(Umran Dergisi)
Giriş
Geçen sayıda
kimliğin oluşumunu, tarifini ve soruna yaklaşım tarzımızı ele almıştık. Burada
da kimlik krizinin olduğu dönemlerde genelde herhangi bir bireyin, özelde ise
bir müslümanın nasıl davranması
gerektiği üzerinde durulacaktır.
Cahili
toplumlarda, yozlaşmanın toplumun tüm katmanlarına nüfuz ettiği, zulmün ve
kötülüklerin meşruiyet kazandığı zaman
ve mekanlarda mevcut kimliğe karşı çıkmanın ilk adımı olan bireysel kimliğin
(muvahhid ya da hanif kimlik) inşası nasıl mümkün olabilir? Yanlış yaşam
tarzına, yanlış hayat felsefesine, yanlış değerler sistemine karşı fıtri bir
tavır ortaya konamaz mı? Konulabilirse bu, hangi eksende ve nasıl olmalıdır?
Bir kimlik krizinin yaşandığı bir ortamda “Ben ve Öteki”, “Biz ve Ötekiler”
şekline nasıl dönüşebilir? Benzer sorunlar tarihte nasıl çözülmüştür?
Bütün bu soruların cevaplarını Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in mücadelesinde bulabiliriz.
Temel Değerler Ben ve Ötekiler
Hz. İbrahim, tüm peygamberlerin getirdiği temel değerleri topluma sunmada ilginç bir yaklaşım sergilemiştir. Akıl ve beş duyuyu (gözlem ve değerlendirme) en estetik ve ayrıntılı bir şekilde kullanarak içinde yaşandığı topluma karşı mücadele etmiştir. Onun gerçeğe ulaşmada izlediği yöntem, tarihin her dönemi için geçerlidir:
Hani İbrahim,
babası Azer’e (şöyle) demişti: “Sen
putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir
sapıklık içinde görüyorum.”
Böylece
İbrahim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk.
Gece, üstünü
örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: “Bu benim rabbimdir.” Fakat (yıldız) kayboluverince: “Ben
kaybolup-gidenleri sevmem” demişti.
Ardından ay’ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce:
“Bu benim rabbim” demiş, fakat o da kayboluverince: “Andolsun” demişti, “Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse
gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.”
Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: “İşte bu benim rabbim, bu en büyük” demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” (6 En’am 74-78)
Hz. İbrahim,
kavminin bir sapıklık içinde olduğunu söylemekle toplumsal bir krizin
yaşandığını dile getirmiş olmaktadır. Sapıklık yanlış ilah edinmekten
kaynaklanmaktadır. Değer yargılarının böylesine yozlaştığı bir ortamda Hz.
İbrahim’in kesin inananlardan olması için kendisine göklerin ve yerin melekûtu
gösterilmiştir. Yıldızların, ayın ve güneşin hareketleri gözlemlenip ve
yorumlanarak gerçeğe ulaşmada bir yöntem ortaya konmaktadır. Akıl ve beş duyu
ile yapılan bu değerlendirmede, akıl ve beş duyunun gerçeğe ulaşmada yetersiz kaldığını görerek “Eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmezse
kuşkusuz sapmışlar topluluğundan olurum” (En’am 77) demesi bir üçüncü bilgi
kaynağına duyulan ihtiyaçtandır. “Allah’ın yol gösterici bilgisi” ya da “vahyî
bilgi”, gerçeğe ulaşmada kullanılan bilgi vasıtalarını tamamlayarak, onlara
çerçeve çizerek, bütüncül ve evrensel bir düşünce sistemi oluşumuna imkan vermektedir.
Hz. İbrahim,
babası ile yaptığı tartışmada; yıldız, ay ve güneşin hareketlerine ilişkin
yaptıkları değerlendirmeleri niçin sonuna kadar götürmediklerini “kaybolup
gidenleri sevmem” diyerek sorgulamaktadır. Kavminin de bu sorgulamayı yapmasını
istemektedir. En özgür bir şekilde düşünülmesi ve tartışılmasından yanadır Hz.
İbrahim.
Bu noktada
konumuz açısından önemli olan bir nokta da Hz. İbrahim’in ulaştığı değer
sistemi ile toplumun değer sisteminin farklılaşması karşısında her iki tarafın
birbirine takındığı tutumdur. En’am 78 ve 79’da
yer alan;
“Ey kavmim,
tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım, gerçek şu ki, ben
bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben
müşriklerden değilim.”
ifadeleri, temel değerlerin farklılaşması ile “Ben ve Öteki” yada “Biz ve Ötekiler” oluşmaktadır. Artık Hz. İbrahim kavmini sapıklık içinde görmekte, kendisini kavminden ayrı addetmekte ve tek başına da kalsa ayrı bir aidiyet bağı ile kendisini bağlamaktadır. Bir tarafta kendisi, diğer tarafta ise kavmi vardır. Bir tarafta tek kişilik ümmet olan Hz. İbrahim’in muvahhid kimliği, diğer tarafta, bütün bir toplumun müşrik kimliği.
Korku ve Güvenlik
Aralarında kan
bağından başka hiçbir ortak payda olmayan bu iki zıt kimlik mensupları arasında
tartışma veya mücadele, kaçınılmaz olarak vuku bulduğunda; Hz. İbrahim’in
sergilediği tavır, tam cahili toplumlarda, kirlenmenin vuku bulduğu ortamlarda
muvahhid kimlik sahiplerinin ortaya koyması gereken tavırdır:
“O beni doğru
yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip tartışmaya mı
girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, Rabbimin dilediği dışında
hiçbir şey olmaz. Rabbim ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp
düşünmeyecek misiniz?
“Hem siz, O’nun
kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak
koşmaktan korkmuyorken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu
halde “güvenlik içinde olmak bakımından iki taraftan hangisi daha hak
sahibidir? Eğer bilebilirseniz”. (6 Enam 80-81)
Bugün eğer
tartışma kaçınılmaz olacaksa, sergilenecek tavır, kimin doğru yolda olduğunun
araştırılmasıdır. Doğru yolda olma inanç ve bilinci, her türlü korkuyu yenerek
güvenlik duygusuna ulaşmayı sağlayacaktır.
Hayatı yalnızca
bu dünya ile sınırlı görmeyenler “Allah’a şirk koşmaktan korkmayanların”
ilahlarından ve hükümleri yalnızca bu dünyada geçerli olan zalimlerden niçin
korksunlar? Bundan dolayı gerçekten güvenlik içinde olanlar, muvahhid kimlik
mensuplarıdır.
Kimlikler
arasındaki mücadelede dile getirilen ‘korku ve güvenlik’ doğru yolda olmadaki
kararlığa özel bir vurgudur. Bunun anlamı şudur: Güvenlikte olmak istiyorsanız
Allah’a sığınacak ve teslim olacaksınız. Korkuya kapılarak temel değerler
konusunda herhangi bir sapmaya meydan vermeyeceksiniz. Yalnızca Allah’tan
korkacak, yalnızca Allah’a kulluk ve ibadet edecek, yalnızca Allah’ı ilah ve
rab edinerek iman edecek ve imanlarınıza şek ve şüphe bulaştırmayacaksınız?
Ancak bu şartlar altında gerçekten güvenlik içinde bulunabilirsiniz:
“İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete de ermişlerdir” (6 Enam 82)
Uzlaşma, Mutmain Olma
Bizim asıl,
temel, birinci değerler dediğimiz bu değerler konusunda, uzlaşma adına herhangi
bir taviz verilmesinin mümkün olmadığına ilişkin ana gerekçemiz budur. Uzlaşma,
yalnızca doğrular etrafında olur ve olmalıdır da. Hz. İbrahim’in ısrarla
“ispatlayıcı delil’i” dile getirmesi, gerçeği aramadaki kararlılığını
göstermektedir. Babası dahil kavmi, bir bütün olarak kendisinin karşısında yer
almıştır. Kendisini bir bütün olarak tehdit etmektedirler. Böyle bir güç
karşısında kendisi “tek başına bir ümmet” olarak taviz vermemekte, onları
ispata ve düşünmeye çağırmaktadır.
Bugün
muvahhidlerin yapması gereken temel görevlerden birisi de, toplumu en estetik
bir şekilde düşünmeye davet olmalıdır. Düşüncelerini toplumu düşünmeye sevk
edecek bir tarzda ortaya koyabilmeleridir.
Gerçekten Hz.
İbrahim kendi toplumunu çok iyi tahlil etmiş, onları düşündürebilmek için akıl
yurütmenin en ince sanatını kullanmıştır. Putlarla ilgili itirazlarında bunu
görebilmekteyiz. “İşitmeyen, görmeyen ve
seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan” (19 Meryem 42), “çağırdığınız zaman sizi işitiyorlar mı?”,
“size bir yararları ya da zararları
dokunuyor mu?” (26 Şuara 72-73), “size
rızık vermeye güç yetiriyorlar mı?” (29 Ankebut 17), (putlara) “yemek yemiyor musunuz?”, “konuşmuyor musunuz?” (37
Saffat 91, 92), “yontmakta olduğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?” (37 Saffat 95) gibi aklı kullanmaya ve düşünmeye
davet edici soruları ile kavminin ruh dünyasında titreşimler meydana getirmeye
çalışmaktadır.
Kavminin düşünce
dünyasında bir şok meydana getirmek için
putların en büyüğü hariç geri kalanlarının tamamını kırmıştır.Kavminin bundan
dolayı kendisini yargılaması aşamasında, bu eylemi; “büyük putun yaptığını” söyleyip, “eğer konuşabiliyorsa, siz ona
soruverin” demesi (21 Enbiya 58-63) aklı en iyi bir şekilde kullanmanın
güzel bir örneğidir. Böyle bir durum karşısında kavminin düşüncesinde geçici de
olsa dalgalanmalar meydana getirebilmiştir:
“Bunun üzerine
kendi nefislerine başvurdular da: “Gerçek şu ki, siz, zalim olanlar
sizlersiniz” dediler. Sonra, yine de tepeleri üstüne ters döndüler: Andolsun,
bunların konuşmayacaklarını sen de bilmektesin.” (21 Enbiya 64-65)
Kendi
kendilerine bu itirafları yapmış olmalarına karşılık, yılların birikmiş
tortularını, kemikleşmiş kalıplarını,
kısa zamanda tasfiye edip gerçekle aralarındaki duvarları yıkıp doğru yola
ulaşmaları o kadar kolay bir olgu değildir.
İşte bütün bu olumsuzluklar karşısında muvahhid kimliği, kendi doğruları
üzerinde yalnız başına da olsa dimdik
ayakta durmayı, sabırlı olmayı gerekli
kılar. İşte bunun için Hz. İbrahim, kavminin gösterdiği bu katılığa karşı:
“O halde,
Allah’ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı da dokunmayan şeylere mi
tapmaktasınız? Yazıklar olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza, siz
yinede aklınızı kullanmayacak mısınız? (21 Enbiya 66, 67)
diyerek kendi
doğrularına olan bağlılığını büyük bir kararlılıkla sürdürmüştür. Kendisini
ölümle tehdit etmelerine ve hatta ateşe atmalarına karşılık bu duruşundan
vazgeçmemiştir.
Hz. İbrahim’in
sergilediği duruşta, akıl, beş duyu ve vahiy kullanılırken, mutmain olmak da ön
plandadır.
Bu ise,
inanıyorsanız gerçekten ve gerektiği gibi inanın, anlamına gelmektedir.
İnancınızın gerektirdiği formasyonu sergileyin, ortaya koyun, “Dininizi
oyun-eğlence, konusu edinmeyin ve de ettirmeyin” anlamındadır, bu tavır. İşte
bunun için: “İbrahim’e kesin bilgiyle
inananlardan olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterilmiştir.” (6
Enam 75)
Kimlikte temel
nokta, bireyin kendisini bir topluluğa ait hissetmesidir. Başkalarının onu bir konuma zorla yerleştirmesi değil;
kendisinin, kalbî bir tatmin ile kendisini nasıl gördüğüdür aslolan. Mutmain
olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek bir enerji kazandırır.
Kişinin kendi kendisi ile konuşmasına mani olur. Bu açıdan kimlikle ilgili
sorunları çözebilmek, kimlik krizini aşabilmek, en özgür bir şekilde sorunu
tartışabilmeye bağlıdır. Kalpler tatmin olmadan ortak paydalar oluşturmak
mümkün olmayacaktır. Gücü elinde bulunduranların baskısı, sorunu çözmeyi kolaylaştırmaz; olsa olsa
baskı karşısında insanların susmasına neden olur. Bu da gelecekteki sosyal
patlamanın şuur altında inşa edilmesine yol açar. Onun için insanları mutmain
edecek tarzda bir çalışma ortamı hazırlanmalıdır.
İbrahimî
duruşta, bu mutmainlik duygusunun nasıl önemsendiğini görmekteyiz. Hz. İbrahim
alemlerin Rabbi olan Allah’a karşı, ölüleri nasıl dirilttiğinin kendisine
gösterilmesini istemektedir. (2 Bakara 260) Allah’ın “inanmıyor musun?” sorusuna İbrahim’in verdiği, “Hayır inandım; ancak kalbimin tatmin olması
için” şeklindeki cevabı çok anlamlıdır. Ve Allah İbrahim’e istediğini
göstermiştir. Bir beşerin mutmain olmak
için Alemlerin Rabbi’ne soru yöneltebilmesi ve cevabını alabilmesi, evet bunun
üzerine öncelikle güç ve iktidar sahiplerinin düşünmesi gerekir.
Bugün için temel
sorun, bu ülke insanlarının genelinin kalbi mutmain olmuş bir şekilde bir üst
kimlikte uzlaşamamış olmasıdır.
Bu sorun, güç kullanarak değil; tartışarak, konuşarak, doğrularda anlaşarak, uzlaşarak ve ortak paydalar oluşturarak çözülebilir. İşte bu aşamada İbrahim’i duruş hayati bir önem kazanır.
Putperest Bir Dünyada İbrahimî Duruş
Kur’an-ı
Kerim’de, Hz. İbrahim’in mücadelesini konu alan ayetlerden kavminin en temel
özelliğinin putperestlik olduğu anlaşılmaktadır. Öyleki “Putların yemediği,
içmediği, işitmediği, konuşmadığı, kendilerine rızık vermediği, yararı ya da
zararı dokunmadığını bildikleri” halde onların önünde eğilmekte, onlara
tapınmaktadırlar. Kendi elleri ile yonttukları taşlara tapınmalarının hangi
mantıkî temeli vardır?
Hz. İbrahim
kavmine, “duymayan, görmeyen” (19
Meryem 42), “işitmeyen”, “sizlere yararı veya zararı dokunmayan”
(26 Şuara 70-78), “size rızık vermeyen”
(29 Ankebut 17), “yemeyen ve konuşmayan”
(37 Saffat 91-92), “kendi ellerinizle
yontup yaptığınız” (37 Saffyat 95-96) “şeylere
mi kulluk ve ibadet ediyorsunuz” diye sorduğunda aldığı cevap anlamlı ve
düşündürücüdür.
“Hayır dediler: “Biz atalarımızı bunlara
taparlar olarak bulduk.” (26 Şuara
74, 21 Enbiya 53)
Hiçbir mantıkî
temeli olmayan ve hiçbir “ispatlayıcı delile dayanmayan” bu düşünce, yanlış bir davranış ve yaşam
şeklini beraberinde getirmiştir. Atalarının yaptıklarının doğru veya yanlış
olduğuna bakmadan onları taklid etme, temel bir yanılgı olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Peki niçin bu
insanlar puta tapmaktadırlar? Bunun cevabını, Hz. İbrahim’in kendisini ateşe
atmak ya da öldürmekle tehdit eden kavmine söylediklerinde bulmaktayız:
“Şu bir gerçek
ki, siz dünya hayatında aranızda sevgi oluşturmak için Allah’ı bırakıp putlara
kulluk ediyorsunuz. Sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımayacak, birbirinize
lanet edeceksiniz, Hepinizin varacağı yer cehennemdir; hiçbir yardımcınız da
olmayacaktır”. ( 29 Ankebut 25)
Aralarında bir
sevgi ve menfaat bağı olması için put
oluşturma geleneği, günümüz dünyasında çok daha farklı şekillere bürünerek
varlığını devam ettirmektedir. Putlar çoğalmıştır. Putlara tapınma çeşitli
şekiller almıştır. Makam, para, güç, heykel, mezar ve kişiler menfaat eksenli oluşturulan
bir dünyada adeta bütün ilişkileri belirler gibidir. Tüketim, modern dünyanın
en temel putudur. Hiçbir tahdit getirilmeyen bireysel özgürlük kavramı, tüketim
ruhu ile birleşince, tam bir istismar çarkı oluşturmaktadır. Hazzı tahrik ederek bireyi her türlü
tüketime sevk etmek, günümüz dünyası muktedirlerinin kâr putunu yaşatmak için
buldukları bir çözümdür.
Bu kadar çok ve
değişik görüntülü putların bulunduğu bir dünyada, putların fert ve toplum
üzerindeki hakimiyeti yıkılmadıkça dünyanın içine girdiği bunalımdan kurtulması
mümkün değildir. Çünkü putlar, tarih boyu insanları şaşırtıp, saptırmıştır:
“- İbrahim
demişti ki... beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.”
“Rabbim,
gerçekten onlar insanlardan bir çoğunu şaşırtıp-saptırdılar. Bundan böyle kim
bana uyarsa, artık o bendendir, kim de bana isyan ederse kuşkusuz sen
bağışlayan ve esirgeyensin.” (14 İbrahim 35, 36)
Onun için
putların hakimiyeti kırılmalıdır. Onun için putperest bir kavme karşı mücadele eden Hz. İbrahim örnek alınmalıdır.
Doğrulara sahip çıkacak, onları ortak payda kabullenecek hiç kimse olmasa dahi,
Hz. İbrahim gibi bir muvahhid ve tek başına bir ümmet olarak ayakta
dimdik durabilmek gerekir. Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu bireysel kimlik, işte
böyle bir kimliktir.
Bugün için “Biz
ve Öteki” ayırımına temel olan ölçü, putperestliktir. Putperestler insanları
sömürmekte, istismar etmekte ve saptırmaktadırlar.
Bunun için Hz.
İbrahim bir taraftan “beni ve çocuklarımı
putlara kulluk etmekten uzak tut” derken; diğer taraftan, “kim bana uyarsa artık o bendendir”
demektedir.
Bunun için “Bana uyun sizi düze çıkarayım” (19
Meryem 43) demektedir.
Bunun için, “Ben yüzümü Allah’a çevirdim” (6 Enam 79)
diyerek kavmine tavır almaktadır.
Bunun için, “Allah’a ortak koştuklarınıza düşmanım ve
uzağım” (43 Zuhruf 26) diye tavır koymaktadır.
İşte bunun için
de Allah, putperest bir ortamdan kurtulmak isteyenlere Hz. İbrahim’i örnek
olarak göstermektedir.
“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel
bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizlerden ve
Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp
inkar ettik.” (60 Mümtehine 4)
“Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta
olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve
yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (6 En’am 78, 79)
İşte çürümüş, kirlenmiş ve yozlaşmış ortamlarda muvahhid kimlik sahiplerinin sergilemesi gereken tavır, tek başına bir ümmet olarak İbrahimî duruşun gereğini yapmalarıdır.
Bizim
kanaatimizce uyanıklık durumu, müslümanların geleceği karşılamak, İslâm adına
büyük hedeflere ulaşmak, ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisinden kurtularak
umut ve Allah’a güven ortamına geçebilmek, yenilmişlik ve ezilmişlik
psikozundan kurtularak başarıya ve zafere ulaşmak için plan ve program yapar
duruma gelmek, başkaları ne kadar devasa boyutlarda maddi güce ulaşsalar da
insanın sahip olduğu güçlerin tümünü ipotek altına alamayacakları, olay ve
olguların tümüne egemen olamayacaklarını anlamak için düşünsel, duygusal ve
gerçekçi bir durumu temsil eden bir kavramdır; çünkü tüm eksikliklerden uzak
olan yüce Allah güçlüler karşısında müstaz’afların da yeryüzünde yaşamalarını,
oraya sahip olmalarını ve ona egemen olmalarını istediğini şu ayetiyle
açıklamıştır: “Andolsun Tevrat’tan sonra
Zebur’da da: ‘Arza mutlaka salih
kullarım varis olacaklardır’ diye yazmıştık.” (21/105).
İslami Söylem ve Gelecek, M. Hüseyin Fadlallah sh. 23
Gençliğe Hitabe Necip Fazıl
Vefatının 17. yıldönümü dolayısıyla geçtiğimiz ay daha bir hasretle andığımız üstad Necip Fazıl’ın, özlenen İbrahimî kimliği gençlik düzleminde abideleştiren “Gençliğe Hitabe”sini yeniden hatırlıyoruz:
Bir gençlik, bir
gençlik, bir gençlik...
“Zaman bendedir
ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...
Devlet ve
milletin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında; ilk ikibuçuk asrını aşk,
vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve hem yobaz elinde
kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın, Kur’an’ında “belhüm edal” dediği
hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal
ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde planında kurtardıktan
sonra, ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu
devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye
yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik
bekleyen bir gençlik...
Gökleri
çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir nida kopararak
“Mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir
gençlik...
Dininin,
dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir
gençlik... Halka değil Hakk’a inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet
Hakk’ındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis
hürriyeti Hakk’a kölelikte bulan bir
gençlik...
Emekçiye “Benim
sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı
olamazsın! Ama sen de zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zâlim patronlardan daha zâlim
istirmarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılmazsın!”, kapitaliste ise
“Allah buyruğunu ve Resûl ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça,
serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde
bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakına
sahip bir gençlik...
Bir buçuk
asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen
ve kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığını, Türkün de yine birbuçuk
asırdır işte bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep,
ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa
hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine,
bütün insanlığa nümunelik teşkil edecek bir gençlik... “Kim var?” diye
seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını
verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir
dava ahlakını pırıltadıcı bir gençlik...
Can taşıma liyâkatini, canların canı uğurunda can
vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik
sahibi bir gençlik...
Büyük bir
tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı
farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik...Õ,÷Ã