1 Aralık 2021 Çarşamba

Ekolojik Savaş Üzerinden “Dijital Dünya Düzenini” İnşa Etmek-2 TANRI OLMAYA(!) OYNAYAN 21. ASRIN FİRAVUNLARI


(Umran Dergisi Aralık 2021 Yazısıdır)


Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Hak, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı...” (23 Müminûn 71) buyruluyor. Dünya, koronavirüs salgını ile uğraşırken hemen hemen aynı zamanda dünyanın pek çok ülkesinde eş zamanlı bir şekilde yangınlar, seller, yanardağ patlamaları ve depremler olmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler 2021 İklim Raporu, 6. Rapor (IPCC): ‘İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli’ başlıklı Raporun Birinci Kısmının

Bu ekolojik savaş sürecinde dikkat çeken bir nokta, koronavirüs salgınında olduğu gibi bir merkezden büyük bir psikolojik harekâtın eş zamanlı başlatılmasıdır. Dünyanın her tarafında aynı anda başlatılan kampanya, çok ciddi ve merkezî bir psikolojik harekâtın ürünüdür. Âdeta bir merkezden düğmeye basılmış, tüm psikolojik harekât ajanları ile uyuyan hücreler harekete geçirilmiştir. Bu, yangın-sel-deprem-yanardağ dörtgeninde meydana gelen ekolojik hareketlenmede yürütülen psikolojik harekât, koronavirüs salgını başladığında yürütülen psikolojik harekâtın bir benzeridir.

“Küresel dijital dünya düzeni”/“dijital diktatörlük” kurmak isteyen belli güç merkezlerinin gerek küresel salgını ve gerekse son zamanlarda meydana gelen olağan dışı ekolojik olaylardan, ister doğal olsun isterse beşeri kaynaklı olsun, yararlanmak istedikleri/isteyecekleri olayları, dünyaya kendi amaçları istikametinde yön ve şekil vermek için değerlendirip yorumlayacakları asla göz ardı edilmemelidir. 

Hem koronavirüs vakasına hem de son ekolojik olaylara -dünya hâkimiyet mücadelesi veren küresel projeler kapsamında; özellikle “Dünya nüfusunun azaltılması”, “Sanayi 4.0” ve “dünyanın dijital dönüşümü”, “küresel hegemonya”, “Tanrı’nın krallığını inşa etmek”, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” projeleri kapsamında- daha dikkatli bir şekilde bakmakta fayda vardır. Küresel salgın başlangıçta, biyolojik savaş, psikolojik savaş, sosyolojik savaş ve ekonomik savaş birlikte yürütülmekteydi. Şimdi sürece ekolojik savaş eklenmiştir.  Yangın, sel, deprem, yanardağ düzleminde meydana gelen ekolojik olayları, farklı boyutlarda ele alıp değerlendirmekte yarar vardır:

·  İklim değişimi ile ilgili hazırlanan raporlar ne kadar, tarafsız ve özgürce hazırlanmaktadır? Raporlarda dijital dünya düzeni ya da yeni dünya düzeninin kolayca inşa edilebilmesi için bir alt yapı hazırlama durumu olabilir mi?

·  Son ekolojik olaylar (dünyada ve Türkiye’de vuku bulan son Yangın, sel, yanardağ, deprem ekolojik olayları), HAARP teknoloji ile meydana getirilebilir mi?

·  Son ekolojik olayların, Neocon, Evanjelik, Siyonist ittifakının “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” “Tanrı olmak” projeleri ile bir ilişkisi var mı?

·  Son ekolojik olaylar, dünyadaki kadife darbeleri organize eden beyin takımı (Soros ekibi) tarafından kullanılmakta mıdır? Bu olaylar, Türkiye’de Boğaziçi kadife darbe süreci bağlamında şer ittifakı tarafından değerlendirilmiş ya da değerlendirilmekte midir?

3. Dünya Savaşı çıkararak kurmak istedikleri yeni dünya düzenini, biyolojik savaş (koronavirüs salgını), ekolojik savaş (doğal olmayan sel, yangın, deprem, yanardağ patlaması…) üzerinden başlattıkları psikolojik harekât/savaş aracılığıyla inşa etmek istiyor olabilirler. O nedenle bu yazı serisinin amacının daha iyi anlaşılabilmesi için daha önce Umran dergisinde yazdığımız makalelerin okunmasında fayda vardır.[2]

Sosyal Hadiseleri, Salgın Hastalıkları, Deprem, Sel, Yangın, Kıtlık, Yanardağ Patlaması Gibi Büyük Olayları Değerlendirmek

Sosyal hadiseleri, salgın hastalıkları, deprem, sel, yangın, kıtlık, yanardağ patlaması gibi büyük olayları değerlendirmede, genelde iki ihtimal göz önüne alınmaktadır:

·  Deprem, sel, yangın, yanardağ patlamaları ve salgın hastalıklar gibi büyük hadiseler, Allah’ın insanlığa bir ikazı, uyarısıdır. Olaylar, ilahi iradenin mutlak müdahalesi ile olmaktadır.

·  Bir ülkenin/devletin/insan unsurunun, başka bir ülkeyi/devleti/insan unsurunu dize getirmek, teslim almak, mahvetmek için kullandığı bir savaş türüdür. Olaylar insan eliyle meydana getirilmektedir.

Her iki durumda da hadise, Allah’ın iradesi ve bilgisi dâhilinde vuku bulmaktadır. Allah’ın izni, müsaadesi olmadan hiçbir şeyin vuku bulma, hareket etme güç ve iradesi olmayacağını, olamayacağını göz önüne alarak vuku bulan olayları, gelişmeleri değerlendirmek gerekmektedir. Birinci ihtimalde olaylar Allah’ın doğrudan “ol demesi” ile ya da görevli meleklerin müdahalesi ile gerçekleştirilirken; ikinci ihtimalde olaylar, aracı olarak İblis ve onun yolundan gidenler kullanılarak gerçekleştirilmektedir. İblis’in Hz. Âdem’i saptırması (büyük imtihan), Samiri’nin Hz. Musa’nın kavmini saptırma girişimi bu anlamda çok güzel iki örnektir.

Samiri olayının, bugüne tekabül etme açısından ana hatları ile ele alınıp değerlendirilmesinde ve üzerinde tefekkür edilmesinde fayda vardır:

“(Allah): “Ey Musa, seni kavminden çabucak ayrılıp gelmeye sevk eden nedir?” Dedi ki: “Onlar arkamda izin üzerindedirler, hoşnut kalman için, sana gelmekte acele ettim Rabbim.” Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne) den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” “…Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” “Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, biz onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.” Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı, “İşte, sizin de ilahınız, Musa’nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler. “(Musa) Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?” Dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.” “Dedi ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: “Bana dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız.” (20 Tâ-Hâ 83-88, 95-97)

Hz. Musa (a.s.) yaklaşık 200 yıl kölelik statüsünde hayat sürdüren bir toplumun, köleleşmiş psikolojisini göz önüne almadan, onlara özgür düşünme ve yaşama iradesi kazandırmadan, toplumsal değişim yasalarını ihmal ederek, kavmini kardeşine bırakıp Allah’ın huzuruna gitmesi, ilahi sünnetin değişik bir ihlalidir. Bu yüzden Allah, Hz. Musa’yı ve Hz. Musa’nın şahsında tüm iman edenleri imtihan etmekte, eğitmekte ve onlara yol göstermektedir. Bu konuda kullanılan insan unsuru sapmış, azmış, yoldan çıkmış, kibirlenmiş Samiri’dir. Gelecek kuşaklara örnek olması açısından Hz. Musa, Hz. Harun ve toplum, Samiri üzerinden imtihana tabi tutulmuştur. 

Samiri’nin, “ses çıkaran/konuşan altından bir buzağı” yapabilmesi, çok özel yüksek bir teknoloji kullandığını göstermektedir. O günün şartlarında olağan dışı gözüken “konuşan, ses çıkaran altından buzağı” üzerinden insanlar nasıl saptırtılabilmiş ise bugünkü yüksek dijital teknoloji üzerinden de insanlar saptırtılabilmektedir. Kur’ân’da var olan, zikredilen pek çok olayı bugün farklı boyutları ile ele alıp değerlendirmek, yorumlamak, ders çıkarmak ve gerekeni yapmak gerekmektedir. Çünkü bugün “küresel dijital diktatörlük” kurmak isteyenlerin, sosyolojik, biyolojik ve ekolojik savaş aracını kullanmaları, Samiri’nin yapmak istediği ile aynı olup başta iman edenler olmak üzere tüm insanlık, Neocon, Evanjelik ve Siyonist ittifak üzerinden çok ciddi bir imtihana tabi tutulmaktadır. Olayın bu boyutunu öncelikle, iman edenlerin görmesi, ona göre konumlanmaları ve gereğini yapmaları gerekmektedir.   

Bu noktada tüm iman edenlerin, Allah’ın her şeyi bir kanuniyete göre hak olarak yarattığına ilişkin Kur’ân ayetlerini hatırlaması ve gereğini yapması elzemdir:

“Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54 Kamer 49)

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı…” (30 Rûm 41-42)

“Yeryüzünde kibirlendiler ve kötülük tezgâhladılar. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Öncekilerin başına gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yasasında (Sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm bulamazsın. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha da şiddetliydiler.” (35 Fatır 43-44; Bk. 17/77; 18/55; 33/38, 62; 40/85; 48/23)

Bugün küresel bazda meydana gelen ekolojik ve biyolojik olaylar, görüntüsü ve tezahür şekli nasıl olursa olsun, Allah’ın farklı kanuniyetlerinin devreye girmesinin bir sonucudur. Son iki yılda meydana gelen biyolojik ve ekolojik vakalar, Samiri, Karun ve helak edilen diğer kavimlerin başına gelenler göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Duygusal, anlık analizlerden, yorumlardan kaçınılmalıdır.

Genel Olarak Toplumların Helaki

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.), “Hûd suresi benim saçlarımı ağarttı.” demesini, iki ana sebebe bağlarlar: 1.  Hûd suresi’nde tarihte helak olmuş değişik kavimlerin isimleri zikredilerek helak şekillerinin verilmesi. 2. Hûd suresi 112-113. ayetlerde “Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emir olunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür. Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.” şeklindeki bir hitapla, Hz. Peygamber’in sadece kendisinden mesul tutulmayıp kendisine tabi olanlardan da sorumlu olduğunun ifade edilmesidir. Hûd suresi 116. ayette, “Fazilet sahibi kimselerin fesadı önleme” mecburiyeti ve “Zulmedenlerin ise, içinde bulundukları refahın peşine düştükleri” belirtilmektedir. Hemen ardından gelen ayette (Hûd 117) ise “Halkı ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildir.” açıklaması yapılarak “fesat”-“zulüm”- “ıslah etme/etmeme”-“helak olma/etme” denklemindeki önemli bir kanuniyete, ilahi bir sünnete işaret edilmektedir.

Kendilerine gönderilmiş peygamberlerinin davetine icabet etmeyip onlara direnen, onlarla savaşan ve peygamberlerini öldürmeye kalkan toplulukların helak edilme nedenleri ve helak şekilleri farklıdır. Bu nedenler ve helak şekilleri, Kur’ân-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in değişik hadislerinde anlatılmaktadır. Peygamberimiz’in “Benim saçlarımı ağarttı.” dediği Hûd suresinde, helak olmuş kavimlerle ilgili genel bir özet yer almaktadır:

·                     Nûh Kavmi                 : 11 Hûd 25-49

·                     Hûd (Âd) Kavmi        : 11 Hûd 50-60

·                     Semûd Kavmi             : 11Hûd 61-68

·                     Lût Kavmi                  : 11 Hûd 69-83

·                     Şu’ayb (Medyen) Kavmi: 11 Hûd 84-95

·                     Firavun Kavmi           : 11 Hûd 96-99

Kur’ân-ı Kerim’in değişik sure ve ayetlerinde, bu toplumların peygamberleri ile yaptıkları tartışmalara, mücadelelere, helak edilme sebeplerine ve helak edilme şekillerine yer verilmektedir. Ayetlerden hareketle helak sebeplerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: 

·       Şirk koşmak-Allah’tan başkasına kulluk etmek/ibadet etmek: Nûh Kavmi (11 Hûd 26; 23 Mü’minûn 23)

·       Allah’ı önemsiz kabul etmek-unutmak: Şu’ayb kavmi (11 Hûd 91, 92)

·       Peygamberi yalanlamak: Nûh Kavmi (25 Furkân 37)

·       Kulları şaşırtıp saptırmak: Nûh Kavmi (71 Nûh 27)

·     Eşcinsellik: Lût Kavmi (7 A’râf 80-84; 11 Hûd 77-83; Neml 54-58, 29 Ankebût 28, 30,34;  26 Şu’arâ 160-174)

·       Yol kesmek: Lût Kavmi (29 Ankebût 29)

                  ●  İfsat etmek   

Şu’ayb Kavmi  (11 Hûd 85,  7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79,  43 Zuhrûf 54)

Lût Kavmi (21 Enbiya 74; 29 Ankebut 30,34)

Nûh Kavmi (51 Zariyat 46)

Semud Kavmi (11 Hûd 85; 26 Şu’arâ 152; 11 Hûd 62)

Firavun Kavmi (7 A’râf 103; 27 Neml 14; 28 Kasas 4)

Karun (28 Kasas 76-83)

                  ● Terazi-mizan bozukluğu:

                           Şu’ayb Kavmi (11 Hûd 91,92; 11 Hûd 85, 7 A’râf 85-90; 7 A’râf 73-79, 43 Zuhrûf 54)

·       Zulüm-zorbalık -kibir-büyüklenme, azgınlık: 

Hûd Kavmi (11 Hûd 59-60; 26 Şu’arâ 128-130; 41 Fussilet 15)

Firavun Kavmi (2 Bakara 49; 7 A’râf 123-127; 11 Hûd 91; 43 Zuhrûf 54)

Karun (28 Kasas 76-83)

Nûh Kavmi (11 Hûd 37,44; 25 Furkân 37; 23 Mü’minûn 27; 29 Ankebût 14; 11 Hûd 27-31; 53 Necm 52)

● Refahtan şımarıp azmak:

Sebe’ Halkı (34 Sebe’ 15-22)

Karun (28 Kasas 76-83)

     ● Bölünmüşlük:

Semûd Kavmi (27 Neml 45)

Firavun Kavmi (28 Kasas 4)

    ● Ölçüsüzce davranmak:

Semûd Kavmi (26 Şu’arâ 151)

Lût Kavmi (26 Şu’arâ 166)

Nûh Kavmi (71 Nûh 27)   

                  ● Çeteleşmek: Semûd Kavmi (27 Neml 45-52)

Bu ayetler incelendiğinde, toplumların helakine neden olan etkenlerin bir kısmı ortak; bir kısmı de sadece o topluma özgü olduğu görülmektedir.

Toplumların Helak Edilme Şekilleri

 Kur’ân-ı Kerim bazı ayetlerde, isim vermeden helaki hak etmiş toplumlardan bahsetmektedir. Söz konusu ayetlerde, genel olarak toplumların helak edilme şekillerine de yer verilmektedir (6 En’âm 65; 7 A’râf 84; 11 Hûd 82; 26 Şu’arâ 173-174).   “De ki: “O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi parça parça birbirinize kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir.” (6 En’âm 65) ayetinde“üsten gelen azap”, “ayakların altından gelen azap” ve “parçalara ayırıp birbirine kırdırma” şeklinde üç farklı cezalandırma şeklinden bahsedilmektedir. Üsten ve ayakların altından gelen cezalandırmada “azap” kelimesi kullanılırken; parçaları bölüp birbirini kırdırmada, “şiddeti tattırma” ifadesi kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in bazı yerlerinde ise toplumların, kişilerin isimleri zikredilerek cezalandırılma/helak edilme şekilleri anlatılmaktadır:

Firavun ve askerleri: suda boğulma, yerle bir edilme (2 Bakara 50; 7 A’râf 136; 26 Şu’arâ 60-66)

Nûh Kavmi: tufanla yok etme (7 A’râf 59-64; 10 Yunus 71- 73; 11 Hûd 42,43; 54 Kamer 11-14)

Karun: yerin dibine geçirme (28 Kasas 81-82)

Lût Kavmi:

       Damgalanmış taş yağdıran kasırga (11 Hûd 82, 83; 51 Zâriyât 33; 15, Hicr 74)

       Yerin üstü altına çevrildi (11 Hûd 82; 15 Hicr 74; 53, Necm 53,54)

       Korkunç bir çığlık (15 Hicr 73; 54 Kamer 38)

Sebe’ Halkı: arım seli (34 Sebe’ 16,19)

Fil Ashabı: Ebabil kuşları, pişirilmiş balçık taşlar (105 Fil 1-5)

Antakya Halkı: tek bir çığlık (36 Yâsîn 29)

Medyen Halkı (Şu’ayb Kavmi): dayanılmaz bir ses ve sarsıntı

              (7 A’râf 91, 92; 11 Hûd 94, 95; 29 Ankebût 37)

Semûd Kavmi: dayanılmaz bir ses ve sarsıntı, yıldırım

              (7 A’râf 78; 11 Hûd 67; 15 Hicr 83; 41 Fussilet; 54 Kamer 31)

Hûd Kavmi: kulakları patlatan bir kasırga (41 Fussilet 16; 54 Kamer18-22)

Evrendeki Kanuniyetlerin Bir Başka Kanuniyetle Değiştirilmesi

“Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader/ölçü/kanuniyet ile yarattık.” (54 Kamer 49), “Allah’ın yol ve yasasında (sünneti) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın.” (35 Fâtır 43-44) ayetleri, her şeyin bir kanuniyete göre var olduğu gerçeğini belirgin kıldığına göre kavimlerin helak edilmelerinde var olan, düzeni koruyan mevcut kanuniyetler, bir başka kanuniyetle yer değiştirmiş olmalıdır.

Amacımıza açıklık getirmesi açısından “evrenin genişlemesi” konusu, güzel bir örnektir. “Kütle Çekim Yasasını” “yenen” bir “başka itici kuvvet” vardır ve başka bir yasa devreye girerek evreni genişletmektedir: “1998’den önce evrenin genişlemesinin, maddenin tümünün kütle çekim yüzünden yavaşladığı düşünülüyordu; tek sorun evrenin enerji yoğunluğunun genişlemeyi tersine çevirip bir ‘büyük çöküş’e yol açacak kadar büyük olup olmadığıydı. Görünür madde ile karanlık madde ‘kritik yoğunluğun’ yaklaşık 3’te biri kadardır, dolayısıyla genişlemenin tersineceğine inananlar için karanlık madde problemi ile ilişkili olmayan ikinci bir ‘kayıp kütle’ paradoksu vardır. Bütün bu ekstra enerji nerededir? Şaşırtıcı bir keşif ile bu problem tersyüz oldu, evrenin genişlemesi yavaşlamıyor aksine ivmeleniyordu. Öyle görünüyor ki, Newton Kütle Çekimi (evrensel çekim) çok büyük ölçekte doğru değildir veya doğası itici olan ve bu durumda kütle çekimini yenen yeni bir kuvvet vardır. …Öyle görünüyor ki daha öğreneceğimiz çok şey var.” [3]

Kur’ân’da evrenin yaratılışı ile ilgili ayetleri incelediğimizde, zamanda ‘izafilik’ olgusu karşımıza çıkmaktadır: “Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, vadine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (22 Hacc 47) “Gökten yere her işi o evirip-düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine ona yükselir.” (32 Secde 5) “Melekler ve ruh (Cebrail) onun huzuruna bir günde çıkarlar ki onun miktarı elli bin yıldır.”  (70 Me’âric 4).

Dikkat çekici olan, Allah katındaki bir günün bizim dünyamızdaki iki farklı zaman dilimine tekabül etmiş olmasıdır:

1.                Bizim dünyamızdaki bin yıl, “Allah katında bir gündür.”

2.                Bizim dünyamızdaki 50 bin yıl, “Allah katında bir gündür.”

32/5. ayetinde dikkat çeken nokta, Allah’a “işlerin yükselmesi” ifadesi ile 70/4 ayetinde ise “Meleklerin ve Cibril’in Allah katına çıkması” ifadesinin kullanılmasıdır. Her iki ifadede ortak payda hızdır, hız olabilir.

Bu konu ile ilgili iki önemli vakaya daha Kur’ân’da yer verilmektedir:

1.           Bir gece, Hz. Muhammed (s.), Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmüştür:

“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren o (Allah yücedir. Gerçekten o, işitendir, görendir.” (17 İsra 1)

2.           Hz. Süleyman zamanında Saba Melikesinin tahtının Yemen’den Kudüs’e (muhtemelen) getirilmesi olayı (Bugün buna “ışınlama” denmektedir.) Saba Melikesi’nin tahtının Hz. Süleyman zamanında Yemen’den Kudüs’e getirilmesine talip olan iki kişi vardır: a. “Cinlerden ifrit”, b. “Kitaptan ilmi olan biri”. Aralarındaki fark, getirme zamanı ile ilgilidir ve saniyeler mertebesinde bir zamanda bir taht, fiziksel bakımdan bir yerden bir başka yere getirilmiştir:

“(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) “Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuşlar (Müslüman) olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi. Cinlerden ifrit: “Sen daha makamından kalkmadan önce, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.” dedi.

Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri, dedi ki: “Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.” derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, ona şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim?” diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim de nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim ganidir (kimseye ve hiçbir şeye karşı ihtiyacı olmayan), kerim olandır.” (27 Neml 38-40).

Bu iki olayın birinde Hz. Muhammed (s.), bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülüp geri getirilirken; ötekinde Saba Melikesinin tahtı, Yemen’den Hz. Süleyman’ın yanına götürülmüştür (muhtemelen Kudüs’e).  Melekler ve Cibril’in bizim 50 bin yılımıza tekabül eden bir mesafeyi bir günde aldıklarını göz önüne aldığımızda, kitapta yazılı ilme vâkıf birinin, bir tahtı bir yerden bir yere götürmesi sorun değildir. Hz. Peygamber’de ise doğrudan Allah’ın müdahalesi söz konusudur. Nasıl ve kiminle gittiği konusunda herhangi bir bilgi mevcut değildir. Miraç vakası, hadis olarak vardır.

Yukarıdaki ayetlerin tümünü göz önüne aldığımızda dört farklı durum vardır:

1.                     İşlerin Allah katına yükselme zamanı,

2.                     Meleklerle Ruhun (Cibril) Allah katına çıkma zamanı,

3.            Hz. Peygamberin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi zamanı,

4.                   Saba Melikesi Belkıs’ın tahtının Yemen’den Hz. Süleyman’ın yanına götürülmesi zamanı (a-Cinlerden İfrit’in getirme zamanı; b-Kitaptan ilmi olan birinin getirme zamanı).

Ayette geçen “işlerden” kastedilenin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Müfessirlerin bu konuya açıklık getirmesinde fayda vardır. Muhtemelen mekân olarak yeryüzünden Allah katına bir yükselme söz konusudur. Meleklerin nurdan, insanın da topraktan yaratıldığını biliyoruz. Meleklerin ve ruhun, konumu, kütlesi ve hızı konusunda bir fikrimiz yoktur. Hangi konumdan Allah katına bir günde çıkmakta olduklarında bir açıklık yoktur. Bu sorunun cevabı belki de meleklerle ilgili tüm ayetlerin analiz edilmesinde gizli olabilir. Hz. Peygamber’in ve Saba Melikesinin tahtının konumu, kütlesi yaklaşık bellidir. Götürüldükleri mesafede bellidir.

Dikkat çekici olan İfrit” ile “Kitaptan ilmi olanın” sahip oldukları bilgi ve bilginin eyleme dönüştürülmesi, gücü ve yeteneğidir. Benzer bir şekilde bugün, “ışınlama” adı altında bir cismin bir yerden başka bir yere götürülmesi çalışmaları yapılmaktadır.[4]

Var olan kanuniyetin bir başka kanuniyetle değiştirilmesi olayını, Hz. Musa’nın İsrailoğulları’nı denizden yol açarak geçirmesi, buna karşılık kendisini takip eden Firavun’un ordusunun da helak edilmesi olayında görüyoruz:

“Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa’nın adamları: “Gerçekten yakalandık.” dediler. (Musa:) “Hayır” dedi. “Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.” Bunun üzerine Musa’ya: “Asanla denize vur” diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekilerini suda boğduk. Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler.” (26/60-67; Bk. 20/77-78; 7/138-139)

Akan suyun, Hz. Musa’nın asası kullanılarak kesilmesi içinden bir yol açılması, İsrailoğulları denizden karşıya geçtikten ve Firavun’un askerleri açılan yola tamamen girdikten sonra denizin iki kesiminin birleşmesi ile Firavun ve ordusunun tamamen boğulması, yürürlükteki bir kanuniyetin bir başka kanuniyetle yer değiştirilmesi sonucudur.

İnsanoğlu tarihî süreçte var olan yasaları keşfetmeye, onlardan ders çıkarıp yararlanmaya çalışmıştır. Hz. Nûh’un buharlı gemisi, Hz. Süleyman’ın uçağı, asırlar sonra keşfedilmesi var olan bir kanuniyetin bir başka kanuniyet tarafından değiştirilmesi ya da baskın hâle getirilmesinin sonucudur. Balıkların yüzmesinden, kuşların uçmasından doğadaki değişik canlıların yapılarındaki kanuniyetlerden yararlanarak insanlar hem insanlığın hayrına hem de zararına teknolojiler geliştirmişlerdir.  Atomun parçalanması ile nükleer enerjinin elde edilmesi insanlığın yararına iken atom bombasının yapılması insanlığın zararına olmuştur.

“Tanrı’nın Krallığı”, “Tanrı’nın Devleti”, Tanrı’nın Peygamberleri”, “Tanrı’nın Irkı” ve “Tanrı Olmak”

 Başlıkta geçen bu ifadeler, gizli bir stratejinin ürünü olup yeri ve zamanı geldiğinde kullanılmış kavramlardır. Amerika kıtasına çıkan Püritenler, “Yeni İsrail’i kuracaklarını” söylemişler ve ABD’deki ilk yerleşim yerlerinden birine “New Canaan” (Yeni Kenan) adını vermişlerdir. Bundan yaklaşık iki asır sonra edebiyatçı Herman Merville, “İsrail” kavramına özel bir vurgu yapmaktadır: “Ve biz Amerikalılar, apayrı bir ulusuz; zamanımızın İsrail’iyiz; dünya özgürlüklerinin temel direğini biz tutuyoruz.” 

Amerika kıtasına Avrupa’daki baskılardan ilk göç edenler arasında Yahudiler vardır. Siyonist hareketin, isim farklı da olsa, Masonluğun ABD’nin kuruluşunda ve şekillenmesinde ciddi etkileri vardır. Siyonizm’in amentüsünde geçen pek çok kavram, ABD yönetiminin diline, yasalarına ve parasına yansımıştır. Amerikan’ın “Yeni İsrail” diye isimlendirilmesi bundandır. Dolayısıyla onlara göre “Tanrı’nın” bir emridir: ABD’nin ikinci başkanı John Adams (1765) Amerika’nın kuruluşu, bence Tanrı’nın halâ tutsaklık durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir, hep” derken Güney Carolina Başyargıcı William Henry şunu söyleyecektir: “Yüce yaradan, şimdiki kuşakları Amerikan İmparatorluğunu kurmak için seçmiştir.” 

ABD’nin kurucu felsefesindeki bu yaklaşım, daha sonraları “takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” (manifest destiny) diye adlandırılıp yaygınlaştırılmıştır. ABD başkanları bunu, bu yaklaşımı bilerek ya da bilmeyerek yol boyu kullanmışlardır. “Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” kavramını ilk kullanan ve yaygınlaştırmaya çalışan Democratic Review gazetesinin editörü John O’Sullivan’dır.  Onun Siyonizm’in amentüsünde geçen, “seçilmiş halk”, “arı ırk”, “üstün ırk gibi kavramları kullanması dikkat çekicidir: “Biz insanlığın ilerlemesinin ulusuyuz; kim bizim daha ileri adımlarımıza sınır koyacak? Tanrı’nın takdiri bizimledir ve buna başka hiçbir dünya gücü sahip değildir… Hakikatin aydınlatıcı ışığından uzak kalmış dünya halklarına karşı bu kutsanmış görev için Amerika seçilmiştir. (…) Her yıl sayıları milyonlarla artan insanlarımızın özgürce gelişebilmesi için kıtanın her tarafına yayılmamız alnımıza yazılan bir takdir-i ilahidir (manifest destiny) (…) Aşikâr yazgımızın hakkı, üzerimize düşen büyük özgürlük deneyimi ve federatif kendi kendini yönetmeyi geliştirmek için Yaradan tarafından bize bahşedilen kıtada yayılmak ve onun tamamına sahip olmaktır.  Bu, bir ağacın büyüme yazgısının gerçekleşmesi için gerekli toprak ve havaya sahip olma hakkı gibi bir haktır.”

“Takdir-i ilahi/aşikâr yazgı” inancının ateşli savunucularından politikacı Caleb Cushing, 1859’da Massachusetts Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasında “seçilmiş halk” bağlamında beyaz ırka vurgu yapması geleceğin dünyasında asimile hatta yok edilecek ırkların kimler olacağının bir işareti idi: “Biz mükemmel beyaz ırkın temsilcileriyiz. Erkeğin sahip olduğu mükemmelleştirilmiş zekâsı, kadının sevme kabiliyetine yatkınlığı gibi beyaz ırkımızın gücü ve ayrıcalığı çok açıktır. (...) Ben ancak benim gibi beyaz bir adamla -benim kanım ve ırkımdan olan- eşit sayılmayı kabullenebilirim. Amerikan Kızılderilisi, Asyalı sarı ırktan olanı ya da Afrika’nın siyah adamını değil.”

Nitekim ABD Senatörü Albert J. Beveridge, 27 Nisan 1898 tarihli Senato konuşmasında, ABD’nin; ‘üstün ırk’(!) tarafından kurulan ve “Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlet”(!) olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir: “Amerikan cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir. Bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrı’nın Peygamberleridir.”[10]

Senatör bu konuşmasında dört noktaya vurgu yapmaktadır: 1. Üstün Irk, 2. ABD Tanrı’nın devletidir, 3. ABD liderleri Tanrının peygamberi. 4. Diğer ırkları yönetme-gütme görevi. Böyle bir devletin liderlerinin yaptığı her şey, Tanrı’nın emriyle(!) ve onun koruması(!) altında gerçekleşmektedir.

ABD merkez Bankası’nın (FED) elinden dolar basmayı aldığı için öldürülen ABD Başkanı Kennedy’nin de yeryüzünde “Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla görevli” olduğunu söylemesi, aynı mantığın ürünüdür: “Amerikalılar istediklerinden değil, kader böyle istediği için dünya özgürlük kalelerinin nöbetçisidirler. (…) Tanrı’dan bizi korumasını ve bize yardımcı olmasını dileyelim ama unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla biz görevliyiz.”

11 Eylül 2001 tarihinde, ABD derin devleti tarafından yapılıp el- Kaide’ye fatura edilen ABD New York’taki ikiz kulelerin sivil uçaklar tarafından vurulması sonucunda bir ‘hafta tehlikeden dolayı, sığınaktan dışarı çıkamadığı’ iddia edilen ABD Başkanı George W. Bush’un 2001 yılında “Tanrı beni ilahi bir misyonla görevlendirdi. Bu, bir din savaşıdır; geniş ve uzun vadeli.  100 Yıl Sürecek Haçlı Savaşı başlamıştır. Ya benimlesiniz ya da karşımda. (…) Bunlar (Müslümanlar) bizim yaşam tarzımıza karşılar.” şeklinde, Senatör Albert J. Beveridge’den, 103 yıl sonra yaptığı konuşma, aynı mantığın ve stratejinin ürünüdür.

Koronavirüs salgını ile Siyonist merkez tarafından başlatılıp yürütülen psikolojik harekâtta, virüs salgınına karşı küresel bir mücadelenin ABD önderliğinde küresel bir yönetimle/hükümetle verilmesi, ulusal bazda verilmemesinin” istenmesi tesadüfi değildir. Fakat Trump yönetimi, buna olumlu cevap vermeyip meseleyi ulusal çerçevede ele almıştır. Bunun üzerine ABD yönetimi, Kissenger, Bill Gates, Rockefeller ve Hariri gibi Siyonist elitler tarafından ağır eleştiriye tabi tutulmuş ve ardından bazı eyaletlerde etnik merkezli sokak hareketleri başlatılıp sürdürülmüştür.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta Siyonist hareket, kendi menfaatine olan tüm işleri, faaliyetleri, muhatabın menfaatine imiş ya da ortak menfaatmiş gibi sunmaktadır. ABD’de George Kennan, 1948 yılındaki konuşmasında, Siyonizm’in menfaatlerini Amerikan’ın menfaati imiş gibi sunmaktadır: “Biz dünya nüfusunun %6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zengin­liğinin ise yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilmeyle karşılaşabiliriz. Gelecek dönemdeki asil göre­vimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi, çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”[13]

Kendilerini Tanrı (!) yerine koymak ya da Tanrı olmak (!) düşüncesi, pek çok Siyonist önderin, bilim insanının ve araştırmacıların kafasında bir takıntı olarak vardır. Nitekim Prof. Abigail Salyers, gen jokeylerini ‘Tanrılık iddiasında’(!) olmakla eleştirmektedir: “…Antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir? Ancak gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmelerinin sonuçlarını Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedirler.” [14]

14 Nisan 2006’da Roma Katolik Kilisesi’nden Papa 16. Benedict, genetik bilimcileri ‘Tanrı rolü oynamakla’(!) suçlamıştır: “Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme’, ‘Tanrı olmadan Tanrı’nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir’. “…Anti-genesis (yaradılış karşıtlığı) aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytanı bir gururdur.”[15]

300’ler Komitesi kitabında John Coleman, her biri birer Siyonist yapı olan “Dionysos Tarikatı, İsis Tarikatı, İlluminati, Katharsistler, Bogomiller ve komünistlere dayanan gizli elit grubun amaçları nedir, babındaki soruya ilginç bir cevap verir.  Kendisi 23 maddelik bir planı hayata geçirmek isteyen ve kendilerini “Tanrı’nın üstünde gören” “Olimpos Kurulu” diye bir yapının varlığından bahsetmektedir: “Bu elit grup kendisini ‘Olimpos Kurulu’ olarak da nitelendirmektedir, çünkü kendilerini Olimpos Tanrıları kadar güçlü saymaktadırlar. Şeytana tapanlar misali bu elitler kendilerini Tanrı’nın üstünde görerek aşağıdaki amaçları gerçekleştirmeyi kendilerine verilmiş kutsal bir hakka dayandırmaktadırlar.” 

Siyonist öğretilerin hemen hemen hepsinde ‘kutsal’, ‘tanrılaşmış’, “sırrı bilen” özel insanlardan bahsedilir.  Muhtemelen bir dolardaki piramittin en tepesinde “herkesi ve her şeyi gözetleyen, gören gözün” altındaki, 3’ler, 13’ler ve 33’ler meclisi ile 300’ler komitesinde bulunan ve İblis’le irtibatlı insanlar kastediliyor olabilir: “İlluminati’nin olağanüstü çalışması -dünya gezegenindeki insanlığın dönüşümü- 1990’larda büyük ölçüde tamamlanmış olacak. Bu yüzyılın en kötü medyumu, kendisine ‘İblis, 666’ demekten zevk alan İngiliz Aleister Crowley bu tahminde bulunmuştu. 1904’te basılan, Kanun Kitabı isimli iğrenç kitabında Crowley, “Horus” ismindeki şeytani bir ruhun kendisine bu bilgiyi verdiğini iddia ediyordu. Horus aynı zamanda Crowley’e 1940’ların, kan dökülecek, kaos ve savaş yılları olacağını da söylemişti. (İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gerçekleşmiş şaşırtıcı bir kehanet) Öyle görünüyor ki Crowley’in ruhani rehberi Horus’a kaos iyi geliyor. Aslında, kargaşa sayesinde Şeytan amaçlarına ulaşabildiği için tüm şeytani güçler kaosa bayılır. Şeytani Öğreti, ancak planlanmış bir büyük kargaşa ve kargaşa döneminin ardından yeni dünya düzeninin kurulabileceğini öne sürer. Söz konusu ‘kaostan kaynaklanan düzen’ kavramı, tüm Mason öğretilerinin temelindeki ortak öğedir…  Crowley bilgili bir Mason’du ve Asil Sırrı iyi biliyordu; 20. yüzyılın son yıllarında meydana gelecek kaosun doğrudan sonucu olarak küresel dengeye veya senteze ulaşılacaktı. Ardından Yeni Medeniyet doğacak, bu da ruhani açıdan üstün küçük bu grup tarafından yönetilecek küresel bir toplumun doğuşuyla sonuçlanacaktı. Şeytanın güç verdiği tanrı-adamlar, kusursuz olacaktı.”

‘Gezegen Komisyonu’ başkanı John Randolph Price, İnsanüstü Yaratıklar isimli kitabında, “dünya üzerinde Yeni Çağ krallığı kuracak bazı ruhani varlıklardan bahsetmekte, Yeni Çağın hayli gelişmiş ve “aydınlanmış” ‘insanüstü yaratıklar’ tarafından yönetileceğini belirtmekte ve “ilahi plan”a göre, yeni ve parlak bir çağ başlamadan önce ‘dünyanın temizlenmesi’ gerektiğini söylemektedir.”

Tarihte “büyücüler, sihirbazlar ve anlaşılması güç filozoflardan” oluşan simyacılar denilen bir hareket, Siyonizm’in bir kolu olarak çalışmaya başlıyor ve “kendi kendine Tanrılaşma teorisini” inşa ederek “insanın, kendi gayretleri sayesinde” “Tanrı” olabileceğini iddia ediyorlardır.

ABD senatörü ve Bill Clinton’ın Başkan yardımcısı olan Al Gore, Dengeli Dünya: Ekoloji ve İnsan Ruhu isimli kitabında birtakım iddialarda bulunmaktadır. Kendisi “Dünyadaki ekolojide ruhani bir boyutun bulunduğunu, ona tapınmanın doğru olduğunu”, “Hristiyanlığın temelde kötü”, “Hinduizm, Budizm ve diğer Doğu dinlerinin” ve “Amerikan yerlilerinin Şamanizm’inin daha doğru” ve “fikir zenginliği sunduğunu”, “herkesin içinde bir Tanrı” olduğunu savunmaktadır. “Tanrı’nın içimizde olduğu fikrini kâfirlik” kabul eden Hristiyanları ise eleştiriyor. “Tanrı, yukarılarda cennet diye bir yerlerde yaşayan bir kişi değil” “Herkes Tanrı.” “Bir kişi akıl gözüyle tüm yaratılanları bir araya getirirse, yaratıcıyı canlı bir şekilde görebilir.”  “Doğa her şeyiyle Tanrı’dır.”  “İnsanlığın kaderi, gelecekte yeni bir dinin ortaya çıkmasına bağlı. Böyle bir dinle güçlenerek, dünyayı yeniden kutsama imkânına sahip olabiliriz.”[22]

Günümüzde yeni Siyonistler ve elitler “büyük devrimin” zamanının geldiğini düşünerek Tanrı inancına şiddetle karşı çıkmaktadırlar: Tanrı insanın paçalarından tutup onun ilerlemesini, güç elde etmesini engelleyen bir sanıydı. Biz Tanrı’ya karşı sorumluluklarımızı reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi olduk. (...) Bu aşamadan sonra, hâlâ dünyanın patronu olmak için Tanrı’yı ve ona karşı sorumluluklarımızı reddetmek yetmeyecek: Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaleti/hortlağı da yok etmeliyiz. Vurmamız gereken hedef, ahlaktır. (…) Askerî ve ekonomik olarak vazgeçilmez olan yoksullar yerine kendi çıkarları için hareket eden 20. yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları taşıyan vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride bırakmak ve sadece birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyor.”[23]

 Harari ise şunları yazıyor: “…Bulutların üstündeki Tanrı’nın akıllı tasarımı değil, bizim akıllı tasarımımız ve bulutlarımızın akıllı tasarımı. “Tanrı olmak istemek değil, Tanrı olmak istememektir ahlaksızlık…” [24]

Sonuç: 21. Asrın Firavunları

Yukarıdaki ifadelerde bunlar, sadece Tanrı’ya karşı çıkmıyorlar, aynı zamanda da kendilerinin “Tanrı olduğu” vehmini dile getiriyorlar. O nedenle bunlar, Firavun’un 21. yüzyıldaki temsilcileridirler. Çünkü Firavun Hz. Musa’yı tehdit ederken Mısır ülkesinin ilahı olduğunu söylemekte, bir kule inşa ettirerek Hz. Musa’nın ilahına ulaşıp ona meydan okumak istemektedir: “Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (28/38)

Firavun Haman’dan Hz. Musa’nın ilahına ulaşacak bir kule yapılmasını istemekle Allah’a açıkça meydan okumuştur. Günümüzün Firavunları da sahip oldukları teknoloji, nanoteknoloji, özellikle uzay teknolojisi sayesinde Allah’a meydan okumaktadırlar. Uzaydaki uyduları, geliştirdikleri elektromagnetik silahları, HAARP teknolojileri sayesinde ‘Tanrılık’ vehimlerini kuvvetlendirmekte, hedef ülkelerde biyolojik (küresel salgınlar) ve ekolojik bir savaşla (yapay sel, yangın, deprem ve yanardağ patlamaları) insanüstü saydıkları “ırkın” rahat yaşayıp yöneteceği yeni bir dünyanın inşası için “ıskarta”ya çıkarılanlar da kurtulmak istemektedirler.   

Bu tutum ve davranışlarının ilahi yasalara aykırı olduğu gerçeğini unutmuşlardır. Oysa Allah “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi” (37/5) olup bütün bunları koruma altına almış, her azgın şeytanın şerrinden korumuştur: “Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip-donattık. Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk; Ki onlar, Mele-i Alâ’ya kulak verip dinleyemezler ve onlar her yandan kovulur atılırlar; Uzaklaştırılırlar. Onlar için kesintisiz bir azap vardır. Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen ‘yakıcı bir alev’ izler (ve yok eder).” (37/6-10) Ve “Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” (14/46)

1 Kasım 2021 Pazartesi

BİYOLOJİK SAVAŞ ÜZERİNDEN DİJİTAL DÜNYA DÜZENİNİNİN İNŞASI-6: DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ KİMİN TRUVA ATIDIR?


(Umran Dergisi Kasım 2021 Yazısıdır)

Küresel hâkimiyet projeleri olan yapılar, aşı ve ilaç sektörünün hep ilgi odağı olmuştur. Politikalarını belirleme ve yönlendirmede bu yapılar, DSÖ üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak baskı uygulaya gelmişler, çalışanlarını etkileme çareleri aramışlar, zaman zaman kurumu kaynakları kesmekle tehdit etmişlerdir. Yol boyu etkisi farklı olmakla birlikte bu yaklaşım gerçekleşmiş; DSÖ kendi alanında tüm insanlığın menfaatlerini değil belli zümre ve kuruluşların menfaatlerini savunur duruma düşmüştür.      

“Bazen toplumları yönetmek için onları şok edecek olaylara ihtiyaç vardır; eğer bunlar kendiliğinden oluşmuyorsa, amacımıza hizmet edecek şok olayları kendiniz yaratırsınız.” der Leo Strausss. Bu ifadeyi Dünya Sağlık Örgütü’nün korona sürecinde yol açtığı tartışmalar bağlamında düşünmek lazım. Genelde tüm dünyada, özelde de Türkiye’de koranavirüs salgını ile ilgili kullanılan dil, alınan tedbirlerde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) merkezli yürütülen bir kampanyanın çok etkili olduğu görülmektedir. Süreçte başta ABD olmak üzere DSÖ ile ilgili çok ciddi tartışmalar yapılmış ve özellikle ABD Başkanı Trump zamanında DSÖ hayli önemli argümanlarla suçlanmıştır. Kuruluş amacından uzaklaştığı, aşı, ilaç sektörünün ve küresel hâkimiyet kurmak isteyen güç merkezlerinin emrine girdiği, onların stratejilerine uygun hareket ettiği, dünya nüfusunu azaltmak için küresel salgının ve aşıların kullanılmasında rol üstlendiği şeklinde ciddi suçlamalara muhatap olmuştur.

Bu yazıda, DSÖ’nün kuruluş amacı, çalışma şekli, süreç içerisinde ifa ettiği görevler, ilişki zinciri, Türkiye ile ilişkileri, yukarıda ifade edilen küresel hâkimiyet projelerinde rol üstlenip üstlenmediği, aşı, ilaç ve Siyonist mekanizma ile ilişkisi olup olmadığı konusu ele alınıp değerlendirilecektir. Bu değerlendirmeyi yaparken 4T formülü kullanılacaktır: Doğru tespit, doğru teşhis, doğru tedavi, doğru tedbir.

3. Dünya Savaşı Çıkarmaya İlişkin 18 Belgenin/Dokümanın Özeti[1]

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için daha önceki yazılarımızda ele aldığımız 18 belgenin özetine burada yer vermekte fayda vardır. Bu belgelerde ele alınan konunun ana fikri genel hatları ile aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1)    ABD’nin küresel hâkimiyetine ve liderliğine itiraz edilmektedir:

 “Avrupa ve Doğu Asya’da ABD’nin küresel üstünlüğüne ve ABD liderliğindeki küreselleşmeye karşı siyasi bir direniş ortaya çıkmaktadır.” “Çin, Hindistan ve Rusya, ABD’nin liderliğini kırmak için fiilî bir jeostratejik ittifak kurma çabası içerisindedir.

2)    ABD’nin liderliğine itiraz, kaos getirir ve kaosun üç kaynağı vardır:
“Mevcut kurulu dünya düzenini değiştirmek isteyen, “revizyonist” olarak nitelenen güçler”; “Çin, Rusya ve Türkiye”. “Ciddi güvenlik kaygılarına neden olan ülkeler”; İran ve Kuzey Kore. Devlet-altı yapılanmalar, şiddete başvuran aşırı örgütler”.

3)    ABD ekonomisinin durumu iyi değildir:

“ABD ekonomisi önce yavaşlayacak, sonra durgunlaşacak ve ABD kendi içine kapanacaktır.”

“Büyük Asya ülkeleri, bir Asya Para Fonu, bir Asya Ticaret Örgütü kurarak IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlara zarar verecektir.” ABD, “Dünya Bankası ve IMF’yi yeniden yapılandırarak, BRICS Bank ve Çin’in Asya Altyapı Yatırım Bankası gibi, Batı kontrolünde olmayan alternatif kuruluşların yükselişini” durdurmak zorundadır.

4)    Lider olarak ortaya çıkma ihtimali olan ülkeler tecrit edilecek ve onlara destek veren ülke yönetimleri devrilecektir:

Mevcut düzen, ABD ve benzer değerleri savunan ülkeler tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuştur ve bu düzenin korunmasında ABD’nin sorumluluğu daha fazladır. Küresel ittifak sistemi ile Rusya ve Çin kuşatılıp tecrit edilecektir. ABD, Kafkasya’daki ülkelerle bağları geliştirecektir. Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki ülkelerin Avrupa ve Avrupa-Atlantik entegrasyonu kararlılıkla desteklenecektir. ABD, Güneydoğu Asya Devletleri Ortaklığı (ASEAN) ile Çin’i kuşatacaktır. Vekâlet savaşları ve kadife darbelerle “küreselleşme değerlerini benimsemeyen ve bunlara saygılı olmayan ülkelerin ve Rusya ve Çin ile iyi ilişkileri olan ülkelerin yönetimleri devrilecek, yeni doğan demokrasiler desteklenecektir.” “ABD değerlerini paylaşmayan ülkelerde, genç liderlerle ve STK’larla ilişki kurulacak; liderleri belirlenerek, ‘birbiriyle koordinasyonları’ sağlanacaktır.”  Libya, Mısır, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Sudan, Nijerya, Alt-Sahra Afrika’sı, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya ve And Bölgesi içinde ve etrafında iç çatışmalar, şiddetli siyasi karışıklıklar ortaya çıkacak, ciddi dinî ya da etnik bölünmeler meydana gelecektir. Latin Amerika’da özellikle de Kolombiya, Küba, Meksika, Panama, Guatemala, El Salvador, Honduras, “Haiti ve onun “öteki Karayip komşuları ülkeler, yeniden inşa edilecektir. ABD, “Türkiye ile olan ilişkilerini dönüştürmeye devam edecektir.”

Türkiye, Kafkasya, Orta Asya, Suriye, Irak ve İran’la ve kendi iç çatışmalarıyla meşgul olacaktır.

5)    Hiçbir ülkenin askerî gücünün ABD’nin askerî gücünden daha üstün olmasına müsaade edilmeyecek:

“Revizyonist ülkeler, ekonomik ve siyasal yaptırım mekanizmalarıyla cezalandırılacak; gerekirse onlarla savaşılacaktır.” “ABD stratejisi, ABD’nin gücünü aşma ya da ona denk olma ümidiyle yeniden askeri yapılanmaya giden potansiyel düşmanları caydıracak şekilde yeniden yapılandırılacaktır.” “ABD’nin büyük güçlerden biriyle askeri çatışmaya girme riski artmaktadır.”   “Dünya, üçüncü bir paylaşım savaşına doğru yol almaktadır.”

6)    “Var olan küresel sistem, yaşam periyodunu tamamlayarak çökmenin eşiğine gelmiştir”; kurucu gücün kendi inisiyatifiyle, “yaratıcı yıkım teorisi”/“düzeltici savaş teorisinin” uygulandığı “küresel bir savaşla var olan sistem çökertilmelidir.”:

“Yüksek Konsey”, savaşın Ortadoğu’dan çıkmasını uygun görmüş ve çatışmanın patlak vereceği ülke olarak Türkiye seçilmiştir.” Düzeltici savaş beş aşamalı/safhalı bir savaş olacaktır. Dünyada iki büyük bloklaşma meydana gelecek ve çatışma küreselleşecektir: Birinci Eksen; Rusya-Çin-İran-Türkiye-Orta Asya cumhuriyetleri;    İkinci Eksen: ABD-AB- Irak- İsrail- Kürdistan-Arabistan.

Küresel savaşın sonunda Ortadoğu’da yeni devletler oluşacaktır: Suudi Arabistan’daki krallık rejimi çökecek. İran’daki şeriat devleti yıkılacak. Irak resmen üçe bölünecek.  Türkiye’nin güneydoğusunu, İran’ın kuzey batısını, Irak’ın Kuzeyi ve Suriye’nin doğusunu kapsayan “Büyük Kürdistan” kurulacaktır. “Yeni küresel ekonomik sistemde, yetkiler artırılmış bir IMF ve Dünya Bankası, bir küresel merkez bankası, küresel tek para birimi ve uluslararası denetime dayalı bir ekonomi politika olacaktır.”

6. maddede yer alan görüşler, tamamen Siyonist yapı olan “yüksek mecliste” (13’ler/33, Üçler/300’ler meclisi olabilir) alınan kararlar olarak geçmektedir.

Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, “ABD’nin Ulusal Askerî Stratejisi 2015” raporunu açıklarken; “Hiçbir büyük güç, henüz ABD ile askerî bir çatışmaya giremez ama ABD’nin büyük güçlerden biriyle askerî çatışmaya girme riski artmaktadır.”  “ABD’nin büyük bir güçle düşük fakat gittikçe büyüyen bir savaş ihtimalinin olduğu ve böyle bir çatışmanın muazzam sonuçlar doğuracağı…” ifadelerini kullanmaları, 21. yüzyılı şekillendirme konusunda ABD’nin yeni hamleler yapacağı anlamına gelmektedir.

 Bu bağlamda ABD menfaatleri ile Siyonizm’in menfaatleri örtüşmektedir. Ancak başlatılan küresel biyolojik savaş sürecinde başta BM, DSÖ olmak üzere uluslararası kuruluşların, özellikle DSÖ’nün, dünyanın her tarafında eleştiriye tabi tutulması, ABD’de Trump’ın DSÖ’ye savaş açması, maddi desteği kesmesi dikkat çekti. Buna karşı Rockefeller, Bill Gates vb. örgütü korumaları, finanse etmeleri, savunmaları, Henry Kissenger, Harari, Bill Gates’in Trump’ı ağır bir şekilde eleştirmeleri, Siyonizm’in dünya hâkimiyet mücadelesi ile ABD’nin dünya hâkimiyet mücadelesi arasında bir ayrışmanın meydana gelmesi şeklinde değerlendirilebilir.

Bu ayrışma, uluslararası teşkilatlara yansımakta; bugüne kadar ABD tarafından eleştirilmeyen DSÖ gibi uluslararası kuruluşlar, Başta (Trump dönemi) ABD başkanı olmak üzere birçok siyasi lider ve doktor tarafından eleştiriye tabi tutulmuşlardır. ABD’de eyaletler bazında bu eleştiriler yaygınlaşmaktadır.  O nedenle DSÖ’nün kuruluşunu, yapısını, amacını ana hatları ile ele alıp değerlendirmekte fayda vardır.

Dünya Sağlık Örgütü

Dünya Sağlık Örgütü[2] Birleşmiş Milletler’e bağlı ve toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan bir örgüttür. 1945 yılında  San Francisco‘da Birleşmiş Milletler Konferansında, Çin ve Brezilyalı delegelerin bir “Uluslararası Sağlık Örgütü” kurulması için bir toplantı organize edilmesi teklifinin oy birliğiyle kabul edilmesi sonucu DSÖ’nün kuruluş çalışmaları başlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi, teklif edilen toplantının gerçekleştirilebilmesi için Belçikalı Rene Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite görevlendirmiştir. Bu komite, toplantının gündemini, kurulacak uluslararası sağlık örgütünün “anayasa taslağını” ve alınması gereken kararları belirlemiştir.

19-22 Temmuz 1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda BM’ye üye 51 ülkenin temsilcisi ile  Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO),  Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı temsilcileri, DSÖ için hazırlanan anayasaya son şeklini vermişlerdir.

DSÖ Anayasası, 22 Temmuz 1946 tarihinde 61 ülkenin temsilcisi tarafından imzalanmıştır. Çalışmaları yürütmek üzere 2 yıllığına geçici bir komisyon Yugoslav Andrija Stampar başkanlığında oluşturulmuştur. Bu geçici komisyonun yaptığı tüm çalışmalar, 26 üye ülkenin onaylaması sonucu, 7 Nisan 1948’de DSÖ’nün hukuken kurulması gerçekleşmiştir. DSÖ Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan Dünya Sağlık Günü kabul edilip her yıl kutlanmaya başlanmıştır.

DSÖ Genel Kurulu, 24 Haziran 1948 tarihinde İsviçre‘nin Cenevre kentinde BM Sarayında 48 ülkenin temsilcileri ile toplanmıştır. Bu toplantı sonunda üye sayısı 55’e çıkarılmış, DSÖ genel direktörlüğüne/müdürlüğüne Kanadalı Dr. Brock Chisholm seçilmiş, DSÖ’nün yıllık programı, personeli ve bütçesi onaylanmış, İcra (Yönetim) Kurulunu oluşturan 18 üye belirlenmiş, bölgesel örgütlenme için bölge ofisleri kurulması kararlaştırılmıştır. Mayıs 2020 itibarıyla 194 ülke DSÖ’ye üyedir ve 2 ülke de “ortak üye durumundadır.”  Genel merkezi, Cenevre’dedir. “DSÖ’nün çalışma dilleri; İngilizce, Fransızca, Çince, İspanyolca, Arapça ve Rusçadır.”

Dünya Sağlık Örgütünün Görevleri

DSÖ, kuruluşundan bugüne kadar yol haritası, çalışma amaç ve alanlarını genişletmiş bir yapıdır. Sağlığa yönelik yönlendirici ve koordinasyon yetkisi olan uluslararası bir yapıdır. Başlıkta verilen kaynaklarda yer alan görev ve sorumluluk alanları şöyle özetlenebilir: Uluslararası düzeyde yapılan sağlık çalışmalarında en üst düzeyde görev almak. Birleşmiş Milletler, sağlık alanından uzman kuruluşlar, meslek örgütleri, hükûmetlere bağlı sağlık kuruluşları ve benzeri kuruluşlarla işbirliği sağlamak. Karşı taraf ile ilgili bir talep olduğu takdirde hükûmetlerin sağlık hizmetlerinin geliştirilmesine yardımcı olmak. Talep doğrultusunda hükûmetlere teknik olarak acil yardım sağlamak. İşgal altında bulunan ya da yabancı bir ülkede sığınmacı statüsünde bulunan özel gruplara, Birleşmiş Milletler’in isteği doğrultusunda sağlık hizmetleri sunmak. Epidemiyolojik ve istatistiki veri, bilgi toplamak, bu amaçla düzenleme yapmak. Epidemik ve endemik hastalıkların ortadan kaldırılması ya da kontrolü için gereken çalışmaları yönlendirmek, teşvik etmek. Kazalardan, afetlerden doğan hasarları azaltmak için ilgili uzman kuruluşlarla iş birliği içinde çalışmak. Beslenme, barınma, boş zamanları değerlendirme, sağlığın korunarak geliştirilmesi, iş ortamının sağlık şartları, çevre sağlığı gibi konularda uzman kuruluşlarla iş birliği geliştirmek. Sağlık alanında çalışmalar yürüten bilimsel ve mesleki kuruluşlar arasındaki iş birliğini geliştirmek. Uluslararası düzeyde, sağlık konularında anlaşmalar, sözleşmeler, düzenlemeler yapmak ve önerilerde bulunmak. Ana-çocuk sağlığı düzeyini geliştirmek, bunların sürekli olarak yenilenen çevre koşulları ile tam bir uyum için yaşama olanağını sağlayabilmek. Ruh sağlığı dalında insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemeye yönelik çalışmaları desteklemek. Sağlık alanında yapılan bütün çalışmalara mali olarak veya bilgi olarak destek olmak ve yol göstermek. Tıp ve sağlık alanında görev alan mesleki dalların eğitilmesi ve geliştirilmesine yönelik standartları geliştirmek. Kamu sağlığı, hastane hizmetleri ve sosyal güvenliği de kapsayacak şekilde, koruyucu ve tedavi edici hizmetlere ilişkin yönetsel, sosyal ve teknik konuları incelemek. Sağlık konularında gerekli bilgi, danışmanlık ve benzeri veri yardımlarında bulunmak. Tüm dünya halklarını sağlık konusunda bilinçlendirmek ve uyarmak. Özellikle hastalıkların, ölüm nedenlerinin ve sağlıkla ilgili yöntemlerin uluslararası sınıflamasını yapmak, değişen şartlara göre bu bilgileri ve yöntemleri revize etmek. Tanı yöntemlerini olduğundan çabuk geliştirmek ve anlık müdahaleyi çabuklaştırmak. Besinler, biyolojik maddeler, farmasötik ürünlere ilişkin uluslararası standartları geliştirmek, bunların kabul görmesini sağlamak. Örgütün amaçlarına ulaşması için gereken önlemleri almak.”

DSÖ’nün Örgütsel Yapısı

DSÖ ana tüzüğünün 9. maddesi, örgütün yapısını ve çalışmasını belirlemektedir. Buna göre örgüt bünyesinde 3 ana birim vardır: 1. Dünya Sağlık Örgütü Genel Kurulu (Asamble), 2. Yönetim (İcra) Kurulu, 3. Sekretarya (Genel Merkez, Bölge Ofisleri ve Ülke Temsilcilikleri).

Bu birimlerin yapısı ve görevleri aşağıda özetlenmiştir:

1.      Dünya Sağlık Örgütü Genel Kurulu (WHA): 

Örgüte üye olan ülkelerin temsilcileri (“Sağlık Bakanları başkanlığında konusunda uzmanlar”) tarafından oluşmakta olup en üst, yetkili mercidir. Merkezi İsviçre (Cenevre)’dedir. Her yıl mayıs ayında toplanmaktadır.  Genel kurul, yukarıda ifade edilen görevlerine ilave olarak aşağıda belirtilen görevleri de yerine getirmekle sorumludur:

“Örgüt adına sağlık ile ilgili sözleşmeler ve antlaşmalar yapmak. Uluslararası kamuoyunda uyulması gereken standart ve kuralları belirlemek. Örgütün politikasını belirlemek. Yönetim Kuruluna üye verecek ülkeleri seçmek. Genel Müdürü seçmek ve atamak.  Bir başkan ve 5 yardımcısını seçmek. Örgütün mali politikasını denetlemek. Bütçeyi gözden geçirip onaylamak.  Örgütün çalışması için gerekli olabilecek komisyonları kurmak.”

2.      Yönetim Kurulu 

Yönetim kurulu, Genel Kurul tarafından üç yıllığına seçilen 34 üye ülkenin (2019 tarihinden itibaren) temsilcilerinden oluşmaktadır. “Her yıl üyelerinin 1/3’i yenilenmek zorundadır. Süresi dolan kurul üyesi tekrar seçilebilir”. Kurul, her yıl iki defa Cenevre’deki DSÖ merkezinde toplanmaktadır.  Yönetim Kurulu’nun başlıca görevleri ana hatları ile şunlardır:

“Genel kurul tarafından alınan kararları yerine getirmek. Genel kurulun gündemini belirlemek ve yıllık çalışma planı sunmak, uygun gördüğü ve gerekli konularda önerilerde bulunmak. Örgütün bazı müdahale gerektiren konularında inisiyatif kullanmak. Genel kurul tarafından kendisine çizilen görev ve yükümlülükleri yerine getirmek. Genel müdürün isteği üzerine gerekli görülen çeşitli alt birimler (komisyonlar) oluşturmak.”

3.      Sekretarya (Genel Merkez, Bölge Ofisleri ve Ülke Temsilcilikleri)

Genel müdür ve örgütün gerekli gördüğü teknik ve idari elemanlardan oluşmaktadır. Gerekli personel, genel müdür tarafından genel kurulun belirlediği kurallara uygun olarak atanmakta; eleman seçiminde “geniş bir coğrafi dağılım göz önüne alınmaktadır.  Atananların sahasında uzman ve temsil yeteneği olması şarttır.” Genel müdür, genel kurul, yönetim kurulu ve örgütün düzenlenen tüm konferanslarının doğal üyesidir. Ancak bu hakkını vekâlet yoluyla başkasına devredilebilir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün Merkez Dışında Bölgesel Yapılanışı

Dünya Sağlık Örgütü, yapısal olarak küresel bir örgüt özelliğindedir.[3] Bölgesel yapılanışında iki ana birim vardır: 1. Bölge Komitesi, 2. Bölge Ofisi/Bürosu.

1.      Bölge Komitesi

Bölgede bulunan üye ülkelerin temsilcilerinden oluşmakta olup görevleri şöyle özetlenebilir: “Kendi tüzüklerini hazırlamak, kabul etmek ve uymak. Bölge Ofisinin çalışmalarını denetlemek. Bölgesel problemlerle ilgili çözüm önerileri sunmak. Teknik anlamda toplantılar yapmak, örgütün kuruluş amacına uygun olarak çalışmalar yürütmek ve bölge ofisine yol gösterici olmak. Gerekli hâllerde diğer uluslararası kuruluşların bölgedeki birimleri ile iş birliği yapmak ve hareket etmek.”

2.      Bölge Ofisi

Genel kurul kontrolünde ve genel müdür yönetiminde, bölge komitesinin idari koludur. Bölge ofisi, genel kurul ve yönetim kurulunun kararlarının uygulanmasından sorumludur. Bölge ofisi personeli, genel müdür ve bölge müdürünün ortak kararı ile atanmaktadır. Bölge Ofisinin coğrafi yapısına bağlı olarak bir ya da birkaç ülke için “alan temsilcisi ataması” yapılmaktadır. “Bölge ofisleri DSÖ ile ulusal hükûmetler arasında etkin bir ilişkinin olmasını sağlarlar.”

 DSÖ’nün 6 bölge komitesi mevcuttur:

Avrupa Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Danimarka’nın Kopenhag kentindedir.” Bu bölge ofisine bağlı ülkeler şunlardır:  Arnavutluk-Hollanda-Tacikistan, Estonya-Makedonya-Moldavya; Bosna Hersek-Hırvatistan-Türkmenistan, Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan, Sırbistan-Özbekistan-İzlanda, Avusturya-Lüksemburg-İngiltere, Almanya-Macaristan-Kırgızistan, Belçika-Malta-Kazakistan, Bulgaristan-Monako-Türkiye, Beyaz Rusya-Norveç-Slovakya, Çek Cumhuriyeti-Romanya-Rusya, Danimarka-Polonya,  Fransa-Portekiz, Finlandiya-Letonya, İsrail-Litvanya, İtalya-Yunanistan, İrlanda-Ukrayna, İspanya, Slovenya, İsveç.

Doğu Akdeniz Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Mısır’ın İskenderiye kentindedir.” Bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır: Afganistan-Ürdün, Bahreyn-Kuveyt, Kıbrıs-Lübnan, Cibuti-Libya, Mısır-Fas, İran-Umman, Irak-Pakistan, Yemen-Katar, Suudi Arabistan-Somali, Sudan-Suriye, Tunus-Birleşik Arap Emirlikleri.

Afrika Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkez Kongo’nun Brazzaville şehrindedir.” Örgütün bu bölge ofisine bağlı çevre ülkeler şunlardır: Cezayir-Gabon, Angola-Gambiya, Benin-Gana, Botswana-Gine, Burkine Faso-Gine Bissau, Burundi-Kenya, Kamerun-Lesotho, Capo Verde-Liberya, Çad-Malavi, Comoros-Mali, Kongo-Moritanya, Cote d’ İvoire-Mauritus, -Ekvator Ginesi-Mozambik, Etiyopya-Namibya, Madagaskar-Nijer, Nijerya-Senegal, Sierra Leona-Seyşel Adaları, Güney Afrika-Sao Tome ve Principe, Swaziland-Uganda, Togo-Zimbabwe, Birleşik Tanzanya Cum.-Orta Afrika Cumhuriyeti.

Amerikan Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkezi Washington’dadır.” Örgütün bu bölge ofisine bağlı olan kayıtlı ülkeler şunlardır: ABD- Antinoua -Barbuda, Arjantin-Dominik Cumhuriyeti, -Bahama Adaları-Ekvador, Barbados-Saint Kitts-Nevis, Belize-Saint Vincent -Grenadines, Bolivya-Trinidad -Tobago, Brezilya-El Salvador, Kanada-Guatemala, Kolombiya-Guyana, Kosta Rika-Honduras, Küba-Jamaica, Meksika-Nikaragua, Diminica-Paraguay, Peru-Saint Lucia.

Güney-Doğu Asya Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkezi Hindistan’ın Yeni Delhi kentindedir.” Örgütün bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır: Bangladeş-Endonezya, Bhutan-Maldiv Adaları, Hindistan-Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Moğolistan-Nepal, Myanmar-Sri Lanka, Tayland.

Batı Pasifik Bölge Komitesi

“Bölge ofisinin çalışma merkezi, Filipinlerin Manila kentindedir.” Örgütün bu bölge ofisine kayıtlı ülkeler şunlardır: Avusturalya-Fiji, Kamboçya-Japonya, Çin-Malezya, Cook Adaları-Solomon Adaları, Filipinler-Marshall Adaları, Singapur-Papua Yeni Gine, Samoa-Brunei Darussalam, Kiribati-Mikronezya Federatif Devletleri, Tonga-Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti, Viet Nam-Vanuatu, Yeni Zelanda-Tokeleau, Kura Cumhuriyeti. Üye Ülkelerde 150’den fazla DSÖ ofisi bulunmakta ve örgüt bünyesinde yaklaşık 7 bin civarında kişi çalışmaktadır.

 Dünya Sağlık Örgütü’nün Parasal Kaynakları  

Dünya Sağlık Örgütünün üye ülkelerden alınan aidatlar ve özel fonlar olmak üzere iki anapara kaynağı bulunmaktadır.[4] Üye ülkelerden alınan aidatlar, bu aidatlar, üye ülkelerin ekonomik durumları göz önüne alınarak belirlenmekte ve her yıl değiştirilmektedir. “Aidatlar, ABD doları ya da İsviçre frangı ile yapılmaktadır.”  Özel fonlar ise özel kuruluşlar, vakıflar, yardım kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Birleşmiş Milletler Nüfus Faaliyetleri Fonu (UNFPA), UNİCEF gibi kurum ve kuruluşlardan alınmaktadır.

Üye ülkelerin aidatları, “örgütün bütçesinin yaklaşık yüzde 17’sini karşılamaktadır.” “Hiçbir ülke, DSÖ’nün toplam bütçesinin %33’ünden fazlasını veremez.” DSÖ bütçesi iki yıllık dönemler hâlinde belirlenmektedir.  Örgütün 2018-2019 bütçesi yaklaşık 5.5 milyar Dolar; 2020-2021 bütçesi ise yaklaşık 4,5 milyar dolardır. DSÖ’nün finansörlerini, örgütün yıllık bütçesini karşılama oranına bağlı olarak aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:[5]

1. ABD: %14,67 (yaklaşık 412 milyon dolar)

2. Bill ve Melinda Gates Vakfı: %9,76 (yıllık yaklaşık 250 milyon dolar)

3. Bill ve Melinda Gates Vakfı ile irtibatlı GAVI İttifakı (Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal hükûmetleri, Bill ve Melinda Gates Vakfı, Çocukların Aşı Programı, Uluslararası İlaç Fabrikaları Birliği (IFPMA), Rockefeller Vakfı, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), UNICEF’tir: %8,39.

4. İngiltere: %7,79 (yıllık yaklaşık 220 milyon dolar)

5. Almanya: %5

6. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Birimi (UNOCHA): %5.

7. Dünya Bankası: %3

8. Uluslararası Rotary Kulübü: %3

9. Avrupa Komisyonu: %3.

10. Japonya: % 2,73

11. Kuveyt, Kanada, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Norveç, Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri: her biri, %1’in biraz üstünde

12. İtalya: % 0,54

13. Rusya: % 0,51

14. Çin: %0,21 (yıllık 43 milyon dolar. 38 milyon doları belirlenmiş katkı, diğeri gönüllü katkı) Türkiye: %0,08 (“yıllık 6,5 milyon doların biraz üzerinde. Bunun 4,5 milyon doları, yıllık belirlenmiş katkı payı, 2 milyon doları gönüllü katkı payı”).

Türkiye’nin Dünya Sağlık Örgütü ile İlişkileri

Türkiye DSÖ’nün kuruluş çalışmalarına dönemin Sağlık Bakanı Dr. Behçet Uz ile fiilen katılmıştır. DSÖ Anayasası, 22 Temmuz 1946 tarihinde ülkemizin de aralarında bulunduğu 61 ülkenin temsilcisi tarafından imzalanmıştır. Örgütün anayasası, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti adına İhsan Doğramacı tarafından imzalanmıştır. “Türkiye, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı Kanunla DSÖ Anayasasını onaylayarak, örgüte resmen üye olmuştur.” Türkiye, 19 Ekim 1950 tarih ve 6666 sayılı Kanunla Teknik Yardım Antlaşması’ adıyla bir anlaşma DSÖ ile yapmıştır.[6].

Türkiye’de, süreç içerisinde DSÖ ile ilgili dört önemli birim oluşturulmuştur: 1. DSÖ Türkiye Ofisi (Temsilciliği), 2. DSÖ Gaziantep Acil Durum Ofisi, 3. İstanbul “İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık Teknik Uzmanlık Ofisi” (“İstanbul Ofisi”), 4. DSÖ İş Birliği Merkezleri

DSÖ Türkiye Ofisi (Temsilciliği)

DSÖ Avrupa Bölge Ofisi, 1959 yılında Ankara’da bir temsilcilik ofisi açmış daha sonra bu Ofis “DSÖ Ülke Ofisine” dönüştürülmüştür. DSÖ Ülke Ofisi, örgütün Türkiye’deki faaliyetlerini organize etmekte, hayata geçirmektedir. DSÖ Avrupa Bölge Ofisi ile T.C. Hükûmetleri, “2’şer Yıllık Orta Vadeli İş Birliği Anlaşmaları” imzalayarak ilişkiyi devam ettirmektedir.  2019 yılı itibarıyla Türkiye’deki örgüt ekibi, sürekli çalışan 40 kişilik bir gruptur.

DSÖ Gaziantep Acil Durum Ofisi

Suriye’de yaşanan iç savaştan sonra Türkiye’ye gelen göçmenlerle sağlık kapsamında ilgilenmek üzere 2015 yılında Gaziantep’te kurulmuş bir ofistir.

Türkiye’deki DSÖ İş Birliği Merkezleri

DSÖ iş birliği merkezleri, DSÖ Genel Sekreteri veya Bölge Başkanları tarafından örgütün programlarını desteklemek için faaliyette bulunmak üzere ülkedeki bazı birimlerin/yapıların seçilip görevlendirilmesi ile oluşan merkezlerdir. Ankara’daki Bilkent Üniversitesindeki “Uluslararası Çocuk Merkezi”, “DSÖ Bağışıklama Eğitimi ve Savunma İşbirliği Merkezi” olarak seçilmiştir.

“İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık ve

Yanıt Dünya Sağlık Örgütü Coğrafi Ayrık Ofisi”/“İstanbul Ofisi”

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Avrupa Bölge Ofisi Vasıtasıyla Dünya Sağlık Örgütü Arasında İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık DSÖ Avrupa Coğrafi Ayrık Ofisinin (İstanbul) Türkiye’de Kurulmasına İlişkin Ev Sahibi Ülke Antlaşması’nın 2 Mayıs 2017 tarihinde Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile DSÖ Avrupa Bölge Direktörü Dr. Zsuzsanna Jakab tarafından imzalanmasıyla” bu ofisin kurulması işlemleri başlatılmıştır. 14 Nisan 2020’de 31099 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Avrupa Bölge Ofisi Vasıtasıyla Dünya Sağlık Örgütü Arasında İnsani ve Sağlık Acil Durumlarına Hazırlıklılık DSÖ Coğrafi Ayrık Ofisinin İstanbul Türkiye’de Kurulmasına İlişkin Ev Sahibi Ülke Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” ile onaylanarak yürürlüğe sokulmuştur.[7] DSÖ Coğrafi Ayrık İstanbul Ofisi, Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca ve DSÖ Avrupa Bölge Direktörü Dr. Hans Kluge’nin video konferans yöntemiyle katıldığı bir törenle resmen açılmıştır. DSÖ Avrupa Bölge Direktörü Dr. Zsuzsanna Jakab, “George Soros’un akrabası, Macar asıllı bir Yahudi’dir.[8]

Bu ofis ile ilgili yapılan anlaşmadaki bazı maddeler, çok dikkat çekici ve düşündürücüdür. Anlaşmanın bazı maddelerine göre, İstanbul Ofisine Türkiye’nin hiçbir müdahale hakkı bulunmamaktadır. 

DSÖ’nün İstanbul Ofisinde çalışacak tüm personelin seçiminde, atanmasında, işten çıkarılmasında, Türkiye’nin hiçbir hakkı olmayıp nihai karar, DSÖ Avrupa tarafından verilmektedir (Madde 3.6). İstanbul bölgesinde “tartışma ve karar alma özgürlüğü dâhil olmak üzere tam toplantı yapma özgürlüğüne sahip olup” “hükûmetten herhangi bir izin alma mecburiyeti yoktur.” (Madde 4.2). İmzalanan antlaşmanın 5. maddesine göre, İstanbul Ofisi, Türkiye’nin denetimi dışına çıkarılmakta, herhangi bir nedenle Türkiye’de hiçbir birim, hiçbir yetkili, “DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya İstanbul Ofisi Başkanının onayı ve kararlaştırdığı koşullar haricinde”, “herhangi bir resmi görevi yerine getirmek için”,  ofise girme, denetleme, kontrol etme, sorgulama hakkına sahip değildir: 

“Madde 5:  1. Hükûmet, DSÖ kontrol ve hâkimiyetinde olacak İstanbul Ofisi mahallinin dokunulmazlığını kabul eder.   2. İdari, adli, askerî veya polis olmak üzere hiçbir Hükûmet memuru veya Türkiye içinde kamu yetkisi kullanan diğer şahıs DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya İstanbul Ofisi Başkanının onayı ve kararlaştırdığı koşullar haricinde, herhangi bir resmi görevi yerine getirmek için İstanbul Ofisi’nin mahalline girmeyecektir.  Ancak, DSÖ Avrupa Bölge Direktörü veya İstanbul Ofisi Başkanı veya vekilinin onayı, acil koruyucu faaliyet gerektiren yangın ya da diğer afet durumunda aranmayabilir. 3. DSÖ, İstanbul Ofisi mahallinin herhangi bir Türkiye kanunu uyarınca tutuklanmadan kaçan veya Hükûmet tarafından başka bir ülkeye iadesi ya da dava veya hukuki işlem tebligatından kaçınmaya çalışan kişilerin sığınağı olarak kullanılmasını engelleyecektir.”

İstanbul Ofisi, DSÖ Türkiye Ofisinden bağımsız hareket etmektedir. Örgütün Türkiye Ofisi, İstanbul Ofisini denetleyememekte, müdahale edememekte ve talimat verememektedir. İstanbul Ofisi, biraz mübalağalı da olsa Türkiye devleti içerisinde ayrı bir devlet gibidir.  Nitekim Madde 10’a göre İstanbul Ofisinin personeli tam bir dokunulmazlığa sahiptir: “Madde 10.1: İstanbul Ofisinde görevli örgüt memurları, Türkiye’de aşağıdaki ayrıcalık, muafiyet ve olanaklardan faydalanacaktır: a) Resmî kapasite ile söyledikleri veya yazdıkları tüm sözler ve yaptıkları tüm eylemler nedeniyle yasal işlemlerden muafiyet. Bu muafiyet, İstanbul Ofisindeki görevlerinin bitiminden sonra da devam edecektir.”

Bu maddeye göre; “Viyana Antlaşmasının 41. maddesine göre açıklama yapan büyükelçiler” rezaletine benzer bir rezalet, İstanbul Ofisi personeli tarafından icra edilirse, hiç kimse şaşırmamalıdır.  Madde 13 ve 14’e göre “İstanbul ofisi için gerekli olan tüm mekân, bina, mefruşat, teknik donanım, toplam yıllık 500 bin doları aşmamak şartıyla hükûmet tarafından karşılanacaktır.” “İstanbul Ofisinin onaylanmış planının uygulanması için gerekli operasyonal program ve çalışma maliyetlerini karşılamak üzere Hükûmet DSÖ Avrupa’ya yıllık en az 2 milyon dolar hibe edecektir.”

Görülebileceği gibi her türlü maddi ihtiyacı karşılamak, hükûmetin görevidir. Fakat hiçbir şeye karışamamaktadır.  Derin mekanizma/finansörler örgütü, Türkiye’yi yıpratmak amaçlı harekete geçirdiğinde, on büyükelçinin basın bildirisinde olduğu gibi, yapacağı açıklamaların hiçbirine Madde 10.1 kapsamında müdahale edilemeyecektir. 

Bakan Akdağ’ın antlaşma imza töreninde; “Özellikle, bütün ülkelerin afetlere, ani çıkan bulaşıcı hastalıklara karşı hazırlığının nasıl olması gerektiği burada tasarlanacak, burada konuşulacak, eğitimler ve çeşitli ülkelerle toplantılar yapılacak.”[9] ifadesinden de sağlıkla ilgili toplumsal her türlü bilginin İstanbul Ofisine verileceği anlaşılmaktadır.

Milletin gen, doku, hastalıklara direnç haritasının, insanımızın vücudunun nelere, nasıl tepki verdiği ve bunun gibi tüm sağlığı ilgilendiren bilgilerin İstanbul Ofisine verilmesi doğru mudur, uygun mudur? Türkiye’nin krizlerle nasıl mücadele edeceği bilgisinin böyle bir yapıya aktarılmasının, gelecekte Türkiye’nin karşısına dikeceği sorunları görememek son derece tehlikeli olmayacak mıdır?   

“DSÖ ve Cinsel Yönelim”

DSÖ ile Türkiye arasında imzalanan İstanbul Ofisi Ev Antlaşmasında, Türkiye’nin İstanbul Ofisine geniş haklar vermesi, İstanbul Ofisi çalışmalarına katılamaması, onu denetleyememesi, yapılacak açıklamalara müdahale edememesi, gelecekte Türkiye’nin başını çok ağrıtacaktır. Çünkü DSÖ yaptığı yayınlarda ülkelerin değerlerine, inançlarına, kültür ve medeniyet değerlerine saygı göstermemektedir. Adeta toplumsal dejenerasyonun öncülüğünü yapmaktadır.

“Cinsel yönelim” kavramına sahip çıkarak, ergenlik dönemine kadar çocukların erkek-kız ayırımına tabi tutulmamasını savunan “Eğitim Politikası Rehberleri” yayımlamış olması, son derece tehlikelidir. Nitekim Brezilya Devlet Başkanı ve danışmanı, DSÖ’yü bu yaklaşımından dolayı suçlamakta ve bundan dolayı koronavirüs salgını ile ilgili DSÖ’nün eylem planlarına itibar etmemektedirler: “Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro diyor ki: İşte bazılarının benden koronavirüsle ilgili tavsiyelerine uymamı istediği Dünya Sağlık Örgütü bu. Eğitim politikası rehberliklerini de izlememiz gerekiyor mu? (2010 tarihli, ‘Avrupa’da Cinsel Eğitim Standartları’) 0-4 yaş arası çocuklar için bedenlerine dokunduklarında zevk ve tatmin, mastürbasyon, 4-6 yaş arası çocuklar için olumlu cinsiyet kimliği, erken çocuklukta mastürbasyon, eşcinsel ilişkiler, 9-12 yaş arası için ilk cinsel deneyim. Bolsonaro’nun danışmanı Arthur Weintraub DSÖ’nün 0-4 yaş arası çocuklara ‘mastürbasyon, zevk ve keyif, kendi bedenine dokunmak ve cinsiyet ideolojisi’ eğitimi verilmesini tavsiye eden rehberlik kuralları var. Bu doğru mudur?”[10]  Örgütün cinsel yönelim kavramsallaştırmasına sahip çıkmakla İstanbul Sözleşmesi’ndeki ana felsefeyi savunduğunu Türkiye göz önüne almak zorundadır. 

DSÖ, Koronadan Öldüğü İddia Edilen Hastalara Niçin Otopsi Yaptırtmıyor?

Küresel salgın ortaya çıkar çıkmaz başlatılan “mutlaka PCR testi olun” kampanyası ilginçtir. Oysa PCR testlerinin güvenirliliği ciddi bir şekilde sorgulanmıştır. Uygulamada, bunu doğrulayan sonuçlar olmasına rağmen bu göz önüne alınmamış; başka bir test yapılabileceği düşünülmemiştir. Gerçek nedeni bilinmeyen şüpheli ölüm hadiselerinde ölümün gerçek nedeni otopsi yapılarak belirlenmektedir. Otopsi, ölüm nedeninin ne olduğunu açığa çıkaran en önemli yöntemlerdendir. PCR testine dayanarak ölüm nedenini belirlemek, yanlış bir yaklaşım ve uygulamadır.

Nedense korona salgını sürecinde baştan itibaren otopsi yapılması istenmemektedir. Ölenlerin korona salgınından ölüp ölmediği bilinmemektedir. Sanki salgın döneminde ölen her insana, “Koronadan dolayı öldü!” damgasının basılması bir merkez tarafından istenmektedir. Neden? Kim bu merkez ve DSÖ’nün bu merkezle bağlantısı nedir? Örgüt salgın döneminde ölenlerle ilgili niçin “otopsi yapmayın talimatı vermiş” ve “çok kirletici oldukları için niçin hemen gömülmelerini ya da yakılmalarını” istemiştir?”[11]

DSÖ’ye rağmen yapılan otopsi sonuçları, PCR testine dayanarak belirtilen ölüm sebepleri ile uyuşmamaktadır. Almanya’nın Hamburg kentinde yapılan otopsi sonucunda elde edilen bulgulara dayanarak Hamburg-Eppendorf Üniversite Hastanesi Adli Tıp Bölümü’nden Prof. Dr. Klaus Püschel; “Çin koronavirüs nedeniyle ölen hasta olmadığını, incelenen 140’tan fazla insanın yaklaşık %80’i kardiyovasküler hastalıklardan öldüğünü, Hamburg’da geçmişte başka bir hastalığı olmadan hiç kimsenin koronadan ölmediğini…” çok açık bir şekilde kamuoyu önünde ifade etmiştir. Benzer şekilde İtalya’da açıklanan otopsi raporlarında ölenlerin Kovid-19’dan değil,  “Obezite, koroner kalp hastalığı, astım veya kronik obstrüktif akciğer hastalığı, periferik arter hastalığı, diabetes mellitus tip 2 ve nörodejeneratif” hastalıklardan dolayı öldüğü açıklanmıştır.[12]

Bulgar Patoloji Birliği Başkanı, Avrupa Pataloji Birliği Danışma Kurulu üyesi ve Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Onkoloji Hastanesi Histopatoloji Bölümünün Başkanı Dr. Stoian Alexov, 13 Mayıs 2020 tarihli röportajında çok ciddi iddialarda bulunmuştur: “8 Mayıs web seminerine katılanların ortak görüşü, Almanya, İtalya, İspanya, Fransa ve İsveç’te gerçekleştirilen otopsilerin virüsün ölümcül olduğunu göstermemiş olmasıdır. (…) Tüm patologların söylediği şey, koronavirüsten ölen kimsenin olmadığıdır. Bunu tekrarlayacağım: kimse koronavirüsten ölmedi. Yeni koronavirüs ile enfekte olduğu düşünülen herhangi bir kişinin, potansiyel olarak ölümcül olan hastalıklardan değil de sadece virüsün sebep olduğu yangı reaksiyondan öldüğüne dair bir otopsi kanıtı olmadığı da gözlemlenmiştir. (…) DSÖ, söylediklerinin arkasında gerçek, bir gerçek olmadan dünya çapında bir kaos yaratıyor.”[13]

Lancet dergisi 5 Yıllık Onkolojisi Yazarlığı, Kraliyet Patologlar Koleji Yayın Direktörlüğü, Biyologlar ve Fizyoloji Haber Yayın Kurulu Başkanlığı, Rotherham Genel Hastanesi Kanser Hizmetleri Direktörlüğü görevlerinde bulunmuş olan patolog Prof. John A. Lee’nin, koronavirüs salgın dönemi ile ilgili gözlemleri, iddiaları ve suçlamaları çok daha ciddidir. Çok uzun olan açıklamasını aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:

“Salgın sırasındaki fazla ölümlerden kaçı COVID-19 ile ilgili, kaçı aldığımız sosyal önlemler, sağlık sisteminde yapılan değişiklikler, karantinalar veya sosyal mesafe yüzünden gerçekleşti? Bilmiyoruz. Hepsinin Kovid-19 yüzünden olduğu iddialarının aksine, belki de büyük çoğunluğunun, hastalığın kendisi yüzünden değil, bizim hastalığa verdiğimiz cevap yüzünden gerçekleştiği konusunda ciddi kanıtlar mevcut. Gerçek ölüm sebeplerini bulmak ancak ölüleri inceleyerek mümkün olabilirdi. Fakat otopsinin, hastalığı anlamaya en çok yardımcı olabileceği bu dönemde, verilen tavsiyelerle otopsi yapılması engellendi. Otopsiyi desteklemek yerine otopsi yapılmaması yönünde talimatlar yayınlanmaya başlandı. Ölüm belgesi yazma kuralları, istatistikleri güvensiz hale getirecek yönde değiştirildi.

Bakım evi hizmeti verenler ki çoğunun tıbbi eğitimi yoktur, hastanın Kovid-19 nedeniyle öldüğü konusunda görüş bildirebilir oldu. 29 Nisan’dan itibaren, bakım evlerindeki tüm ölümler, muhtemel Kovid-19 olarak kabul edildi. Gerçek ölüm istatistiklerinin her zamankinden daha önemli olduğu bir dönemde, bu kurallar her zamankinden daha az güvenilir olacak şekilde değiştirildi. Ben ve meslektaşlarımın çoğu, koronavirüs salgını sırasında getirilen değişikliklerle, patolojinin bu hastalığı anlamada oynayabileceği rolü oynayamaz hale getirilmesinden çok rahatsızız. Salgının en başlarında, ölüm belgesi yazma kuralları, istatistikleri güvensiz hale getirecek yönde değiştirildi.

Normalde ölüm belgesini iki doktor yazabilir. Bunlardan biri, hastayı tedavi eden, tanıyan veya yakın zamanda görmüş olan biri olmalıdır. Bu değiştirildi. Sadece Kovid-19’a özel olarak, belge tek bir doktor tarafından verilebilir hale getirildi. Ve bu doktorun hastayı muayene etmiş olmasına, hatta hastayla tanışmış olmasına bile gerek duyulmadı. Ölümden önceki 4 hafta içerisinde yapılan bir görüntülü muayene, ölüm nedeninin Kovid-19 yazılmasına yetiyordu.  

 Kovid-19 diye “bahsedilen” vakaların kaçta kaçında gerçekten bu hastalık vardı? Ve varsa da ölümlerden gerçekten Kovid-19 mu sorumluydu? Baş adli tabip, 26 Mart’ta bir talimat yayınlayarak Kovid-19 vakalarını adli tıp sürecinden çıkardı: ‘Her Kovid-19 ölümü, adli tıptan geçmesi gerekmeden, sadece ölüm sertifikası süreci ile yönetilecektir.’ Royal College of Pathologists de Şubat’taki talimatında: ‘Eğer bir ölüm Kovid-19 enfeksiyonu ile bağlantılı ise, post-mortem incelemeye gerek olmadan ölüm belgesi verilebilir.’ Virüse hem klinik hem de sosyal anlamda doğru yanıtı verebilmek adına öncelikle doğru bilgiye ihtiyacımız var. Oysaki Kovid-19 ile ilişkilendirilen ölümlerden kaç tanesinin gerçekten hastalıkla ilgili olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yok. Gerçekleşen fazla ölümlerin kaçının Kovid-19 nedeniyle, kaçının karantina nedeniyle olduğunu da bilmiyoruz. Bu salgının en gözden kaçırılan trajedilerinden biri, Kovid-19’u daha iyi anlama fırsatının kaçırılmış olmasıdır. Avrupa’daki en yüksek Kovid-19 ölümüne sahip olduğumuz söyleniyor ama bundan hiçbir zaman için emin olamayacağız, çünkü düzgün bir şekilde saymamaya karar verdik. Kesin verilerinin kalitesiyle gurur duyan bir ülke olarak, kaybolan Kovid-19 verisi ulusal bir skandaldır.”[14]

Bu doktorların gözlemleri ve iddiaları çok ciddidir. Daha da ayrıntılı araştırılmaya değerdir.

Türkiye’de bu konuda Opr. Dr. Okan Özdemir, bir araştırma yapmış olup elde ettiği sonuçlar yukarıdaki çalışmaları destekler özelliktedir: “Resmî TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2019 yılında 435 bin 941 kişi öldü. Ölenlerin yüzde 36,8’i yani 160 bin 426’sı kalp ve damar hastalıklarından, yüzde 18,4’ü yani 80 bin 213’ü iyi ve kötü huylu tümörlerden, yüzde 12,9’u yani 56 bin 236’sı solunum sistemi hastalıklarından kaybedildi. Bu en yüksek ölüm nedenlerinin, 2020 yılındaki genel ölüm sebepleri ile örtüştüğü görülmektedir ve geçen yıl bu vatandaşlarımızın tamamı için ‘eceliyle öldü’ tabiri kullanılmıştı. Yanlış mı? PCR testi ise bir genetik iz sürme testidir, genel amacı babalık ve akrabalık tayinlerinde, kriminal olaylarda genetik delil bulmaktır. Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PCR) testinin mucidi olan ABD’li biyokimyacı Karry Mullis bu değerli buluşundan dolayı 1993 Nobel Kimya Ödülüne layık görülmüştür. Ancak Mullis, bu testin özellikle HIV ve diğer virüslerde hastalık tayini için kullanılmasının yanlış olduğunu, yanlış sonuçlar vereceğini ve kullanılmaması gerektiğini beyan etmiştir. Ayrıca PCR yöntemi ile testin büyütme özelliğini kullanarak insanda hemen hemen istenilen her şeyi kolaylıkla bulabilme özelliğinin var olduğunu söylemiştir. Yani Türkiye’de bir yıldaki ölümlerin yarısından fazlası, basit bir testin yardımı ile herhangi bir virüsten kaynaklanıyormuş gibi gösterilmeye uygundur. İşte bu test yardımı ile daha önce Koronavirüsle karşılaşmış, ama klinik belirti oluşturmamış bir şahıs bir süre sonra başka bir hastalıktan hastaneye düşerse, içeriye giren her kişiye olağan bir şekilde uygulanan PCR testi pozitif çıkınca ‘hastalık veya ölüm nedeni, Kovid-19 dur!’ denilmektedir. Oysa ölüme götüren sürecin ne olduğu ancak ve ancak otopsi yapılarak tespit edilir, etkilenen organlardan elde edilecek örneklerde Kovid-19 virüsünün izole edilmesiyle veya edilememesiyle saptanabilir, test ile değil... Geçen yıllarda olağan şekilde on binlerce vatandaşımızı hayattan koparan influenza virüsünün bu sezon görülmediği, bu yıl görülen mevsimsel gribin artık Kovid-19 olduğu da resmî olarak beyan edilmiştir!”[15]

DSÖ, koronavirüs salgınına kadar kabul edilen sürü bağışıklığı kavramını tek yanlı değiştirerek sadece “aşı olmaya” bağlamıştır. “Aşı olmadan sürü bağışıklığı kazanılamaz!” şeklinde bir tavır ortaya koymuştur.[16] Avustralya’nın ABC Televizyonu, “DSÖ’nün (Bugün Kovid-19 ile ilgilenen) Acil Durum Programı’na yönelik dosyalarında pek çok yolsuzluk olduğunu” iddia etmektedir. İngiliz Oxford Üniversitesi, Mart ayında “DSÖ’nün Kovid-19 verilerinin tutarsız ve yanlış olduğunu” ifade ederek verileri kullanmayı bıraktığını açıklamıştır. Keza, Finlandiya, “Örgütün virüs test protokollerini hatalı sonuçlar verdiği gerekçesiyle reddetmiştir.”[17]

Başka hastalıklardan dolayı ölenleri koronadan öldü diye göstererek virüsten ölenlerin sayısını artırmak istemenin ana nedeni nedir? Türkiye bu oyuna niçin gelmektedir? Otopsi yapılarak ölüm sebepleri, gerçekçi bir şekilde ortaya çıkarılabilir: Prof. Dr. Halis Dokgöz “Kovid-19 tanısı konulmuş olgularda tıbbi otopsi yapılabilirse vücudun tüm sistemleri araştırılarak yeni bulgular elde edilir. Bu durum hem ülkemizin hem de dünyada yeni tıbbi uygulamaların önünü açabilir.”[18] Otopsi aynı zamanda virüsü değişik boyutları ile tanıma imkânı sağlayacağından ona uygun aşıları üretmek daha doğru ve avantajlı olabilir. Prof. Dr. Ömer Faruk Doğan: “Bu virüsün tam bir genetik haritası ile içerdiği proteinler açıklanmıyor. Bu virüse enjekte edilmesi başarılmış 4 adet HIV proteini olduğu da yayınlarda mevcut. Yani mutasyon döngüsünü belirleyen bu protein ise insanın direk bağışıklık sistemine saldırıyor. Vücut bu saldırıya uğrayınca kendi hücrelerine karşı antikor üretebilir.”[19] “…Otopsi uygulamasında, otopsi hemen yapılır ise virüs izole edilip çoğaltılabilir.”   Prof. Dr. Aykut Özdarendereli “Aşı için virüsün izolasyonu hayati öneme sahiptir.”[20]

Virüse yakalanıp daha sonra ya da tedavi sürecinde ölen herkese “Koronadan öldü!” damgası vurulurken; aşı olduktan sonra ölenler için aynı yaklaşım kullanılmamakta, herhangi bir otopsi yapılmadan, “Ölümün aşı ile alakası yoktur!” tarzında açıklama yapılmaktadır.  Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Ofisi’nde Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Bahadır Sucaklı: “Bu ölümlerin aşı sonrası meydana gelmesinin tesadüfi olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Mevcut aşı uygulamaları içerisinde aşıyla ilişkilendirilmiş herhangi bir ölüm DSÖ’ye bildirilmedi.”[21] Türkiye bu oyunu neden bozmamaktadır ya da bozmak istememektedir. Türkiye’nin bu oyunu bozma gücü vardır.

DSÖ ve Küresel Hâkimiyet Proje Sahipleri

Örgütün kuruluş amaçları, DSÖ Anayasası’nda belirlenmiş ve bunu hayata geçirebilmek için dünyanın her tarafında ona örgütlenme hakkı verilmiştir. Amaç, tüm dünyanın sağlıklı olmasıdır. “DSÖ Anayasası sağlığa bir sosyal hak, sağlık hizmetine kamusal bir hizmet olarak bakmakta, sağlığın sosyal ve ekonomik belirleyicilerini vurgulamaktadır. Örgüt hastalık kontrol programlarında eşgüdümünün sağlanması, sağlık konularında uzman görüş belirlenmesi, aşı vb. biyolojik maddelerde standartların konması, burslar verilmesi, sağlıkla ilgili yayınlar yapılması, ülkelere sağlık projelerinde maddi ve bilimsel destek sağlanması gibi görevler yanında dünyanın neresinde olursa olsun felaket veya salgın gibi acil bir durumda yardım sağlar, savaş, afet gibi nedenlerle evlerinden, yurtlarından kopmuş mültecilere sağlık hizmeti götürür.”[22]

Bu amaçlarla kurulmuş olan bir DSÖ’nün yapılanış şemasını göz önüne aldığımızda, uluslararası bir yapı olarak her ülkede örgütlenebilmektedir. Bu nedenle küresel hâkimiyet projeleri olan yapılar, aşı ve ilaç sektörünün hep ilgi odağı olmuştur. Politikalarını belirleme ve yönlendirmede bu yapılar, örgüt üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak baskı uygulaya gelmişler, çalışanlarını etkileme çareleri aramışlar, zaman zaman kurumu kaynakları kesmekle tehdit etmişlerdir. Yol boyu etkisi farklı olmakla birlikte bu yaklaşım gerçekleşmiş; DSÖ kendi alanında tüm insanlığın menfaatlerini değil belli zümre ve kuruluşların menfaatlerini savunur duruma düşmüştür.

Kuruluşundan bu yana ABD, DSÖ üzerinde çok etkili olmuştur. Başlangıçta DSÖ bütçesinin yarısını karşılayan ABD, örgüte baskı yapma hakkını kendinde görerek örgütün politikalarını, ABD menfaatleri istikametinde yönlendirmiştir. Bundan dolayı, daha sonra, ABD’nin kuruma katkısı azaltılmıştır. Bununla beraber, Trump’ın koronavirüs salgını dolayısıyla ülkesinden gelen kaynakları kesene kadar DSÖ’nün mali kaynaklarının üçte biri ABD’den karşılanmaktaydı. ABD ve küresel sermaye sahiplerinin, özellikle, aşı ve ilaç sektörünün bu baskıları yol boyu devam etmiştir.

Bu kesimle DSÖ arasında önemli çatışmalardan biri “Anne sütü yerine, bebek maması verilmesi” olayıdır. Tekeller başta Afrika olmak üzere dünyanın her tarafında anne sütünün bebekler için tehlikeli olduğu kampanyasını açmışlardır. Anne sütü yerine ürettikleri bebek mamalarının kullanılmasını tüm dünyaya baskı ile kabul ettirmek istemişlerdir. Özellikle Afrika’da “Yoksul anneler bu mamaları süt yerine su ile hazırlayınca bebeklerin beslenmesi bozularak on binlerce bebek ölmüştür.” DSÖ bu katliama karşı çıkmıştır. Anne sütü yerine bebek mamalarının kullanılmasının yanlış olduğunu savununca “ABD, DSÖ’yü uluslararası ticareti engellemekle suçlamıştır.” DSÖ geri adım atmak zorunda kalmıştır.[23]

ABD benzer bir baskıyı, DSÖ, “Ülkelerin akılcı ilaç politikalarını benimsemesi ve gerek duydukları temel ilaçları kendi üretmelerinin” daha yararlı olduğunu ülkelere tavsiye edince “18 dev ilaç şirketinden 11’ine ev sahipliği yapan ABD, DSÖ’nün bu teklifine şiddetle karşı çıkarak DSÖ’ye parasal katkısını durdurmuştur.[24]  Örgüt 2005 yılında hükûmetlere “Bir küresel salgının başlangıcında yeterli malzemenin ulusal olarak mevcut olmasını sağlamanın tek yolu, ilaçların uluslar tarafından önceden stoklanmasıdır.” şeklinde tavsiyede bulunmuştur.[25]

DSÖ, başından beri ABD ve ilaç sektörünün yoğun baskısı altında anayasasında yazılı olanları hayata geçirmede açık kararlı bir tavır belirleyemeyince, daha işin başında örgüt yapısı içerisinde sorun çıkmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği, Ukrayna, Beyaz Rusya, “DSÖ’nün tutumundan memnun olmadıklarını belirterek üyelikten çekilmek istediler.” Bundan bir yıl sonra da “Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya da üyelikten çekildiler.” Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler 1955 yılına kadar DSÖ toplantılarına hiç katılmamışlardır. ABD’nin karşı çıkması nedeniyle, Çin Halk Cumhuriyeti 1960’ların sonuna kadar örgüte kabul edilmemiştir. 

1978 yılında DSÖ’nün Alma Ata’da düzenlediği uluslararası toplantıda temel sağlık hizmetleri politikası benimsenerek “Sağlık sorunlarının temelinde toplumsal sorunlar olduğu” anlayışı etkin olmaya başlamıştır. Temel sağlık hizmetleri politikası kavramsallaştırması ile “Sağlık hizmetlerinden çok beslenme, konut, gelir, çevre, iş, katılım gibi temel etmenlerin varlığına dikkat çekilmiş; “Sağlık hizmetlerinde öncelik hastanelere değil, koruyucu hizmetlere” verilmesi ve “kaynakların adil dağıtılması” öne çekilmiştir. Kapitalist yaklaşım buna karşı olduğu için temel sağlık hizmetleri girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütünün sağlık alanında giderek artan etkisi ile” “Parayı verenler düdüğü çalmış” proje rafa kaldırılmıştır. Küreselleşmenin öne çıkması ile örgüt geçmişi inkâr ederek “neoliberal sağlık politikalarının temsilciliğini” yapmaya başlamıştır. Çalışmalarında yol boyu kavramsal değişikliklere gitmiştir. DSÖ’nün 2000 yılında yayınladığı “Dünya Sağlık Raporu 2000”de  “hastalar” “müşteri”, “sağlık kurumları” “işletme”, kamu sağlık hizmeti ise “piyasa” diye isimlendirilerek sağlık hizmetlerinin “piyasa sistemi” içinde gerçekleştirilmesi savunulmuştur. Rapora göre “Devletin görevi piyasaların denetlenmesi olarak gösterilmiştir.”[26]

Aşı ve ilaç tekellerinin sağlık üzerindeki oyunlarına, entrikalarına kulaklarını tıkayan, Küresel güç odaklarının stratejilerinin uygulayıcısı konumuna gelen DSÖ, elektro-manyetik dalgalar ve baz istasyonları konusunda gerekeni yapmamış, bu konuda yapılmış bilimsel çalışmaları dikkate almadan 2006 yılında “yayınladığı 304 numaralı duyuruda (Fact sheet) baz istasyonlarının sağlık zararına ilişkin ikna edici bir kanıt bulunmadığını ilan etmiştir.”[27]

DSÖ Domuz Gribi Salgını Kampanyası ile Kimlere Hizmet Etmiştir?

Nisan 2009’da Meksika’da ortaya çıkan domuz gribi virüsünün küresel bulaşıcı bir virüs olduğu, başta DSÖ olmak üzere Siyonist kaynaklar, büyük bir psikolojik harekâtla dünyaya duyurmuşlardır. Hemen hemen eş zamanlı olarak geliştirilen ve yeterli denetimden geçirilmeyen yan etkileri ciddi bir şekilde tartışılmayan aşılar, Ekim 2009’dan itibaren de piyasaya sürülmüştür.[28]

2009 yılında dünyada bugünkü gibi çok büyük bir panik meydana getirilirken grip aşısı üreten firmalar, çok büyük kârlar yapmışlardır. Salgın ve aşılarla ilgili başlatılıp yürütülen büyük psikolojik harekâtın arka planında, “İngiltere’deki aşı kampanyalarına yön veren hatta DSÖ’ye de danışmanlık yapan, aşı firmaları ile irtibatlı, önemli pozisyonlardaki bir iki uzman bulunmaktadır.”[29]

DSÖ’nün açtığı “büyük tehlike var” kampanyasının, 6. derecede küresel salgın, ardından, Batılı küresel ilaç şirketlerinin ürettiği milyarlarca Dolarlık domuz gribi ilaç ve aşılarını,  ABD eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hisselerinin bulunduğu Gilead şirketi tarafından geliştirilen Tamiflu ilacı, örgüt tavsiyesiyle hükûmetlere satılmıştır. “Bunun sonucunda Gilead, Tamiflu’dan 2 milyar dolar kazanmıştır. Bunun 5 milyon Doları, Rumsfeld’in hissesine aittir.” DSÖ bilim kurulu üyesi olan Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi’nde Prof. Dr. Albert Osterhaus, örgüte yaptığı danışmanlık ve yönlendirme sayesinde aşılardan büyük maddi kazançlar elde etmiştir. “İlaç firmalarına danışmanlık yapan ve ilaç firmalarınca fonlanan Osterhaus dışındaki diğer DSÖ Bilim Kurulu üyelerinden 5 tanesi (15 üyeden 5’i) domuz gribi provokasyonu sayesinde ilaç firmalarına milyarlarca dolar kazandırmışlardır.

2009 yılındaki “Domuz Gribi” olayı, DSÖ için yüzkarası bir olay olup ilaç firmalarının para kazanması için yapılmış pis bir operasyondur. 2009 yılında örgütün Direktörü Hong Konglu Margaret Chan, “Dünya ilaç devlerinin etkisi altında Domuz gribini (H1N1) 6. seviyede Pandemi ilan etmiş ve bu yüzden 100 milyon insanın ölebileceğini ileri sürmüştür.”[30]

Oysa domuz gribi yüzünden ölenlerin sayısı sadece 50 kişi idi. Amerika’da yayınlanan The Huffington Post’un 6 Ağustos 2009 tarihli sayısında “Domuz Gribi Aşısına Hayır Deyin!” adlı bir makale yayınlanmıştır. Makalede önemli iddialara yer verilmektedir: Bu aşı kampanyası, hükûmette bir işe yaramayan zararı faydasından çok (perilous) bürokratlar tarafından yürütülmektedir. Büyük dâhilerin bu büyük grip sektörüyle bağlantıları vardır. Sizi de aşılamak isteyen bu aşı çığırtkanlarına hayır deyin, çocuklarınızı koruyun. Bu hükûmet teşvikli aşıyı yaptırmamaları için arkadaşlarınızı, dostlarınızı uyarın. Her yıl 36 bin Amerikalı sezonluk grip aşısından ölürken, bu rakamla mukayese edilemeyecek oranda az ölüme sebep olan domuz gribi konusunda bu kadar büyük yaygara koparılması ve herkesin aşıya zorlanması herhalde Amerika’da çoğunluğun uyanmasına ve ilk defa büyük bir tepki ortaya koymasına sebep oldu.”[31]

Avustralyalı araştırmacı-gazeteci Jane Burgmeister, 10 Haziran 2009’da DSÖ ve BM hakkında “kuş ve domuz griplerinin laboratuvarlarda insanları öldürmek için üretildiği” iddiası ile bazı belgeleri dayanak göstererek dava açmış ve elindeki belgeleri ABD’de FBI’a teslim etmiştir. Açtığı davada iddiaları yenilir yutulur gibi değildir: “Grip virüsleri, laboratuvarlarda gen mühendisliği kullanılarak üretilmişlerdir.” “Biyolojik silah kategorisinde olan bu virüslerin belli korunma standartları ve kuralları vardır (korunma standardı- BSL3 (Biosafety Level 3) ). O nedenle “virü­s kesinlikle yanlışlıkla yollanmamış bilerek, şuurlu bir şekilde küresel olarak yayılması sağlanmıştır.” “Amaç finansal ve politik çıkarlar sağlamaktır.” “Halkların yaşamını riske atmışlardır.” Bunu “Amerika’da Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler, uluslararası bankerler ve Amerikan Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) başını çektiği güçler bilerek şuurlu bir şekilde yapmıştır.”[32]

Jane Burgmeister’in söylemediği ya da söyleyemediği çok önemli bir başka nokta, şuurlu bir şekilde dünya nüfusunu azaltmak için virüs bilinçli bir şekilde üretilmiş ve dünyaya yayılması sağlanmıştır.  Gazetecinin suçladığı kesimlere baktığımızda meselenin salt bir para meselesi olmadığını söyleyebiliriz. Açılan dava, belli güç merkezleri tarafından kapatılıp unutturulmuştur. Domuz gribi salgınının doğal olmadığını, fabrikasyon üretimi olduğunu iddia eden bir başka isim, Avustralyalı, aşı ve virüs uzmanı Prof. Dr. Adrian Gibbs’tır.  Ekip olarak yaptıkları araştırmaların sonucu, Avustralya’daki Virology Journal adlı dergide, Kasım 2009’da yayınlamışlardır. Araştırma sonuçlarına göre “Domuz gribi tesadü­fen veya doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkmamış, laboratuvar ortamında geliştirilirken kazara ortaya çıkmıştır. Çünkü buluntular, üç ayrı kıtadan gelen üç ayrı virüs türünün bir laboratuvarda ya da aşı geliştirme merkezinde bir araya getirilmesiyle virüsün elde edildiğini” ortaya koymaktaydı.[33] Diğer taraftan ABD’deki Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi ve Almanya’daki Friedrich-Loeffler Hayvan Sağlığı Enstitüsü de bu “Domuz gribi aşısının menşeinin laboratuvar ortamı olduğunu” kabul etmiştir.  DSÖ, ABD Sağlık Bakanlığı ve aşı firmaları, Domuz gribinin domuzlardan insanlara geçtiğini iddia etmişlerdir. Araştırma sonuçları, bunun tam tersini ortaya koymuştur: “Domuz gribi olarak adlandırılan gribin aslında domuzlarla alakası yoktur. İnsanlarda rastlanan bu virüsün domuzlarda rastlanan virüsle genetik akrabalığı vardır. (…) Domuz gribi olarak adlandırılan, domuzdan insana geçtiği iddia edilen A/HıNl virüsünün domuzdan insana geçtiği konusunda hiçbir buluntu yoktur. Aksine bu grip önce insanda ortaya çıkmış, nadir de olsa domuzlara bulaşmıştır.”[34]

Konu ile ilgili en ilginç, en dikkat çekici, en ibret verici, en açık ve en anlamlı açıklama, Avrupa Konseyi’nde yapılan konuyla ilgili oturumda konuşan DSÖ’nün Epidemiyoloji Birimi Direktörü Prof. Ulrich Keil tarafından yapılmıştır: “Domuz gribi salgını, ilaç üreticilerinin kârlarını artırmak için bu şirketlerle ortak olarak üretilen bir korku kampanyasıydı. DSÖ, sars ve kuş gribi konusunda da tüm tahminlerinde olduğu gibi yanıldı. Kamu sağlığını ilgilendiren onca şey varken domuz gribi konusunda halkta büyük bir panik yaşanmasına sebep olduk ve bu tamamen abartılmış bir korkuydu. DSÖ’nün kararları ülkelerin sağlık bütçelerine çok büyük yük getirdi. İnsanların ölümüne sebep olan en önemli etkenlerin hipertansiyon, sigara, yüksek kolesterol, obezite, egzersiz yapmama, sebze ve meyve tüketiminin azlığı olduğunu çok iyi biliyoruz. Hükûmetler, DSÖ’nün tavsiyesi doğrultusunda bu alanlara yatırım yapmaları gerekirken küresel bir salgın yaşanması yönündeki deliller çok zayıf olmasına rağmen domuz gribine yatırım yapmak zorunda bırakıldı.”[35]

Türkiye’de domuz gribi ve DSÖ ile ilgili ciddi sorgulama yapan akademisyenlerden biri de Prof. Ahmet Rasim Küçükusta’dır. Kendisi  “DSÖ her sene bu günlerde (sonbahar) dünya çapında grip salgını olacağını ve milyonlarca insanın hastalanıp öleceğini ilan ediyor ama çok şükür bu gerçekleşmiyor. DSÖ’nün Asya ve Pasifik Direktörü Shigeru Omi, beş sene önce (2005), önümüzdeki aylarda çıkması beklenen ve tüm dünyada yayılacak Pandemide 2 milyardan fazla insan gribe yakalanacağını ve iyimser senaryoda 2 ile 7 milyon arası, kötümser senaryoda ise 100 milyon insanın öleceğini söylemişti. Tabii bu tahminde DSÖ’nün gribal salgınlar konusundaki çoğu yanlış ve abartılı tahminleri gibi doğru çıkmamıştı. ( …) Domuz gribi ağır bir hastalık değildir. Belirtileri diğer grip türlerine göre daha hafiftir. Hastaların ateş düşene kadar evde istirahat etmeleri yeterlidir. Hastalık kendiliğinden geçer.”[36]

Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, domuz gribi aşısına itiraz edenleri azarlamış, tehdit etmiş ve gerçeği yansıtmayan tahminlerde bulunmuş, rakamlar vermiştir ya da vermek durumunda bırakılmıştır: “DSÖ aşıyı onaylıyor, siz mani oluyorsunuz?’ (23.10.2009)  ‘…Bir çocuk domuz gribinden ölse annesi de bana gelip çocuğuma falancanın sözüyle aşı yaptırmadım derse o kişi hakkında suç duyurusunda bulunurum.’ (03.11.2009) ‘…Bakan, “Aşı olunmadığı takdirde Türkiye’de beş bin kişi ölecek”[37] şeklinde yaptığı açıklamadan sonra medyada bakana güvenilmemesi gerektiği tartışmasının başlaması üzerine[38] , “Ben değilim bunu söyleyen, salgın hastalıkları uzmanlarımız, ben onların beyanını aktardım.” açıklamasını yapmak durumunda kalmıştır.[39] O günlerde en dikkat çeken bir konu da, Başbakan Erdoğan’ın Sağlık Bakanı ile aynı düşüncede olmaması ve aşı yaptırmaya karşı çıkmasıdır: “Benim adımı vermişsin, ben aşı olmayacağım.’  “Sağlık Bakanımla aynı düşünmüyorum. Vatandaşım kendi isteğine bağlı olarak böyle bir yolu tercih ederse eyvallah. Ama etmiyorsa illa yaptırmalısınız diye bir kampanyanın sürdürülmesi yanlıştır. Zorla (cebren) bu iş olmaz. (15 gün sonra) ‘Ben de kendime göre araştırmalarımı yaptım. Ben domuz gribi aşısı olmayacağım, ailemde de olan yok.”[40]

DSÖ Kimin Truva Atıdır?

Yol boyu DSÖ’nün dünya çapında, her sene, büyük bir salgın çıkacak tarzında açıklama yapmasının manası nedir? Sebebi nedir?  Örgütün gizli bir amacı var mı?

Kime hizmet etmektedir? Ana finansörleri örgütü kendi amaçlarına hizmet için kullanmakta mıdırlar? Bünyesindeki bilim kurulu üyelerinin aşı firmaları, Bill Gates, Rockefeller ve Carnegie gibi vakıfları ile bir irtibatı, danışmanlığı, üyeliği var mıdır?  Siyonist ya da Mason olma durumları var mı? Türkiye’deki Bilim Kurulu arasında DSÖ ve aşı firmaları ile irtibatlı akademisyenler var mıdır?  Türkiye bu sorgulamayı gerçek boyutlarıyla yapmalıdır! DSÖ’nün üzerinde yol boyu iki mekanizma; tek dünya devleti kurmak isteyenlerle aşı ve ilaç şirketleri etkili olmaya çalışmıştır.  

 Bunlar, yapacakları işleri örgütün arkasına gizlenerek yapmaya çalışmışlardır. Bu yaklaşım insanlığa çok acı bedeller ödetmiştir. Bugün DSÖ Bilim Kurulu üyelerinden    (toplam 15 üye) 8’i, Bill ve Melinda Gates Vakfı, Merck Co., Gates’in fonladığı GAVİ (Küresel Aşı İttifakı Grubu), Pfizer, Novartis, Gilead, Novovax, GSK gibi ilaç devi firma ve kuruluşlarla bağlantılıdır. Bu noktada en ciddi tezat, aşı geliştiren firmaların (Gilead, GlaxoSmithKline, Hoffman-LaRoche, Sanofi Pasteur, Merck, Bayer) örgütün aynı zamanda finansörleri olmuş olmasıdır. Bu durumun DSÖ’nün kararlarını etkilemediğini söylemek son derece yanlış olur. 

Bu yapılanışın doğal sonucu ortaya konan politika ve uygulamalardan dolayı, örgütün verilerine ve politikalarına olan güvenin yıkılması kaçınılmazdır. Bu durum, küresel hâkimiyet projelerinin hayata geçirilebilmesinde örgütün Truva atı olarak kullanıldığının bir göstergesidir.

İlaç sektörü ve küresel dünya devleti kurmak isteyenlerle iş tutan bilim insanları, küresel bazda sağlıkla ilgili pek çok konuyu, bulundukları konumu kullanarak insanlığı yanıltmayı bir strateji olarak benimsemişlerdir. Koronavirüs salgınında bu noktada öne çıkan isimlerden biri de 1984’ten beri Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü direktörü Dr. Anthony Fauci’dir. Kendisi tek dünya devleti kurmak isteyenlerin küresel salgını kullanma amaçlarına hizmet edecek şekilde küresel salgın üzerinden bir korku psikolojisi yayan bilim insanıdır. Bu nedenle Dr. Peter Breggin, 19 Ekim 2020 tarihli, “Dr. Fauci’nin Kovid-19 İhaneti” başlıklı bir raporu ve 31 Ağustos 2020 tarihli “Kovid-19 ve Halk Sağlığı Totalitarizmi: Bireyler, Kurumlar ve Toplum Üzerindeki İstenmeyen Etkiler” başlıklı ikinci bir rapor hazırlayarak Ohio’daki bir federal mahkemeye başvurmuştur. Dr. Peter Breggin’in Dr. Fauci ile ilgili iddiaları çok ciddi ve ağırdır: “Fauci, Çin Komünist Partisinin (ÇKP) ölümcül sars koronavirüsleri üretmesine olanak tanıyan araştırma faaliyetlerinin arkasındaki en büyük güç oldu. Bu da kazara olsun ya da olmasın sars-cov-2’nin Wuhan Viroloji Enstitüsü’nden salınmasına yol açtı. Fauci, ÇKP ve DSÖ ile iş birliği içinde, başlangıçta Pandeminin kökenleri ve tehlikeleri hakkındaki gerçeği bastırdı ve böylece virüsün Çin’den dünyanın geri kalanına yayılmasını sağladı. Fauci, Etiyopya’daki kolera salgınlarını örtbas etmekle suçlanan, yozlaşmış bir geçmişi ve terörist bağları olan bir Marksist-Leninist Etiyopyalı siyasi partinin üyesi olan DSÖ Genel Müdürü Tedros Adhanom Ghebreyesus’u destekledi ve övdü. Fauci geçtiğimiz günlerde sars-cov-2’nin doğal mutasyonu savunarak, Wuhan Viroloji Enstitüsü’nde yaratıldığı ve serbest bırakıldığı olasılığını reddettiği bir makale yayınladı. Ayrıca küresel salgını ‘yeşil yeni anlaşmayı’ ve  ‘Büyük Sıfırlama’ diye bilinen küreselci hareketi haklı çıkarmak için de kullanıyor. Fauci, … Gerçekte, küreselci ilaç firmaları ve küreselci organizasyonlarla çalışıyor ve onları güçlendiriyor… Bu küreselciler, politikaları ve uygulamaları, kapatmalar da dâhil olmak üzere, dünya genelinde koşulları kötüleştirmeye devam ederken o, güç ve etki kazandı. Fauci ve Tedros, ‘Birlikte, başlangıçta Kovid-19 tehlikelerini en aza indirdiler. Çinlilerin virüsü binlerce uluslararası yolcu uçuşu ile yaymasına izin verirken dünya çapında salgın hazırlıklarını ertelediler. Fauci, Başkan’ın, Genel Müdür Tedros ve Çin’e yönelik eleştirisini alenen baltaladı. Bunun yerine Fauci, Tedros’un güvenilir ve ‘seçkin’ bir adam olduğu konusunda dünyaya güvence verdi. Tedros’un Çin’deki bağlantılarının benzer şekilde güvenilir olduğunu ve güvenilebileceğini ima etti.  Fauci, dünyada olağanüstü yıkıcı bir güç oldu ve olmaya devam ediyor. Fauci aynı zamanda şişirilmiş Kovid-19 vaka sayılarını destekliyor ve CDC’den ölümleri bildiriyor, ardından şişirilmiş tahminleri, emsali olmayan ve bilimsel temeli çok az olan veya hiç olmayan baskıcı halk sağlığı önlemlerini gerekçelendirmek için kullanıyor, ancak etkisi ve gücünü, küreselci ortaklarının servetini koruyor. Fauci’yi kovmanın, tüm bu felaketi araştırmanın ve ABD’yi ve dünyayı ister kaza eseri ister kasıtlı olsun, gelecekte laboratuvar kaynaklı salgın felaketlerden korumak için ne yapılması gerektiğini düşünmenin zamanı geldi.”[41]

Dikkat çeken nokta, örgütün hiçbir bilimsel temele dayanmayan ve panik meydana getiren tahminler yapmasında kasıtlı bir davranış içerisinde olmasının yüksekliğidir.  Korona salgınında örgütün takındığı tavırdan dolayı ABD Başkanı Trump doğrudan doğruya örgütü hedefe koyup çok ağır eleştirilerde bulunmuş ve örgütten ayrılmıştır. Örgütü ciddi bir şekilde suçlamıştır: “DSÖ birçok konuda yanıldı. Uyarmakta geç kaldılar. Büyük ihtimalle biliyorlardı ama söylemediler. Çin odaklı çalışıyorlar. Bütçelerini keseceğiz. Korona Wuhan’daki laboratuvarda ortaya çıktı. Elimizde ciddi kanıtlar var. Dünya Sağlık Örgütü utanmalıdır. Çin’in halkla ilişkiler örgütü gibi çalışıyorlar... Bu soruşturma, DSÖ’nün koronavirüsün yayılmasını gizlemesine ve süreci iyi yönetmemesine yönelik olacak. Sinsi bir düşmanla savaşıyoruz, kazanacağız!”[42]  

Japonya Başbakanı Şenzo Abe; “Japonya Avrupa Birliği ile birlikte adil, bağımsız ve kapsamlı bir inceleme yapılmasını önerecek”; Japonya Dışişleri Bakanı Toshimitsu Motegi “Uluslararası toplumda virüsün tam olarak nereden geldiği ve ilk tepki hakkında çok fazla tartışma var.” “Kapsamlı bir soruşturmanım bağımsız bir organ tarafından yapılması çok önemli” ifadelerini kullanarak[43] Trump’ın söylemlerine bir bakıma iştirak etmişlerdir. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, DSÖ’yü “salgın krizini eksik yönetmekle” suçlarken; Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron  “Çin’in, koronavirüsün yönetiminde bizden daha iyi olduğunu söyleyecek kadar saf olmayalım. Bilmiyoruz. Açıkçası bilmediğimiz şeyler oldu” (17 Nisan 2020) demiş olması anlamlıdır.[44]

Trump, Le Drian ve Macron’un kullandıkları cümleler, arkada yürütülen çok ciddi bir savaşın var olduğunun göstergesidir.  Arkada kim kimle niçin savaşmaktadır? “Sinsi düşman kimdir? Bu sinsi düşmanın Çin’le Siyonizm’le bir ilgisi var mıdır? Çin görünür bir güç olduğuna göre, Çin’i yönlendiren bir başka güç mü vardır ki sinsi, görünmez olsun? DSÖ kimin Truva atıdır? Trump’ın ABD tarafından örgüte verilen parayı kesmesinden sonra devreye Bill Gates’in girmesi, Siyonizm’in dünya hâkimiyet mücadelesinde örgütün stratejik öneminin olduğunu göstermektedir. Kurucuları arasında Rockefeller’in bulunması, Siyonist hareketin bu tür uluslararası yapılara verdiği önemin bir göstergesidir. Diğer taraftan DSÖ İngiliz kraliyet ailesi ile irtibatlıdır. “DSÖ’nün 2005 yılından bugüne Avrupa sorumlusu, başkanı, temsilcisi, patronu, Danimarka Veliaht Prensi Frederik’in eşi, Danimarka Kraliyet Prensesi, Veliaht Prenses Mary’dir.”[45] 

Bu bağlamda bir DSÖ çalışanı olan Dr. Alison Katz, 2007 yılında yeni seçilmiş olan DSÖ Genel Müdürü Dr. Margaret Chan’a yazdığı açık mektubunu da hatırlamakta fayda vardır. Mektubunda, “DSÖ’nün uluslararası sağlık otoritesinin azınlık ama güç sahibi ülkelerce artan biçimde zayıflatıldığını ve örgütün hizmet ettiği insanlardan koptuğunu” belirtmektedir.[46]  Öyleyse DSÖ kimin Truva atıdır?

Araştırmacı Murat Akan’a göre “Koronavirüs salgını kararı”, “yeni bir dünya düzeni kurmak” için “Davos’ta Dünya ekonomik formunda alınmış”, “hayata geçirilme görevi de DSÖ’ye verilmiştir”: “Koronavirüs süreci DSÖ kontrolünde sosyal, politik ve sağlık alanlarında yeni yapılanma sürecini hızlandırmak için üretilmiş bir bahanedir. İkinci aşama; küresel ekonominin çökmesi, yoksulluk, işsizlik ve açlıktan ölüm oranının artması olacaktır. Bu bir mühendislik faaliyetidir. Küreselciler, yeni bir dünya düzeni için konvansiyonel ya da nükleer savaş yerine biyolojik savaşa karar vermişlerdir. Bu nedenle; koronavirüsün sosyal deneyleri Rockefeller ve Bill Gates Vakıfları tarafından yapılmış, Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda onaylanmıştır.”[47] Öyleyse DSÖ kimin Truva atıdır?

Sonuç: “Ekini/Harsı ve Nesli Yok Etmek” İsteyen Bir Zihniyete Dur Demek

Çin’in Wuhan üzerinden başlatılan biyolojik savaş deneyimi şunu ortaya koymuştur: Laboratuvarda üretilmiş bir virüsün bir ülkeye ya da tüm dünyaya yollanması, bugün için çok kolaydır. Biyolojik silahlar, hedef ülkeye ya da ülkelere gönderildikten sonra başta DSÖ gibi kuruluşlar olmak üzere tüm şer ittifakının kuruluşları harekete geçmekte, hedef ülkeyi/ülkeleri en kötü durumda göstermek için psikolojik savaş mekanizmasını harekete geçirmektedirler.

Böyle bir psikolojik harekâtla hedef ülke/ülkeler bir taraftan ekonomik olarak zarara uğratılırken diğer taraftan siyasal ve sosyolojik olarak iç gerilimlere ve bunalımlara sürüklenmektedir. Hedef ülkenin iktidarları acze düşürüldükten sonra mahiyeti bilinmeyen aşılar servis edilerek hem para kazanılmakta hem hedef toplumun sağlık yapısı bozulmakta hem de soy arıtım/soykırım/nüfus azaltılması gizlice gerçekleştirilmektedir. 

O nedenle Türkiye, kendi aşı sistemini, biyo-güvenlik sistemini mutlaka kurmalıdır. Sistemin işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık.” diyen Rockefeller’in [48] ve “Dünyada 6,8 milyar insan var ve bu rakam 9 milyara doğru çıkıyor. İyi bir aşılama programı ve sağlık hizmetiyle bunu %10-15 azaltabiliriz.” diyen Bill Gates’in [49] niyetleri bellidir. Bu gerçek göz önüne alınarak kartlar yeniden karılmalıdır. Saflar yeniden belirlenmelidir. DSÖ’ye bu kapsamda bakılmalı, yapılmış İstanbul Ofisi anlaşması acilen iptal edilmelidir. Siyonizm’in dünya nüfusunu azaltmak için çizdiği yol haritasını, başvurduğu, yöntemleri göz önüne aldığımızda, çok büyük bir ifsat ve ifrat hareketi ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Bütün bunlar, kendine “arı ırk”(!), “üstün ırk”(!), “seçilmişler”(!), “elitler”(!) diyen bir kesimin/Siyonizm’in, dünyayı tek başına, kolayca yönetebilmek için yapılmakta ve de yapılmak istenmektedir. Bunlar, tam iktidar oldukları zaman insanlığın nasıl bir zülüm mekanizması ile karşı karşıya kalabileceğini tahayyül etmek bile zordur. Dünyanın hemen hemen her bölgesinde başlatılıp sürdürülen iç savaşlar bir asimilasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Hedef 500 milyonluk bir dünyayı, feodal bir döneme döndürüp (komünizmdeki ilkel komünal dönem), şehir devletlerine bölüp (Eski Sparta, Atina şehir devletleri gibi) yönetmeyi hedeflemektedirler. Bunun anlamı, insanlığın asırlar boyu tüm kazanımlarını sıfırlayıp, yok edip sadece ve sadece kendi ırklarının (onlardan da kendilerini tasvip edenler) efendi olduğu diğerlerinin hizmetçi, köle olduğu, yeni bir dünya düzeni/dijital dünya düzeni/dijital diktatörlük düzeni inşa etmek istiyorlar.

2021 yılında Davos’ta konuşulacağı söylenen, “Büyük sıfırlama”, gelecek 100 yılın şekillendirilmesi demektir. Ne ve kimler sıfırlanacak sorularının cevapları önemlidir. Türkiye buna hazır olmalı, gerekli tedbirleri almalıdır. Tam bu noktada Kur’ân’ın çağrısına, işaret ettiği büyük tehlikeye ve yapılması gerekenlere bakmak gerekmektedir:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi/iktidar oldu mu yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez. Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, onu büyüklük gururu günaha sürükleyerek alıp-kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır. Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2 Bakara 204-208)

Cesaretle süreçte rol alıp, ifsat hareketini durdurup yok etmek iman edenlerin ana görevlerindendir. Bu konuda Allah bizimle beraberdir ve bize yollarını gösterecektir: “Bizim uğrumuzda cihat edenlere, biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz.  Gerçek şu ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.” (29 Ankebût 69). “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar.” (8 Enfal 29)

Hak ettiğimiz takdirde Allah, “görünmez orduları” ile bize yardım edecektir: “Ey iman edenler; Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.” (33 Ahzâb 9)

Allah, Siyonizm’in bu büyük fitne ve ifsat hareketine müsaade etmeyecektir. Bu, ilahi sünnetin ve yaratılış kanunlarının gereğidir. Eğer iman edenler bu büyük fitne ve ifsat hareketine karşı sorumluluklarını yerine getirmezlerse, Allah başka insan unsurunu bunların üzerine göndererek onları mutlaka cezalandıracaktır: “Eğer Allah’ın, insanların bir kısmıyla bir kısmını defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder...” (22 Hacc 40). “(Bu,) Allah’ın vadidir; Allah vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm 6) “Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlar için yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah’ın vadidir. Allah, vadinden dönmez.” (39 Zümer 20)

 Bu konuda bütün gönüllü kuruluşları, vakıfları, sendikaları, meslek odalarını, siyasi partileri ve yöneticileri göreve davet ediyoruz. Bu konu, her türlü siyasi mülahazanın üstünde millî bir meseledir, millî bir davadır. Bir gelecek sorunudur. Henüz vakit varken!


[1] Burhanettin Can, İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel Savaş”, Eylül 2017, Umran. Burhanettin Can, İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: “Küresel Savaş” Türkiye Üzerinden mi (!)? Çıkarılmak İsteniyor, Ekim 2017, Umran.

[2] Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye ile İlişkileri, Türkiye Cumhuriyeti, Sağlık Bakanlığı Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı, Ankara, 1997. https://www.mfa.gov.tr/who.tr.mfa#:~:text=DS%C3%96%20Anayasas%C4%B1'n%C4%B1n%2026%20%C3%BCye,de%20BM%20Saray%C4%B1'nda%20d%C3%BCzenlenmektedirhttps://www.healthworldnews.net/tarihce/ https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnya_Sa%C4%9Fl%C4%B1k_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC

 https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483

[3] https://www.who.int/dg/regional_directors/jakab/en/ https://www.euro.who.int/en/about-us/regional-director/regional-directors-emeritus/dr-zsuzsanna-jakab,-2010-2019 https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483

[4]https://www.mfa.gov.tr/who.tr.mfa#:~:text=DS%C3%96%20Anayasas%C4%B1'n%C4%B1n%2026%20%C3%BCye,de%20BM%20Saray%C4%B1'nda%20d%C3%BCzenlenmektedir.  https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/dunya-saglik-orgutu-who-world-health-organization-483 https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnya_Sa%C4%9Fl%C4%B1k_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC

https://dergipark.org.tr/tr/pub/deusosbil/issue/26338/277520

[5] Mehmet Ali Güler, “DSÖ Saflaşması”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2020. “Dünya Sağlık Örgütü: Kim tarafından finanse ediliyor, nasıl kuruldu ve rolü ne?”, BBC Türkçe 15.04.2020.

[6] Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye ile İlişkileri, Türkiye Cumhuriyeti, Sağlık Bakanlığı Dış ilişkiler Dairesi Başkanlığı, Ankara, 1997. https://www.dikgazete.com/gundem/turkiye-ile-dso-arasindaki-anlasma-resmi-gazete-de-yayimlandi-h553031.html  https://www.cnnturk.com/turkiye/turkiye-ile-dso-arasindaki-anlasma-resmi-gazetede-yayimlandi

[7] https://www.saglik.gov.tr/TR,21342/turkiye-ile-dso-arasinda-istanbul-ofisi-anlasmasi.html ; http://www.mfa.gov.tr/no_-205_-dunya-saglik-orgutu-nun-(dso)-insani-ve-saglik-acil-durumlarina-hazirliklilik-cografi-ayrik-ofisi-nin-istanbul-da-kurulmasi-hk.tr.mfa

[8] https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html;

[9]  https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html;

[10] https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/202005011041949524-trumpin-comezi-bolsonaro-bu-kez-dsoyu-cocuklar-arasinda-escinsellik-ile-masturbasyonu-tesvik/

[11] https://www.medyaradar.com/whoya-itaat-etmeyen-italyan-doktorlar-koronavirus-sirlarini-kesfetti-haberi-2027358

[12]Arslan Bulut “PCR testi, genetik iz sürme testi ise...” Yeniçağ, 23 Oca 2021. https://www.5gvirusnews.com/saglik/italyada-olu-yalan-soylemez-h64.html;

https://rairfoundation.com/renowned-forensic-doctor-destroys-media-killer-virus-lies-nobody-has-died-of-covid-19-in-hamburg-without-previous-illness-watch/

[13] https://www.coronagercegi.com/post/dr-stoian-alexov

[14] https://www.coronagercegi.com/post/kovid-sayimi

[15] Arslan Bulutagy.

[16]  Michel Chossudovsky, “Big Pharma'nın Covid Aşısı Küresel Araştırma”, 01 Mayıs 2021; “2020-21 Dünya Çapında Corona Krizi: Sivil Toplumu Yıkmak, Tasarlanmış Ekonomik Buhran, Küresel Darbe ve "Büyük Sıfırlama"https://www.globalresearch.ca/big-pharmas-covid-vaccine-2/5744108

[17] Hüseyin Vodinalı , “Who is Who?”  6 Nisan 2020, Veryansın.

[18] https://www.5gvirusnews.com/saglik/otopsi-ile-asi-baglantisi-h404.html

[19] https://www.5gvirusnews.com/saglik/adli-profesorden-katil-virus-yok-h39.html

[20] https://www.5gvirusnews.com/saglik/adli-profesorden-katil-virus-yok-h39.html

[21] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/dso-turkiye-ofisinden-aciklama-olumlerin-asiyla-baglantisi-yok-41718299

[22]  Necati Dedeoğlu, Uluslararası Sağlık Çalışmalarının Tarihçesi, Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayını, Antalya, 1988, Antalya. Necati Dedeoğlu,  “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık Hakkı ve Küreselleşme”
 (World Health Organisation, Right to Health and Globalisation), AF Preventive Medicine Bulletin, 2010: 9(4) www.korhek.org 361; Derleme/Rewiev Article TAF Prev Med Bull 2010; 9(4): 361-366.

[23] Necati  Dedeoğlu, “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık Hakkı ve Küreselleşme”

[24] G. Aksakoğlu, “Herkes İçin Sağlıktan Hedef 21’e: Dünya Sağlık Örgütü Değişiyor”, Toplum ve Hekim, Mart Nisan 2002, 17, (2):91-100.

[25]  Evren Balta,18 Nisan 2020.

[26] İ, Belek, “ Dünya Sağlık Örgütü nereye Gidiyor? 2000 Yılı Performans Raporu Üzerine Bir Değerlendirme”, Toplum ve Hekim, 2002 Cilt 17 (2):120-125.

[27] İ, Belek, agm. WHO. Fact Sheet No:304 Electromagnetic fields and public health, 2006, Geneva.

[28] İ, Tokalak, Dünyada İlaç ve Kimya Terörü,  Ataç Yayınları, İstanbul, 2019, s. 173-175, 200-215. Güngör Uras, “Domuz Gribi Pazarlanıyor”, Milliyet, 27 Ekim 2009.

[29] İ, Tokalak, age.

[30]  Hüseyin Vodinalıagy. https://journal-neo.org/2020/04/02/can-we-trust-the-who/ https://www.dailymail.co.uk/health/article-1302505/WHO-swine-flu-advisers-ties-drug-firms-Experts-linked-vaccine-producers.html

https://www.thenation.com/article/politics/covid-military-shortage-pandemic/

https://www.military.com/daily-news/2020/04/01/naval-war-college-ran-pandemic-war-game-2019-conclusions-were-eerie.html https://www.abc.net.au/news/2020-02-17/coronavirus-who-underfunded-internal-corruption-allegations/11970382

[31] İ, Tokalak, age.

[32] İ, Tokalak, age.  Jane Burgenneister, “Summary of the swine flu criminal case”, 01.08.2009, www.theflucase.com.

[33] İ, Tokalak, age.

[34] İ, Tokalak, age. Kapıcıoğlu, S., Domuz Gribi - Yalancılar Çıkarcılar, İstanbul: Bilnet Matbaacılık, 2009. Müftüoğlu, O., “Domuz gribi salgını kapımızda mı?”, Hürriyet, 25 Ekim 2009.

[35]  Arslan Bulut, “Dünya Sağlık Örgütü Yine Suçüstü Yakalandı!”, Yeniçağ, 24 Nisan 2020.

[36] İ, Tokalak, age. “Küresel Sermaye ve Domuz Gribi” , Www.Uhim.Org 

[37] İ, Tokalak, age.

[38]  Uruş, A., “Domuz gribi aşısından Sağlık Bakanlığı’na güvenmiyoruz”, HaberTürk, 14 Aralık 2009.

[39] İ, Tokalak, age.

[40] Milliyet, 19 Kasım 2009. 

[41] https://www.5gvirusnews.com/hukuk/fauci-hakkinda-korkunc-rapor-h317.html

[42] “Yeni Küresel Düzenin Ayak Sesleri”, 24 Mart 2020, “Fatura Trump’a”, 8 Nisan 2020  Politika Merkezi. Ergün Diler, “İstihbarat Virüsü”, Posta, 2 Mayıs 2020. “Dünya Sağlık Örgütü: Kim tarafından finanse ediliyor, nasıl kuruldu ve rolü ne?” BBC Türkçe,  15 Nisan 2020.

[43] Temel Yılmaz, “Dünya Sağlık Örgütü'nde neler oluyor: Pandemi gerçekten dünyayı bir felakete mi götürüyor?”  Habertürk, 20 Ağustos 2020.

[44] Mehmet Yılmaz Dünya Sağlık Örgütü’nün Kara Kitabı; www.derindusunce.org

[45]  https://www.dikgazete.com/tc-kanunlarina-tabi-olmayan-dunya-saglik-orgutunun-istanbul-cografi-ayrik-ofisi-casusluk-merkezi-mi-makale,3110.html;  https://www.healthworldnews.net/dunya-saglik-orgutu-istanbul-ofisi-kurulmasi-anlasmasi-yururluge-girdi/  https://www.saglik.gov.tr/TR,68981/dso-istanbul-acil-durum-ofisinin-acilisi-yapildi.html

[46] Necati Dedeoğlu “Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık Hakkı ve Küreselleşme”, Katz A. Open letter to Dr. Chan. People’s Health Movement._2007. www.phmovement.org/files/alison_letter.   

[47] https://www.yeniakit.com.tr/haber/koronavirus-iki-kurum-tarafindan-yapildi-dedi-ve-ekledi-tutmazsa-piyasaya-o-sistemi-surecekler-1243999.html

[48]  http://ahmethakancakici.blogspot.com/2018/11/ailesiz-toplum-modern-family-ya-sonras.html.

[49] edebiyatgazetesi / Kritik Eşik  (2010).

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...