1 Temmuz 1999 Perşembe

MHP'yi Bekleyen Tehlikeler ve Fethullah Gülen Üzerinden Psikolojik Savaş

 (Umran Dergisi)

“Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber”


RP VE MHP’NİN KESİŞEN KADER ÇİZGİLERİ

MHP; 33 yıla varan siyasi mücadelesinde, zaman zaman zigzaglar olmuş olmasına rağmen, “Bedenimiz Türklük, Ruhumuz Müslümanlık” söylemini hiç terketmemiştir. Ülkücü gençliğin mücadele hayatında, “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber” sloganı her zaman varolmuştur. Söylemlerindeki dini tema, bir MSP-RP’deki yoğunlukta olmasa bile hiç bir zaman sıfırlanmış değildir. Milli söylemleri öne çıkmış bir müslüman kimlik sergilemişlerdir. MSP-RP ise dini tema öne çıkmış olmasına karşılık milli kimliklerini hiçbir zaman reddetmiş değillerdir. Her iki hareketin, söylem konusundaki bu içiçeliği, İslam’ın 1000 yılı aşkın bir süredir toplumsal yapıyı dokumuş olmasından kaynaklanmaktadır. 1000 yıllık tarihi süreç, tüm değerlerin yeniden sentezlenip yerleşmesi için yeterli bir zamandır. Bu yüzden İslami kimliği öne çıkaran müslümanlarla, milli kimliği öne çıkaran müslümanlar aynı şeyi farklı kavramlarla ifade etme durumundadır. Onun için her iki siyasi hareket, aynı tabana hitap etme durumundadır. Siyasi mücadelede ise kadroların performansına bağlı olarak tabanda yer değiştirmelere şahit olmaktayız.

Burada her iki siyasi hareketin kimliklerini tartışacak değiliz. Gerek hitap ettikleri kitleler açısından, gerekse söylemleri açısından her ikisinin, geçen sayıda ortaya koyduğumuz halkın ağırlık merkezini benimseyen partiler olduğunu burada ifade etmeliyiz. Dolayısıyla her iki partinin sistemin ağırlık merkezi karşısındaki durumları yaklaşık olarak aynıdır.

MHP’nin önündeki ilk tuzak, sistemin ağırlık merkezine çekilmesi için yapılan çalışmadır. Geçen sayıda bu tuzağa dikkat çekmiştik. Ayrıca MHP yöneticilerine RP’nin başına gelenleri dikkatlice tahlil edip ders çıkarmaları gerektiğini de hatırlatmıştık. Şu ana kadar MHP’nin başına gelenler ile, RP’nin başına gelenlerde neredeyse birebir örtüşme vardır. Koalisyon görüşmelerinde Mesut Yılmaz’ın RP’ye karşı kullandığı üslup ve tavır ile, Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’in MHP’ye karşı kullandığı üslup ve tavır aynıdır. Hatta Ecevitlerin üslup ve tavrı, çok daha ağırdır.

Medya’nın RP’ye karşı yürüttüğü “değişti” kampanyası ile, MHP’ye karşı yürüttüğü “değişti” kampanyası hemen hemen örtüşmektedir. Devlet Bahçeli’nin ve bir çok MHP yöneticisinin “değişmedik” demesine karşılık, medya “değişti” kampanyasında ısrar etmektedir. RP-ANAP koalisyon görüşmeleri esnasında RP’nin seçimler sırasında kullandığı “batıl” kavramının gündeme getirilerek tartışılması ve RP yöneticileri üzerine yoğun baskı yapılması hala hafızalardadır. Dahası ANAP ile yapılan koalisyon görüşmelerinde Mesut Yılmaz’ın üslubu ve bu üslubunun gerekçesi dikkat çekicidir; RP’den aşırı derecede taviz isterken takındığı tavır ve gerekçesi, MHP yöneticilerinin üzerinde durup düşünmesi gereken bir noktadır. Mesut Yılmaz özetle “Biz RP’yi sisteme entegre ediyoruz, elbetteki taviz verecektir.” demesi ile Bülent Ecevit’in üslubu arasında önemli benzerlikler vardır. Her iki partiden istenen, sistemin ağırlık merkezine göre şekillenmeleridir. Bu şekillenmeyi benimsedikleri, halkın değerlerini terk ettikleri sürece kendilerine iktidar kapıları açılacak ve rahat bırakılacaklardır.

DSP ile yapılan koalisyon görüşmeleri sırasında medyanın, 33 yıllık siyasi geçmişe sahip bir partiyi ima yollu “kapalı kutu” ve “gayrı meşru” göstermeye çalışması bir merkezin yürüttüğü ince bir stratejinin ürünüdür. Rahşan Ecevit’in MHP’nin mazisine yönelttiği ağır itham, bir taraftan MHP’yi dayandığı kitleden koparmaya zorlarken, diğer taraftan koalisyon görüşmelerinde tehditle taviz verdirmeyi amaçlamaktadır. Bülent Ecevit’in bu söyleme sahip çıkması ve MHP ile ilgili endişelerinin olduğunu söylemesi, Mesut Yılmaz’ın RP’ye karşı yürüttüğü politikaya benzemektedir. Her ikisi de medya desteğinde muhataplarını gayrı meşru göstererek, rencide ederek mümkün olan en büyük tavizi vermeye zorlamak niyetindedirler.

YALNIZLAŞTIRARAK TESLİM ALMA OPERASYONU

MHP yöneticilerinin RP-ANAP koalisyon görüşmelerinden gerekli dersi çıkarttıklarını söylemek çok zordur. Öyle ki MHP’den 3 milletvekili fazla çıkarmış bir partinin lideri Bülent Ecevit, kendisini MHP’nin güvenilirliğinin bir ölçütü olarak gösterme siyasi nezaketsizliğini sergileyebiliyor. “Her geçen gün MHP’ye güvenim artıyor” ifadeleri hangi siyasi nezakete uyar, doğrusu bilemiyoruz. Bilemediğimiz ve anlayamadığız, MHP yöneticilerinin bunları içine sindirmeleri ve tepki göstermemeleridir. MHP yöneticileri Raşhan Ecevit’in üslubuna tepki göstermeyerek hata yapmışlardır.

Ecevitlerin ve medyanın MHP’nin üstüne bu kadar rahat ve fütursuzca gitmesine MHP tarafından böylelikle imkan verilmiştir. Seçimler sonrasında Bahçeli’nin “FP ile DYP biraz istirahat etsin” sözleri bir yerlere verilen özel bir mesaj değil idi ise büyük bir siyasi hata olmuştur. MHP hareket alanını daraltmıştır. Manevra kabiliyeti ve pazarlık gücü zayıflamıştır.Bu hatanın ilk bedelini, meclis başkanlığında ödemiştir. FP ve DYP’den uzak durarak meşrûiyet arayışı yanlıştır. Sistem gereği meşruiyetin kaynağı halktır; halkın tasvibidir. Parlamentoya gelen partiler, belli bir halk desteğine sahip olup meşrudurlar. Bir siyasi hareket meşruiyetini halkın vicdanında değil de, sistemin ağırlık merkezinde bulunan belli güç odaklarında aramaya başlarsa varlık nedenini inkar etmiş olur. Geçmişte bu görüntüyü veren pekçok parti, siyasi hayattan tasfiye edilmiştir. MHP yöneticileri bu tür politikalarını gözden geçirmelidirler.

Bugünkü ortamda MHP ciddi bir kuşatmaya alınmak istenmektedir. Kuşatma çemberinin içine girmeyi kabul ettiğinde; medya aracılığıyla üzerindeki baskı, en basit bir itirazda yoğunlaştırılacaktır. Halka seçim  esnasında verdiği sözleri gerçekleştirmek istediğinde, bu baskının şiddeti artacaktır. Bunlardan vazgeçtiğinde de kendisine övgüler dizilecektir. Bu durumda da, işte yeni MHP, değişen MHP kampanyası başlatılarak daha fazla taviz vermeye zorlanacak, MHP tabanından koparılmak istenecektir. MHP tabanından koptukça, ittifak yapabileceği organizasyonlardan uzaklaştıkça, kısaca yalnızlaştıkça boğazına geçirilen kement daha da fazla sıkılacaktır.Buna yalnızlaştırarak teslim alma operasyonu diyebiliriz.

Böyle bir yalnızlaştırma operasyonu sadece tavizle sonuçlanmayacak, daha karmaşık eylem planlarını da beraberinde getirecektir. Tıpkı RP’nin Fethullah Gülen’le sıkıştırılmasına benzer tarzda MHP’yi de eleştirecek cemaatler ortaya çıkarılabilecektir. Dahası, taviz alındıkça Mehmet Kutlular’ın deyişi ile “bu kadar da taviz verilmez” kampanyası başlatılarak örgüt bölünmek istenecektir. İç karmaşa ve huzursuzluk artırılacaktır. Bütün bunlar geçmişte RP’nin başına gelmiştir. RP bu süreç içinde bölünmeyince, kapatılarak bölünme süreci başlatılmak istenmiştir. FP için ise bu süreç, henüz kapanmış değildir.

Özetle, hem MHP’nin tabanına, hem partinin bizzat içerisine, hem de dayanışmaya girebileceği yapılara karşı çok yönlü yürütülen bir kampanya sözkonusudur. O açıdan MHP; manevra alanını genişletecek politikaları, hızlı bir şekilde üretmelidir. Örgütle ve halk tabanı ile ilişkileri artırmalı, halkın değerleri istikametinde politika yapmalıdır.

FP’den milletvekili seçilen başörtülü Merve Kavakçı için başlatılan kampanya tek merkez tarafından yönetilmiştir. Kanaatimizce kampanya’nın hedefi, yalnızca Merve Kavakçı ve FP değildi. FP ve Merve Kavakçı baştan beri başörtüsü sorununa  sahip çıkmıştı ve başörtüsü için mücadele vermekteydi. 18 Nisan seçimlerine gelinirken bu konuya sahip çıkan, bu sorunu mutlaka çözeceğini söyleyen ve bu amaç için de Anadolu sathında başörtülü gençlerden yoğun destek gören başka bir parti daha vardı; MHP. Halkın belli bir kesimi tarafından “masaya yumruğu vuracağına” inanılmıştı. Üstelik başörtülü  bir bayanı milletvekili adayı yapmıştı. Bunun için de belli bir kesim tarafından, başörtüsünü mutlaka çözecek bir parti olarak değerlendiriliyordu.

Yemin töreninden çok önceleri başörtüsü için bir kaşık suda fırtına kopartılarak başlatılan yüksek yoğunluklu kampanyanın  asıl hedefi, kanaatimizce FP’den ziyade MHP idi. MHP’nin iradesini çözerek tarafsızlaştırmaya zorlamak idi. Cumhurbaşkanı, başbakan, medya, sivil ve asker bürokratların seferber olmasının temel nedeni, başörtüsü ile başlayacak MHP ve FP yakınlaşmasını engellemek, MHP’yi başörtüsü karşıtı saflara itmek, ya da tarafsız yapmaktı. MHP milletvekili başı açık yemin ettikten sonra Cumhurbaşkanı ve komutanların Meclisi terk etmeleri, bu baskının şiddeti ve kararlılığı noktasında bir gösterge olarak değerlendirilebileceği gibi; FP milletvekilinin beklenmemesi de, asıl hedefin, FP değil MHP olduğu anlamında değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır.

MHP oyuna getirilmiş, baskı ile sindirilmiş, gelecekte ittifak yapabileceği güçlerden koparılmıştır. Kampanyanın şiddeti karşısında MHP yöneticileri, başörtünün karşısında konumlanabilecek tarzda beyanat verme durumunda kalmışlardır. Bu MHP yöneticilerinin yaptığı en büyük hatadır. Örgüt ve tabanlarını küstürmüş ve ümitsizliğe itmişlerdir. Sistemin ağırlık merkezindeki güçlerin, muhtemeldir ki bazı sözlerine aldanmışlardır. Tıpkı 28 Şubat sürecinde yanılan Fethullah Gülen gibi.

Oysa MHP’nin önüne tarihi bir fırsat gelmişti. Başörtülü milletvekili; ya SüleymanDemirel’in annesi gibi, ya da İlhan Kılıç’ın tanımladığı tarlada çalışan, sırtında odun taşıyan Fatma Bacı gibi başörtüsünü bağlayarak meclise gelip yemin etmeliydi. Buna karşı çıkıldığı takdirde asıl amacın, başörtüsünün şekli değil bizatihi kendisi olduğu ortaya konulmuş olurdu. Karşı çıkılmadığı takdirde başörtüsü sorunu otomatik olarak çözülürdü. Her iki durumda da MHP kadroları, yücelir ve efsaneleşirlerdi.

18 Nisan seçimlerinde FP, MHP, DYP ve hatta ANAP; seçim meydanlarındaki söylemleri ile başörtüsünü tayin edici bir konuma getirmişlerdir. Bu konudaki samimiyetin ölçüsünü ortaya koyan bir turnusol kağıdı olmuştur, başörtüsü. Başörtüsü Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın “örtün” emri ile ortaya çıkmış, zamanla refleksleşerek örfleşmiştir. Başörtüsü hem örfi, hem de ilahi bir semboldür. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğunu söyleyen bir MHP için başörtüsü, hem örf olarak, hem de ilahi boyut olarak önemli ve kutsal olması gerekir.

Gerek Cumhurbaşkanı gerekse üst düzey sivil ve asker bürokratlar tarafından bir örf, bir gelenek olarak kabul edilen başörtüsünü, töre gereği MHP savunmalıydı. MHP’li milletvekilinin başını açtırmamalıydı. MHP başörtüsünü töre olarak görüyorsa, “İl gider töre kalır” ilkesi gereğince savunmalıydı. Bire bir örtüşüm  olmamakla beraber törenin önemini belirtmesi bakımından, Çin imparatorunun boyunduruğuna giren Türk Hakanı İşbara Han’ın Çin imparatorunun isteklerine verdiği cevaptaki anlam üzerinde MHPyöneticileri çok düşünmelidirler:1

Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size, semavî menşe’den gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emrinizi bekleyeceğim. Fakat elbiselerimizin önlerini açmağa, dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeğe gelince; örf ve adetlerimiz çok eski olduğu için, onları bozmağa cesaret edemedim. Bütün milletimiz de, aynı kalbe sahiptir.

Başörtüsü, Umran’ın geçmiş sayılarında ortaya konduğu gibi Allah’ın tesettür emrinin bir gereğidir. Bu açıdan başörtüsünün maddi olarak bir bez parçası olmasının ötesinde manevi olarak bir anlamı vardır. Tarih boyu Batı ile yapılan mücadelelerde giysilerin mücadelenin sembolü haline gelişinin temel nedeni de bu manevi boyutudur. MHP yöneticileri bu boyutu ile de başörtüsüne sahip çıkmak zorundadırlar. “Türklüğü beden, İslam’ı ruh” olarak kabul eden bir hareket, pratikte bu birlikteliğin gereğini yapmalıdır. Başörtüsü, Hatun Dağı’ndaki Kutlu Kaya gibi manevi ve kutsal bir semboldür. Uygurların Kutlu Kaya’yı bir taş parçası olarak görme hatasına düştükleri gibi MHP yöneticileri de başörtüsünü  bir bez parçası olarak görme hatasına düşmemeli ve;

Bir gün Uygur tahtına yeni bir hükümdar oturdu. Bu hükümdar, Çinlilerle yapılan sürekli savaşlara bir son vermek için, oğlu Gali Tiğin’e Kiyu-Liyen adındaki Çin prensesini almayı düşündü. Bu Prenses, sarayını Hatun Dağı’na kurdu. O çevrede Tanrı Dağı adında başka bir dağ ve onun güneyinde de Kutlu Dağ adını taşıyan büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla beraber geldiler. Bakıcılar dediler ki; Hatun Dağı’nın saadeti bu kayaya bağlıdır.Türk devletini zayıflatmak için bu kayayı yok etmeli. Bunun üzerine Çinliler, Prenslerine karşılık bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Türk hükümdarı, yurt içindeki bu taş parçasının Çinli’lere verilmesinde bir mahsur görmedi. Halbuki bu kaya, kutsal bir taştı. Türk ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün timsali olan kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. Kaya giderse, Türk illerinden saadet de giderdi. Çinli prensesin tesirinden kendini kurtaramayan ve milli duyguları zayıflayan hükümdar, milletin bu inanışına değer vermedi... Bu olay büyük akisler bıraktı. Türk vatanındaki bütün kuşlar, hayvanlar, kendi dilleri ile bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan 7 gün sonra da Tiğin öldü. Türk ülkesi, felaketlerden kurtulamadı. Türk milleti rahat, huzur, bereket yüzü görmedi...”ifadeleri üzerinde çok düşünmelidirler.

Sonuç olarak gerek töre, gerekse ilahi boyutu itibariyle MHP yönetimi başörtüsünü savunmak, bu sorunu çözmek üzere gerekli yasal girişimlerde bulunmak zorundadır. Medya aracılığıyla yürütülen övgü ve yergi kampanyasının tesirinde kalınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki halkın değerlerine yaklaştıkça yergi, uzaklaştıkça övgü alınacaktır.Bu konuda yanlış değerlendirme yapılmamalıdır. Bu ilahi bir kanuniyet olarak da böyledir:

“Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” (68 Kalem 9)

FETHULLAH GÜLEN ÜZERİNDEN PSİKOLOJİK SAVAŞ

Meclisteki başörtüsü olayında MHP’nin tavrı dolayısıyla  MHP’ye övgüler yağdıranlar daha önce de Fethullah Gülen’e benzer övgüleri yapmışlardır. “Aranan, Özlenen Din Adamı”, “Hoşgörü Timsali” “Hizmet Adamı”, ünvanlarını Fethullah Gülen’e bugünkü medya ve medyada yer alan köşe yazarları takmışlardır. Hoşgörü toplantılarını, okullarında yapılan hizmetleri öve öve bitiremeyenler, gene bugünkü medya ve yazarlarıdır. (Umran’ın bu sayısındaki Ek’i bu gözle inceleyebilirsiniz.) Fethullah Gülen’in okullarında okuyan ve dünya şampiyonu olan öğrencileri alkışlayan, “Fethullaçılar Anayasa Mahkemesi’nde, Genel Kurmay’da” diye manşet çeken gene bugünkü medya idi.  Gülen’e elinden ödül alan Cumhurbaşkanı da bugünkü Cumhurbaşkanı idi.

Gazi olayları ile birlikte başlayan süreçte Fethullah Gülen’in bilinçli bir şekilde yeni bir konuma itildiğini görmekteyiz. Gittikçe yükselen RP hareketi karşısında bir konum. Yaptığı iki ihtilal ihbarında ihtilalin ana hedefinin, kendi okullar zinciri olduğuna inandığı anlaşılmaktadır. Bu psikoloji belki de Fethullah Gülen’in en büyük zaafı olarak teşhis edilmiş, Maksim Gorki’ye yaklaşıldığı gibi kendisine yaklaşılmıştır. 28 Şubat sürecinde RP’nin karşısında açık bir şekilde tavır almaya ikna edilmiştir. Başkalarını kurban vererek kendi hareketini kurtarma stratejisini benimsemiştir. Oysa okullar varolduğu sürece bu baskı her zaman varolabilecektir. Nitekim bugün çok daha geniş ve şiddetli bir saldırı söz konusudur Fethullah Gülen hareketine.

Ortada fol yok, yumurta yokken başlatılan bu gürültünün amacı nedir? Bu boyutta, bu şiddetle bir saldırı ilk defa Fethullah Gülen hareketine yöneltiliyor. Kasetlerle ortaya atılan iddialara ilişkin bilgilere, sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçler ilk defa mı sahip olmuşlardır? Bu kasetler, yeni doldurulan ve bulunan kasetler olmadığına göre bu kampanyanın bugün başlatılmasının daha başka nedenleri de olmalıdır. 40’a yakın kasetin psikolojik savaş tekniğine göre hazırlatılıp bekletilmesinin mantığını, iyi anlamak gerekir. Son yıllarda “telekulak olaylarının” aşırı bir şekilde yaygınlaşması, “konuşursam yer yerinden oynar” tehditlerinin günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi, 8-10 yıl önce yapılanların “bir gün lazım olur” mantığı ile arşivlenip dosyalanması bir sistemin iflasıdır. Tarihte bu sürece giren hiçbir sistem varlığını devam ettirememiştir.

Yalan, yanlış, çarpıtılmış sahte dosyalarla geçmişte başkalarına savaş açanlar, bir müddet sonra kendilerini bu savaşın içinde bulmuşlardır. Bugün siyasi rakiplerinin veya ideolojik rakiplerinin tasfiye edilmesi için bu tür savaşı alkışlayanlar, yarın kendilerini bu savaşın içinde bulacaklardır. İttihat Terakkicilerin iktidara gelir gelmez Yıldız Sarayı’nın evrak bölümünü yakmaları, devletin nasıl bir ihbar ve karalama kampanyası bataklığına saptandığının bir göstergesi idi. Tehdit, karalama, ihbar ve imha mantığı ile büyüyen, gelişen ve imparatorluğun kaderine hakim olan İttihat Terakki, İttihatçı mantığın doğal sonucu olarak imparatorluğu 10 yıl yönetemeyip parçalanmasına neden olmuştur. Dün DP, AP, DYP, ANAP ve RP’ye karşı yürütülen kampanya, bugün FP, MHP ve Fethullah Gülen hareketine karşı yürütülmektedir. İdeolojik olarak tükenen sistemler, toplumu bölerek, parçalayarak ve düşman kamplara ayırarak yönetmeyi yeğlerler. Bu anlayışa bugün tüm partiler, sivil toplum örgütleri ve aydınlar karşı çıkmalıdır.

Özellikle FP’ geçmişte Fethullah Gülen’in RP’ye karşı takındığı hatalı tavrı gözönüne almadan, Fethullah Gülen’e sahip çıkmalıdır. Böylelikle geçmişin yaraları sarılır ve iyi bir dayanışma ortaya konur. Geçmişe takılıp kalmak, hataya hata ile karşılık vermek, “ettin bul” mantığını sergilemek ve bu konuda duygusal davranmak siyasal bir mücadelenin mantığına terstir. Ne FP, ne MHP, ne de Fethullah Gülen hareketi yöneticileri aşağıda anlatacağımız meşhur 3 öküzün hikayesini hiçbir zaman unutmamalıdırlar:

Beyaz, siyah ve sarı üç öküz, vahşi doğada iyi birer arkadaş olarak dayanışma içinde yaşamlarını sürdürmektedir. Vahşi yırtıcı hayvanların saldırılarına, birlik olup karşı koymaktadırlar.

Birgün bir aslan, güzel bir dayanışma içinde olan bu 3 arkadaşı görür ve yemeye karar verir. Aralarındaki dayanışmadan dolayı doğrudan saldırmaktan korkar, metod değişikliği yapar. Yanlarına yaklaşarak dostluk teklif eder. Günlerce kendilerini izlediğini, arkadaşlıklarını çok beğendiğini, oysa kendisinin yanlız olduğunu, vahşi doğada herhangi bir saldırıya karşı kendilerine yardım edebileceğini ifade eder. Üç arkadaş birbirleri ile istişare ederler, aslanın hal ve hareketlerini gözlerler, herhangi bir tehlike sezinlemezler ve teklifi kabul ederler. Aslan, üç öküzün güvenini kazanacak sürenin geçmesini bekler. İnsanların avlanma mevsimi geldiğinde, kendi planını uygulamak için harekete geçer. Beyaz öküzün kendilerinden uzakta olduğu bir anda siyah ve sarı öküze yaklaşarak der ki; “Kardeşlerim, etrafta avcılar dolaşmaktadır. Beyaz öküzün rengi çok dikkat çekicidir. Bu hepimiz için çok tehlikelidir. Beyaz öküzü yanımızdan uzaklaştırmalıyız”. Siyah ve sarı öküz buna karşı çıkarak, “o bizim yıllardır arkadaşımızdır” derler. Aslan, “siz bilirsiniz, sonra demedi demeyin. Bakın etraftan avcıların tüfek sesleri geliyor, bir daha düşünün” der. Siyah ve sarı öküz tekrar düşünürler, aslana hak verirler, ancak bunu beyaz öküze kendilerinin söyleyemeyeceklerini ifade ederler. Aslan, “siz hiç merak etmeyin, yalnız siz buradan uzaklaşın, ben de onu başka tarafa göndereyim” der. İki öküz uzaklaştıktan sonra aslan beyaz öküzü parçalar ve yer. Yeni bir av mevsiminde aslan, siyah öküzü yemeyi hedefler. Siyah öküzün uzakta olduğu bir anı kollayarak, sarı öküze yaklaşır; daha önce beyaz öküz için söylenenlerin benzerlerini söyler ve ilave olarak da bak der; “bizim ikimizin rengi aynı, ortama çok iyi uyum sağlıyoruz, avcıların bizi bulması mümkün değil.” Sarı öküzü ikna eder. Sarı öküzün uzaklaşması ile aslan siyah öküzü parçalar ve yer.

Bundan sonra sarı öküzle aslanın arkadaşlıkları, aslanın acıkmasına kadar sürer. Aslan acıktığı bir zamanda, gözlerinde vahşi bir parıltıyla sarı öküze yaklaşmaya başlar. Sarı öküz son anda aslanı görür ve durumu kavrar, ancak iş işten geçmiştir. Sarı öküz aslana “dur” der, anlaşıldı sen beni yiyeceksin. Yemeden önce tüm dünyaya seslenmek istiyorum:

“Ey dünya bilin ki, beyaz öküzün yendiği zaman, ben yenmişim de farkında değilmişim.”

MHP’NİN ÇIKARMASI GEREKEN DERSLER BİRLİK VE DAYANIŞMAYI SAĞLAMAK

Fethullah Gülen, 1994’den bu yana siyasetle uğraşmadığını, siyasetten kaçtığını söylemiş olmasına rağmen gerek seçimler esnasında, gerekse ara dönemlerde, özellikle, 28 Şubat süreci içinde hep siyasetin içinde bulunmuştur. 28 Şubat sürecinde sistemin ağırlık merkezinde  bulunan güçlerin RP’ye karşı yürüttüğü mücadelede Fethullah Gülen’in 28 Şubatçı güçlerin yanında yer alarak RP’ye açık cephe alması siyasetin içinde olduğunun bir göstergesidir. 18 Nisan seçimlerinde DSP’yi desteklediği yaygın bir kanaattır. Şu veya bu şekilde Gülen aktif siyasetin içinde bulunmuştur. Okullarının varlığını devam ettirecek tarzda manevra alanını genişletmek için değişik ilişkiler içinde bulunmuştur. Şu ana kadar kendisi ile ittifak eden güçlerde, şimdi kendisine karşı tavır alma ve kendisini feda etmek tarzında bir değişim söz konusudur.

Gerek 28 Şubat sürecinde, gerekse başörtüsü olayında izlediği yanlış politikalardan dolayı geniş bir kesimi küstüren bir Fethullah Gülen hareketi vardır. Bu ortamda yalnızlaştırılmış bir Gülen hareketinin tasfiyesinin daha kolay olacağı düşünülüyor olabilir. Böyle bir tasfiyenin gerçekleştirilmesinin kamuoyunda yapacağı psikolojik tahribat da o oranda yüksek olacaktır. Siyasiler her ne kadar kızsalar ve öfkeli olsalar dahi böyle bir tasfiyeden son derece etkilenecekleri de açıktır. Bu açıdan böyle bir psikolojik yıkımın meydana gelmemesi için geçmişi bir tarafa bırakarak başta FP ve MHP olmak üzere herkesin Gülen hareketine sahip çıkması ve bu tasfiyeyi durdurması gerekir. MHP yöneticileri unutmamalıdır ki, dün beyaz, bugün siyah, yarın sarı öküz feda edilecektir. Onun için

Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın... (3 Ali İmran 103)

Bundan dolayı  MHP yöneticileri bugün birlik ve dayanışmayı savunmalı, başörtüsü olayında takındıkları yanlış tavrı tekrarlamamalıdırlar. MHP’nin hükümette olduğu bir dönemde Gülen hareketinin tasfiye edilmek istenmesi, MHP’nin önüne konan bir tuzaktır. MHP’nin yolu üzerinde bir mayındır. Bu tuzağa düşmemeli, bu mayına basmamalıdır.

28 Şubat sürecine bakıldığında RP yöneticilerinin MGK’nın 18 maddelik kararlarını imzalaması ve İsrail’le ikili anlaşma yapması RP’nin temel felsefesi, yapısı ve tabanı açısından ciddi bir hata olmuştur. RP ciddi bir şekilde yıpranmış, bütün bu tavizlerine rağmen hükümette kalamamıştır. Buradaki tuzak, en kutsal saydığınız, önemsediğiniz temel ilke ve düşüncelerinizi bizatihi size çiğnettirerek yıpratmak, tecrit etmek, tabanınızdan koparmak, kadrolar arasında güven bunalımı meydana getirmektir. Bu, RP’de kısmen başarılmıştır. Şimdi sistemin ağırlık merkezinde bulunmayan bir MHP, bunun hedefidir. Başörtüsü ve özür dileme olayında bu kısmen başarılmıştır. Şimdi Gülen operasyonu ile MHP yeni bir sıkıştırma ile karşı karşıyadır. Bu aşılırsa arkasından MHP’nin kabul etmesi mümkün gözükmeyen Apo, Kuzey Irak ve Kuzey Kıbrıs olayları gündeme gelecektir. Bütün buralarda taviz vermesi mümkün olmayan MHP’ye bu işi yaptırmak, MHP’yi yıpratma stratejisinin bir parçası olarak görülmektedir.

30 Ağustos Operasyonu

Gülen  kampanyasının arkasında MHP’yi bekleyen tehlikelerden biri de, 30 Ağustostaki askeri şurada alınacak kararlardır. Gülen kampanyasının odak noktalarından biri, “kadrolaşma ve devleti ele geçirme”dir. Gülen, askeriyede ve poliste kadrolaşmakla suçlanmaktadır.Son yıllarda 30 Ağustos öncesinde --bu denli şiddetli olmasa bile- başlatılan kampanyalarla, ordudan dini ve milli hassasiyetleri öne çıkmış subay ve astsubaylar emekli edilmiş, genellikle de tüm yasal hakları iptal edilerek atılmıştır. 28 Şubat sürecinde subay atma operasyonu hızlandırılmış, RP’nin direnci kırılarak kararnamelerin imzalanması sağlanmıştır. Muhtemeldir ki MHP’nin  tepkisi göz önüne alınarak kampanya çok daha dikkatli ve yoğun bir tarzda başlatılmıştır. MHP’nin iradesi çözülerek 30 Ağustos’ta yapılacak operasyona sessiz kalması sağlanmak istenmiş olabilir. Arkadan gelecek miliyetçi muhafazakarlara sahip çıkmadığı kampanyası ile MHP’nin yıpratılacağı, tıpkı RP’de olduğu gibi, çok aşikardır. MHP bu oyunu bozacak konuma ve imkanlara sahiptir.

MHP’NİN ATAMALARININ ENGELLENMESİ

Kadrolaşma kampanyasının bir başka boyutu ise MHP’nin yapacağı atamalara ilişkindir. Özellikle Ecevit’in “DSP hariç herkes devlette kadrolaşıyor, devleti ele geçirmek istiyor” tarzındaki beyanları MHP’nin yapacağı atamaları engellemeye dönük olabilir. MHP yöneticileri, en yakın mesai arkadaşlarını dahi atayamadığı halde RP hakkında açılan kadrolaşma kampanyalarını gözden geçirerek durum değerlendirmesi yapmalıdırlar.

MHP’nin atama yapması engellenmektedir. Belki de MHP’nin seçimlerde iyi bir başarı gösterip mutlaka koalisyon ortağı olabileceği tahmin edildiğinden 18 Nisan 1999 tarihli resmi gazetede (yani seçimler yapılırken) “Bir kurumda üst makamlara atama yapılabilmesi için ilgili şahsın o kurumda en az iki yıl çalışmış olması” şartını getiren kararname yayınlanmıştır. 6-7 ay azınlık hükümeti olarak hükümet olan bir DSP bu süre içinde gerekli atamaları tamamlamış olduğundan bu kararname ile MHP’nin önü ciddi bir şekilde kesilmiştir. Dahası koalisyon protokolünde atamalar için 3 liderin imzasının şart koşulması, nihayette MHP’nin aleyhine çalışacak bir mekanizma oluşturmuştur.

Bütün bunların üzerine Fethullah Gülen üzerinden başlatılan “kadrolaşma ve devleti ele geçirme” kampanyası ile atamalar konusunda, MHP’nin eli kolu tamamen bağlanmış olacaktır. MHP’nin üst düzey bürokrat atamasına imkan tanımayarak MHP kadrolarında huzursuzluk ve güven bunalımı meydana getirmek bir ara hedef olarak seçilmiş gibidir.

Diğer taraftan seçim kampanyasında işsiz gençlere vaadettiği iş imkanlarını oluşturması engellenerek MHP tabanında yine huzursuzluk ve güvensizlik oluşturulmak istenmiş olabilir. MHP’ye bu aşamada çok dar bir manevra alanı bırakılmıştır. Bununla beraber MHP, atamalarında ehliyeti ve liyakati göz önüne almalı, salt atama yapmış olmak güdüsüyle ehil ve liyakatlı kadroları budamaya gitmemelidir. Muhtemeldir ki MHP böyle bir budamaya zorlanacak ve arkasından da yıpratma kampanyası  başlatılacaktır. İlkeli, ehliyetli, temiz, dürüst insanlara MHP güven vermeli, onlarla çalışmayı ilke olarak benimsemelidir. Bu aynı zamanda MHP’nin sokulmak istendiği yalnızlık çemberini kırmasına da yardımcı olacaktır.

DİYET ÖDEME

Fethullah Gülen’i yıpratma kampanyasından MHP’nin çıkarması gereken en büyük ders, devlet içinde belli merkezlerin elinde bulunan dosyaların sürekli şantaj aracı olarak kullanılmış olmasıdır. 28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen’i, RP’nin karşısında saf almaya iten faktörün, bu kasetler olabileceği bir ihtimaldir. Bu veya benzeri dosyalarla, Gülen’e şantaj yapılmış olabilir. O zaman tavır koyup bedel ödeseydi, bu gün bu kadar şiddetli bir kampanyanın muhatabı olmayabilirdi.

Bugünkü MHP kadroları, ülkü ocaklarından yetişerek gelmiştir.Türkiye’nin 60 sonrası konjonktüründe komünist harekete karşı yoğun bir mücadele vermişlerdir. Bu dönemden kalma bazı dosyalar, arşivlerde bulunmuş olabilir. Bu dosyalar, her önemli konuda ya MHP’nin önüne konacak ya da kamuoyuna sunulacaktır. 2. Parti durumuna gelen MHP’nin, varsa, bu yükü çok uzun süre taşıması mümkün değildir. En uygun bir zamanda ve ortamda bu bedeli Ömer Seyfettin’in Diyet’inde olduğu gibi ödeyip kurtulmalı ve özgür olmalıdır. Geçmişin, varsa, bedelini ödedikten sonra geleceğe halkın yanında temiz, dürüst, ehliyetli, liyakatli, imanlı kadrolarla yürümelidir.

PARLAMENTOYU PASİFİZE ETME

Fethullah Gülen’i yıpratma kampanyasında dikkati çeken bir husus da, “Asker uyardı, siviller dinlemedi”, “Asker daha önce uyarmıştı” tarzındaki bir üslubun kullanılmasıdır. Bu, her ihtilal döneminden önce sivillere, siyasi partilere ve parlamentoya karşı takınılan tavırla örtüşmektedir. Özellikle 28 Şubat sürecinde Parlamento yıpratılarak etkisizleştirilmiş ve MGK, yönetimin odak noktasına getirilip oturtulmuştur. Parlamento dışlanmıştır. O zamana kadar kararları tavsiye mahiyetinde olan bir kurulun kararları, emir şekline dönüştürülmüştür.Herşey  MGK’nın direktifi ile yapılır hale getirilmiştir.

Milletvekillerinin çoğunluğu yenilenmiş, üstelik de çoğunluğu solun karşısında olan bir parlamentonun yıpratılarak devre dışı bırakılması amaçlanıyor olabilir. Ayrıca sistemin ağırlık merkezinde bulunan güçlerce tasfiye edilmek istenen FP ve DYP gibi partilerin, parlamentoda  hala bir güç oluşturması ve her an MHP ile ittifak yapabilecek konumda bulunmaları, bir ihtimaldir ki, bu parlamentonun pasifize edilmesi için yeter sebebi oluşturmaktadır. Siyasi partiler bu konu ile ilgili halkı ve sivil toplum örgütlerini aydınlatmalı, daha aktif bir siyaset yapmalıdırlar. “Masaya yumruk vuracak insanlar” olarak algılanan MHP’lilere bu aşamada daha fazla görev ve sorumluluk düşmektedir.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

Fethullah Gülen’i yıpratma kampanyasının bir başka boyutu da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili olabilir. Yaklaşık bir yıl sonra süresi dolacak olan Süleyman Demirel’in süresinin uzatılması Ecevit’in ısrarla üzerinde durduğu bir husustur. Bu yıpratma kampanyasında dikkatimizi çeken nokta, Fethullah Gülen’in organize ettiği  ödül töreninde Süleyman Demirel’in Gülen’den ödül aldığı; ancak eski Genel Kurmay Başkanı Karadayı’nın ise Gülen’den bu ödülü almayı reddettiği tarzındaki bir vurgunun ısrarla yapılmasıdır. Ayrıca bu konuda general Çevik Bir’in gayreti de vurgulanmaktadır.

Bütün bu isimlerin bir arada zikrediliyor olmasının anlamı önümüzdeki 30 Ağustos Askeri Şurasında askeri bürokrasi içinde ciddi bir gerilimin yaşanacağıdır. Belki de 30 Ağustostaki atamalar için Demirel köşeye sıkıştırılarak gelecekteki cumhurbaşkanlığı için pazarlığa zorlanmak istenmiş olabilir. Türkiye’nin 2. büyük partisinin gerek 30 Ağustos, gerekse cumhurbaşkanlığı seçimine sessiz kalması söz konusu olamaz. MHP her türlü pazarlığı bozacak güçte ve konumdadır şimdilik. Bu avantajlarını artırmalıdır. Başörtüsü olayındaki gibi pasif kalmayı yeğlerse, şu andaki konumunu kaybedecek ve iç bunalıma sürüklenecektir.

Cambaza Bak Cambaza

Bu denli yoğun yapılan kampanyalarda güdülen bir başka gaye de alınacak çok ciddi kararları halkın gözünden kaçırmaktır. Bu kampanyada böyle bir amaç olup olmadığını söylemek zordur. Ancak bu aşamada parlamentodan geçmesi gereken veya uygulamaya konulması gereken bazı kanunlar söz konusudur. MAİ, Uluslararası Tahkim, RTÜK yasası gibi yasaların çıkması gerekmektedir. NATO’nun yeni konseptine göre Türkiye rol üstlenecektir. Özelleştirme işlemleri tamamlanacaktır. Özelleştirme ile birlikte meydana gelebilecek sosyal problemlerin, sosyal patlamalara neden olmaması için toplum meşgul edilmek istenebilir. Abdullah Öcalan davasını gözden ırak tutmak, Kuzey Irak’ta yapılacak uygulamaları toplumdan saklamak, Kuzey Kıbrıs’la ilgili alınabilecek kararları örtbas ederek toplumsal tepkileri absorbe etmek ya da farklı kanallara yönlendirmek bu kampanyanın amaçları arasında olabilir.

Ayrıca temel hak ve hürriyetleri kısıtlayacak bir çok yasanın çıkarılması için gerekli psikolojik ortamın hazırlanması da amaçlanabilir.

YENİDEN YAPILANMA

Gülen’i yıpratma kampanyasına karşı Mesut Yılmaz’ın takındığı tavır son derece önemli olup, mutlaka desteklenmesi gerekir:

“Eğer bunlar devletin bir kurumundan veriliyorsa, Emniyet’ten, MİT’ten, şuradan buradan veriliyorsa, bunu basına veren kuruluş, kişi, eğer kendi tayin ettiği zamanlamaya göre basına sızdırıyorsa, o zaman yaşadığımız olay çok vahim bir olaydır. İnsanlara tuzak kurmaya çalışılıyor demektir. Böyle bir devlete vatandaşın güven duyması beklenemez.

Devlet kimseye tuzak kurmaz.... Susurluk, tele-kulak ve kasetle ortaya çıkan gerçek, aydınlatmamız gereken karanlık, devlete de sirayet etmiş karanlıktır. Toplum bu karanlık yüzünden nereye gideceğini bilmemektedir. Devlet karanlığın içindedir, karanlık devletin içindedir. Devletin bütün fonksiyonlarıyla yenilenme ihtiyacı kaçınılmaz hale gelmiştir.”3

Yılmaz devletin karanlığın içinde olduğunu, tuzak kurduğunu ve böyle bir devletin vatandaşa güven vermediğini belirterek yeniden yapılanmanın gerekliliğinden bahsediyor. Gerçekten bu olay, tüm kurumları yerli yerine oturtacak. Devleti  milletin emrine verecek yeni bir yapılanma imkanını ortaya koymuştur. Bu noktada siyasi partilere önemli görevler düşüyor. Gerçek bir dayanışma içine girerek, insan hak ve özgürlüklerine, din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine geniş imkanlar tanıyan, tüm baskı yasalarını ortadan kaldıran, devleti adil ve hakem konumuna getiren bir yapılanmayı sağlayabilirler.

Bugün bu yapılmazsa parlamento ve hükümet MGK vesayetinden kurtulamayacak, Kriz Yönetimi Yönetmeliği’nin verdiği imkanlarla siyaset dışı kesimler sürekli müdahale içinde bulunabileceklerdir.

Kampanyanın bir boyutu sivilleri temsil eden parlamento olabilir. Çoğunluğu yenilenmiş bir parlamentonun 28 Şubat sürecinin getirdiği yıpranmışlığı ortadan kaldırıp en üst karar mercii olduğunu kanıtlama imkanları mevcuttur. 28 Şubat sürecinden etkilenmeyen iki partinin hükümette olması böyle bir oluşumu hızlandırabilir. Güçlenmiş bir parlamento ve hükümet, MGK’yı önceden olduğu konuma “tavsiye edici” konuma getirebilir. Oysa daha önce çıkarılan “Kriz Yönetimi Yönetmeliği” ile askeri bürokrasi sistemin ağırlık noktasına gelip oturmuştur. Güçlü  parlamento ve hükümet bu oluşumu bozabilirdi. Adı açıklanmayan üst düzey subayların zaman zaman beyanat vermeleri, hatta emekli generallerin hakarete varan sözleri kurum olarak olmasa bile askerlerin politikanın içine fiilen girdiğinin bir kanıtıdır. Yeni dönemde taşların yerli yerine oturtulacağı tarzındaki bir yapılanış belli çevreleri rahatsız etmiş olabilir. MGK genel sekreterliğinin 28 Şubat sürecinde olduğu üzere bir başbakan gibi çalışması arzu edilmiş olabilir. Özellikle, kasetlerle Ecevit’e birifing verildikten sonra Ecevit’in ikna olmayıp tavrını değiştirmemesi  karşısında  kasetlerin medyaya verilmesi bir güç hesaplaşması olarak değerlendirilebilir. Bakan veya başbakana bağlı kurumların ve şahısların, bakan veya başbakana rağmen böyle bir operasyona kalkışmasının başka bir anlamı yoktur. Medyada kullanılan “askerler uyarmıştı, siviller dinlemedi” tarzındaki ifadeler, kampanyadaki güç hesaplaşmasına işaret ettiği gibi, sivillerin açıkça hedef alındığını da gösteriyor.

Her türlü hürriyeti ortadan kaldırıcı veya aşırı kısıtlayıcı yasaların çıkmasını isteyerek ve sağlayarak, hükümeti, parlamentoyu ve diğer kurum ve kuruluşları yoğun bir baskı altına alabileceklerdir. O nedenle bugün parlamento, devleti yeniden yapılandırmalıdır. Bugün bunu yapmayan siyasilerin yarın şikayet etmeye hakları yoktur.

SONUÇ

Şüphesiz ki bütün bunlar, toplumla bütünleşmemenin, iki farklı ağırlık merkezinin birbiri ile çelişmesinin doğal sonucudur. Bir sistem, varlığını komplolarla, iç çekişmelerle, toplumu kamplara bölerek devam ettiremez. Yapılması gereken, devletin emrine milleti değil, milletin emrine devleti vermektir. Devlet millet için vardır, millet devlet için var değildir. Kuyucu Murat Paşa uygulamaları Osmanlı’yı kurtaramadığı gibi, Bizans entrikaları da Bizansı kurtaramamıştır. Her iki davranış şekli ifrat ve azgınlıktır, zulümdür. Zulümde ileri giden toplum veya sistemin sonu ise hep yıkım olmuştur.

Nice kentler vardır ki, azgınlık edip Rabbinin ve onun resullerinin emrinden çıktılar da biz onları çok zorlu bir hesaba çektik ve onlara, görülmemiş bir azapla azap ettik.

Böylece onlar, yaptıklarının vebalini tattılar ve işlerinin sonu hüsran oldu. (65 Talak 8-9) 

DİPNOTLAR

1- Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, İstanbul 1969, c. ı, s. 89.

2- Öztuna,Y., Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, 1963 c. ı, s. 189.

3- Mesut Yılmaz, Milliyet, 28 Şubat Depremi Sürüyor, 23 Haziran 1999 s. 17.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...