1 Haziran 2000 Perşembe

Tek Başına Bir Ümmet Olabilmek Ya Da İbrahimî Duruş

 (Umran Dergisi)

Giriş

Geçen sayıda kimliğin oluşumunu, tarifini ve soruna yaklaşım tarzımızı ele almıştık. Burada da kimlik krizinin olduğu dönemlerde genelde herhangi bir bireyin, özelde ise bir  müslümanın nasıl davranması gerektiği üzerinde durulacaktır.

Cahili toplumlarda, yozlaşmanın toplumun tüm katmanlarına nüfuz ettiği, zulmün ve kötülüklerin meşruiyet  kazandığı zaman ve mekanlarda mevcut kimliğe karşı çıkmanın ilk adımı olan bireysel kimliğin (muvahhid ya da hanif kimlik) inşası nasıl mümkün olabilir? Yanlış yaşam tarzına, yanlış hayat felsefesine, yanlış değerler sistemine karşı fıtri bir tavır ortaya konamaz mı? Konulabilirse bu, hangi eksende ve nasıl olmalıdır? Bir kimlik krizinin yaşandığı bir ortamda “Ben ve Öteki”, “Biz ve Ötekiler” şekline nasıl dönüşebilir? Benzer sorunlar tarihte nasıl çözülmüştür?

Bütün  bu soruların cevaplarını Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in mücadelesinde bulabiliriz.

Temel Değerler Ben ve Ötekiler

Hz. İbrahim, tüm peygamberlerin getirdiği temel değerleri topluma  sunmada ilginç bir yaklaşım sergilemiştir. Akıl ve beş duyuyu  (gözlem ve değerlendirme) en estetik ve ayrıntılı bir şekilde kullanarak içinde yaşandığı topluma karşı mücadele etmiştir. Onun gerçeğe ulaşmada izlediği yöntem, tarihin her dönemi için geçerlidir:

Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: “Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.”

Böylece İbrahim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.

Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: “Bu benim rabbimdir.” Fakat (yıldız) kayboluverince: “Ben kaybolup-gidenleri sevmem” demişti.

Ardından ay’ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: “Bu benim rabbim” demiş, fakat o da kayboluverince: “Andolsun” demişti, “Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.”

Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: “İşte bu benim rabbim, bu en büyük” demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” (6 En’am 74-78)

Hz. İbrahim, kavminin bir sapıklık içinde olduğunu söylemekle toplumsal bir krizin yaşandığını dile getirmiş olmaktadır. Sapıklık yanlış ilah edinmekten kaynaklanmaktadır. Değer yargılarının böylesine yozlaştığı bir ortamda Hz. İbrahim’in kesin inananlardan olması için kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiştir. Yıldızların, ayın ve güneşin hareketleri gözlemlenip ve yorumlanarak gerçeğe ulaşmada bir yöntem ortaya konmaktadır. Akıl ve beş duyu ile yapılan bu değerlendirmede, akıl ve beş duyunun gerçeğe  ulaşmada yetersiz kaldığını görerek “Eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmezse kuşkusuz sapmışlar topluluğundan olurum” (En’am 77) demesi bir üçüncü bilgi kaynağına duyulan ihtiyaçtandır. “Allah’ın yol gösterici bilgisi” ya da “vahyî bilgi”, gerçeğe ulaşmada kullanılan bilgi vasıtalarını tamamlayarak, onlara çerçeve çizerek, bütüncül ve evrensel bir düşünce sistemi oluşumuna  imkan vermektedir.

Hz. İbrahim, babası ile yaptığı tartışmada; yıldız, ay ve güneşin hareketlerine ilişkin yaptıkları değerlendirmeleri niçin sonuna kadar götürmediklerini “kaybolup gidenleri sevmem” diyerek sorgulamaktadır. Kavminin de bu sorgulamayı yapmasını istemektedir. En özgür bir şekilde düşünülmesi ve tartışılmasından yanadır Hz. İbrahim.

Bu noktada konumuz açısından önemli olan bir nokta da Hz. İbrahim’in ulaştığı değer sistemi ile toplumun değer sisteminin farklılaşması karşısında her iki tarafın birbirine takındığı tutumdur. En’am 78 ve 79’da  yer alan;

“Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım, gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”

ifadeleri, temel değerlerin farklılaşması ile “Ben ve Öteki” yada “Biz ve Ötekiler” oluşmaktadır. Artık Hz. İbrahim kavmini sapıklık  içinde görmekte, kendisini kavminden ayrı addetmekte ve tek başına da kalsa ayrı bir aidiyet bağı ile kendisini  bağlamaktadır. Bir tarafta kendisi, diğer tarafta ise kavmi vardır. Bir tarafta tek  kişilik ümmet olan Hz. İbrahim’in muvahhid kimliği, diğer tarafta, bütün bir toplumun müşrik kimliği.

Korku ve Güvenlik

Aralarında kan bağından başka hiçbir ortak payda olmayan bu iki zıt kimlik mensupları arasında tartışma veya mücadele, kaçınılmaz olarak vuku bulduğunda; Hz. İbrahim’in sergilediği tavır, tam cahili toplumlarda, kirlenmenin vuku bulduğu ortamlarda muvahhid kimlik sahiplerinin ortaya koyması gereken tavırdır:

“O beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan  ben korkmuyorum, Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbim ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?

“Hem siz, O’nun kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu halde “güvenlik içinde olmak bakımından iki taraftan hangisi daha hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz”. (6 Enam 80-81)

Bugün eğer tartışma kaçınılmaz olacaksa, sergilenecek tavır, kimin doğru yolda olduğunun araştırılmasıdır. Doğru yolda olma inanç ve bilinci, her türlü korkuyu yenerek güvenlik duygusuna ulaşmayı sağlayacaktır.

Hayatı yalnızca bu dünya ile sınırlı görmeyenler “Allah’a şirk koşmaktan korkmayanların” ilahlarından ve hükümleri yalnızca bu dünyada geçerli olan zalimlerden niçin korksunlar? Bundan dolayı gerçekten güvenlik içinde olanlar, muvahhid kimlik mensuplarıdır.

Kimlikler arasındaki mücadelede dile getirilen ‘korku ve güvenlik’ doğru yolda olmadaki kararlığa özel bir vurgudur. Bunun anlamı şudur: Güvenlikte olmak istiyorsanız Allah’a sığınacak ve teslim olacaksınız. Korkuya kapılarak temel değerler konusunda herhangi bir sapmaya meydan vermeyeceksiniz. Yalnızca Allah’tan korkacak, yalnızca Allah’a kulluk ve ibadet edecek, yalnızca Allah’ı ilah ve rab edinerek iman edecek ve imanlarınıza şek ve şüphe bulaştırmayacaksınız? Ancak bu şartlar altında gerçekten güvenlik içinde bulunabilirsiniz:

“İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete de ermişlerdir” (6 Enam 82)

Uzlaşma, Mutmain Olma

Bizim asıl, temel, birinci değerler dediğimiz bu değerler konusunda, uzlaşma adına herhangi bir taviz verilmesinin mümkün olmadığına ilişkin ana gerekçemiz budur. Uzlaşma, yalnızca doğrular etrafında olur ve olmalıdır da. Hz. İbrahim’in ısrarla “ispatlayıcı delil’i” dile getirmesi, gerçeği aramadaki kararlılığını göstermektedir. Babası dahil kavmi, bir bütün olarak kendisinin karşısında yer almıştır. Kendisini bir bütün olarak tehdit etmektedirler. Böyle bir güç karşısında kendisi “tek başına bir ümmet” olarak taviz vermemekte, onları ispata ve düşünmeye çağırmaktadır.

Bugün muvahhidlerin yapması gereken temel görevlerden birisi de, toplumu en estetik bir şekilde düşünmeye davet olmalıdır. Düşüncelerini toplumu düşünmeye sevk edecek bir tarzda ortaya koyabilmeleridir.

Gerçekten Hz. İbrahim kendi toplumunu çok iyi tahlil etmiş, onları düşündürebilmek için akıl yurütmenin en ince sanatını kullanmıştır. Putlarla ilgili itirazlarında bunu görebilmekteyiz. “İşitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan” (19 Meryem 42), “çağırdığınız zaman sizi işitiyorlar mı?”, “size bir yararları ya da zararları dokunuyor mu?” (26 Şuara 72-73), “size rızık vermeye güç yetiriyorlar mı?” (29 Ankebut 17), (putlara) “yemek yemiyor musunuz?”, “konuşmuyor musunuz?  (37 Saffat 91, 92), “yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (37 Saffat 95) gibi aklı kullanmaya ve düşünmeye davet edici soruları ile kavminin ruh dünyasında titreşimler meydana getirmeye çalışmaktadır.

Kavminin düşünce dünyasında bir şok  meydana getirmek için putların en büyüğü hariç geri kalanlarının tamamını kırmıştır.Kavminin bundan dolayı kendisini yargılaması aşamasında, bu eylemi; “büyük putun yaptığını” söyleyip, “eğer konuşabiliyorsa, siz ona soruverin” demesi (21 Enbiya 58-63) aklı en iyi bir şekilde kullanmanın güzel bir örneğidir. Böyle bir durum karşısında kavminin düşüncesinde geçici de olsa dalgalanmalar meydana getirebilmiştir:

“Bunun üzerine kendi nefislerine başvurdular da: “Gerçek şu ki, siz, zalim olanlar sizlersiniz” dediler. Sonra, yine de tepeleri üstüne ters döndüler: Andolsun, bunların konuşmayacaklarını sen de bilmektesin.” (21 Enbiya 64-65)

Kendi kendilerine bu itirafları yapmış olmalarına karşılık, yılların birikmiş tortularını, kemikleşmiş  kalıplarını, kısa zamanda tasfiye edip gerçekle aralarındaki duvarları yıkıp doğru yola ulaşmaları o kadar kolay bir olgu değildir.  İşte bütün bu olumsuzluklar karşısında muvahhid kimliği, kendi doğruları üzerinde yalnız başına da  olsa dimdik ayakta  durmayı, sabırlı olmayı gerekli kılar. İşte bunun için Hz. İbrahim, kavminin gösterdiği bu katılığa karşı:

“O halde, Allah’ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı da dokunmayan şeylere mi tapmaktasınız? Yazıklar olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza, siz yinede aklınızı kullanmayacak mısınız? (21 Enbiya 66, 67)

diyerek kendi doğrularına olan bağlılığını büyük bir kararlılıkla sürdürmüştür. Kendisini ölümle tehdit etmelerine ve hatta ateşe atmalarına karşılık bu duruşundan vazgeçmemiştir.

Hz. İbrahim’in sergilediği duruşta, akıl, beş duyu ve vahiy kullanılırken, mutmain olmak da ön plandadır.

Bu ise, inanıyorsanız gerçekten ve gerektiği gibi inanın, anlamına gelmektedir. İnancınızın gerektirdiği formasyonu sergileyin, ortaya koyun, “Dininizi oyun-eğlence, konusu edinmeyin ve de ettirmeyin” anlamındadır, bu tavır. İşte bunun için: “İbrahim’e kesin bilgiyle inananlardan olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösterilmiştir.” (6 Enam 75)

Kimlikte temel nokta, bireyin kendisini bir topluluğa ait hissetmesidir. Başkalarının onu  bir konuma zorla yerleştirmesi değil; kendisinin, kalbî bir tatmin ile kendisini nasıl gördüğüdür aslolan. Mutmain olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek bir enerji kazandırır. Kişinin kendi kendisi ile konuşmasına mani olur. Bu açıdan kimlikle ilgili sorunları çözebilmek, kimlik krizini aşabilmek, en özgür bir şekilde sorunu tartışabilmeye bağlıdır. Kalpler tatmin olmadan ortak paydalar oluşturmak mümkün olmayacaktır. Gücü elinde bulunduranların baskısı,  sorunu çözmeyi kolaylaştırmaz; olsa olsa baskı karşısında insanların susmasına neden olur. Bu da gelecekteki sosyal patlamanın şuur altında inşa edilmesine yol açar. Onun için insanları mutmain edecek tarzda bir çalışma ortamı hazırlanmalıdır.

İbrahimî duruşta, bu mutmainlik duygusunun nasıl önemsendiğini görmekteyiz. Hz. İbrahim alemlerin Rabbi olan Allah’a karşı, ölüleri nasıl dirilttiğinin kendisine gösterilmesini istemektedir. (2 Bakara 260) Allah’ın “inanmıyor musun?” sorusuna İbrahim’in verdiği, “Hayır inandım; ancak kalbimin tatmin olması için” şeklindeki cevabı çok anlamlıdır. Ve Allah İbrahim’e istediğini göstermiştir. Bir beşerin  mutmain olmak için Alemlerin Rabbi’ne soru yöneltebilmesi ve cevabını alabilmesi, evet bunun üzerine öncelikle güç ve iktidar sahiplerinin düşünmesi gerekir.

Bugün için temel sorun, bu ülke insanlarının genelinin kalbi mutmain olmuş bir şekilde bir üst kimlikte uzlaşamamış olmasıdır.

Bu sorun, güç kullanarak değil; tartışarak, konuşarak, doğrularda anlaşarak, uzlaşarak ve ortak paydalar oluşturarak çözülebilir. İşte bu aşamada İbrahim’i duruş hayati bir önem kazanır.

Putperest Bir Dünyada İbrahimî Duruş

Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in mücadelesini konu alan ayetlerden kavminin en temel özelliğinin putperestlik olduğu anlaşılmaktadır. Öyleki “Putların yemediği, içmediği, işitmediği, konuşmadığı, kendilerine rızık vermediği, yararı ya da zararı dokunmadığını bildikleri” halde onların önünde eğilmekte, onlara tapınmaktadırlar. Kendi elleri ile yonttukları taşlara tapınmalarının hangi mantıkî temeli vardır?

Hz. İbrahim kavmine, “duymayan, görmeyen” (19 Meryem 42), “işitmeyen”, “sizlere yararı veya zararı dokunmayan” (26 Şuara 70-78), “size rızık vermeyen” (29 Ankebut 17), “yemeyen ve konuşmayan” (37 Saffat 91-92), “kendi ellerinizle yontup yaptığınız” (37 Saffyat 95-96) “şeylere mi kulluk ve ibadet ediyorsunuz” diye sorduğunda aldığı cevap anlamlı ve düşündürücüdür.

Hayır dediler: “Biz atalarımızı bunlara taparlar  olarak bulduk.” (26 Şuara 74, 21 Enbiya 53)

Hiçbir mantıkî temeli olmayan ve hiçbir “ispatlayıcı delile dayanmayan”  bu düşünce, yanlış bir davranış ve yaşam şeklini beraberinde getirmiştir. Atalarının yaptıklarının doğru veya yanlış olduğuna bakmadan onları taklid etme, temel bir yanılgı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Peki niçin bu insanlar puta tapmaktadırlar? Bunun cevabını, Hz. İbrahim’in kendisini ateşe atmak ya da öldürmekle tehdit eden kavmine söylediklerinde bulmaktayız:

“Şu bir gerçek ki, siz dünya hayatında aranızda sevgi oluşturmak için Allah’ı bırakıp putlara kulluk ediyorsunuz. Sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımayacak, birbirinize lanet edeceksiniz, Hepinizin varacağı yer cehennemdir; hiçbir yardımcınız da olmayacaktır”. ( 29 Ankebut 25)

Aralarında bir sevgi ve menfaat  bağı olması için put oluşturma geleneği, günümüz dünyasında çok daha farklı şekillere bürünerek varlığını devam ettirmektedir. Putlar çoğalmıştır. Putlara tapınma çeşitli şekiller almıştır. Makam, para, güç, heykel, mezar ve kişiler menfaat eksenli oluşturulan bir dünyada adeta bütün ilişkileri belirler gibidir. Tüketim, modern dünyanın en temel putudur. Hiçbir tahdit getirilmeyen bireysel özgürlük kavramı, tüketim ruhu ile birleşince, tam bir istismar çarkı oluşturmaktadır. Hazzı tahrik ederek bireyi her türlü tüketime sevk etmek, günümüz dünyası muktedirlerinin kâr putunu yaşatmak için buldukları bir çözümdür.

Bu kadar çok ve değişik görüntülü putların bulunduğu bir dünyada, putların fert ve toplum üzerindeki hakimiyeti yıkılmadıkça dünyanın içine girdiği bunalımdan kurtulması mümkün değildir. Çünkü putlar, tarih boyu insanları şaşırtıp, saptırmıştır:

“- İbrahim demişti ki... beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.”

“Rabbim, gerçekten onlar insanlardan bir çoğunu şaşırtıp-saptırdılar. Bundan böyle kim bana uyarsa, artık o bendendir, kim de bana isyan ederse kuşkusuz sen bağışlayan ve esirgeyensin.” (14 İbrahim 35, 36)

Onun için putların hakimiyeti kırılmalıdır. Onun için putperest bir kavme  karşı mücadele eden Hz. İbrahim örnek alınmalıdır. Doğrulara sahip çıkacak, onları ortak payda kabullenecek hiç kimse olmasa dahi, Hz. İbrahim gibi bir muvahhid ve tek başına bir ümmet olarak ayakta dimdik durabilmek gerekir. Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu bireysel kimlik, işte böyle bir kimliktir.

Bugün için “Biz ve Öteki” ayırımına temel olan ölçü, putperestliktir. Putperestler insanları sömürmekte, istismar etmekte ve saptırmaktadırlar.

Bunun için Hz. İbrahim bir taraftan “beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut” derken; diğer taraftan, “kim bana uyarsa artık o bendendir” demektedir.

Bunun için “Bana uyun sizi düze çıkarayım” (19 Meryem 43) demektedir.

Bunun için, “Ben yüzümü Allah’a çevirdim” (6 Enam 79) diyerek kavmine tavır almaktadır.

Bunun için, “Allah’a ortak koştuklarınıza düşmanım ve uzağım” (43 Zuhruf 26) diye tavır koymaktadır.

İşte bunun için de Allah, putperest bir ortamdan kurtulmak isteyenlere Hz. İbrahim’i örnek olarak göstermektedir.

“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizlerden ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp inkar ettik.” (60 Mümtehine 4)

“Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (6 En’am 78, 79)

İşte çürümüş, kirlenmiş ve yozlaşmış ortamlarda muvahhid kimlik sahiplerinin sergilemesi gereken tavır, tek başına bir ümmet olarak İbrahimî duruşun gereğini yapmalarıdır.                                           

Bizim kanaatimizce uyanıklık durumu, müslümanların geleceği karşılamak, İslâm adına büyük hedeflere ulaşmak, ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisinden kurtularak umut ve Allah’a güven ortamına geçebilmek, yenilmişlik ve ezilmişlik psikozundan kurtularak başarıya ve zafere ulaşmak için plan ve program yapar duruma gelmek, başkaları ne kadar devasa boyutlarda maddi güce ulaşsalar da insanın sahip olduğu güçlerin tümünü ipotek altına alamayacakları, olay ve olguların tümüne egemen olamayacaklarını anlamak için düşünsel, duygusal ve gerçekçi bir durumu temsil eden bir kavramdır; çünkü tüm eksikliklerden uzak olan yüce Allah güçlüler karşısında müstaz’afların da yeryüzünde yaşamalarını, oraya sahip olmalarını ve ona egemen olmalarını istediğini şu ayetiyle açıklamıştır: “Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da: ‘Arza mutlaka salih kullarım varis olacaklardır’ diye yazmıştık.” (21/105).

İslami Söylem ve Gelecek, M. Hüseyin Fadlallah sh. 23 

Gençliğe Hitabe Necip Fazıl 

Vefatının 17. yıldönümü dolayısıyla geçtiğimiz ay daha bir hasretle andığımız üstad Necip Fazıl’ın,  özlenen İbrahimî kimliği gençlik düzleminde abideleştiren “Gençliğe Hitabe”sini yeniden hatırlıyoruz:

Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik...

“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...

Devlet ve milletin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında; ilk ikibuçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve hem yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın, Kur’an’ında “belhüm edal”  dediği  hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde planında kurtardıktan sonra, ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik...

Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün “dikey”leri  “yatay” hale getirecek bir nida kopararak “Mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik... Halka değil Hakk’a inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakk’ındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti Hakk’a  kölelikte bulan bir gençlik...

Emekçiye “Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı  ezmekte ve en zâlim patronlardan daha zâlim istirmarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılmazsın!”, kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resûl ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça, serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakına sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığını, Türkün de yine birbuçuk asırdır işte bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş  sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine, bütün insanlığa nümunelik teşkil edecek bir gençlik... “Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlakını pırıltadıcı bir gençlik...

Can taşıma  liyâkatini, canların canı uğurunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik...Õ,÷Ã

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...