(Umran Dergisi)
“Ya Allah, Bismillah, Allahu
Ekber”
RP VE MHP’NİN KESİŞEN KADER ÇİZGİLERİ
MHP; 33 yıla
varan siyasi mücadelesinde, zaman zaman zigzaglar olmuş olmasına rağmen, “Bedenimiz Türklük, Ruhumuz Müslümanlık”
söylemini hiç terketmemiştir. Ülkücü gençliğin mücadele hayatında, “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber”
sloganı her zaman varolmuştur. Söylemlerindeki dini tema, bir MSP-RP’deki
yoğunlukta olmasa bile hiç bir zaman sıfırlanmış değildir. Milli söylemleri öne
çıkmış bir müslüman kimlik sergilemişlerdir. MSP-RP ise dini tema öne çıkmış
olmasına karşılık milli kimliklerini hiçbir zaman reddetmiş değillerdir. Her
iki hareketin, söylem konusundaki bu içiçeliği, İslam’ın 1000 yılı aşkın bir
süredir toplumsal yapıyı dokumuş olmasından kaynaklanmaktadır. 1000 yıllık
tarihi süreç, tüm değerlerin yeniden sentezlenip yerleşmesi için yeterli bir
zamandır. Bu yüzden İslami kimliği öne çıkaran müslümanlarla, milli kimliği öne
çıkaran müslümanlar aynı şeyi farklı kavramlarla ifade etme durumundadır. Onun
için her iki siyasi hareket, aynı tabana hitap etme durumundadır. Siyasi
mücadelede ise kadroların performansına bağlı olarak tabanda yer değiştirmelere
şahit olmaktayız.
Burada her iki
siyasi hareketin kimliklerini tartışacak değiliz. Gerek hitap ettikleri
kitleler açısından, gerekse söylemleri açısından her ikisinin, geçen sayıda
ortaya koyduğumuz halkın ağırlık merkezini benimseyen partiler olduğunu burada
ifade etmeliyiz. Dolayısıyla her iki partinin sistemin ağırlık merkezi
karşısındaki durumları yaklaşık olarak aynıdır.
MHP’nin önündeki
ilk tuzak, sistemin ağırlık merkezine çekilmesi için yapılan çalışmadır. Geçen
sayıda bu tuzağa dikkat çekmiştik. Ayrıca MHP yöneticilerine RP’nin başına
gelenleri dikkatlice tahlil edip ders çıkarmaları gerektiğini de
hatırlatmıştık. Şu ana kadar MHP’nin başına gelenler ile, RP’nin başına
gelenlerde neredeyse birebir örtüşme vardır. Koalisyon görüşmelerinde Mesut
Yılmaz’ın RP’ye karşı kullandığı üslup ve tavır ile, Bülent Ecevit ve Rahşan
Ecevit’in MHP’ye karşı kullandığı üslup ve tavır aynıdır. Hatta Ecevitlerin
üslup ve tavrı, çok daha ağırdır.
Medya’nın RP’ye
karşı yürüttüğü “değişti” kampanyası
ile, MHP’ye karşı yürüttüğü “değişti”
kampanyası hemen hemen örtüşmektedir. Devlet Bahçeli’nin ve bir çok MHP
yöneticisinin “değişmedik” demesine karşılık, medya “değişti” kampanyasında
ısrar etmektedir. RP-ANAP koalisyon görüşmeleri esnasında RP’nin seçimler
sırasında kullandığı “batıl” kavramının
gündeme getirilerek tartışılması ve RP yöneticileri üzerine yoğun baskı
yapılması hala hafızalardadır. Dahası ANAP ile yapılan koalisyon görüşmelerinde
Mesut Yılmaz’ın üslubu ve bu üslubunun gerekçesi dikkat çekicidir; RP’den aşırı
derecede taviz isterken takındığı tavır ve gerekçesi, MHP yöneticilerinin
üzerinde durup düşünmesi gereken bir noktadır. Mesut Yılmaz özetle “Biz RP’yi
sisteme entegre ediyoruz, elbetteki taviz verecektir.” demesi ile Bülent
Ecevit’in üslubu arasında önemli benzerlikler vardır. Her iki partiden istenen,
sistemin ağırlık merkezine göre şekillenmeleridir. Bu şekillenmeyi
benimsedikleri, halkın değerlerini terk ettikleri sürece kendilerine iktidar
kapıları açılacak ve rahat bırakılacaklardır.
DSP ile yapılan
koalisyon görüşmeleri sırasında medyanın, 33 yıllık siyasi geçmişe sahip bir
partiyi ima yollu “kapalı kutu” ve “gayrı meşru” göstermeye çalışması bir
merkezin yürüttüğü ince bir stratejinin ürünüdür. Rahşan Ecevit’in MHP’nin
mazisine yönelttiği ağır itham, bir taraftan MHP’yi dayandığı kitleden
koparmaya zorlarken, diğer taraftan koalisyon görüşmelerinde tehditle taviz
verdirmeyi amaçlamaktadır. Bülent Ecevit’in bu söyleme sahip çıkması ve MHP ile
ilgili endişelerinin olduğunu söylemesi, Mesut Yılmaz’ın RP’ye karşı yürüttüğü
politikaya benzemektedir. Her ikisi de medya desteğinde muhataplarını gayrı
meşru göstererek, rencide ederek mümkün olan en büyük tavizi vermeye zorlamak
niyetindedirler.
YALNIZLAŞTIRARAK TESLİM ALMA OPERASYONU
MHP
yöneticilerinin RP-ANAP koalisyon görüşmelerinden gerekli dersi çıkarttıklarını
söylemek çok zordur. Öyle ki MHP’den 3 milletvekili fazla çıkarmış bir partinin
lideri Bülent Ecevit, kendisini MHP’nin güvenilirliğinin bir ölçütü olarak
gösterme siyasi nezaketsizliğini sergileyebiliyor. “Her geçen gün MHP’ye
güvenim artıyor” ifadeleri hangi siyasi nezakete uyar, doğrusu bilemiyoruz.
Bilemediğimiz ve anlayamadığız, MHP yöneticilerinin bunları içine sindirmeleri
ve tepki göstermemeleridir. MHP
yöneticileri Raşhan Ecevit’in üslubuna tepki göstermeyerek hata yapmışlardır.
Ecevitlerin ve
medyanın MHP’nin üstüne bu kadar rahat ve fütursuzca gitmesine MHP tarafından
böylelikle imkan verilmiştir. Seçimler sonrasında Bahçeli’nin “FP ile DYP biraz istirahat etsin”
sözleri bir yerlere verilen özel bir mesaj değil idi ise büyük bir siyasi hata
olmuştur. MHP hareket alanını daraltmıştır. Manevra kabiliyeti ve pazarlık gücü
zayıflamıştır.Bu hatanın ilk bedelini, meclis başkanlığında ödemiştir. FP ve
DYP’den uzak durarak meşrûiyet arayışı yanlıştır. Sistem gereği meşruiyetin
kaynağı halktır; halkın tasvibidir. Parlamentoya gelen partiler, belli bir halk
desteğine sahip olup meşrudurlar. Bir
siyasi hareket meşruiyetini halkın vicdanında değil de, sistemin ağırlık
merkezinde bulunan belli güç odaklarında aramaya başlarsa varlık nedenini inkar
etmiş olur. Geçmişte bu görüntüyü veren pekçok parti, siyasi hayattan
tasfiye edilmiştir. MHP yöneticileri bu tür politikalarını gözden
geçirmelidirler.
Bugünkü ortamda
MHP ciddi bir kuşatmaya alınmak istenmektedir. Kuşatma çemberinin içine girmeyi
kabul ettiğinde; medya aracılığıyla üzerindeki baskı, en basit bir itirazda
yoğunlaştırılacaktır. Halka seçim
esnasında verdiği sözleri gerçekleştirmek istediğinde, bu baskının
şiddeti artacaktır. Bunlardan vazgeçtiğinde de kendisine övgüler dizilecektir.
Bu durumda da, işte yeni MHP, değişen MHP kampanyası başlatılarak daha fazla
taviz vermeye zorlanacak, MHP tabanından koparılmak istenecektir. MHP
tabanından koptukça, ittifak yapabileceği organizasyonlardan uzaklaştıkça,
kısaca yalnızlaştıkça boğazına geçirilen kement daha da fazla sıkılacaktır.Buna
yalnızlaştırarak teslim alma operasyonu diyebiliriz.
Böyle bir
yalnızlaştırma operasyonu sadece tavizle sonuçlanmayacak, daha karmaşık eylem
planlarını da beraberinde getirecektir. Tıpkı RP’nin Fethullah Gülen’le
sıkıştırılmasına benzer tarzda MHP’yi de eleştirecek cemaatler ortaya
çıkarılabilecektir. Dahası, taviz alındıkça Mehmet Kutlular’ın deyişi ile “bu kadar da taviz verilmez” kampanyası
başlatılarak örgüt bölünmek istenecektir. İç karmaşa ve huzursuzluk
artırılacaktır. Bütün bunlar geçmişte RP’nin başına gelmiştir. RP bu süreç
içinde bölünmeyince, kapatılarak bölünme süreci başlatılmak istenmiştir. FP
için ise bu süreç, henüz kapanmış değildir.
Özetle, hem MHP’nin tabanına, hem partinin bizzat
içerisine, hem de dayanışmaya girebileceği yapılara karşı çok yönlü yürütülen
bir kampanya sözkonusudur. O açıdan MHP; manevra alanını genişletecek
politikaları, hızlı bir şekilde üretmelidir. Örgütle ve halk tabanı ile
ilişkileri artırmalı, halkın değerleri istikametinde politika yapmalıdır.
FP’den
milletvekili seçilen başörtülü Merve Kavakçı için başlatılan kampanya tek
merkez tarafından yönetilmiştir. Kanaatimizce kampanya’nın hedefi, yalnızca
Merve Kavakçı ve FP değildi. FP ve Merve Kavakçı baştan beri başörtüsü
sorununa sahip çıkmıştı ve başörtüsü
için mücadele vermekteydi. 18 Nisan seçimlerine gelinirken bu konuya sahip
çıkan, bu sorunu mutlaka çözeceğini söyleyen ve bu amaç için de Anadolu
sathında başörtülü gençlerden yoğun destek gören başka bir parti daha vardı;
MHP. Halkın belli bir kesimi tarafından “masaya
yumruğu vuracağına” inanılmıştı. Üstelik başörtülü bir bayanı milletvekili adayı yapmıştı. Bunun
için de belli bir kesim tarafından, başörtüsünü mutlaka çözecek bir parti
olarak değerlendiriliyordu.
Yemin töreninden
çok önceleri başörtüsü için bir kaşık suda fırtına kopartılarak başlatılan yüksek
yoğunluklu kampanyanın asıl hedefi,
kanaatimizce FP’den ziyade MHP idi. MHP’nin iradesini çözerek
tarafsızlaştırmaya zorlamak idi. Cumhurbaşkanı, başbakan, medya, sivil ve asker
bürokratların seferber olmasının temel nedeni, başörtüsü ile başlayacak MHP ve
FP yakınlaşmasını engellemek, MHP’yi başörtüsü karşıtı saflara itmek, ya da
tarafsız yapmaktı. MHP milletvekili başı açık yemin ettikten sonra
Cumhurbaşkanı ve komutanların Meclisi terk etmeleri, bu baskının şiddeti ve
kararlılığı noktasında bir gösterge olarak değerlendirilebileceği gibi; FP
milletvekilinin beklenmemesi de, asıl hedefin, FP değil MHP olduğu anlamında
değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır.
MHP oyuna
getirilmiş, baskı ile sindirilmiş, gelecekte ittifak yapabileceği güçlerden
koparılmıştır. Kampanyanın şiddeti karşısında MHP yöneticileri, başörtünün
karşısında konumlanabilecek tarzda beyanat verme durumunda kalmışlardır. Bu MHP
yöneticilerinin yaptığı en büyük hatadır. Örgüt ve tabanlarını küstürmüş ve
ümitsizliğe itmişlerdir. Sistemin ağırlık merkezindeki güçlerin, muhtemeldir ki
bazı sözlerine aldanmışlardır. Tıpkı 28 Şubat sürecinde yanılan Fethullah Gülen
gibi.
Oysa MHP’nin
önüne tarihi bir fırsat gelmişti. Başörtülü
milletvekili; ya SüleymanDemirel’in annesi gibi, ya da İlhan Kılıç’ın
tanımladığı tarlada çalışan, sırtında odun taşıyan Fatma Bacı gibi başörtüsünü
bağlayarak meclise gelip yemin etmeliydi. Buna karşı çıkıldığı takdirde asıl
amacın, başörtüsünün şekli değil bizatihi kendisi olduğu ortaya konulmuş
olurdu. Karşı çıkılmadığı takdirde başörtüsü sorunu otomatik olarak
çözülürdü. Her iki durumda da MHP kadroları, yücelir ve efsaneleşirlerdi.
18 Nisan
seçimlerinde FP, MHP, DYP ve hatta ANAP; seçim meydanlarındaki söylemleri ile
başörtüsünü tayin edici bir konuma getirmişlerdir. Bu konudaki samimiyetin
ölçüsünü ortaya koyan bir turnusol kağıdı olmuştur, başörtüsü. Başörtüsü
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın “örtün” emri ile ortaya çıkmış, zamanla
refleksleşerek örfleşmiştir. Başörtüsü
hem örfi, hem de ilahi bir semboldür. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar
Müslüman” olduğunu söyleyen bir MHP için başörtüsü, hem örf olarak, hem de
ilahi boyut olarak önemli ve kutsal olması gerekir.
Gerek
Cumhurbaşkanı gerekse üst düzey sivil ve asker bürokratlar tarafından bir örf,
bir gelenek olarak kabul edilen başörtüsünü, töre gereği MHP savunmalıydı.
MHP’li milletvekilinin başını açtırmamalıydı. MHP başörtüsünü töre olarak
görüyorsa, “İl gider töre kalır”
ilkesi gereğince savunmalıydı. Bire bir örtüşüm
olmamakla beraber törenin önemini belirtmesi bakımından, Çin
imparatorunun boyunduruğuna giren Türk Hakanı İşbara Han’ın Çin imparatorunun
isteklerine verdiği cevaptaki anlam üzerinde MHPyöneticileri çok
düşünmelidirler:1
Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size, semavî menşe’den
gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emrinizi bekleyeceğim. Fakat
elbiselerimizin önlerini açmağa, dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi
değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeğe gelince; örf ve adetlerimiz
çok eski olduğu için, onları bozmağa cesaret edemedim. Bütün milletimiz de,
aynı kalbe sahiptir.
Başörtüsü,
Umran’ın geçmiş sayılarında ortaya konduğu gibi Allah’ın tesettür emrinin bir
gereğidir. Bu açıdan başörtüsünün maddi olarak bir bez parçası olmasının
ötesinde manevi olarak bir anlamı vardır. Tarih boyu Batı ile yapılan
mücadelelerde giysilerin mücadelenin sembolü haline gelişinin temel nedeni de
bu manevi boyutudur. MHP yöneticileri bu boyutu ile de başörtüsüne sahip çıkmak
zorundadırlar. “Türklüğü beden, İslam’ı
ruh” olarak kabul eden bir hareket, pratikte bu birlikteliğin gereğini
yapmalıdır. Başörtüsü, Hatun Dağı’ndaki Kutlu
Kaya gibi manevi ve kutsal bir semboldür. Uygurların Kutlu Kaya’yı bir taş
parçası olarak görme hatasına düştükleri gibi MHP yöneticileri de
başörtüsünü bir bez parçası olarak görme
hatasına düşmemeli ve;
Bir gün Uygur tahtına yeni bir hükümdar oturdu. Bu hükümdar, Çinlilerle yapılan sürekli savaşlara bir son vermek için, oğlu Gali Tiğin’e Kiyu-Liyen adındaki Çin prensesini almayı düşündü. Bu Prenses, sarayını Hatun Dağı’na kurdu. O çevrede Tanrı Dağı adında başka bir dağ ve onun güneyinde de Kutlu Dağ adını taşıyan büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla beraber geldiler. Bakıcılar dediler ki; Hatun Dağı’nın saadeti bu kayaya bağlıdır.Türk devletini zayıflatmak için bu kayayı yok etmeli. Bunun üzerine Çinliler, Prenslerine karşılık bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Türk hükümdarı, yurt içindeki bu taş parçasının Çinli’lere verilmesinde bir mahsur görmedi. Halbuki bu kaya, kutsal bir taştı. Türk ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün timsali olan kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. Kaya giderse, Türk illerinden saadet de giderdi. Çinli prensesin tesirinden kendini kurtaramayan ve milli duyguları zayıflayan hükümdar, milletin bu inanışına değer vermedi... Bu olay büyük akisler bıraktı. Türk vatanındaki bütün kuşlar, hayvanlar, kendi dilleri ile bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan 7 gün sonra da Tiğin öldü. Türk ülkesi, felaketlerden kurtulamadı. Türk milleti rahat, huzur, bereket yüzü görmedi...”2 ifadeleri üzerinde çok düşünmelidirler.
Sonuç olarak
gerek töre, gerekse ilahi boyutu itibariyle MHP yönetimi başörtüsünü savunmak,
bu sorunu çözmek üzere gerekli yasal girişimlerde bulunmak zorundadır. Medya
aracılığıyla yürütülen övgü ve yergi kampanyasının tesirinde kalınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki halkın değerlerine
yaklaştıkça yergi, uzaklaştıkça övgü alınacaktır.Bu konuda yanlış
değerlendirme yapılmamalıdır. Bu ilahi bir kanuniyet olarak da böyledir:
“Onlar, senin
kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana
yaranıp uzlaşacaklardı.” (68 Kalem 9)
FETHULLAH GÜLEN ÜZERİNDEN PSİKOLOJİK SAVAŞ
Meclisteki
başörtüsü olayında MHP’nin tavrı dolayısıyla
MHP’ye övgüler yağdıranlar daha önce de Fethullah Gülen’e benzer
övgüleri yapmışlardır. “Aranan, Özlenen
Din Adamı”, “Hoşgörü Timsali”
“Hizmet Adamı”, ünvanlarını
Fethullah Gülen’e bugünkü medya ve medyada yer alan köşe yazarları
takmışlardır. Hoşgörü toplantılarını, okullarında yapılan hizmetleri öve öve
bitiremeyenler, gene bugünkü medya ve yazarlarıdır. (Umran’ın bu sayısındaki
Ek’i bu gözle inceleyebilirsiniz.) Fethullah Gülen’in okullarında okuyan ve
dünya şampiyonu olan öğrencileri alkışlayan, “Fethullaçılar Anayasa
Mahkemesi’nde, Genel Kurmay’da” diye manşet çeken gene bugünkü medya idi. Gülen’e elinden ödül alan Cumhurbaşkanı da
bugünkü Cumhurbaşkanı idi.
Gazi olayları
ile birlikte başlayan süreçte Fethullah Gülen’in bilinçli bir şekilde yeni bir
konuma itildiğini görmekteyiz. Gittikçe yükselen RP hareketi karşısında bir
konum. Yaptığı iki ihtilal ihbarında ihtilalin ana hedefinin, kendi okullar
zinciri olduğuna inandığı anlaşılmaktadır. Bu psikoloji belki de Fethullah
Gülen’in en büyük zaafı olarak teşhis edilmiş, Maksim Gorki’ye yaklaşıldığı
gibi kendisine yaklaşılmıştır. 28 Şubat sürecinde RP’nin karşısında açık bir
şekilde tavır almaya ikna edilmiştir.
Başkalarını kurban vererek kendi hareketini kurtarma stratejisini
benimsemiştir. Oysa okullar
varolduğu sürece bu baskı her zaman varolabilecektir. Nitekim bugün çok daha
geniş ve şiddetli bir saldırı söz konusudur Fethullah Gülen hareketine.
Ortada fol yok, yumurta yokken başlatılan bu gürültünün amacı nedir? Bu boyutta, bu şiddetle bir saldırı ilk defa Fethullah Gülen hareketine yöneltiliyor. Kasetlerle ortaya atılan iddialara ilişkin bilgilere, sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçler ilk defa mı sahip olmuşlardır? Bu kasetler, yeni doldurulan ve bulunan kasetler olmadığına göre bu kampanyanın bugün başlatılmasının daha başka nedenleri de olmalıdır. 40’a yakın kasetin psikolojik savaş tekniğine göre hazırlatılıp bekletilmesinin mantığını, iyi anlamak gerekir. Son yıllarda “telekulak olaylarının” aşırı bir şekilde yaygınlaşması, “konuşursam yer yerinden oynar” tehditlerinin günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi, 8-10 yıl önce yapılanların “bir gün lazım olur” mantığı ile arşivlenip dosyalanması bir sistemin iflasıdır. Tarihte bu sürece giren hiçbir sistem varlığını devam ettirememiştir.
Yalan, yanlış,
çarpıtılmış sahte dosyalarla geçmişte başkalarına savaş açanlar, bir müddet
sonra kendilerini bu savaşın içinde bulmuşlardır. Bugün siyasi rakiplerinin veya ideolojik rakiplerinin tasfiye edilmesi
için bu tür savaşı alkışlayanlar, yarın kendilerini bu savaşın içinde
bulacaklardır. İttihat Terakkicilerin iktidara gelir gelmez Yıldız
Sarayı’nın evrak bölümünü yakmaları, devletin nasıl bir ihbar ve karalama
kampanyası bataklığına saptandığının bir göstergesi idi. Tehdit, karalama,
ihbar ve imha mantığı ile büyüyen, gelişen ve imparatorluğun kaderine hakim olan
İttihat Terakki, İttihatçı mantığın doğal sonucu olarak imparatorluğu 10 yıl
yönetemeyip parçalanmasına neden olmuştur. Dün DP, AP, DYP, ANAP ve RP’ye karşı
yürütülen kampanya, bugün FP, MHP ve Fethullah Gülen hareketine karşı
yürütülmektedir. İdeolojik olarak tükenen sistemler, toplumu bölerek,
parçalayarak ve düşman kamplara ayırarak yönetmeyi yeğlerler. Bu anlayışa bugün
tüm partiler, sivil toplum örgütleri ve aydınlar karşı çıkmalıdır.
Özellikle FP’ geçmişte Fethullah Gülen’in RP’ye karşı takındığı hatalı tavrı gözönüne almadan, Fethullah Gülen’e sahip çıkmalıdır. Böylelikle geçmişin yaraları sarılır ve iyi bir dayanışma ortaya konur. Geçmişe takılıp kalmak, hataya hata ile karşılık vermek, “ettin bul” mantığını sergilemek ve bu konuda duygusal davranmak siyasal bir mücadelenin mantığına terstir. Ne FP, ne MHP, ne de Fethullah Gülen hareketi yöneticileri aşağıda anlatacağımız meşhur 3 öküzün hikayesini hiçbir zaman unutmamalıdırlar:
Beyaz, siyah ve
sarı üç öküz, vahşi doğada iyi birer arkadaş olarak dayanışma içinde
yaşamlarını sürdürmektedir. Vahşi yırtıcı hayvanların saldırılarına, birlik
olup karşı koymaktadırlar.
Birgün bir
aslan, güzel bir dayanışma içinde olan bu 3 arkadaşı görür ve yemeye karar
verir. Aralarındaki dayanışmadan dolayı doğrudan saldırmaktan korkar, metod
değişikliği yapar. Yanlarına yaklaşarak dostluk teklif eder. Günlerce
kendilerini izlediğini, arkadaşlıklarını çok beğendiğini, oysa kendisinin
yanlız olduğunu, vahşi doğada herhangi bir saldırıya karşı kendilerine yardım
edebileceğini ifade eder. Üç arkadaş birbirleri ile istişare ederler, aslanın
hal ve hareketlerini gözlerler, herhangi bir tehlike sezinlemezler ve teklifi
kabul ederler. Aslan, üç öküzün güvenini kazanacak sürenin geçmesini bekler.
İnsanların avlanma mevsimi geldiğinde, kendi planını uygulamak için harekete
geçer. Beyaz öküzün kendilerinden uzakta olduğu bir anda siyah ve sarı öküze
yaklaşarak der ki; “Kardeşlerim, etrafta avcılar dolaşmaktadır. Beyaz öküzün
rengi çok dikkat çekicidir. Bu hepimiz için çok tehlikelidir. Beyaz öküzü
yanımızdan uzaklaştırmalıyız”. Siyah ve sarı öküz buna karşı çıkarak, “o bizim
yıllardır arkadaşımızdır” derler. Aslan, “siz bilirsiniz, sonra demedi demeyin.
Bakın etraftan avcıların tüfek sesleri geliyor, bir daha düşünün” der. Siyah ve
sarı öküz tekrar düşünürler, aslana hak verirler, ancak bunu beyaz öküze
kendilerinin söyleyemeyeceklerini ifade ederler. Aslan, “siz hiç merak etmeyin,
yalnız siz buradan uzaklaşın, ben de onu başka tarafa göndereyim” der. İki öküz
uzaklaştıktan sonra aslan beyaz öküzü parçalar ve yer. Yeni bir av mevsiminde
aslan, siyah öküzü yemeyi hedefler. Siyah öküzün uzakta olduğu bir anı
kollayarak, sarı öküze yaklaşır; daha önce beyaz öküz için söylenenlerin
benzerlerini söyler ve ilave olarak da bak der; “bizim ikimizin rengi aynı,
ortama çok iyi uyum sağlıyoruz, avcıların bizi bulması mümkün değil.” Sarı
öküzü ikna eder. Sarı öküzün uzaklaşması ile aslan siyah öküzü parçalar ve yer.
Bundan sonra
sarı öküzle aslanın arkadaşlıkları, aslanın acıkmasına kadar sürer. Aslan
acıktığı bir zamanda, gözlerinde vahşi bir parıltıyla sarı öküze yaklaşmaya
başlar. Sarı öküz son anda aslanı görür ve durumu kavrar, ancak iş işten
geçmiştir. Sarı öküz aslana “dur” der, anlaşıldı sen beni yiyeceksin. Yemeden
önce tüm dünyaya seslenmek istiyorum:
“Ey dünya bilin ki, beyaz öküzün yendiği zaman, ben yenmişim de farkında değilmişim.”
MHP’NİN ÇIKARMASI GEREKEN DERSLER BİRLİK VE DAYANIŞMAYI SAĞLAMAK
Fethullah Gülen, 1994’den bu yana siyasetle uğraşmadığını, siyasetten kaçtığını söylemiş olmasına rağmen gerek seçimler esnasında, gerekse ara dönemlerde, özellikle, 28 Şubat süreci içinde hep siyasetin içinde bulunmuştur. 28 Şubat sürecinde sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçlerin RP’ye karşı yürüttüğü mücadelede Fethullah Gülen’in 28 Şubatçı güçlerin yanında yer alarak RP’ye açık cephe alması siyasetin içinde olduğunun bir göstergesidir. 18 Nisan seçimlerinde DSP’yi desteklediği yaygın bir kanaattır. Şu veya bu şekilde Gülen aktif siyasetin içinde bulunmuştur. Okullarının varlığını devam ettirecek tarzda manevra alanını genişletmek için değişik ilişkiler içinde bulunmuştur. Şu ana kadar kendisi ile ittifak eden güçlerde, şimdi kendisine karşı tavır alma ve kendisini feda etmek tarzında bir değişim söz konusudur.
Gerek 28 Şubat
sürecinde, gerekse başörtüsü olayında izlediği yanlış politikalardan dolayı
geniş bir kesimi küstüren bir Fethullah Gülen hareketi vardır. Bu ortamda
yalnızlaştırılmış bir Gülen hareketinin tasfiyesinin daha kolay olacağı
düşünülüyor olabilir. Böyle bir tasfiyenin gerçekleştirilmesinin kamuoyunda
yapacağı psikolojik tahribat da o oranda yüksek olacaktır. Siyasiler her ne
kadar kızsalar ve öfkeli olsalar dahi böyle bir tasfiyeden son derece
etkilenecekleri de açıktır. Bu açıdan böyle bir psikolojik yıkımın meydana gelmemesi
için geçmişi bir tarafa bırakarak başta FP ve MHP olmak üzere herkesin Gülen
hareketine sahip çıkması ve bu tasfiyeyi durdurması gerekir. MHP yöneticileri
unutmamalıdır ki, dün beyaz, bugün siyah, yarın sarı öküz feda edilecektir.
Onun için
Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın... (3 Ali İmran 103)
Bundan
dolayı MHP yöneticileri bugün birlik ve
dayanışmayı savunmalı, başörtüsü olayında takındıkları yanlış tavrı
tekrarlamamalıdırlar. MHP’nin hükümette olduğu bir dönemde Gülen hareketinin
tasfiye edilmek istenmesi, MHP’nin önüne konan bir tuzaktır. MHP’nin yolu
üzerinde bir mayındır. Bu tuzağa düşmemeli, bu mayına basmamalıdır.
28 Şubat sürecine bakıldığında RP yöneticilerinin MGK’nın 18 maddelik kararlarını imzalaması ve İsrail’le ikili anlaşma yapması RP’nin temel felsefesi, yapısı ve tabanı açısından ciddi bir hata olmuştur. RP ciddi bir şekilde yıpranmış, bütün bu tavizlerine rağmen hükümette kalamamıştır. Buradaki tuzak, en kutsal saydığınız, önemsediğiniz temel ilke ve düşüncelerinizi bizatihi size çiğnettirerek yıpratmak, tecrit etmek, tabanınızdan koparmak, kadrolar arasında güven bunalımı meydana getirmektir. Bu, RP’de kısmen başarılmıştır. Şimdi sistemin ağırlık merkezinde bulunmayan bir MHP, bunun hedefidir. Başörtüsü ve özür dileme olayında bu kısmen başarılmıştır. Şimdi Gülen operasyonu ile MHP yeni bir sıkıştırma ile karşı karşıyadır. Bu aşılırsa arkasından MHP’nin kabul etmesi mümkün gözükmeyen Apo, Kuzey Irak ve Kuzey Kıbrıs olayları gündeme gelecektir. Bütün buralarda taviz vermesi mümkün olmayan MHP’ye bu işi yaptırmak, MHP’yi yıpratma stratejisinin bir parçası olarak görülmektedir.
30 Ağustos Operasyonu
Gülen kampanyasının arkasında MHP’yi bekleyen tehlikelerden biri de, 30 Ağustostaki askeri şurada alınacak kararlardır. Gülen kampanyasının odak noktalarından biri, “kadrolaşma ve devleti ele geçirme”dir. Gülen, askeriyede ve poliste kadrolaşmakla suçlanmaktadır.Son yıllarda 30 Ağustos öncesinde --bu denli şiddetli olmasa bile- başlatılan kampanyalarla, ordudan dini ve milli hassasiyetleri öne çıkmış subay ve astsubaylar emekli edilmiş, genellikle de tüm yasal hakları iptal edilerek atılmıştır. 28 Şubat sürecinde subay atma operasyonu hızlandırılmış, RP’nin direnci kırılarak kararnamelerin imzalanması sağlanmıştır. Muhtemeldir ki MHP’nin tepkisi göz önüne alınarak kampanya çok daha dikkatli ve yoğun bir tarzda başlatılmıştır. MHP’nin iradesi çözülerek 30 Ağustos’ta yapılacak operasyona sessiz kalması sağlanmak istenmiş olabilir. Arkadan gelecek miliyetçi muhafazakarlara sahip çıkmadığı kampanyası ile MHP’nin yıpratılacağı, tıpkı RP’de olduğu gibi, çok aşikardır. MHP bu oyunu bozacak konuma ve imkanlara sahiptir.
MHP’NİN ATAMALARININ ENGELLENMESİ
Kadrolaşma
kampanyasının bir başka boyutu ise MHP’nin yapacağı atamalara ilişkindir.
Özellikle Ecevit’in “DSP hariç herkes
devlette kadrolaşıyor, devleti ele geçirmek istiyor” tarzındaki beyanları
MHP’nin yapacağı atamaları engellemeye dönük olabilir. MHP yöneticileri, en
yakın mesai arkadaşlarını dahi atayamadığı halde RP hakkında açılan kadrolaşma
kampanyalarını gözden geçirerek durum değerlendirmesi yapmalıdırlar.
MHP’nin atama
yapması engellenmektedir. Belki de MHP’nin seçimlerde iyi bir başarı gösterip
mutlaka koalisyon ortağı olabileceği tahmin edildiğinden 18 Nisan 1999 tarihli
resmi gazetede (yani seçimler yapılırken) “Bir
kurumda üst makamlara atama yapılabilmesi için ilgili şahsın o kurumda en az
iki yıl çalışmış olması” şartını getiren kararname yayınlanmıştır. 6-7 ay
azınlık hükümeti olarak hükümet olan bir DSP bu süre içinde gerekli atamaları
tamamlamış olduğundan bu kararname ile MHP’nin önü ciddi bir şekilde
kesilmiştir. Dahası koalisyon protokolünde atamalar için 3 liderin imzasının
şart koşulması, nihayette MHP’nin aleyhine çalışacak bir mekanizma oluşturmuştur.
Bütün bunların
üzerine Fethullah Gülen üzerinden başlatılan “kadrolaşma ve devleti ele geçirme” kampanyası ile atamalar
konusunda, MHP’nin eli kolu tamamen bağlanmış olacaktır. MHP’nin üst düzey
bürokrat atamasına imkan tanımayarak MHP kadrolarında huzursuzluk ve güven
bunalımı meydana getirmek bir ara hedef olarak seçilmiş gibidir.
Diğer taraftan
seçim kampanyasında işsiz gençlere vaadettiği iş imkanlarını oluşturması
engellenerek MHP tabanında yine huzursuzluk ve güvensizlik oluşturulmak
istenmiş olabilir. MHP’ye bu aşamada çok dar bir manevra alanı bırakılmıştır.
Bununla beraber MHP, atamalarında ehliyeti ve liyakati göz önüne almalı, salt
atama yapmış olmak güdüsüyle ehil ve liyakatlı kadroları budamaya gitmemelidir.
Muhtemeldir ki MHP böyle bir budamaya zorlanacak ve arkasından da yıpratma
kampanyası başlatılacaktır. İlkeli,
ehliyetli, temiz, dürüst insanlara MHP güven vermeli, onlarla çalışmayı ilke
olarak benimsemelidir. Bu aynı zamanda MHP’nin sokulmak istendiği yalnızlık
çemberini kırmasına da yardımcı olacaktır.
DİYET ÖDEME
Fethullah
Gülen’i yıpratma kampanyasından MHP’nin çıkarması gereken en büyük ders, devlet
içinde belli merkezlerin elinde bulunan dosyaların sürekli şantaj aracı olarak
kullanılmış olmasıdır. 28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen’i, RP’nin karşısında
saf almaya iten faktörün, bu kasetler olabileceği bir ihtimaldir. Bu veya
benzeri dosyalarla, Gülen’e şantaj yapılmış olabilir. O zaman tavır koyup bedel
ödeseydi, bu gün bu kadar şiddetli bir kampanyanın muhatabı olmayabilirdi.
Bugünkü MHP kadroları, ülkü ocaklarından yetişerek gelmiştir.Türkiye’nin 60 sonrası konjonktüründe komünist harekete karşı yoğun bir mücadele vermişlerdir. Bu dönemden kalma bazı dosyalar, arşivlerde bulunmuş olabilir. Bu dosyalar, her önemli konuda ya MHP’nin önüne konacak ya da kamuoyuna sunulacaktır. 2. Parti durumuna gelen MHP’nin, varsa, bu yükü çok uzun süre taşıması mümkün değildir. En uygun bir zamanda ve ortamda bu bedeli Ömer Seyfettin’in Diyet’inde olduğu gibi ödeyip kurtulmalı ve özgür olmalıdır. Geçmişin, varsa, bedelini ödedikten sonra geleceğe halkın yanında temiz, dürüst, ehliyetli, liyakatli, imanlı kadrolarla yürümelidir.
PARLAMENTOYU PASİFİZE ETME
Fethullah
Gülen’i yıpratma kampanyasında dikkati çeken bir husus da, “Asker uyardı, siviller dinlemedi”,
“Asker daha önce uyarmıştı” tarzındaki bir üslubun kullanılmasıdır. Bu, her
ihtilal döneminden önce sivillere, siyasi partilere ve parlamentoya karşı
takınılan tavırla örtüşmektedir. Özellikle 28 Şubat sürecinde Parlamento
yıpratılarak etkisizleştirilmiş ve MGK, yönetimin odak noktasına getirilip
oturtulmuştur. Parlamento dışlanmıştır. O zamana kadar kararları tavsiye
mahiyetinde olan bir kurulun kararları, emir şekline
dönüştürülmüştür.Herşey MGK’nın direktifi
ile yapılır hale getirilmiştir.
Milletvekillerinin çoğunluğu yenilenmiş, üstelik de çoğunluğu solun karşısında olan bir parlamentonun yıpratılarak devre dışı bırakılması amaçlanıyor olabilir. Ayrıca sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçlerce tasfiye edilmek istenen FP ve DYP gibi partilerin, parlamentoda hala bir güç oluşturması ve her an MHP ile ittifak yapabilecek konumda bulunmaları, bir ihtimaldir ki, bu parlamentonun pasifize edilmesi için yeter sebebi oluşturmaktadır. Siyasi partiler bu konu ile ilgili halkı ve sivil toplum örgütlerini aydınlatmalı, daha aktif bir siyaset yapmalıdırlar. “Masaya yumruk vuracak insanlar” olarak algılanan MHP’lilere bu aşamada daha fazla görev ve sorumluluk düşmektedir.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ
Fethullah
Gülen’i yıpratma kampanyasının bir başka boyutu da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili
olabilir. Yaklaşık bir yıl sonra süresi dolacak olan Süleyman Demirel’in
süresinin uzatılması Ecevit’in ısrarla üzerinde durduğu bir husustur. Bu
yıpratma kampanyasında dikkatimizi çeken nokta, Fethullah Gülen’in organize ettiği ödül töreninde Süleyman Demirel’in Gülen’den
ödül aldığı; ancak eski Genel Kurmay Başkanı Karadayı’nın ise Gülen’den bu
ödülü almayı reddettiği tarzındaki bir vurgunun ısrarla yapılmasıdır. Ayrıca bu
konuda general Çevik Bir’in gayreti de vurgulanmaktadır.
Bütün bu isimlerin bir arada zikrediliyor olmasının anlamı önümüzdeki 30 Ağustos Askeri Şurasında askeri bürokrasi içinde ciddi bir gerilimin yaşanacağıdır. Belki de 30 Ağustostaki atamalar için Demirel köşeye sıkıştırılarak gelecekteki cumhurbaşkanlığı için pazarlığa zorlanmak istenmiş olabilir. Türkiye’nin 2. büyük partisinin gerek 30 Ağustos, gerekse cumhurbaşkanlığı seçimine sessiz kalması söz konusu olamaz. MHP her türlü pazarlığı bozacak güçte ve konumdadır şimdilik. Bu avantajlarını artırmalıdır. Başörtüsü olayındaki gibi pasif kalmayı yeğlerse, şu andaki konumunu kaybedecek ve iç bunalıma sürüklenecektir.
Cambaza Bak Cambaza
Bu denli yoğun
yapılan kampanyalarda güdülen bir başka gaye de alınacak çok ciddi kararları
halkın gözünden kaçırmaktır. Bu kampanyada böyle bir amaç olup olmadığını
söylemek zordur. Ancak bu aşamada parlamentodan geçmesi gereken veya uygulamaya
konulması gereken bazı kanunlar söz konusudur. MAİ, Uluslararası Tahkim, RTÜK
yasası gibi yasaların çıkması gerekmektedir. NATO’nun yeni konseptine göre
Türkiye rol üstlenecektir. Özelleştirme işlemleri tamamlanacaktır. Özelleştirme
ile birlikte meydana gelebilecek sosyal problemlerin, sosyal patlamalara neden
olmaması için toplum meşgul edilmek istenebilir. Abdullah Öcalan davasını
gözden ırak tutmak, Kuzey Irak’ta yapılacak uygulamaları toplumdan saklamak,
Kuzey Kıbrıs’la ilgili alınabilecek kararları örtbas ederek toplumsal tepkileri
absorbe etmek ya da farklı kanallara yönlendirmek bu kampanyanın amaçları
arasında olabilir.
Ayrıca temel hak ve hürriyetleri kısıtlayacak bir çok yasanın çıkarılması için gerekli psikolojik ortamın hazırlanması da amaçlanabilir.
YENİDEN YAPILANMA
Gülen’i yıpratma
kampanyasına karşı Mesut Yılmaz’ın takındığı tavır son derece önemli olup,
mutlaka desteklenmesi gerekir:
“Eğer bunlar
devletin bir kurumundan veriliyorsa, Emniyet’ten, MİT’ten, şuradan buradan
veriliyorsa, bunu basına veren kuruluş, kişi, eğer kendi tayin ettiği
zamanlamaya göre basına sızdırıyorsa, o zaman yaşadığımız olay çok vahim bir olaydır.
İnsanlara tuzak kurmaya çalışılıyor demektir. Böyle bir devlete vatandaşın
güven duyması beklenemez.
Devlet kimseye
tuzak kurmaz.... Susurluk, tele-kulak ve kasetle ortaya çıkan gerçek,
aydınlatmamız gereken karanlık, devlete de sirayet etmiş karanlıktır. Toplum bu
karanlık yüzünden nereye gideceğini bilmemektedir. Devlet karanlığın içindedir,
karanlık devletin içindedir. Devletin bütün fonksiyonlarıyla yenilenme ihtiyacı
kaçınılmaz hale gelmiştir.”3
Yılmaz devletin
karanlığın içinde olduğunu, tuzak kurduğunu ve böyle bir devletin vatandaşa
güven vermediğini belirterek yeniden yapılanmanın gerekliliğinden bahsediyor.
Gerçekten bu olay, tüm kurumları yerli yerine oturtacak. Devleti milletin emrine verecek yeni bir yapılanma
imkanını ortaya koymuştur. Bu noktada siyasi partilere önemli görevler düşüyor.
Gerçek bir dayanışma içine girerek, insan hak ve özgürlüklerine, din ve vicdan
hürriyetine, düşünce hürriyetine geniş imkanlar tanıyan, tüm baskı yasalarını
ortadan kaldıran, devleti adil ve hakem konumuna getiren bir yapılanmayı
sağlayabilirler.
Bugün bu
yapılmazsa parlamento ve hükümet MGK vesayetinden kurtulamayacak, Kriz Yönetimi
Yönetmeliği’nin verdiği imkanlarla siyaset dışı kesimler sürekli müdahale
içinde bulunabileceklerdir.
Kampanyanın bir
boyutu sivilleri temsil eden parlamento olabilir. Çoğunluğu yenilenmiş bir
parlamentonun 28 Şubat sürecinin getirdiği yıpranmışlığı ortadan kaldırıp en
üst karar mercii olduğunu kanıtlama imkanları mevcuttur. 28 Şubat sürecinden
etkilenmeyen iki partinin hükümette olması böyle bir oluşumu hızlandırabilir.
Güçlenmiş bir parlamento ve hükümet, MGK’yı önceden olduğu konuma “tavsiye edici” konuma getirebilir. Oysa
daha önce çıkarılan “Kriz Yönetimi
Yönetmeliği” ile askeri bürokrasi sistemin ağırlık noktasına gelip
oturmuştur. Güçlü parlamento ve hükümet
bu oluşumu bozabilirdi. Adı açıklanmayan üst düzey subayların zaman zaman
beyanat vermeleri, hatta emekli generallerin hakarete varan sözleri kurum
olarak olmasa bile askerlerin politikanın içine fiilen girdiğinin bir
kanıtıdır. Yeni dönemde taşların yerli yerine oturtulacağı tarzındaki bir
yapılanış belli çevreleri rahatsız etmiş olabilir. MGK genel sekreterliğinin 28
Şubat sürecinde olduğu üzere bir başbakan gibi çalışması arzu edilmiş olabilir.
Özellikle, kasetlerle Ecevit’e birifing verildikten sonra Ecevit’in ikna
olmayıp tavrını değiştirmemesi
karşısında kasetlerin medyaya
verilmesi bir güç hesaplaşması olarak değerlendirilebilir. Bakan veya başbakana
bağlı kurumların ve şahısların, bakan veya başbakana rağmen böyle bir
operasyona kalkışmasının başka bir anlamı yoktur. Medyada kullanılan “askerler uyarmıştı, siviller dinlemedi” tarzındaki
ifadeler, kampanyadaki güç hesaplaşmasına işaret ettiği gibi, sivillerin açıkça
hedef alındığını da gösteriyor.
Her türlü hürriyeti ortadan kaldırıcı veya aşırı kısıtlayıcı yasaların çıkmasını isteyerek ve sağlayarak, hükümeti, parlamentoyu ve diğer kurum ve kuruluşları yoğun bir baskı altına alabileceklerdir. O nedenle bugün parlamento, devleti yeniden yapılandırmalıdır. Bugün bunu yapmayan siyasilerin yarın şikayet etmeye hakları yoktur.
SONUÇ
Şüphesiz ki
bütün bunlar, toplumla bütünleşmemenin, iki farklı ağırlık merkezinin birbiri
ile çelişmesinin doğal sonucudur. Bir sistem, varlığını komplolarla, iç
çekişmelerle, toplumu kamplara bölerek devam ettiremez. Yapılması gereken, devletin emrine milleti değil, milletin emrine
devleti vermektir. Devlet millet için vardır, millet devlet için var değildir. Kuyucu
Murat Paşa uygulamaları Osmanlı’yı kurtaramadığı gibi, Bizans entrikaları da
Bizansı kurtaramamıştır. Her iki davranış şekli ifrat ve azgınlıktır, zulümdür.
Zulümde ileri giden toplum veya sistemin sonu ise hep yıkım olmuştur.
Nice kentler
vardır ki, azgınlık edip Rabbinin ve onun resullerinin emrinden çıktılar da biz
onları çok zorlu bir hesaba çektik ve onlara, görülmemiş bir azapla azap ettik.
Böylece onlar, yaptıklarının vebalini tattılar ve işlerinin sonu hüsran oldu. (65 Talak 8-9)
DİPNOTLAR
1- Turan, O.,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul 1969, c. ı, s. 89.
2- Öztuna,Y.,
Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, 1963 c. ı, s. 189.
3- Mesut Yılmaz, Milliyet, 28 Şubat Depremi Sürüyor, 23 Haziran 1999 s. 17.