kadın giyimi konusunda, daha temkinli hareket edilmiştir. Bu nedenle şapka kanununa kadın giyimi ile ilgili herhangi bir madde konmamıştır. Ancak değişik konuşmalarda, kadınların mevcut giysileri eleştirilmiş, hicvedilmiştir. Özellikle valiler, belediye başkanları ve memurlar batılı tarz giyimin propagandasını yapıyor; batılı tarzda giyinenlere “aydın ve ilerici”, geleneğe ve tesettüre uygun giyinenlere “cahil ve gerici” muamelesi yapıyorlardı. Kadın giyimiyle ilgili genel bir yasa çıkarılmamıştı ama, belediye ve valiliklerin aldığı kararlarla çarşaf giyimi yasaklanıyordu.15

Daha sonraki yıllarda “çarşafla mücadele” haftaları bazı sivil görünüşlü toplum örgütleri tarafından düzenlenmiş, çarşaf yerine manto önerilmiştir. Türk Kadınlar Birliği adlı dernek üyeleri “çarşaf yerine manto ve başörtü kampanyası” açmıştır.16 İlginçtir ki, dün çarşaf yerine manto ve başörtüsünü önerenler; bugün mantoya ve başörtüsüne karşı çıkıyorlar. Demekki gerçek sorun, örtünün çarşaf olup olmaması değildir. Gerçekte sorun dinin emri olan tesettür olayıdır ve dinin bizatihi kendisidir.

Niçin, kadın giyimini de içine alacak bir kıyafet kanunu çıkarılmamıştır? Gerek Baskın Oran’ın gerekse Falih Rıfkı Atay’ın görüşü Türk toplumunun kadına verdiği özel anlamdan dolayıdır.17

 

Türk Toplumunu iyi tanıyan ve büyük gerçekçi olan Atatürk, dinsel temaya dokunduktan sonra (laiklik, tekkeler...) bir de insanların “ailesinin” “namahreme” yasa zoru ile “açılmasını” tehlikeli saymış olsa gerektir. Afgan Kralı Emanullah Han’ın düşmesi üzerine Atatürk’ün “Ben ona bu konu (kadınların açılması) ile fazla uğraşma demiştim” dediği anlatılmaktadır.

Toplumun değer sistemini pek çok noktada zedelemiş olan yönetim, insanların ailesinin namahreme yasa zoruyla açılmasının doğuracağı tepkiden çekinmiş olabilir. Doğrudan bir yaptırım yerine dolaylı bir değiştirme stratejisini benimsemiş olabilirler, ki Falih Rıfkı Atay’ın kanaati budur.4

 

Atatürk kadın meselesinin üstüne pek varmamıştır. Köyde ve geri kalabalıkta din kadar kuvvetli şey, ırz; ırz da kadın demektir. Ahlâkın ölçüsü ırzdır. Dönülmeyen yemin, ırz üstünedir. Medeni kanun yeni Türk cemiyetinin hazır nizamı değil, ideali idi. Bu cemiyet mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti. Kızlı erkekli mektepten yetişecek ve mektepten çıkacaktı. İktisadî şartların yaratacağı yaşama imkânları kadını hürriyetine kavuşturacaktı. Atatürk, halk kadınının kurtuluşunun uzunca bir zaman işi olduğunu anlamıştır. Şapka Kanunu’na kadınlar için bir hüküm koymayışının sebebi budur.

Arzulanan kadın tipi ve arzulanan cemiyet, mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti; mektep ve iktisadi şartlar onu oluşturacaktı. Değişim gizli zorlanmış bir doğal seyir takip edecekti. Öngörülen strateji buydu. Buna ilave olarak vali ve belediye başkanlarının aldığı zorlayıcı baskıcı kararlar vardı. Bir de medyanın psikolojik harp aracı olarak kullanılıp kadınların zihinleri üzerine kuracağı baskı, en önemli fonksiyonu icra etmekteydi. Devlet dairelerinde muhatap olunan davranışlar da bu işin tuzu ve biberi sayılmalıydı. Bütün bunlar, senkronize olmuş bir tarzda, “çarşaflı ve kapalı Türk kadınını gelecekte tarih kitaplarında aramak gerekecektir.” öngörüsünü gerçekleştirmek için yapılmaktadır.

FITRATA YÖNELME

Ancak 75 yıllık bir uygulamadan sonra, ne mektep, ne iktisadi şartlar, ne yönetmelikler, ne de medya arzu edilen insanı ve arzu edilen cemiyeti meydana getiremedi. Toplumsal dokuyu oluşturan ve toplumsal dayanışmayı sağlayan değerler sistemini yıktılar; fakat yerine yenisini koyamadılar. Bir gün önce yaptıklarını, birgün sonra reddettiler. Toplumdaki bütün ilişkileri, çıkar ilişkisine indirgediler.

Seçilen yol, tutulan istikamet, toplumsal değer sistemi ve insan fıtratı ile uzlaşmaz çelişkiye girmiştir. Artık toplumun her kesiminden şu veya bu nedenle sisteme karşı eleştiri yapılmaya başlanmıştır. Böyle bir ortamda dinin örtünme emrine uyan, kapalı kadınlar, eğitimde ve yönetimde hak istemektedirler. Kendilerine gösterilen yol ve yaşam tarzının, kendilerine huzuru ve mutluluğu sağlamadığı inancındadırlar. Mevcut gidişten, kendilerini ve çocuklarını korumak istemektedirler.

Batılılaşma hareketi, beklemediği bir anda, beklemediği bir mekanda, üniversitelerde, beklemediği insanlardan, kadınlardan muhalefet görmeye başlamıştır. Tarih sayfalarında olması istenen kapalı kadınlar,  gerçek hayatta 75 yıllık uygulamanın sonucunda kamusal alandaki haklarını istiyorlar. Fıtrata aykırı bir yaşam tarzına karşı çıkarak Allah’ın;

Öyleyse sen yüzünü, bir hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. İşte dimdik ayakta duran din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.”(30 Rum, 30) emrine uymuşlardır.

Şaşırtıcı olan şudur: 70 yıl önce gençleri jandarma zoru ile evlerinden alıp okullara götürdüler; şimdi ise okuyan ve çalışan insanları, polis ve jandarma zoruyla okuldan ve iş hayatından atıyorlar.

Ziya Paşa haklı değil mi?

Onlar ki laf ile verir dünyaya nizamât

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde. 

KAYNAKLAR

1- Aktaş C., Kılık Kıyafet ve İktidar, Nehir Yayınları, İstanbul C.1, 1989, s 134-135.

2- Goloğlu, M., Türkiye Cumhuriyeti, 1923, Goloğlu Yayınları, Ankara, s. 84-85.

3- Atay, F.R., Çankaya, Ankara, s, 410.

4- Atay, F.R., Niçin Kurtulmak, Ankara, s. 81, aktaran C. Aktaş age s, 155.

5- Aktaş, C., age s.132.

6- Dilipak, A., Bir Başka Açıdan Kemalizm, İstanbul, s. 411.

7- Koloğlu. D., İslamda Başlık, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1978 , s.90.

8- Goloğlu M., Devrimler ve Tepkileri, Goloğlu Yayınları, Ankara s. 150.

9- Goloğlu, M., age s. 145.

10- Goloğlu, M., age, s. 156.

11- Aktaş, C., age, s. 148.

12- Tunçay M., Tek Parti, s. 150.

13- Aktaş, C., age, s.149.

14- Tekeli, Ş., Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, s. 209-210.

15- Aktaş, C., age, s. 172-173.

16- Aktaş, C., age, s. 220.

17- Oran, B., Atatürk Milliyetçiliği, sh. 187.

* “Ben, Atatürk’ün Millî Mücadele döneminde -toplumsal tutunum sağlamak için- dinden yararlanmasını anlayışla karşılıyorum. Ama Halk Fırkası’nın devam ettirdiği “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ana tüzüğünün “her  İslâm vatandaşı” doğal üye saydığını görmezlikten gelemiyorum. 23 Nisan 1920’de TBMM açılırken, bu meclisin baskın İslâmi rengi, ne önceki Osmanlı Meclis-i Meb’usanlarıyla ne de kendisinin sonraki dönemleriyle karşılaştırılabilir. Başkanlık kürsüsünün arkasında asılı duran levha, “Hakimiyet bilâ kaydüşart Milletindir” değil, “Ve emrehüm şûrâ beynehüm” (meşveret ediniz, birbirinize danışarak yönetiniz) âyet-i kerimesiydi. [Doğrusu, “Onların işleri aralarında danışma iledir.” Umran] Bu levha ancak Takrir-i Sükûn döneminde kaldırıldı. İlk meclisin bütün üyeleri Müslüman olduktan başka, İkinci Grup kadar Birinci Grup üyelerinin arasında da sarıklı, cübbeli bir çok din adamı vardı. 1 Teşrinisâni 1338’de ( 1 kasım 1922) saltanatın kaldırılması, Hicrî takvimle Mevlid-i Nebevî’ye (Peygamberin doğum gününe) rastladığı için, ikisi birarada “Hakimiyet-i Milliye” bayramı ilan edilmişti. Cumhuriyeti kuran anayasa değişikliği (tavzihan ta’dil), yürürlükteki Kanunuesasî’de zaten varolduğu halde, devletin resmi dininin İslâm olduğunu yinelemiş, bu kayıt 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanununda da 1928’e kadar devam etmiştir. Yine bu tarihe değin, cumhurbaşkanı ve milletvekilleri “vallahi” diyerek ant içmişler. Şeriat mahkemelerinin 1924’te kaldırılmasına karşın, 1928’ e kadar  “ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” (dinsel yargı kararlarının yerine getirilmesi) TBMM’nin görevleri arasında sayılmıştır...”  (Yeni Yüzyıl, 17.9.

1 Eylül 1998 Salı

Örtünmenin Fıtri Temelleri - III: MÜCADELE ORTAMINDA GİYSİLERİN SEMBOLLEŞMESİ

 (Umran Dergisi)

Geçen sayılarda tesettürün fitri temellerini ve tesettüre düşmanlık veya karşı oluşun nedenlerinin bir kısmını incelemiştik. Bu sayıda tesettüre karşı oluşun bir başka boyutunu ve giyisilerin mücadelede sembol haline gelişini inceleyeceğiz.

Medeniyete Giden Yol Çıplaklıktan Geçer (!)

Geçen sayıda İbn. Haldun’un mağlup toplumların, galip toplumları taklit etme konusundaki psikolojilerini incelemiştik. İbni Haldun’un “gerilemenin gerçek sebeplerini araştırmayan mağlup toplumlar, galip toplumların kılık, kıyafetlerini taklit ederek sorunu çözeceklerini sanırlar” tarzındaki tesbiti; Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin temelde düştüğü en ciddi hatadır. İnançların şekillendirdiği tesettüre ve aile mahremiyetine müdahale ederek başlatılan bir medenileşme projesi, halkın desteğinden mahrum kalmış, halkla yönetim zıtlaşmasını başlatmıştır. Daha sonraları zıtlaşma, uzlaşmaz tezada dönüşerek yönetimin yalnızlaşmasına, halktan kopmasına neden olmuştur. Halk’tan kopan tüm yönetimler doğal olarak diktatörleşirler ve şiddete başvururlar: “Madem sevmiyorlar öyleyse korksunlar” anlayışı yönetime hakim olur.

III. Selimle başlayan, II Mahmut’la devam ettirilen ve Cumhuriyet yöneticilerinin de benimsediği hareket tarzının başarısızlığa uğramasının temeldeki nedeni budur. Bilim ve teknolojiye sahip olabilmek için Bilim ve teknolojide ileri ülkelerin yaşam felsfesi ile giyim kuşam anlayışını benimsemek gerekir tarzındaki yanlış varsayım, bugün içinde bulunduğumuz sıkıntıların ana sebebidir.

Osmanlının son dönem aydınlarından Abdullah Cevdet, İçtihad dergisini Cenevre’de çıkardığı yıllarda müslüman halkın kalkınması için çarelerin neler olabileceği konusunda müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler arasında bir anket yapmıştır. Soruyu bir Fransız edebiyatçı, “Kur’an’ı kapa, kadınları aç!” diye cevaplandırmıştır.

Abdullah Cevdet bu cevaptan hareketle aile reformu sorununu, “Hem Kur’an’ı hem kadınları aç” şeklinde bir sloganla ele alır.1-2 Berkes’in tesbitine göre 1908 devriminden sonra peçe ve çarşafa karşı ilk savaşı açanın Abdullah Cevdet olduğudur.2

Falih Rıfkı’nın hatıralarından Kemalist hareketin benzer bir çizgisini izlediği anlaşılmaktadır.3

“Kadını kurtaracaktı. Kurtarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi. İlk yapılan işlerden biri, İstanbul tramvayları ile vapurlardaki perdelerin kaldırılması olmuştur.”

Halide Edip’in “Hem efendim, bizim peçemize perdelerimize ne karışıyorsunuz?” diyerek Ankara’ya tavır koyması Falik Rıfkı’nın tesbitini doğrular mahiyettedir.3

Balkan savaşları (1912-1913) sırasında Osmanlı ordusunun yenilgisiyle içerde başlayan tartışmalarda, ilginçtir ki, yenilginin nedeni olarak kadınların giyim ve kuşamı ileri sürülmüştür. Kimileri mağlubiyetin nedenini açıklıkta, kimileri ise kadınların örtülü olmasında görüyordu. Mehmet Tahir konuya açıklık getirmek amacıyla yazdığı Çarşaf Meselesi’nde,

“Halbuki zavallı kadınlarımız ister süslü gezsinler, ister süssüz; savaş devam ettiği müddetçe sokakta, evde, sevgili vatanlarının kurtuluşu için gözyaşları içinde dualar ettiler; evlatlarını feda eylediler, şehidlerimizin yetimlerine yardımda bulundular. Yaralılarımızın yaralarını kendi elleriyle sardılar. Onlara karşı gerçek hemşirelik görevini yerine getirdiler. Gazilerimiz için gece gündüz  dikiş diktiler, çorap ördüler, zenginleri yardım sandıklarına sitap eylediler. Hasılı vatana hizmette hiçbir kusurları olmadığı halde, nasıl oluyor da, savaştaki yenilgimizin sebebi onların giydikleri çarşaflar oluyor.”

diyerek yanlış çözüm arayışlarını eleştiriyordu.4

III. Selim 1789’da iktidara gelişinin ertesinde devlet ileri gelenleri ile yaptığı toplantılarda imparatorluğun durumunu masaya yatırmış ve devlet ricalinden çözümler istemiştir. İmparatorluğu bunalımdan çıkaracak herhangi bir gerçekçi çözüm ortaya çıkmamıştır. Hatta bu toplantılarda padişahın yakınlarından birinin III. Selimde:5

“Padişahım, şapka giyip, Frenk olduk deyip, sokağa yürümekten gayrı çare yoktur”.

tarzında şekli bir çözüm önermesi çözümsüzlüğün en güzel örneklerinden olduğu gibi, Osmanlı yönetiminin düştüğü aczin de çok güzel bir ifadesidir. 1789 yılında önerilen çözümle, 1998 yıllarında önerilen çözümlerin benzerliği dikkat çekicidir.

Benzer bir çözüm, genel harp yıllarında (1914-1918) Seyit Bey tarafından düşünülmektedir.6-8

“Olmayacak bu iş, bizim karının başına şapka giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!”.

İlginçtir ki bütün çözüm arayışları askeri mağlubiyetlerden sonra hızlanmaktadır. “Moskof seferi”nde yenilen Osmanlı ordusunun subayları ve yeniçeri ağası dönemin sadrazamı Koca Yusuf Paşa’ya (1791) gelip:7

“Bizler bu kez 120 binden fazla ocaklı asker iken Moskof’un 8 bin askeri Tuna’yı bizim tarafa doğru aşıp üzerimize geldi ve hepimizi bozup davasının gücünü ispatladı. Düşmanın böyle askerine bizim nizamsız askerimizle dayanmaya gücümüz yok. Mademki bizim askerimiz yeni savaş yöntemlerini bilmiyor, böyle kıyamete kadar başarı elde edilemez.”

demeleri temelde bazı değişikliklerin yapılması gerektiğini ortaya koyuyordu.

Daha ileri bir yaşam tarzına, daha mutlu bir topluma, daha yüksek bilim ve teknonojiye ulaşmanın yollarını ararken; aydınların, düşünürlerin, bilim adamlarımızın olayı bir bütün olarak ele almaları gerektiğidir. Bütünü yakalamadan, gerçek nedenlere inmeden kısmî, geçici, duygusal, şekli teşhis ve önerilerle ve de sizin düşüncenize ve çözüm önerilerinize karşı olanları suçlamak, karalamak, tehdit etmek gibi davranışlarla gerçekler bulunamaz.

Her sistem; bir felsefeye, bir inanca, bir düşünceye dayanır. Sistemin temel aksiyomatik yapısını bu inanç oluşturur, şekillendirir. Kurumlaşma bu temel yapıya uygun yapılır. Osmanlı İmparatorluğunun temel aksiyomatik yapısı, İslam düşüncesine; bugünkü sisteminki ise 6 ok ilkesine dayanmaktadır.

Osmanlı imparatorluğunda yapılması gereken, daha iyi bir yaşam tarzına, daha mutlu bir topluma, daha yüksek bilim ve teknolojiye mani midir? ulaşmaya, İslam’ın bizzatihi kendisi hangi ilkeler bu gelişmeyi engeller? Gelişmeye mani olarak görülen ilkeler varsa, bu ilkelerin bizatihi kendisinden mi; yoksa hakim zümrelerin kasıtlı, maksatlı yorum ve tevillerinden mi kaynaklanmaktadır. Bu tesbit edilmeliydi. İslam yaşanan hayatın ihtiyaçlarına ilkeleri itibarı ile cevap mı verememektedir? Bu sorunun cevabı gerçekçi olarak bulunmalıydı ve çözümler, bu temel tesbitlere göre üretilmeliydi.

İmparatorluğun geniş toprakları içerisinde her türlü insana daha mutlu ve ileri düzeyde bir yaşam tarzı sunarken de, imparatorluğun temel felsefesi İslam’dı. O zaman gelişmeye, yükselmeye, daha iyiye güzele mani değil idi ise şimdi niçin mani olsundu ki. Nitekim Ziya Paşa;

“İslam imiş Devlete pa bend-i terakki

Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı.”

diyerek bu olguyu dile getirmektedir.

Onun için çözüm arayışlarında sistemin temel yapısı, felsefesi, işleyişi; toplumun temel yapısı, değerleri, örf, adet ve gelenekleri, duygu ve düşünceleri bir bütün olarak ele alınıp incelenmelidir.

Halk ikna edilerek inandırılmadan, halkın desteği alınmadan getirilen tüm çözümler, sonuç vermemiş, sorunu bir müddet sonra daha girift hale getirmiştir. III. Selim’den günümüze kadar ister inkılap şeklinde, ister ıslahat şeklinde olsun üretilen tüm çözümlerin, sonuç vermemesinin nedeni budur.

Gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminde gerçekçi anlamda doğru çözümler üretilmemesi, üretilen çözümlere halkın katılmaması; galip batı medeniyeti karşısında duyulan eziklik, aydınları, yöneticileri şekli çözümler aramaya yöneltmiştir. Kılık kıyafet değişimini ve çıplaklığı, gelişmenin, kalkınmanın gerek şartı olarak görmüşlerdir.

Halka, eğer kalkınmak yükselmek, daha iyi ve mutlu bir yaşam istiyorsanız; daha yüksek bilim ve teknolojiyi istiyorsanız, Batı medeniyetini aşmak istiyorsanız, kılık kıyafetinizi değiştirerek tesettürü terk edeceksiniz, demişlerdir. Dahası bunu gönüllü olarak yapmazsanız, “kanunen ve cebren” biz yapacağız diyerek tehdit etmişlerdir.

Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan, Mısır gibi İslam Coğrafyasına baktığımızda; bütün medenileşme, çağdaşlaşma, bilim ve teknolojiye ulaşma hareketinin başlangıcı, kılık kıyafet değişimi ile başlamış, çıplaklıkla devam etmiştir. Buna rağmen bugüne kadar bu Batı medeniyetinin üstünlüğünün bir sembolü haline gelen bilim ve teknolojiyi üretememişlerdir.

Bütün çağdaşlaşma, batılılaşma veya daha üstün olduğu varsayılan bir başka medeniyete ulaşma gayretlerinin, tesettüre savaş açması, çıplaklığı gerek şart olarak görmesi bir tesadüf müdür? Daha üstün olduğu söylenen bir konuma ulaşmada, çıplaklığın ortak payda olması bir rastlantımıdır, İslam coğrafyasında?

İnsanın ilk yaratılış olayına baktığımızda bunun rastlantı olmadığını görürüz. Şeytan’ın, Hz. Ademle eşini cennetten çıkarabilmek, onlara, Allah’ın kanunlarını çiğnetebilmek için başvurduğu yollardan biridir. Bu davranış Şeytan, Hz. Ademle eşine içinde bulundukları konumdan daha da üst konuma ulaşmayı vadetmiştir. Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek bunu elde edebilecekleri konusunda onlara vesvese vermiştir:

“Ey Adem, sen eşinle cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dediki; “Rabbinizin size şu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir. Ve gerçekten ben size öğüt verenlerdenim diye yemin de etti.

Böylece aldatma ile onları düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi. (Araf, 19-22)

“Daha üst bir konuma veya medeniyete ulaşmada Kur’an-ı Kapa Kadını aç” şeklinde önerilen bir reçete; İlk yaratılışta Şeytan’ın Hz. ademe yaptığı teklifte aynı muhtevadadır. Bu, Şeytan’ın yolundan gidenlerin temel özelliklerinden biridir; Ortak paydalarıdır. Batı medeniyetinin bütün bilimsel ve teknolojik üstünlüğüne rağmen, seks, şiddet ve uyuşturucu üçgeninde çırpınıp durması tesadüfi değildir. En yüksek suç oranına sahip olmayı da bu bağlamda ele alıp değerlendirmeliyiz. Dolayısıyle daha üst konuma geçmek, daha ileri bilim ve teknolojiye ulaşmanın yolu çıplaklık değildir.

MÜCADELE ORTAMINDA GİYSİLERİN SEBMOLLEŞMESİ VE MANEVİ ANLAM KAZANMASI

Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemindeki batılılaşma hareketlerinin ortak yönü, batı medeniyetini bir bütün olarak almak istemeleridir. Medeniyet bu, bütünlük gülü ve dikeni ile alınmalıdır demektedirler.8 Bu noktada düşünülen yanılgı; bu başka medeniyetin dayandığı değerler sistemi ve yaşam biçimini, bilim ve teknolojinin sonucu olarak değerlendirmektir. Karşılıklı etkileşim söz konusudur. Ancak akaid (doktrin) bilim ve teknolojinin sonucu olarak nitelendirilemez. Aydınlarımız, İbni Haldun’un ifade ettiği mağlupların galipleri taklit psikolojisinin etkisi, hatta ezikliği altında, çözüm üretmedikleri için de şekle önem vermişler ve şekli değişimi öncelemişlerdir.

Unutulan nokta, ideolojiler arası mücadelede, giysilerin özel bir analmı olduğudur. Toplumlar veya sosyal gruplar birbirlerine giysileri ile özellikle başlıkları ile muhalefet etmektedir. iki tolumsal yapı arasında mücadele varsa, çatışma varsa, bunun görüntüsü giyime, bir şekilde yansır ve giyim mücadelenin sembolü haline gelir.

İmparatorluk döneminde batı ile yapılan kavgada Sarık, mücadelenin sembolü haline gelmiştir. II. Mahmud’un çağdaşlaşmacı hareketi olarak Fes’i, sarığın yerine koyma isteğine karşı gördüğü direncin büyüklüğü buradan kaynaklanmaktadır.

Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu’nun mücadelesi, simgeler arası savaşla devam etmiştir. Halkın II. Mahmud’a duyduğu öfke, çocuklarını öldüren, topraklarını gaspeden, namuslarını kirleten Batılılara şeklen benzemek istememesinden dolayıdır.

Fes yunan başlığıydı. II. Mahmut Şapkaya geçebilmek için Fes’i bir ara unsur olarak görmüştü. Fes’i topluma kabul ettirebilmek için zora başvurmuş, bir çok insanın canını almıştır. Buna rağmen fes, gerekli zemini bulmadı. Ancak batı ile savaşlar başlayınca, özellikle Balkan savaşında Fes, şapkalı hıristiyanlara karşı direnişin sembolü haline geldi. Yunanların esir Türk er ve subaylarının feslerine, haç işareti çizmeleri, Fes’e dini bir anlam kazandırdı.9 Artık Fes, müslüman doğunun, şapkalı Hristiyan batıya karşı bir mücadele sembolüydu. Diğer taraftan İstanbuldaki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların Şapkaya yönelmeleri, onu kullanmadaki gayretleri, müslüman İstanbulun da aynı hırsla fese sarılmasına ve şapkalıya nefretlerinin artmasına neden oldu. II. Mahmud’un zorla yaptıramadığını, iki farklı toplumun çatışması sağlamıştı.

Başlığın mücadelede simge haline gelişinin bir başka örneği de, milli mücadelede kalpağın kullanılmasıdır. Kuvayi Milliyeciler, Fesli İstanbula, Şapkalı Hristiyan işgalcilere karşı, sembol olarak kalpağı seçmişlerdir. kalpak, kısa zamanda direnişin simgesi haline gelmiştir.

Başlangıçta dini bir özelliği olmayan Fes ve kalpak mücadele içinde, doğal olarak toplum nezdinde, dinî bu özellik kazanıyordu.  Milli mücadele yıllarında İzmir’in işgalinde, İstanbul’daki kadınların tepkilerinde benzer bir duygu vardır. İstanbulda o yıllarda siyah çarşaf giyinen kadın çok az olmuş olmasına rağmen, İzmir’in işgalini protesto için İstanbul’da yapılan, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, mitinge baştan aşağıya siyah çarşaflara bürünmüş kadınlar istirak etmiştir10 Çarşaf, Kuvayi milliyedeki kadınlar cephesinde, direnişin sembolü olmuştur.

Aynı durumla Cezayir bağımsızlık savaşında karşılaşılmaktadır. İşgalci Fransızlara karşı Cezayirli kadın, çarşafa simge olarak sarılmış ve direniş göstermiştir.

Demekki Örtüler mücadele içinde simgeleşiyor, örfleşiyor bir müddet sonra da dini bu anlam kazanıyor, olayın bu yönü iyi görülmelidir.

Falih Rıfkı’nın aktardığına göre “Müslümanlar Hristiyanların iyisine “makul kefere” kötüsüne gâvur, beterine şapkalı gâvur derlerdi”.11 Bu deyiş mücadelenin seyrinden kaynaklanan acılarla kan ve göz yaşıyla yoğrulan bir toplumun tepkisinin en güzel ifadesidir. Cumhuriyet dönemi aydın ve yöneticileri bu psikolojiyi göz önüne almamışlardır. Kafalarındaki medeniyet projesini, halkın bu duygularına rağmen batı medeniyeti ile özdeşleştirerek yapmaya kalkmışlardır. Asırlardır mücadele ettiği batı toplumlarına karşı sembolleştirdiği giysilerine, bizatihi uğrunda kanını, canını evladını verdiği Cumhuriyet yöneticilerinin savaş açmış olmasnı toplum hazmedememiştir.

Balkan savaşında, Anadolu’nun işgalinde halka subay ve erlere düşmanlarının reva gördüğü bir davranışı, Cumhuriyet memurlarının ve jandarmasının reva görmesini halk bir türlü anlayamamıştır. İşin ilginç yanı Kuvayı milliyenin sembol kadını haline gelen Halide Edip de anlayamamıştır.12

“Hem efendim, bizim peçelerimize, perdelerimize ne karışıyorsunuz?”

 

Cumhuriyetin hemen başlangıcında batı ile özdeş olma projesi, halk ile yönetimi karşı karşıya getirdi. Her ne kadar Batıya dönük medeniyet projesi, Anadolu milliyetçiliği, halkçılık, ve yeni Anadolu kadını gibi çalışmalar ile meşrulaştırılmak istense de halk gerekli ilgiyi göstermedi. Halk, kendine reva görülen davranışı affedemedi. Cumhuriyet yöneticileri, bu tepkinin sonunda halktan koptular. Bu kez Cumhuriyet yöneticileri; halka gitmek, halk ile bütünleşme yerine, halkı “kanunen ve cebren” medenileştirme yolunu seçtiler. Mustafa Kemal’in İnebolu’da  27 Ağustos 1925, yaptığı konuşmada, bu karmaşık duyguları görmek mümkündür.13

“Efendiler Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Fakat ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile yaşayış türü ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Velhasıl, uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar halkı, başından aşağıya dış durumuyla da uygar ve ileri insanlar olduğunu fiilen göstermeğe mecburdur.

Bu son sözlerimi açıkça anlatmalıyım ki, bütün ülke ve cihan ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu açıklamamı yüksek heyetinizie tümünüze bir soru ile yöneltmek istiyorum. Soruyorum “Bizim giysilerimiz milli midir?” Halkın yanıtı “Hayır”, bizim giysilerimiz uygar ve uluslararası mıdır?” “Hayır”.

Size katılıyorum,. Deyimimin kusruna bakmayın, “altı kaval, üstü şişhane” diye tanımlanabilecek bir giysi ne millidir ne de ulusalararasıdır. O halde giyisinin bir milleti olur mu arkadaşlar? Böyle tanımlanmağa razı mısınız, arkadaşlar? “Hayır, hayır”

Çok kiymetli değerli bir cevheri çamurla sıvayarak dünyanın bakışlarına sunmakta anlam varmıdır? Bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat, anlayamıyorsunuz, demek doğrumudur? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak gerektir. Doğaldır. Cevherin korunması için bir koruyucu yapmak gerekiyorsa, onu altından yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında kararsızılk olur mu? Bizi kararsızlığa yöneltenler varsa, onların ahmaklığına ve aptallığına karar vermemekte hala mı kararsız duracağız?...

Turan giyisilerini araştırıp canlandırmağa gerek yoktur. Uygar ve uluslararası giyisiler bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir giyisidir. Onu giyeceğiz. Ayakta ıskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek gömlek, kıravat, yakalık, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş” (güneş siperli başlık.)

Bunu açıkça söylemek isterim. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız.

Buna “caiz değil” diyenler vardır. Onlara diyelim ki, çok gafilsiniz, çok cahilsiniz, ve onlara sormak isterim: Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giymek neden olmaz? Ve gene onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve yahudi hahamlarının özel giyisisi olan cübbeyi ne vakit ne için ve nasıl giydiler?...

Arkadaşlar. Tahakkuk etmiş şekilde söylüyorum; korkmayınız.!

Bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk, bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekiyorsa bazı kurbanlar da veririz. Bunun önemi yoktur. Önemli olarak hatırlatırım ki, durumun kalmasına, değişmemesine inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz”.

Bu konuşmayı değerlendirirken; Osmanlının son dönemlerinin duygularını özlemlerini, öfkelerini, kırgınlıklarını acılarını, batı karşısındaki ezikliklerini ve soruna gerçekçi kalıcı tutarlı bir çözüm bulamama psikolojilerini göz önüne almak gerekir. Nerdeyse 150-200 yıla varan mağlubiyet döneminin oluşturduğu eziklik ve çaresizlik içinde büyüyen herşeyi tartışan ve fakat uzlaşmaya varamayan, İttihat Terakki etkisinde kalmış, hedefe varmada halkı örgütlemekten ziyade tepeden inmeyi yöntem olarak seçen Subaylık Psikolojisi ile yoğrulmuş bir aydın ve yönetici neslinin karmaşık duygularını iyi tahlil etmek gerekir.

Bu karmaşayı yaşamış bir nesil, cumhuriyet döneminde güçle donanınca her düşündüğünün doğru, her yaptığının haklı olduğu inancına saplanıp kalmıştır. İkna yerine tehdidi yeğlemişlerdir. Acelecidirler kısa zamanda çok şey yapma arzusu, tehditci, darbeci tepeden inmeci yapılarını (ittihatçı gelenek) daha da ön plana çıkarmıştır. Aradan geçen 75 yıldan sonra bugünün nesilleri, olup biteni daha gerçekçi ve daha akılcı değerlendirmek zorundadır. İfratla tefrit arasında bocalamadan bu yapılmalıdır. Gelecek nesillere yapılacak en büyük iyilik, bu olacaktır.

Bu arka planı göz önüne alarak Mustafa Kemal’in İnebolu konuşmasını, daha rahat değerlendirebiliriz. Konuşmanın ilk paragrafında Türkiye Cumhuriyetini kuran, Türk halkının tarihtede ve gerçekte de uygar olduğu söyleniyor. Aynı paragrafta uygar olduğu söylenen bir ulusun, aile hayatı, yaşayışı ve kıyafetinin uygar olmadığı belirtiliyor. Hem uygar hem de uygar değil, ilk tezat buradadır. Konuşmanın 2. paragrafında giyisilerin, ne milli, ne de uluslararası olduğu ifade ediliyor. 3. paragrafta ise giyisinin milli olamaycağı” tezi ileri sürülüyor. 4. paragrafta ise mevcut giysileri çamur olarak vasıflandırıyor. Buradan ulaşılacak sonuç çamur olmayan ve milleti temsil edebilecek bir milli giysinin ortaya konulması zorunluluğudur. Giysisiz millet demek giyisisi olmayan millet demektir. Aksi taktirde millet çıplak da, ona giysi giydirilmeye çalışılıyor anlamı ortaya çıkar. Oysa Mustafa Kemal, Turan giysisini önermiyor, uluslararası  giysiyi öneriyor. Batıya karşı bağımsızlık savaşından çıkmış bir ulusa; “şapkalı gavur” diye muhalefet ettiği batı toplumunun giyisilerini önermenin, mücadele hukukunun getirdiği semboller savaşında anlamını göz önüne alarak ne kadar ağır gelebileceğini tahmin etmek zor değildir. Anadolu halkı bunun için şapkaya diğer, devrimlere nazaran, en fazla direnmiştir.

Mustafa Kemal, böyle bir direnişin olabileceğini tahmin ettiğinden dolayıdır ki, buna karşı çıkabilecek olanları, cahil, aptal, ahmak, gafil olarak nitelemiştir. Bununla da yetinmemiştir. Bazı kurbanlar veririz diyerek de tehdit etmiştir. Kemalist hareket halkı değiştirmede iknayı değil tehdit yolunu benimsemiştir.

MUHAYYİLELERE DEHŞET SALMAK İÇİN ŞALCI BACININ İDAMI

Halk, II. Mahmut zamanında Yunan başlığı olan fesin giyilmesine karşı çımış, direnmiş ve kurbanlar vermiştir. Yıllar sonra ve Batı ile olan uzun mücadele yıllarında fes doğal seyir içinde Osmanlıyı temsil eden sembol haline gelmiştir. Nitekim Musa Kazım, fes’in Kur’an ve hadisle alakalı bir konu olmadığını 80 yılık bir gelenek olduğunu ifade etmektedir.14 Fes, Osmanlı’da II. Mahmud’un halka rağmen zorla yerleştirmeğe çalıştığı bir başlıktı. Mustafa Kemal de, II. Mahmud’un yöntemini benimseyerek Şapkayı, Kanunen ve Cebren” yerleştirmeyi tercih etmiştir.

“Şapka iktisası hakkında kanun” 28 Kasım 1925 tarihinde çıkar çıkmaz, köprüler, anayol kavşakları tututularak fesler ve fesliler toplanmaya başlanmıştır.İstanbulda fesleri toplatılıp boğaza attırılmıştır.15 İstiklal mahkemesi istatistiklerine göre, şapka kanununun yürürlüğe girmesinden sonraki 2.5 ay içinde,tam 57 kişi idam edilmiştir. yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır.16

Erzurumdaki şapkaya karşı direnişi kırmak için “Şalcı Bacı” diye tanınan bir bohçacı kadını astırma, sadece dehşet ve korku salmak amacını taşımaktadır. Nimet Arzık’ın deyişi ile Vali ile kumandan Tatar Hasan Paşa muhayyelelere dehşet salmak için, kimsenin hükumetin emrinden çıkmaması için inkılaplara karşı geldi diye bu kadını asalım demeleri ilginçti. Zavallı Bohçacı kadın ikide bir “ben bir hatun kişiyim, şapka ile ne derdim ola ki, kadın şapka giye ki asla?” diyerek mevcut zihniyeti yüksek sesle sorgular.17

Anadolu halkı, bu olaylar karşısında bir şeyi anlayamıyor; kafasındaki sorulara net cevaplar veremiyordu. İzmir’in işgalinde Yunanlılar tarafından, başlarındaki fes ve kalplakları çıkarmadıkları için öldürülmüşlerdir.Başlarından fes ve kalpalıkları, zorla alınıp çiğnenmişti. Bunlar düşmandı; peki kendi bağrına bastığı, ekmeğini paylaştığı, oğlunu peşinden askere gönderdiği dualarla, destek gönderdiği Kuvayı Milliyeciler niçin kendisine aynı muameleyi yapıyordu?

Bağımsızlık hareketinin zafere ulaşması ile harekete karşı oluşan güven duygusu, coşku, birlik ve dayanışma; halka rağmen halk için anlayışının kurbanı edilerek ülkenin kalkınmasına yönlendirilmemiştir. Çok büyük bir fırsat, yöneticilerce heba edilmiştir.

Bunun için halk en çok şapkaya karşı direnmiştir. Halide Edip’in bu konudaki tesbiti oldukça ilginçtir.17

“Devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan şapka kanununa sokaktaki adamın karşı koyması, kanunu yapan adamların hareketinden çok daha batılı idi. Çünkü, şapkaya karşı koyanların çoğu, ekonomik nedenler dahil, birçok haklı temellere dayanıyorlardı”

Balkanlarda Bulgarların, İzmir’de Yunan’ın Maraş’da Fransızın yaptığı davranışı, Anadolu’nun her köşesinde Kuvayi Milliye’ciler niçin yapıyordu.Halk buna bir türlü anlam veremiyordu. Necip Fazıl’ın deyişi ile “Özyurdunda garip, öz vatanında parya.” olduğunun farkına varmıştı halk.

Halk, aşağılandığının ve horlandığının farkındaydı. İçine kapanmayı, suskunluğa bürünmeyi tercih etti.

Bugünün nesli, geçmişte halkı sindirebilmek için suçsuz bir Şalçı Kadını idama gönderen Tatar Hasan Paşa ile; bugün üniversite kapılarında kız çocuklarımızı polislere coplattıran ve üniversite dışına attıran sivil paşalar arasında bir fark olmadığını görmek zorundadır. Halka tepeden bakan ve halkı daima tehlike gören bu zihniyeti, halka çok iyi anlatmalıdır. Halkı kamplara bölerek güçsüzleştiren ve ülkenin kalkınmasını engelleyenleri, halkın sırtından vurgun vuranları, halkı soyanları teşhir etmelidir.

Kırmadan, dökmeden ve sabırla. 

KAYNAKLAR

1- Bersek, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, s. 435-436.

2- Cundioğlu D., Başörtüsü Risalesi, Tibyan Yayınları, İstanbul 1995 s. 7-8.

3- Göle N., Modern Mahrem , medeniyet ve örtünme, Metis Yayınları, İstanbul, 1991 s. 64.

4- Aktaş C., Kılık kıyafet ve iktidar, Nehir Yayınları, İstanbul c.1, 1989 s. 104-105.

5- Atay F.R, Çankaya, Ankara s. 430-431.

6- Yalçın H.L., Tanıdıklarım, Seyit Bey, Yedigün. No:183, 9 Eylül 1936 Aktaran Cundioğlu D. a.g.e s. 28.

7-Koloğlu O., İslamda Başlık, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1978 s.19.

8- Göle N., a.g.e s. 26.

9- Koloğlu O., a.g.e s. 64

10- Aktaş C., a.g.e s. 125.

11- Atay F.R., a.g.e s. 430.

12- Göle N., a.g.e s. 64.

13- Koloğlu D., a.g.e s.89-90.

14- Koloğlu D., a.g.e s. 66.

15- Koloğlu D., a.g.e s. 95.

16- Aktaş C., a.g.e s. 148.

17- Aktaş C., a.g.e s. 149.

1 Temmuz 1998 Çarşamba

Örtünmenin Fıtri Temelleri - II: Kıyafet Değişimi ve Tesettür Düşmanlığı

 (Umran Dergisi)

“Rabbin’in yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (16 Nahl 125)


Geçen sayıda örtünme olayının insan fıtratı ile ilişkisini, yaratılış olayındaki Hz. Adem-İblis mücadelesini odak alarak, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde inceledik. Örtünün, bir aidiyet unsuru olarak müslüman kadın kimliğinin bir sembolü ve cinsleri birbirinden birlikteliği koruyarak ayıran koruyucu kalkan özelliğinde olduğunu gördük.

Buradaki incelememizde kılık-kıyafetin değişimine etki eden faktörler ve tesettür düşmanlığının nedenleri üzerinde duracağız.

KIYAFET DEĞİŞİMİNE ETKİ EDEN FAKTÖRLER

Sosyolojik olarak kılık-kıyafet insanların  bir gruba aidiyetinin bir sembolü olarak değerlendirilmektedir:1 İnsanın duygularını mevkiini, kabilesini, cinsiyetini, yöresini, milletini, medeniyetini temsil edebilen, ortaya koyabilen önemli bir semboldür.

İnsan giyimine inancın, iklimin, ekonominin, gelenek ve göreneklerin, medeniyetin önemli etkileri vardır. Bu açıdan “kıyafetin tarihi”, dinler, adetler, düşünceler, medeniyetler ve siyaset tarihi ile iç içedir. Kıyafetin değişimine bakarak ferdin veya toplumun düşünce yapısının, inancının değişimi incelenebilir.

Kılık-kıyafet değişimine etki eden en temel parametre dini inançtır. Bununla beraber toplumların birbirini karşılıklı etkilemesi, özellikle mağlup toplumların galip toplumları taklidi, içinde yaşanılan toplumun örf-adet, gelenek ve görenekleri, sanayileşmenin ihtiyaçları, kapitalizmin kâr ihtirası ve moda hareketleri kıyafet üzerinde son derece etkili olurlar.

KIYAFETİ BELİRLEYİCİ OLARAK DİNİ İNANÇ

Geçen sayıda örtünme ve çıplak kalma olayının, insanın yaratılışında iblisin Hz. Adem’le eşine savaş açmasının sonucunda ortaya çıktığnı incelemiştik. Kıyafet tarihinin bu olayla başladığını ifade etmiştik. Ayrıca Allah’ın bu konuda emir ve yasaklarının neler olduğunu incelemiştik. Dolayısıyla geçen sayıda kıyafetin dini temellerini tesbit etmiş olduk. Ancak  olayı yalnızca Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ortaya koymuş olmamız örtünmenin yalnızca İslam’a, bugünkü nitelendirmeler açısından, has bir olgu olduğu gibi bir yanlışlığa bizi itebilir. O açıdan konunun eksik kalmaması için Kitabı Mukaddes’te örtünmenin nasıl değerlendirildiğine ve geçmiş kavimlerin durumuna burada yer vermemiz yararlı olacaktır.

Kitabı Mukaddes’te örtünme, havarilerden olan Pavlus’un Korintoslular’a yazdığı mektuplarda konu edinilmektedir:2

“Ben Mesihe  uyduğum gibi, siz de bana uyun. İmdi herşeyde beni hatırladığınız ve size teslim ettiğim gibi talimleri tuttuğunuz için, sizi methederim.

Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih, ve kadının başı erkek, ve Mesih’in başı Allah’tır. Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük  düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her kadın, başını küçük düşürür; çünkü traş edilmiş olmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut traş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek, Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir. Çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadın, bir yetki işareti olarak başını örtmelidir. Bununla beraber, Rab’de ne kadın erkeksiz, ne de erkek kadınsızdır. Çünkü kadın erkekten olduğu gibi böylece erkek de kadın vasıtası iledir, fakat herşey Allah’tandır. Siz kendi nefsinizde hükmedin; kadının örtüsüz Allah’a dua etmesi yakışır mı? Tabiat bile size öğretmiyor mu ki, erkeğin uzun saçlı olması kendisi için hürmetsizlik, fakat kadının uzun saçlı olması kendisine izzettir. Çünkü saçı kendisine örtü olarak verilmiştir. Fakat bir kimse çekişici (tartışmacı) olmak istiyorsa, bizim böyle bir adetimiz yoktur, ne de Allah’ın kiliselerinin vardır.”

Pavlus’un Korintoslular’a yazdığı mektupta kadınların özellikle  dua anında örtünmelerinin şart olduğu söylenmektedir. Hıristiyan bilgin Tertulian, örtünmenin fıtri temellerine insanların dikkatini çekerek örtünün zinaya karşı cinsler arası koruyucu bir kalkan görevi gördüğünü ifade etmektedir:3

“Bakire, yalvarırım başını bir örtüyle ört! İffetli edep silahına sarıl, etrafını hicap duvarıyle çevir; cinsiyetine ne kendi bakışlarının ne de gelip geçenlerin bakışlarının sızmayacağı bir duvar ör. Kadınlara ait bu giysiyi bakireliğini korumak için taşı. Kendine, gerçekte olmadığın şeyin görüşünü ver ve sadece Tanrı seni öyle bildiği için hoşnut ol. Ayrıca sen zaten evlisin. Çünkü Hz. İsa ile evlendin; vücudunu ona teslim ettin, onunla nişanlandın ve şimdi nişanlın nasıl istiyorsa öyle giyin. Hz. İsa, dünyadaki gelin ve kadınların başlarında bir örtü olmasını istiyor. Onun nişanlıları ise bu örtüyü herkesten önce takmalı.”

Hıristiyan toplumlarda başörtüsü asırlar boyu bir kadının evli olduğunun bir sembolü olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Cermen kadınlarının kılıklarına ilişkin 4. yüzyıldan kalan belgelerde evli bir kadının başını nasıl örttüğü tasvir edilmektedir:4

“Saçını içine toplamış olduğu ağın üzerine yüzünü de kapatan bir başörtüsü örter, bu başörtü kalçaya kadar iner, bazen önden açık bırakılır veya çene altından yuvarlak bir iğne ile tutturulurdu.”

Hristiyan bilgin Tertulian’ın ifadeleri ve yukarıdaki belgede geçen örtünme şekli ile Kur’an-ı Kerim’de Nur Suresi 31. ayeti kerimedeki benzerlikler dikkat çekicidir. Hepsi de dini kaynaklıdır. Aynı kökten, aynı özden gelen bilgilerle şekillenmişlerdir.

Daha da ilginç olan eski çağ uygarlıkları üzerinde yapılan çalışmalarda, kadınların başörtüsü kullandıklarını ve topuklara kadar inen kapalı giysiler giyindikleri tesbit edilmiştir. Özellikle Hitit devri mezar taşı kabartmalarında, Frigya’daki İon kültürleri kalıntılarında ve Süryani mozaiklerinde kadınların başörtülü oldukları belgelenmiştir::5

Eski Yunan’da ise başörtüsü, Zeus’un karısı Hera ve bereket tanrıçası Demetler’in özel sembolleriydi. Homer’e göre örtü, kadın kimliğinin ayrılmaz parçasıdır. Heraklit, Yunanistan ve Mısır’da yaşayan kadınların peçe taktıklarını ifade eder:5

“Giysilerin başa gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün tümü bir peçe ile örtülmüş gibi görünür. Zira sadece gözler ortada kalır, yüzün diğer bölümleri ise, giysinin bir parçası ile tamamen örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz renkli giysiler giyerler.”

Kadının özgür ve iffetli oluşunun sembolü olarak örtünün algılandığına ilişkin ilginç bir hukuk belgesine Asurlular zamanında rastlanmaktadır. Fahişelerle, iffetli kadınları birbirinden ayıran bir sembol olarak başörtüsü kullanılmaktadır:6

“Evli ve dul kadınlar” ev haricindeki yerlerde bulunduklarında, başlarını örtmek zorundadırlar. Bu durum kapatılanlar (esirtu) için de geçerlidir. Kapatılan kadınlar hanımlarına sokakta eşlik ettiklerinde başlarını önermeliydiler. Buna karşılık fahişelerin başı açık olmalıydı. Buna uyulmazsa ağır ceza tehdidi vardı. Bu aynı zamanda tutsak kadınlar için de geçerliydi. Bir erkek kapatılmış bir kadını meşru karısı yapmak isterse, kadının başının tanıklar önünde örtüldüğü resmi bir tören gerekliydi.”

Kur’an-ı Kerim’de Ahzab 59’da geçen mü’min kadınların özgür ve iffetli tanınmaları, eziyet görmemeleri için örtünmeleri tarzındaki ifadelerle, Asurlulardan kalan belgedeki fahişelerin başlarının açık, evli ve dul kadınların ise kapalı olmalarına ilişkin ifadeler arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.

Bütün bu bulgular, Hz. Adem’le İblis arasında başlayan mücadelenin, tarihin değişik dönemlerinde Allah’ın farklı peygamberleri ile İblis arasında devam ettiğinin birer göstergesidir. Allah’ın gönderdiği hidayetçilerin, Allah’ın emirlerini hayata geçirmesi ile toplum, tesettüre uymuştur. Peygamberlerden sonra gelen sapmalarla topyekün toplumlar veya bazı kesimleri tesettürden uzaklaşmıştır.

Bu bağlamda tesettür, Hakla batıl arasında ayırıcı bir çizgidir. Bu, düşünce bazında veya felsefi anlamda böyledir. Fert bazında ise ferdin bilgisi ve şuuru ile orantılı bir değerlendirme yapmak gerekir.

Onun için tesettür olayını şekli bir mümin olma, olmama tartışmasının ötesine taşıyarak insan zihni üzerine olumsuz etki eden ortamları/faktörleri ortadan kaldırmak ve insanları şuurlandırmak gerekir. Bu şuurlandırmanın yolu da tebliğdir.

MAĞLUPLARIN GALİPLERİ TAKLİT ETMESİNİN ÖRTÜNMEYE ETKİSİ

Farklı toplumların, farklı sınıf ve zümrelerin, farklı kabilelerin/aşiretlerin tarih içinde birbirinden ayrı özelliklerde giysiler giyindikleri ve giyimlerini ayırıcı bir sembol ve  bir aidiyet unsuru olarak kullandıkları bilinmektedir. Bir diğer deyişle toplumlar, kendi kimliklerini temsil edecek şekilde bazı giysileri sembolleştirmişlerdir. Papazların, hahamların, kahinlerin giysileri, müslüman din adamlarının başlıkları gibi sarık ve fesin Osmanlı ile özdeşleşmesi, Hint ve Afganlıların başlıklarının Hint ve Afgan toplumunu çağrıştırması gibi.

Bu açıdan toplumlar, başka toplumun kimliğini temsil eden giysilerin giyilmesine, bir kimlik sorunu olarak karşı çıkmışlardır. Başka toplumlara benzememek kavgası vermişlerdir.

Nitekim Hz. Peygamber bu konudaki temel espriyi teşebbüh (bir başka kavme, onun temel ayırıcı alametini benimseyecek şekilde benzemek) hadisi ile ifade etmektedir:7

“Ruhban elbisesi giymekten sakının. Zira kim Ruhban elbisesi giyer veya kendini onlara benzetirse, benden değildir.”

Nitekim Hz. Ömer, Azerbeycan’daki ordu komutanı Ukbe bin Ferkud’a yazdığı mektupta şöyle uyarmaktadır:7

“Lükse, sefahata dalmaktan, müşrik elbisesi giymekten ve ipek kullanmaktan sakın!..”

Aliyyu’l-Karî, teşebbühü (benzemek), bir toplumun sembolü olanları taklit etme, benimseme olarak değerlendirmiştir. Hz. Peygamberin Ruhban elbisesini özellikle belirtmesi, sembol olma, aid olma, temsil etme açısından teşebbüh kelimesinden ne anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Belki de bu noktada elbise, kılık kıyafet; cinsler arasındaki ayırıcı sembolizmine benzer bir başka fonksiyon icra etmektedir: İnançların farklılığı sembolizmi. İnançları ayırıcı, belirtici bir sembolizm, inanç sahiplerinin kasden veya yanlışlıkla rencide edilmelerini sağlayan bir koruyucu rol üstlenir. Çünkü farklı inanç mensuplarının önem verdiği değerler, farklıdır. Bir Hindu’nun ineğe atfettiği önemle, bir müslümanın atfettiği önem farklıdır. Karşısındakinin Hindu olduğunu bilen bir müslüman, elbetteki daha dikkatli davranacaktır. Bu açıdan farklı inançlara ilişkin sembolizmler, ilişkilerin daha sıhhatli ve daha tutarlı olmasını sağlar.

İnançları, örf ve adetleri gereği birbirlerine giyim konusunda muhalefet eden toplumlar, seri mağlubiyet ve başarısızlık durumlarında bu olgunun tersi bir davranış gösterebilirler. Mağlubların galipleri taklidi diyebileceğimiz bu davranış, psikolojik ezikliğin bir sonucudur.

Ardarda gelen mağlubiyetlere, bunalımlara çözüm bulmama durumunda mağlubların başvurduğu çare, galipleri taklit olmaktadır. İbni Haldun bu konunun sosyolojik analizini çok güzel bir şekilde yapmaktadır:8

“Nefs ve kalb, daima kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Yenilen kimse buna inandıktan sonra, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin galebesinin, adet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu galebenin sebepleri ile karıştırır. İşte bu yanılgılardan dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir. Oğulların babalarını örnek edinmek istemeleri, onların olgunluk ve üstünlüklerine inanmış olmalarından ileri gelir. Aynı şekilde komşu kavimlerden biri ötekine üstün ise, mağlup olan, büyük ölçüde kendisine üstün olan komşu kavme benzemeye ve onu kendisine örnek almaya çalışır. O kavmin hali ve adeti bu yolla onlara sirayet eder.”

Tarih bunun ilginç örnekleri ile doludur. Tarihteki en ilginç örneklerden biri Deli Petro’nun Rusya’nın geri kalış nedenini, Avrupalı gibi giyinip yaşamamakta aramasıdır. Uzun sakallı Rus erkeklerini yakalayıp zorla traş ettirmiştir. Kadınlı  erkekli salon toplantılarını mecbur tutmuştur. Kalpak yerine şapka giymeyi sağlamak için Moskova’yı top bataryaları ile kuşatmıştır:.9

Benzer uygulamaların Osmanlı Tarihinde III. Selim, II. Mahmut ve Abdulmecid zamanında yapıldığını görmekteyiz.

Özellikle II. Mahmut sarık sarmayı yasaklatmış, kendisi ve devlet ricalı Avrupa tarzı giyinmeye başlamış ve fesi resmi kıyafet olarak ilan etmiştir:9

Osmanlı İmparatorluğunda ardarda gelen mağlubiyetlerin, başta padişahlar olmak üzere devletin ileri gelenleri ve aydınları üzerinde son derece olumsuz etkileri olmuştur. İbni Haldun’un ifade ettiği eziklik ve taklit etme duygusu tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Kendi giysilerinden utanır hale gelmişlerdir. III. Selim’e, yakınlarından birinin; “Padişahım, şapka giyip, Frenk olduk deyip, sokağa yürümekten gayrı çare yoktur” demesi böyle bir psikolojinin sonucudur:10

Nitekim Almanya’ya bir heyetle ziyarete giden Seyit Bey’in; “Olmayacak bu iş. Bizim karının başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!” tarzındaki çözüm arayışları, mağlubiyetlerin Osmanlı aydınlarının zihni üzerinde yaptığı tahribatın bir ölçüsüdür.11

Mustafa Kemal’in benzer duygular içinde olduğu, Yakup Kadri’ye yaptığı bir konuşmadan anlaşılmaktadır. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Binbaşı Selahattin ile Paris’e yaptığı bir seyahati anlatırken kullandığı ifadeler ilginçtir12:

“... Ben ne olur, ne olmaz diye bavulun içine bir şapka koydurdum. Binbaşı Selahattin Bey, “İstemez; ben fesle gideceğim” dedi. “Olmaz birader” dedim. “Sen ne bilirsin, fesin itibarı şimdi yükseldi. Görmüyor musun? Meşrutiyetin ilanından beri bütün Avrupa matbuatı bizi meth ede ede bitiremiyor.” Ben gene ihtiyacı elden bırakmadım. Hududu geçer geçmez şapkamı başıma geçirdim... Bizim arkadaş tren durur durmaz fesli başını pencereden dışarıya uzattı. Sepetlerle dolaşan yemiş  satıcılarından birini çağırıyor, başlıyor pazarlığa. Derken aralarında ne oldu bilmiyorum. Seyyar manav çocuğunun başı kızdı ve yüzünü bir şiddetli tehevvürle buruşturarak Binbaşı Selahattin Bey’in suratına şu hakareti savurdu: “Tuh Turkos!” Bereket versin ki tren hareket etmişti. “Gördün mü birader?” dedim. O gene kanaatinde ısrarlı. Fesini terketmek istemiyordu. Paris’e vasıl olunca, manzaramız, artık umumi bir şaşkınlık ve istihza arzetmeye başladı. Rastgele gittiğimiz otelde Selahattin Bey bir ikinci garabet daha yapmasın mı? Ucuza gelir diye mutlaka iki yataklı bir oda istiyordu. Otelin adamları artık kendilerini tutamayıp bize kahkalarla gülmeye başladılar. Bu esnada, o zaman Paris sefaretinde ateşemiliter olan Ali Fethi Bey imdadımıza yetişti. Bizi görür görmez; “bu ne hal, bu ne kıyafet!” dedi.

1910 yılında Fransa’da yapılan Pıcardie manevraları için yapılan toplantıda kendisine söylenen şu sözler Mustafa Kemal’in ruh dünyasını derinden yaralamıştı:13

“Mustafa Kemal Bey, başında bu serpuş bulundukça, diğer meslektaşların, senin çok yerinde olan tenkit ve müşahedelerine önem vermezler.”

Bu ve benzeri olaylar Osmanlı aydınını derinden yaralamış ve İbni Haldun’un ifade ettiği gibi de buna çözüm olarak, galibi şekil olarak taklid etmeyi bulmuşlardır. Yaptıkları davranışı, halk nezdinde meşrulaştırabilmek için bunu bir medeniyet ve çağdaşlık sorunu olarak ele almışlardır. Tanzimatla başlayıp günümüz Türkiye’sinde hâlâ devam eden kavganın bu psikolojik yönünü iyi görmeli ve tahlil etmeliyiz.

Mağlubiyetlerin asıl sebeplerine inerek çözüm arama yerine, şekille çözüm arama tüm mağlup toplumlarda görülebilecek olan bir şuuraltı olaydır. Bugünün nesilleri, bu sosyolojik zemini iyi analiz etmeli, ifrata varmadan itidal içinde çözümler aramalıdır.

Örtünmeye, safiyane duygularla bir medeniyet sorunu olarak  görüp karşı çıkanlarla, Şeytan’ın yolunda bilinçli olarak ilerleyip bilinçli düşmanlık yapanları birbirinden ayırmalıyız. Her ikisini aynı kefeye koymak hem yanlış, hem de adaletsizlik olur.

Bu bağlamda kendileri gerçekte örtünmeye karşı olmadıkları halde zorla örttürülecekleri propagandası etkisinde kalıp örtülülere veya örtülü olarak okumak isteyenlerin mücadelesine soğuk bakanlar vardır. Bunları da şeytanın bilinçli  takipçilerinden ayırmak ve korkularını gidermek gerekir. Bunun yolunun da tebliğ olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

KAPİTALİST DÜŞÜNCE VE MODA’NIN ÖRTÜNMEYE ETKİSİ

Batı’da kapitalizmin ortaya çıktığı andan itibaren örtünme ile sorunları olmuştur. Örtünün getirdiği sadelik, kapitalizmin tüketim mantığına tersti. Kâr hırsını engelleyen böylesi bir anlayışa kapitalizmin savaş açması uzun sürmedi. Batı’da kısa zamanda özellikle kozmetik ve tekstil sanayii kadın üzerinde moda hareketi ile korkunç bir baskı kurdu.

Bu akımın sonucunda kadın tenden ibaret bir teşhir ve tüketim aracı haline geldi. Kadın sadece seyredilen, erkekse sadece seyreden; kadın sadece uyaran, erkek sadece uyarılan olarak değerlendirilir oldu.

Moda tasarımcıları, kapitalizmin istediği tüketimi körükleyebilmek için, “aşırı uyarı” “uyarı merkezlerinin kaydırılması”, “temel ayrıntıların abartılıp sivriltilmesi” gibi taktiklerle kadını iktisadi sistemin birer mahkumu haline getirmişlerdir. Böyle bir sistem, kadını harcanmak zorunda olan bir araç olarak görmektedir.

Modanın mevsimlik değişimi, yıllara göre açık ve kapalılığın değişimi, günün saatlerine göre farklılaşması hep tahrik merkezli bir tüketim ateşini daha fazla yakabilmek içindir. Ne pahasına olursa olsun sahip olmalısın duygusu, körüklenmektedir. Böylelikle bu akım, yalnızca insanları çıplaklaştırmıyor; aynı zamanda yolsuzluk ve ahlaksızlık batağına saplanıp kalmalarını da sağlayabiliyor. Tüketim hastalığına yakalanan aileler çözülüp yıkılabiliyor. Bütün bu acı, ızdırap ve gözyaşları üzerinde kapitalist patronlar, sermayelerine sermaye katıyorlar, kârlarını katlıyorlar.

İslam sade bir şekilde örtünmeyi emrettiği, israfı haram saydığı için kapitalist tüketimin önünde en ciddi engeldir. Onun için bu zümre İslam’a ve örtünmeye karşı çıkacak, her türlü düşmanlığı ve engellemeyi yapacaktır. Elbetteki seks endüstrisi,  kadın üzerinden para kazanan tüm sektörler İslam’a ve örtünmeye karşı çıkacaktır.

Moda hareketinin önünde her kadının direnç göstermesi mümkün olmayabilir. Temiz duygular içinde olup da modanın yoğun propagandası altında örtünmeyen veya değişik örtünme anlayışına sahip olanları; şeytanın izinde bilinçli ilerleyip örtünme düşmanlığı yapanlarla bir tutmamak gerekir.

Bu insanlarımızı, kapitalizmin vahşi kâr dürtüsünün kurbanı olmaktan kurtaracak çözümleri aramalıyız. Unutmamamız gerekir ki, bu insanlara din ve dindar hakkında çok kötü şeyler anlatılmış,  din ve dindarlar alabildiğince aşağılanmıştır. Ellerindeki medya aracılığı ile, zihinler üzerine yıllarca yapılan baskının bir sonucu olarak, bu insanlar, dinden ve dindarlardan soğutulmuşlardır. O açıdan bu insanlarımızı bir sevgi selinde uyarıp kurtaracak, onlara doğruyu, güzeli ve gerçeği gösterecek bir anlatıma ihtiyaç vardır.

Unutmamamız gereken bir başka gerçek de günümüz zalimlerinin zulümlerinin korkusundan pek çok insan, gerçeği gördükleri, bildikleri halde seslerini çıkarmamakta, hatta zalimlerin saflarında görülebilmektedir. Bu insanları da zalimlerle aynı kategoriye  koymamak gerekir. Bunları da zalimlerin soylarından ayıracak bir anlatıma ihtiyaç vardır:

“İçlerinden zulmetmekte olanları hariç olmak üzere, kitap ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin...” (29 Ankebut 46)

Ancak böyle bir yaklaşımın sonucundadır ki, toplumsal mühendisliğe soyunanların uğraşları hüsranla sonuçlanır.

(Devam edecek)

KAYNAKLAR

1- Meriç, Ü, “Sosyolojik Açıdan Kılık-Kıyafet ve İslam’da Örtünme” İslam’da Kılık Kıyafet ve Örtünme, ISAV, İstanbul, 1987 s. 30-42.

2- Kitabı Mukaddes, I, Korintoslulara Mektup, Bap 11, 1-16, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1988, s. 177.

3- Aktaş, C., Kılık-Kıyafet ve İktidar, Nehir Yay., İstanbul, 1989. S: 34.

4- Aktaş, C., A.g.e., s: 34.

5- Aktaş, C.,  A.g.e s: 51-32.

6- Aktaş. C., A.g.e s.:32.

7- Çakan, İ. Sünnette Giyim-Kuşam ve Örtünme, İslam’da Kılık-Kıyafet ve Örtünme, ISAV, İstanbul, 1987 s.:43-63.

8- Haldun. İ,  Mukaddime, MEB. Ankara, c-I, s. 374

9- Aktaş, e., A.g.e s. 46.

10- Atay, F.R., Çankaya, Ankara, s. 430-431.

11- Yalçın, H.C., Tanıdıklarım-Seyit Bey, Yedigün, No: 183, 9 Eylül 1936 (Aktaran Cündioğlu, D. Başörtüsü Risalesi, Tıbyan Yay.,  s. 28).

12- Karaosmanoğlu, Y.K., Atatürk, Ankara, s. 108-109.

13- Aktaş, C., A.g.e., s. 139.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...