(Umran Dergisi)
“Günü kurtarmak isteyenler Akasya; Geleceği kurtarmak isteyenler ise Çınar dikerler.” Mustafa Özel
Refah Partisini İktidara Taşıyan Korku: Hayâsızlık
Refah Partisinin birinci parti olarak çıktığı 1996
seçimleri sonrasında, eski Cumhurbaşkanı Org. Kenan Evren’le seçimler üzerine
yapılmış bir röportajla, 29.07.2005 tarihli Hürriyet
Kelebek’te yer alan Fatih Ürek’le
Arto’nun anne ve babaları uyaran açıklamaları arasında ilginç bir bağlantı var.
1996 seçimlerinden Refah Partisinin birinci parti
olarak çıkması sonrasında Kenan Evren’le seçimler üzerine yapılan bir
röportajda, “Seçimleri niçin Refah Partisi kazandı?” sorusuna Evren’in verdiği
cevap çok çarpıcıydı. Evren soruyu, “Refah’ı
popo kazandırdı” ifadesini kullanarak cevaplandırmaya başlamıştı. Sonra da
bu ibareyi niçin kullandığını emekli bir arkadaşı ile yaptığı sohbete dayanarak
açıklamıştı. Evren, emekli orgeneral bir arkadaşı ile seçimler üzerinde sohbet
ederken arkadaşına, “paşam hangi partiye rey verdin” diye bir soru sorar.
Emekli arkadaşının verdiği cevap Evren’in oturduğu koltuktan ayağa fırlamasına
sebep olur. Emekli orgeneral tereddüt etmeden Evren’in sorusuna “Refah” diye
cevap veririr. Evren, “Nasıl olur paşam?
Sen onları hiç sevmezsin ve senin düşüncen onlarla hiç bağdaşmaz” diyerek
şaşkınlığını gizleyemez. Emekli orgeneral gayet sakin bir tarzda “anlatayım paşam” der ve konuyu açar:
“Refah’ı ve Erbakan’ı hiç
sevmem; bu doğrudur. Bir gün küçük torunumla birlikte Fatih Ürek ve
arkadaşlarının birlikte hazırladığı bir programı seyrediyorduk. Torunum bana
aniden, ‘dede ben büyüyünce bunlar gibi olacağım’ dedi. Beynimden vurulmuşa
döndüm. Onlarla ilgili çocuğa söylenebilecek ne kadar kötülük varsa sayıp
döktüm. Ancak torunumun verdiği cevap daha korkunç, daha düşündürücüydü...
‘Madem o kadar kötüler,
niçin bütün gün onları televizyonlarda seyrediyoruz. Niçin televizyonlarda hep
onlar var?’ O masum insanın masumane ve fakat o kadar da içten sorduğu soruya
verecek cevabım yoktu. İşte o anda Refah’a oy vermeye karar verdim. Dinsizin
hakkından imansız gelirdi. Bu ahlakî çürümeyi ancak bunlar durdurabilirdi.
Gençlerin dejenere edilmesine bunlar mani olabilirdi. Bu düşünce ile sevmediğim
ve istemediğim halde Refah’a rey verdim paşam.”
İşte bu açıklamalar üzerine Evren, ‘Refah’ı popo
kazandırdı’ ifadesini kullanır.
Kendisine karşı olanların bile kendisini kurtarıcı olarak gördüğü bir hareket, ne yazık ki bu değişimi göremeyip 28 Şubat Post-modern Darbesine toslayınca hareketin genç kadrosu; ‘değiştim’ diyerek mevcut akıntıya kendisini kaptırmayı bir kurtuluş olarak görmüştür.
Yaşam Tarzı ile Fıtrat Arasındaki Tezadın Sonucu: Bunalım
Evren’in emekli orgeneral arkadaşının şikayetçi olduğu
Fatih Ürek ve arkadaşları ise bugün, gençliğin gidişatından şikayet etmekte,
anne ve babaları uyarma ihtiyacı duymaktadırlar:
“(Fatih Ürek:)Yıllardır yazlık mekanlarda çalışan
birisi olarak, son bir kaç yılda gördüklerim canımı çok acıtıyor. 14-16
yaşındaki çocukların ellerinden ne sigara düşüyor, ne de içki kadehi. Kendi
kendime soruyorum, ‘Bu çocukların aileleri yok mu’ diye... Kulüplere gelenler
bir gecede 4-5 milyar, hatta bazen daha fazla harcıyor. Baba parası yiyorlar. Gördüklerimi
anlatsam sayfalar yetmez...”1
“(Arto:)14 yaşındaki çocuklar beach’lerde
eğleniyorlar. İçki içeni de var sigara içeni de. Çünkü buralarda, gece
kulüplerinde olduğu gibi 18 yaş sınırı yok. Tabi ki bu çocuklar eğlensin ama
ailelerinin gözetimi altında. Kulüplere gidenler ise henüz 18’ine basan
gençler. Grup halinde geliyorlar, hesap 6 milyarı buluyor. Bazıları babasının
hesabına yazdırıyor, bazıları 5-6 milyarı nakit ödüyor. Gece hayatında
gördüklerim gidişatın hiç de iyi olmadığını gösteriyor.”1
Emekli
orgeneralin Fatih Ürek ve arkadaşlarından şikayetçi oluşundan bu yana 8 yıl
geçmiştir. 8 yıl sonra Fatih Ürek gibiler aracılığıyla ekilen tarlanın mahsulü
şimdi biçilmektedir. Bu ürünün yetişmesinde dahli olanların bile gördükleri
üründen dehşete kapıldıkları anlaşılmaktadır. Senaryoyu başkaları yazmış, Fatih
Ürek gibiler birer piyon olarak sahnede rol almışlardır. Sonuçtan senaryoyu
yazanlar memnun; piyonlar ise dehşete kapılmış gibiler.
İnsanların içinde yaşadıkları gayrı insani durumdan
bir müddet sonra şikayetçi olmaları çok doğal bir hadisedir. Şikayetin nedeni,
insan fıtratı ile yaşam tarzı arasındaki tezattır. Fıtratla yaşanılan hayat
arasındaki çatışma veya uyum, bunalım veya mutluluğa sebebiyet verir. Bugün
dünyadaki bunalımın temelinde fıtratla yaşam tarzı arasındaki uyumsuzluk
yatmaktadır.
Allah insanı belli kanuniyetlere sahip olarak
yaratmıştır. Fıtrat dediğimiz bu kanunlara insan uymak zorundadır. Bunlara
uyduğu sürece mutlu, uymadığı zamanda mutsuzdur, bunalımdadır. Bu kanuniyetleri
bir bütün olarak keşfetmek ancak yaratıcının bilgisi ile mümkün olabilmektedir.
Yaratıcının yol göstermesi olmadan inşa edilen yaşam tarzı, hayatın
parçalanmasına sebebiyet verir. İnsan gelgitler içinde bocalayıp durur: O
nedenle Allah Kur’an’da insanları fıtrat dinine çağırır:
“Zulme sapanlarsa ilimsiz bir biçimde hevâlarına uymuşlardır.
Allah’ın saptırdığına kim yol gösterecek? Böylelerinin yardımcıları yoktur.
O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah’ın
insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme
olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar. O’na
yönelmiş kişiler olarak O’ndan sakının! Namazı/duayı yerine getirin ve sakın şirke
sapanlardan olmayın; Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline
geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür.”(Rûm 30/29-32)
Allah’ın yaratışında herhangi bir değişiklik
olamayacağına göre insan, yaşam tarzını, düşünce tarzını değiştirip fıtratın
yasalarına uymaya çalışmalıdır. Ne yazık ki, insanların çoğunluğu bu gerçeği
görememekte ve de bilememektedir. Fıtrata aykırı bir şekilde yaşadıkları hayatın
kendilerine çıkaracağı faturanın şuurunda değiller:
“İnsanların içinde kimi de vardır ki: “Allah’a ve
ahiret gününe inandık” derler; halbuki iman etmiş değillerdir. Allah’ı ve
müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sadece kendilerini aldatırlar da farkına
varmazlar. Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah hastalıklarını artırmıştır ve
yalancılık ettikleri için bunlara pek acı bir azap vardır.
Onlara: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” denildiği
zaman: “Biz ancak düzelticileriz” derler. Ha! Doğrusu bunlar ortalığı
karıştıranlardır. Fakat şuurları olmadığından farkında değillerdir.
Yine bunlara: “İnsanları inandıkların gibi inanın.”
dendiği zaman: “Biz de o budalaların inandıkları gibi mi inanalım?” derler. Doğrusu
budala kendileridir, fakat bilmezler.
Bir de iman edenlerle karşılaştıklarında: “Biz de
inandık” derler. Kendi şeytanları ile başbaşa kaldıklarında: “Emin olun biz
sizinle beraberiz, biz ancak alay ediyoruz.” derler. Asıl Allah onlarla alay
ediyor ve taşkınlıkları içinde bocalarlarken kendilerini sürükleyip götürüyor.
İşte bunlar öyle kimselerdir ki hidayet karşılığında
sapıklığı satın almışlardır da ticaretleri kar etmemiştir. Kar yolunu tutmuş da
değillerdir.”(Bakara 2/8-16)
Özetle fıtrata ters bir yaşam sürenler “sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.”(2/18)
Gerçeği algılama ile ilgili tüm mekanizmaları, içinde
yaşadıkları sistem tarafından tahrip edilmiştir. Bundan dolayı gerçeği
göremezler, bilemezler ve yaptıklarının şuurunda olamazlar.
Batakhanelerde ticaret metaı haline getirilenler bizim
kızlarımız ve erkeklerimizdir; diri diri gömülen ve canlı cenaze haline
getirilenler bizim insanlarımızdır. Milletinden, ülkesinden ve inançlarından
koparılanlar bizim insanlarımızdır. O büyük hesap gününde, onları kurtarmak
için ne yaptığımızdan sorgulanacağımız insanlardır bunlar:
“Diri diri gömülen kıza sorulduğunda; hangi suçtan
öldürüldü diye”(Tekvir 81/8,9)
Evet bu hesap sorulacaktır. ‘Zalimlerin zulmü altında
inleyen mazlumlar için ne yaptınız?’ sorusu ile karşılaşacağız. Bu gerçek
gözden uzak tutulmamalıdır. Fatih Ürek ve arkadaşlarının çığlıkları ‘bizi
kurtarın’ çığlıklarıdır. Zalimlerin sultası devam ettiği sürece de bu çığlıklar
hiç bitmeyecektir.
İnsanların ve Toplumların Özünü Değiştirebilmek
Ancak bunu yapabilmek için Rûm/31 ve 32. ayetlerde
bazı ön şartların sağlanması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Fıtrat dini, fert ve toplumu temel değerleri, birincil
değerleri, ana frekansları gözönüne alarak değiştirmeyi hedefler. Bunalım
yaratan ana parametrelere dikkat çekerek köklü, özlü bir değişimi öngörür. Bir
zihniyet değişimi gerçekleştirmeden sonuçları yasalarla değiştirmeye kalkmaz.
Yukarıya alıntıladığımız Rum sûresinin31, 32. ayetlerinde değişim için, ‘Allah’a yönelin’, ‘Allah’tan korkun’, ‘O’na
ibadet edin’, ‘Şirke sapanlardan olmayın’, ‘Dinin bütünlüğünü bozmayın,’ gibi bazı ön koşulların var olduğunu
görüyoruz. Şüphesiz ki fıtrat dininin hayatı tanzim etmesi için gerekli ön
koşullar, sadece bunlar değildir.
Böyle bir değişim için ciddi bir ön hazırlığa ihtiyaç
vardır. Burada sorulacak ana soru, öncelikle neyi değiştirelim ki köklü kalıcı
bir değişim meydana gelmiş olsun? İnsanın/ toplumun özü değişmiş olsun. Sorun,
sonuçları tartışmak, onlar üzerine îmal-i fikr eylemek değildir. İyi, olumlu
sonuçlar doğuracak ana noktalar, ana konular nelerdir? Neler sebep, neler
sonuçtur? Daha açıkçası, değişimin ana dinamikleri nelerdir? Söylemek
istediğimiz, Kur’ân-ı Kerim’de Rad 11, Enfal 53’de dikkat çekilen husustur:
“Allah, bir kez bir kavme verdiği bir nimeti, onlar
kendilerindeki bu nimete erme sebebini değiştirmedikçe değiştirecek değildir.
Tıpkı Firavun hanedanı ve onlardan öncekilerin gidişi
gibi. Onlar, Rab’lerinin ayetlerine yalan dediler, Biz de kendilerini günahları
yüzünden helak ettik ve Firavun hanedanını suda boğduk. Onların hepsi zalim
kimselerdi.”(Enfal 8/53-54)
“Gerçek şu ki Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah’ın dışında koruyucu bir dost da olamaz.” (Rad 13/11)
Fıtrata Aykırı Bir Sisteme Başkaldıran Bir Genç Öncü Grubu: Ashab-ı Kehf
Bugün şikayet edilen noktalar, nelerin sonuçlarıdır.
Hangi sebepleri değiştirirsek bugünkü sonuçlar otomatik olarak değişir. Geçen
sayıdaki yazıda iki cariyenin konuşmasından ve Hz. Yusuf’un takındığı tavırdan
hareketle bazı ana noktalarda temel bazı sorular sorup cevaplarını aramıştık.
Elde ettiğimiz cevapları özet olarak vermiştik:
Cevap: “Allah’a ve Ahiret gününe iman etmiş olmaktır(12/37).
Cevap: “Allah’a hiçbir şekilde şirk
koşmamaktır(12/38-39).
Cevap, sadece Allah’a kulluk etme ve sadece Allah’a
ibadet etmedir.
Cevap: “Dosdoğru olan bir dine tabi olmadır(12/40).”
Bu yazımızda toplumu değiştirmenin ana dinamiklerini,
bir başka genç öncü grubun mücadelesini gözönüne alarak bulmaya çalışacağız. Bu
genç öncüler, Kuran’da Ashab-ı Kehf olarak isimlendirilir. Kehf sûresinin bir
bölümü, bu genç öncülerin mücadelesini anlatır. Kur’ân onları, ‘Rablerine iman etmiş genç yiğitler grubu’
olarak tanımlar(18/13). Bu genç yiğitler, mevcut sisteme, yaşam tarzına
başkaldırıp bir mağaraya sığınmışlardır. Kıyamlarındaki ana neden yaptıkları
duada gizlidir.
“Hani, o yiğit gençler o mağaraya sığındılar da şöyle
dediler: “Ey Rabbimiz, katından bir rahmet ver bize ve işlerimizde doğru olanı
kolaylaştır.” (18/10)
Onlar, mevcut sistemin rabbınden ayrı olan başka bir
Rabbe inanmaktadırlar. Onların iman ettiği rab, alemlerin Rab’bidir ve ondan
başka hiç bir ilah yoktur:
“Rabbimiz, göklerin ve yerin rabbidir. O’ndan başka
hiçbir ilaha yakarmayız. Aksini yaparsak saçma söz söylemiş oluruz.”(18/14)
Kavimlerine karşı tavır almalarının ana nedeni,
ellerinde hiç bir kanıt olmadan Alemlerin Rabbinden başka ilah edinmiş olmaları
ve böylelikle Allah’a iftira etmiş olmalarıdır:
“Şunlar, şu kavmimiz O’ndan başka ilahlar edindiler.
Onlar hakkında açık bir kanıt getirselerdi ya! Yalan düzerek Allah’a iftira
edenden daha zalim kim olabilir? ...Madem ki onlardan ve Allah dışındaki
taptıklarınızdan yüz çevirip kıyam ettiniz, hadi mağaraya sığının ki, Rabbiniz
size rahmetinden bir nasip yaysın ve işinizde size kolaylık ve başarı
sağlasın.”(18/15,16)
Gençlerin mağaraya sığınmaları ve yıllarca orada
uykuda kaldıktan sonra kavimleri tarafından bulunmaları; ilahi sünnetin,
insanların dikkatini çok önemli bir kaç noktaya teksif etmelerini sağlamak
içindir:
Birincisi, İnsanların dikkatini ahiret hayatına
çekmektir:
“Böylece insanları onlar hakkında bilgilendirdik ki,
Allah’ın vaadinin hak, kıyamet saatinin de kuşkusuz olduğunu bilsinler.”(18/21)
İkincisi, gaybi bilgiler konusunda gereksiz
tartışmalardan kaçınılmasıdır:
“De ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onlar
hakkında bilgisi olan, çok azdır.” O halde, onlar hakkında yüzeysel bir
tartışma dışında hiçbir çekişmeye girme. Onlar hakkında, konuşup duranlardan
hiç kimseye bir şey sorma.”(18/22).
“De ki: ‘Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi
bilir’...”(18/26)
Üçüncüsü, gerçek bilginin Allah’ın kitabında var
olduğu ve o bilgiler referans alınarak davranılması gerektiğidir:
“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun
kelimelerini değiştirecek hiçbir kudret yoktur. O’nun dışında bir sığınak/bir
dayanak asla bulamazsın.” (18/27)
Dördüncüsü, anlık düşünmeyip uzun vadeli ve
derinlemesine düşünüp günün modasına ve günün zalim olan hakimlerine tabi
olmamak; mazlumun yanında olmak onu korumak. Allah’la Kur’an’la ilişkisini
koparmış olanlara karşı tavır almaktır:
“Benliğini,
sabah-akşam yüzünü isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. İğreti dünya
hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırıp uzaklaştırma. Ve sakın, kalbinin
bizim zikrimizden/Kur’an’ımızdan gafil koyduğumuz, boş arzularına uymuş kişiye
boyun eğme. Böylesinin işi hep aşırılıktır.”(18/28)
Ashabı Kehf’in mücadelesi ile Hz. Yusuf’un mücadelesini
beraber ele aldığımızda, toplumsal değişim için gerekli ana frekansların neler
olması gerektiği konusunda yeterli ve açık bir bilgiye sahip olabilmekteyiz.
Buna göre toplumsal değişim için fert veya toplumun;
• Allah’la
ilişkisinin düzenlenmesi,
• Ahiret
hayatı ile ilişkisinin düzenlenmesi
• Kur’ân’la
ilişkisinin düzenlenmesi
• Peygamberlikle
ilişkisinin düzenlenmesi
• Dinle
ilişkisinin düzenlenmesi
• Bu beşli ilişkiye bağlı olarak insanlar arası ilişkinin yeniden düzenlenmesi gerekir.
Allah’la İlişkinin Düzenlenmesi
Fıtrat dininde her şey, Allah’a imanla ilişkili olarak
inşa edilmiştir. Allah inancı hayatın ağırlık noktasına yerleştirilmiştir.
Hiçbir şey bundan bağımsız olarak düşünülemez. Dolayısıyla Allah’ı nasıl
anlayıp, nasıl inandığımız son derece önemlidir. Bu da ancak Allah’ın bize
kendisini nasıl tanıttığı ile anlamlı hale gelir. Allah bize kendini
peygamberler ve kitaplar aracılığıyla tanıtmaktadır. O nedenle Allah inancı
melekler, peygamberler, kitaplara olan inanç ile bağlantılı olarak düşünülmek
zorundadır. Bir yaratıcının varlığını kabul etmekle, Allah’a iman etmek aynı
şeyler değildir. Bu nedenle İslam, iman kavramına özel vurgu yapar. Dolayısıyla
Allah’a iman etmek demek, insanlığa gönderdiği peygamberler ve kitaplar
aracılığıyla Allah’ın kendisini tanımladığı şekilde kayıtsız şartsız
kabullenmek, inanmak demektir. Allah kendisini ‘Esmâü’l-Hüsnâ’ diye
isimlendirilen 99 sıfatla tanıtmaktadır. Allah’a iman etmek demek, bu 99
sıfatın gereği olan bir anlayışın, ruhsal bütünlüğün ve bir teslimiyetin
gösterilmesi demektir:
“En güzel isimler (Esmâü’l-Hüsnâ) Allah’ındır; O’na
onlarla dua edin. O’nun isimlerinde ters bir tutum izleyenleri bırakın. Yapıp
ettiklerinin cezasını çekeceklerdir.” (7/180)
Bunun aksi bir durum ise Allah’ın hakkını gerektiği
gibi takdir edememek, idrak edememek anlamına gelmektedir:
“Ey insanlar! Size bir örnek verildi; onu dinleyin. O
Allah’ın yanında yakarıp durduklarınız var ya, hepsi bir araya toplansalar bir
sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu bile ondan
geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de...
Allah’ı, şanına yaraşır biçimde takdir edemediler... ”
(22/73,74)
İnsanların Allah’ın güzel isimlerini ve sıfatlarını, özellikle İlah, Rab, Hâdî, Velî, Vekîl gibi sıfatlarını yeterince anlayıp takdir edemediği ve bu nedenle de yanlış yollara saptığı bilinmektedir. Tarih boyunca insanlıktaki en büyük sapma, bu kavramların ihata ettiği alanla ilgili olarak kulluk, ibadet, dostluk, yol göstericilik ve tevekkül çerçevesinde olmaktadır. Bu kapsamda meydana gelen yanlış anlayışlar, tüm bunalım ve çatışmaların ana nedenidir. Bu kavramların ihtiva ettiği çerçeve üzerinde burada ayrıntılı durulmayacaktır. Bununla beraber bu kavramların Kur’an’da nasıl yer aldığı örneklemelerle verilmeye çalışılacaktır.
Yalnızca Allah’ı İlah ve Rab Olarak Kabul Etmek
İlah ve Rab sıfatları genellikle Allah’a ibadet ve
kulluk kavramları ile birlikte geçmektedir. Kur’ân’da ismi geçen kavimlere
gönderilen peygamberlerin kavimlerine yaptıkları ilk çağrılarda, bu dört
kavramın birlikte kullanıldığını görmekteyiz:
“... Nûh’u toplumuna dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a
kulluk ve ibadet edin. Sizin ondan başka tanrınız yok. Üstünüze çok büyük bir
azabın inmesinden korkuyorum.” (7/59, 11/25)
“...Hûd
toplumuna dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka
ilahınız yok. Hâlâ sakınmıyor musunuz?”(7/65, 11/50)
“Sâlih toplumuna dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk
edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok. “ (7/73 11/61)
“Şuayb
toplumuna dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Size O’ndan başka ilah
yok! Size Rabbinizden açık bir kanıt gelmiştir. Ölçü ve tartıda dürüst
davranın. İnsanların eşyasına el koymaya tenezzül etmeyin. Yeryüzünde, orası
barışa kavuştuktan sonra bozgun çıkarmayın. Eğer inanan insanlarsanız bu sizin
için daha hayırlıdır.”(7/85, 11/84)
Kur’ân incelendiğinde bu şekilde bir davetin yalnızca
ismi geçen toplumlarla ilgili olmadığı, bütün peygamberlerin aynı çerçevede
toplumları davetle sorumlu kılındığı görülmektedir:
“Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona şöyle
vahyetmiş olmayalım: ‘Gerçek şu: İlah yok benden başka, artık bana
kulluk/ibadet edin’.”(21/25)
Fıtrat dininde bütün ilişki zinciri adeta bu dört
temel kavram üzerine oturtulmuş gibidir. Tevhidi değer sistemi ile diğer değer
sistemleri, İslam kültür ve medeniyeti ile diğer kültür ve medeniyetler
arasındaki bir uzlaşma, bu dört kavram üzerinde, Kur’an’ın ortaya koyduğu
çerçevenin kabul edilmesi ile, sağlanabilir:
“De ki: “Ey Ehli Kitap! Sizin ve bizim aramızda aynı
olan şu söze gelin: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler edinmeyelim!” Eğer yüz
çevirirlerse şöyle söyle: “Şahit olun, biz müslümanlarız/Allah’a teslim
olanlarız!” (3/64)
Tevhidi değerlerle Şeytanî değerler arasındaki
mücadelenin fünyesi, Rab kavramına yüklenilen anlamdır. Yalnızca Allah’ı Rab
olarak kabul etmek demek, mevcut sistemlerin ilahını tanımamak anlamına geldiği
için müminler tarih boyu zülme uğramışlardır:
“Onlar sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için
haksız yere yurtlarından çıkarıldılar...”(22/40)
Tarih boyu zulme uğramış olsalar bile nihayetinde
mağdur olmayacak olanlar, korkularından arınacak olanlar ‘Rabbimiz Allahtır’
deyip dosdoğru istikamet tutturanlar olacaktır:
“Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah’tır!” deyip sonra
hiç şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler ha bire iner de şöyle derler: “Korkmayın,
üzülmeyin! Size vaat edilen cennetle sevinin.”(41/30)
Bu dört kavramın semantik alanları iyice
anlaşılamadığı zaman sapla saman, doğru ile yanlış, temiz ile pis, hakla batıl
birbirine karıştırılmaktadır. Helalle haramı karıştıran herkes, kendisini
rableştirmektedir. Bunlara tâbi olanlar da, bilincinde olsun veya olmasın, tâbi
olduklarını rableştirmektedirler.
Bunun ilginç bir örneği, Hz. Peygamber zamanındaki
Adiyy bin Hatem olayıdır. Hz. Peygamber Tevbe sûresi 31. ayeti cemaate
okumaktadır:
“Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da
rabler edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan
Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek
Allah’tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O. “(9/31)
Yeni Müslüman olmuş Adiy bin Hatem cemaate yeni dahil
olmuştur ve Peygamberin Hıristiyanlarla ilgili “Onlar hahamlarını ve
ruhbanlarını da rabler edindiler” ifadesine, ‘onlar hahamlarını ve ruhbanlarını
rabler edinmezler’ diye itiraz eder. Hz. Peygamber’in cevabı, bu kavramların
semantik alanını çerçeveleme anlamında önemlidir:
“Onların rahipleri, hahamları, helâli haram, haramı
helâl yapıyorlar, halk da onlara uyuyor. İşte halkın onları rabler edinmesi
budur.”
Dolayısıyla İlah, Rab, ibadet ve kulluk kavramlarının çerçevesi yeterince iyi anlaşılamaz ise, bataklığa saplanmak her an mümkündür. Onun için Kur’ân’da kulluğun yalnızca Allah’a yapılmasına ilişkin ayetler, çok geniş bir yer tutar.1 Bunun yanısıra Allah’tan başkasına kulluk yapılmaması,2 Allah’tan başkasına ibadet edilmemesi3 için de yoğun uyarı ayetleri bulunmaktadır.
Yalnızca Allahtan Korkmak
Bu kavramlarla iç içe geçmiş bir şekilde ve bu
kavramlara sadakati artıran, onlara olan imanı pekiştiren bir kavram olarak Allah
korkusu, Allah’a iman konusunda son derece önemli bir rol oynar. Allah’a iman
etmek demek, aynı zamanda Allah’tan başkasından korkmamak demektir. Yalnızca
Allah’tan korkarak tüm beşeri korkulardan arınmak, Allah korkusunun ana
hedefidir. Bundan dolayıdır ki tüm peygamberler, davet bölgesindeki halkı
Allah’tan korkmaya davet etmiştir:
“Kardeşleri Nûh onlara şöyle demişti: “Siz hiç
sakınmıyor musunuz?”
“Ben sizin için gelmiş, güvenilir bir resulüm.” “Artık
Allah’tan sakının da bana itaat edin.”(26/106-108)
“Kardeşleri Hûd onlara: “Siz hiç sakınmıyor musunuz?”
demişti.
“Ben sizin için, güvenilir bir resulüm.” “Artık Allah’tan
sakının da bana itaat edin.” (26/124-126)
“Kardeşleri
Sâlih onlara demişti ki: “Siz hiç sakınmıyor musunuz?”
“Ben sizin için emin bir resulüm.” “Artık Allah’tan
sakının ve bana itaat edin.” (26/142-144)
“Kardeşler Lût
onlara şöyle demişti: “Hâlâ sakınmıyor musunuz?”
“Ben size gelen
emin bir elçiyim.” “Artık Allah’tan sakının da bana itaat edin.” (26/161-163)
“Şuayb onlara
demişti ki: “Hâlâ sakınmıyor musunuz?”
“Kuşkusuz, ben
sizin için güvenilir bir resulüm.” “Artık Allah’tan sakının da bana itaat
edin.” “Sizi ve önceki nesilleri yaratandan sakının!” (26/177-179,184)
Değişik kavimlere peygamberlerinin yaptığı “Allah’tan
korkun” çağrısından sonra o kavimlerin işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye
dönük davetin yapılması, korku ile terk etme arasındaki ilişkiden dolayıdır.
Genelde insanlar korktukları insanlara, makamlara, kuruluşlara karşı kusur
işlememeye gayret sarf ederler. Bu insan psikolojisinde var olan önemli bir
özelliktir. Bundan dolayı peygamberler, toplumları önce Allah’tan korkmaya
sonra da yaptıkları kötülüklerden, yanlışlıklardan vazgeçirmeye davet
etmişlerdir.
Olayın bir başka boyutu da, iman etmiş ve dosdoğru yol
üzerinde olanların şeytanın tuzaklarına düşmemesi için Allah korkusunun gene
çok temel bir rol oynamış olmasıdır. İman etmiş olanlar, yalnızca Allah’tan
korkarak kendilerini bir taraftan özgürleştirirlerken; diğer taraftan da
sapmaya karşı kendilerini güvenceye alırlar.
“Onlar ki Allah’ın mesajlarını tebliğ edip O’ndan
korkarlar, Allah’tan gayrı hiç kimseden korkmazlar. Hesap sorucu olarak Allah
yeter.“ (33/39)
“Allah onlar için şiddetli bir azap hazırladı. Artık
Allah’tan korkun, ey iman etmiş akıl ve gönül sahipleri! Allah size bir
Zikir/bir uyarıcı/bir düşündürücü indirmiştir.”(65/10)
Korku duygusu, Allah’ın canlıların yapısına
yerleştirdiği bir erken uyarı sistemidir. Varlığına kastedecek tehlikeler
karşısında onu tedbirli olmaya, gerekli güvenlik önlemlerini almaya zorlar. Yalnızca
Allah’tan korkmak demek muhtemel tehlikelere karşı tedbir almamak demek
değildir. Tehlike ne kadar büyük olursa olsun yapılması gerekeni, stratejik bir
mantıkla yapmak gerçekten yalnızca Allah’tan korkmak demektir. Tüm beşeri
korkulara karşı yapılması gerekeni yapabilmek, gerçek anlamda yalnızca
Allah’tan korkmanın en önemli ölçüsüdür.
“Tarafımdan söyle: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden
korkun! Bu dünya hayatında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var.
Allah’ın arzı/yeryüzü geniştir. Sadece sabredenlere, ücretleri hesapsız
ödenecektir.” (39/10)
Yalnızca Allah’tan korkarak tüm korkulardan
arınabilmek için Allah’ın Hâdî, Velî ve Vekîl gibi üç önemli vasfının çok iyi
özümsenmiş ve anlaşılmış olması gerekir.
el-HÂDÎ: Yol gösteren, murada erdiren; Hidayet yaratan, istediği kulunu hayırlı yollara muvaffak kılan demektir. el-VELÎ: Yardımcı ve dost. el-VEKÎL: Kendisine güvenilip dayanılan; Kendisine havale olunan işleri, kulların işini düzeltip onların yapacağından daha iyi temin eden demektir.
Allah Yol Gösterendir
Yapılması gerekeni yapmak ve bunu yaparken de sapmamak
için, tuzaklara takılıp düşmemek için insanın yol göstericiye ihtiyacı vardır.
İşte bu amaçla Allah, insanlara Hâdî sıfatının bir gereği olarak dosdoğru yolu
tanımlayıp göstermektedir:
“Şüphesiz, Allah, benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbinizdir. O halde O’na ibadet edin. Dosdoğru yol budur.” (19/36)
“ Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster
şükredici olsun ister nankör.” (76/39)
Allah’a iman edip doğru yola ulaşmak isteyenlere
Allah, dosdoğru yolu, mutluluk ve kurtuluş yolunu göstermeyi vaad etmektedir:
“Allah, iman
edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.” (22/54)
“Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına
götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir
yola iletir.” (5/16) (keza 3/1014/175
Allah insanlara doğru yolu göstermek için tarihin değişik evrelerinde peygamberler ve kitaplar göndermiştir(14/1 34/6 42/52 43/43,44 23/73 42/52 19/43). Dolayısıyla gerçeği arayanlar, bu kaynaklara sürekli baş vurmalıdırlar. Allah’ın yol göstericiliği, iman edenler için bir güç ve bir motivasyon kaynağıdır.
Yalnızca Allah’ı Veli Kabul Etmek
Allah bu sıfatının doğal bir sonucu olarak iman etmiş
olanların/muttakilerin yardımcısı ve dostudur. Yegane, tek sığınılacak
mercidir. Allah’ın Velîliği Kuran’da, müminlere moral verilmek ve korkularından
arındırılmak istendiği her konuda kullanılmaktadır. Yol gösterme ile birlikte
kullanılmasının nedeni bu olsa gerek. Çünkü mevcut yaşam tarzından ayrı bir
yaşam tarzı benimsemek büyük bir cesareti gerektirir. Allah’ın Velîliği
hatırlatılarak gerekli cesaret müminlere verilmek isteniyor:
“Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye
dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır. Her
kim tâğuta sırt dönüp Allah’a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa
yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en
iyi biçimde bilendir.
Allah, iman sahiplerinin Velî’sidir; onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların dostları tâğuttur ki,
kendilerini nurdan karanlıklara çıkarır. Bunlar cehennemin dostlarıdır. Orada
uzun süre kalacaklardır onlar. “(2/256,257)
Genelde, doğru yoldan sapma tehlikesinin var olduğu
durumlarda, iman edenleri korkularından arındırmak için ‘Allah’ın müminlerin velîsi olduğu’ Kuran’da hatırlatılmaktadır:
“Ey iman edenler! Eğer küfre sapanlara boyun eğerseniz
sizi ökçeleriniz üstünde yüz geri çevirirler de hüsrana uğrayanlar haline
gelirsiniz.
Hayır, hayır! Sizin Mevlâ’nız Allah’tır. Ve O,
yardımcıların en hayırlısıdır.
Allah’ın, kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği
şeyleri Allah’a ortak koştukları için, küfre sapanların kalplerine korku
salacağız. Barınakları ateştir onların. Ne kötüdür o zalimlerin varacakları
yer! “(3/149-151)
Velî kavramı, sapanları korkutmak, iman edenleri
sebatlarında kuvvetlendirmek, onlara moral vermek için kullanılırken; aynı
zamanda da safları arındırmak ve yeni bir ilişki zinciri kurmak için de
kullanılmaktadır. Vurgunun şiddetini artırmak için zaman zaman Velî ve Allah’tan
korkma kavramları birlikte zikredilmektedir:
“Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse şunu
bilsin: Allah, yakında, kendilerini sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı
sefkatlı, kâfirlere karşı başı dik bir topluluk getirecektir. Bunlar Allah
yolunda tüm gayretleriyle didinirler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar.
Bu, Allah’ın, dilediğine yönelttiği bir lütuftur. Allah, yaratılışı ve
yarattıklarını genişletir, her şeyi bilir.
Sizin Veliniz Allah’tır, O’nun resulüdür, bir de rükû
eder bir halde namazı/duayı yerine getirip, zekâtı vererek iman edenlerdir.
Allah’ı, O’nun resulünü ve iman edenleri dost edinen/Allah’tan, O’nun resulünden ve iman edenlerden yüz çeviren bilsin ki, galip gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır.”(5/54-56)
Toplumsal Bağları Kuvvetlendiren Bir Unsur Olarak Velî Kavramı
Tüm iman etmiş olanların sırdaş, dost, güvenilecek,
yardım dilenecek merci olarak Allah, melekler ve iman edenlerin dışındakileri
veli kabul etmesi yasaklanmıştır. Böyle davrananlarla ilgili en ağır tehdit
olarak Allah’la ilişkilerinin kesileceği ifade edilmektedir. Böyle bir ifadenin
kullanılmış olması, bu davranışın müminler için ne kadar tehlikeli olduğu
anlamına gelmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp da küfre sapanları veli
edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’la ilişiği kesilir. Ancak bir sakınma ile
onlardan korunmanız müstesna. Allah sizi kendisinden sakınmaya çağırır.” (3/28)
Velî kavramı, hangi toplumsal yapıya, hangi kimliğe,
hangi iklime ait olduğumuzu belirleyen bir aidiyet kavramıdır
“İman edip yurtlarından hicret eden ve mallarıyla
canlarıyla Allah yolunda savaşanlar ile onları barındıranlar ve yardıma
koşanlar, birbirlerinin dostudurlar. İman edip de hicret etmeyenler hicret
edinceye kadar sizin için onlara velayet namına birşey yoktur... Kafirler de
birbirlerinin dostlarıdırlar. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük
bir fesat olur.
İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihada
gidenlerle onları barındırıp yardıma koşanlar, işte onlardır gerçek mü’minler.
Onlara bi bağışlama ve bol rızık vardır. Sonradan iman edip hicret eden ve
sizinle birlikte cihad edenler de sizdendir...”(8/72-75)
Toplumsal aidiyet anlamında toplumsal dayanışmanın
tehlikeye atılmaması için iman edenlerin kimleri veli edinemeyeceğine ilişkin
açık bir tavır konulmaktadır. Buna göre; kafirler (3/28 4/144 5/57 9/23),
münafıklar (4/89), Allah’ın ve müminlerin düşmanları (60/1), Allah’ın
gazaplandığı toplumlar(58/14 60/13), Din konusunda müminlerle savaşanlar (60/9),
Kitap verilenler (3/100 5/57-59), Yahudiler, Hıristiyanlar(5/51) ve zulmedenler(11/113)
iman edenler tarafından velî edinilmemelidir.
Bunlardan herhangi bir zümreyi velî edinenler, artık
ayrı bir toplumsal yapıya, ayrı bir kültür ve medeniyete intikal edip dahil
olmuşlardır:
“Ey iman
edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin. Onlar birbirlerinin
velileridirler. Sizden kim onları gönül dostu edinirse o, onlardandır. Allah,
zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz. “(5/51)
Görülebileceği gibi velî kavramı, farklı kültür ve
medeniyetler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde anahtar rol oynamaktadır.
Aynı zamanda mutluluğa veya bunalıma götürecek bir yaşam tarzını tercih etmede
de turnusol kağıdı görevi görür. Allah’tan başkasını veli edinmek demek, İslam
cemaatinden, kültür ve medeniyetinden kopmak ve aynı zamanda kaosu, bunalımı
ihtiva eden bir yaşam tarzını tercih etmiş olmak demektir:
“Allah’tan başkasını veliler edinenlerin durumu, bir
ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı
elbette ki, dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!”(29/41)
Bilindiği gibi, bazı örümcek ailelerinde, çiftleşme
sürecinde, dişi örümcek erkeği yiyerek öldürmektedir. Doğan yavrulardan
güçlüleri zayıflarını öldürüp yemektedir. Allah’tan başkasını velî edinenlerin
halinin örümcek ailesine benzetilmesi; Allah’tan başkasını velî edinmiş bir
toplumun, bir kaos, bir bunalım, bir korku ve kavga toplumu olacağı anlamına
gelmektedir.
Bugün Batı’dan tüm dünyaya yayılmaya başlayan
toplumsal ilişki zinciri, tüm aile bağlarını kopararak insanı insanın kurdu
haline getirmektedir. Fukuyama’nın Büyük
Çözülme’sinde, Brezezinsky’nin Kontrolden Çıkmış Dünya’sında,
Huntington’un Medeniyetler Çatışması
ve Biz Kimiz’inde gözler önüne serdikleri toplumsal ilişki zinciri kaos,
korku, bunalım ve kavgadan başka bir şey değildir. Bu sistemlerin tümü
çökünceye kadar bu kriz daha da derinleşerek devam edecektir. Çünkü onlar
Allah’ı unuttular:
“O kimseler
gibi olmayın ki, Allah’ı unuttular da Allah da onlara öz benliklerini
unutturdu. Yoldan çıkmışların ta kendileridir onlar.” (59/19)
Başta Genç Öncüler olmak üzere tüm davetçilerin bu
gerçeği hiç unutmaması gerekir. Bu ilişki zinciri, Allah’la olan ilişkinin
düzeltilmesi ile ancak düzelebilir. Sapanların, yoldan çıkmışların sayısı ne
olursa olsun bize düşen görev, Sırat-ı Müstakim üzerinde birlik olup
yürümektir:
“O halde sen, emrolunduğun gibi dosdoğru yürü! Seninle birlikte tövbe edenler de... Sakın aşırılık edip azmayın! (11/112)
Allaha Tevekkül Ederek Dayanma ve Direnme Gücü Kazanmak
Allah’a iman etmiş olmak aynı zamanda yapılması
gerekeni yapıp Allah’a tevekkül etmektir. Allah’a iman eden herkesin her işinde
mütevekkil olması, iman etmenin doğal ve zaruri sonucudur:
“Ey iman
edenler! Allah’ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Hani bir topluluk ellerini
size uzatmaya niyet etmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan
sakının! Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler!” (5/11)
Tevekkül etme, Kur’ân’da genelde tehlike durumunda,
mahiyetinin anlaşılamadığı, geleceğinin ne olabileceğinin bilinmediği
durumlarda veya olaylarda kullanılmaktadır:
“İnkârcılara,
ikiyüzlülere itaat etme, onların ezalarına aldırma; Allah’a tevekkül et. Vekil
olarak Allah yeter.”(33/48)
Allah’ın yol göstericiliğine tabi olanların, mevcut
sistemden ayrı bir yol tutup mevcut sistemle karşı karşıya gelmesi ve bunun
sonucunda baskı ve işkenceye uğraması, mağdur olması doğaldır. İşte bu
durumlarda müminlerden Allah’a tevekkül ederek sabretmeleri istenmektedir:
“O, bize yollarımızı göstermişken neden Allah’a
tevekkül etmeyecekmişiz? Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz.
Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (14/12)
“O Allah yolunda hicret edenler, sabrederler ve yalnız
Rablerine tevekkül ederler.” (16/42)
Hayati kararlar alınırken en doğrunun ne olabileceği,
sadece bir öngörü ile tahmin edilmektedir. İnsanlar sadece perdenin bize bakan
tarafına bakarak doğru kararı almaya çalışırlar. Perdenin arkasında ne
olduğunu, hayır gördüklerimizin şer, şer gördüklerimizin hayır olup
olamayacağını bilememekteyiz:
“Bir şey sizin
için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için
şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/216)
İşte karar almanın tüm şartlarını yerine getirdikten
sonra en uygun kararın alınması ve uygulanması konusunda kararsız kalmayıp,
Allah’a tevekkül etmek müminlerin mutlaka yapması gereken bir davranış
şeklidir:
“Allah’tan bir
merhamet/bir sevgi sayesindedir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer
kaba-saba, katı yürekli olsaydın senin çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi.
O halde bağışla onları, af dile onlar için; iş ve yönetim konusunda da onlarla
şûraya git. Bir kez azmettin mi de artık Allah’a güvenip dayan! Allah, tevekkül
edenleri sever.” (3/159)(Bak 8/60-61)
Mütevekkil olmak, Allah’ın sevgisini, yardımını,
desteğini kazanmaya sebep olduğu için iman edenleri daha güçlü, daha dirençli,
daha onurlu ve daha kararlı kılmaktadır.
Sonuç: Genç Öncülerin Öncelikli Görevi
Yalnızca Allah’ı ilah ve rab olarak kabul etmiş ve
yalnızca Allah’a kulluk ve ibadete eden, Allah’ın gösterdiği yolda sebat etmiş,
Allah’ı Velî ve Vekîl olarak benimsemiş, kısacası Allah’la ilişkisini Allah’ın
istediği ölçülere uydurmuş fert ve toplumlar mutlu ve huzurludurlar. Böyle bir
Allah inancına sahip olmayan fert ve toplumlar ise hem bu dünyada zillet içinde
yaşayacaklar, hem de öteki dünyada zillete dûçar olacaklardır:
“Mûsa şöyle demişti: “Siz daha aşağı bir nimete daha
üstün bir nimeti mi değişmek istiyorsunuz? İnin bir kasabaya; istediğiniz sizin
olacaktır.” Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu,
Allah’tan bir gazaba çarpıldılar.” (2/61)
“Buzağıyı ilah edinenler var ya, yakında onlara
Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında bir zillet ulaşacaktır. İftiracıları
böyle cezalandırırız biz!” (7/152)
“Allah’ın yanına başka bir ilah koyma ki, yapayalnız
ve horlanmış olarak oturup kalmayasın!”(17/22)
Ellerindeki maddi, ekonomik ve teknolojik imkanların
büyüklüğü bu sonucu değiştiremez:
“Âd toplumu
yeryüzünde haksız bir biçimde büyüklük tasladı da şöyle dediler: “Bizden daha
güçlü kim var?” Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın, evet O’nun, onlardan daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi? Bunlar, bizim ayetlerimize de karşı
çıkıyorlardı.
Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak
için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiretin
azabı elbette ki daha rezil edicidir. Üstelik onlar hiçbir yardım da
görmeyeceklerdir.”(41/15-16)
Saf, duru bir Allah inancına ulaşamayıp kalpleri
arınmayanların, gelgitler yaşayanların, kavramları çarpıtarak kendilerine
meşruiyet arayanların, bazen o tarafta bazen bu tarafta olanların durumu da,
dünyada rezillik, ahirette ise azap içerisinde olmaktır:
“Ey resul! Kalpleri inanmamış olduğu halde ağızlarıyla
“İnandık” diyenlerin küfürde yarışırcasına koşanları seni üzmesin. Yahudilerden
bazıları yalancılık etmek için dinlerler; huzuruna çıkmamış olan başka bir
topluluk için dinlerler. Yerlerine oturmuş kelimeleri, yapılarını bozup
değiştirirler. “Size şu verilirse alın, eğer o verilmezse çekinin.” derler.
Allah birini fitneye çarptırmak isterse sen onun için Allah karşısında hiçbir
şey yapamazsın. Bunlar o kişilerdir ki, Allah kalplerini temizlemek istemiyor.
Dünyada bir rezillik vardır onlar için; âhirette de büyük bir azap var onlara.”
(5/41-42)
Fıtrat dini(İslam) bir değerler bütünüdür. Yalnızca bu
dünyayı değil aynı zamanda öteki dünyayı da içine alan ve buna göre hayatı
tanzim eden bir değerler bütünüdür. Merkezinde Allah inancı vardır. Fıtrat
dininin temel değerleri, insanın Allah’la, Peygamberle, Kitapla ve ahiretle
ilişkisinin nasıl olması gerektiği üzerine kuruludur. Bu noktalardaki herhangi
bir sapma veya yanlış algılama bir çok noktanın gözden kaybolmasına ve şizofren
bir insan/toplum yapısının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir:
“Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa, hiç
kuşkusuz, iyiyi ve güzeli bulmuş olurlar; eğer sırt dönerlerse artık onlar
tezat içerisinde olurlar. Onlara karşı sana Allah yeter.” (2/137)
Yaşam tarzlarını, Fıtrat Dininin gereklerine
uydurmayanlar, Fıtrat Dinini bir bütün olarak gözönüne almayanlar, daima
bunalım içerisinde bulunacak ve ruhlarındaki fırtınayı dindiremeyeceklerdir.
İnsanlığın dinginliğe ulaşması yukarıda ifade ettiğimiz beşli ilişkinin istenen
şekilde düzenlenmesi ile mümkündür. Bu beşli ilişki bir bütündür. Odak
noktasında Allah inancı vardır. Diğerleri bunu bütünleyen ilişki zinciridir. Bu
dünyayı yeni baştan değiştirmek, her şeyi fıtratın ön gördüğü bir çerçevede
yerli yerine oturtmak isteyen genç öncülerin öncelikli görevi, sağlam bir Allah
inancını topluma vermek olmalıdır. Bu noktada başlayan bir değişim, tüm ilişki
zincirini yeniden tanzim edecektir.
Hz.
Peygamber’in genç öncü Muaz İbni Cebel’i Yemen’e
gönderirken ona yaptığı tavsiye, bugünkü Genç
Öncülerin izlemesi gereken en doğru
politikadır:
“Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet
edeceğin ilk şey Allah’a ibâdet olsun. Allah’ı tanıdılar mı, kendilerine
Allah’ın zekâtı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine
dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse kendilerinden
zekâtı al. Zekât alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın.
Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zîra Allah’la bu beddua arasında perde
mevcut değildir.”(5)
Genç Öncülerin temel görevi, bu bütüncül bakış açısının başta gençler olmak üzere tüm topluma vererek köklü, kalıcı bir değişimi gerçekleştirmektir. Günü kurtarmaya dönük tüm hareketler akasya dikmekle meşgul olur. Sonları büyümeleri gibi hızlı olur. Geleceği kurtarmak isteyenler, kalıcı, uzun vadeli bir mücadeleyi önceleyerek çınar dikmeye gayret ederler. Çınarlar yavaş büyür ancak asırlara uzanır. Onun için;
• Genç
Öncüler, akasya yerine çınar dikenlerdir.
• Genç
Öncüler, yalnızca Allah’ı ilah ve rab olarak kabul edenlerdir.
• Genç
Öncüler, yalnızca Allah’a ibadet ve kulluk edenlerdir.
• Genç
Öncüler, Allah’ı Hâdî kabul edenlerdir
• Genç
Öncüler, Allah’ı Velî ve Vekîl kabul edenlerdir.
Ve
• Genç Öncüler, yalnızca Allah’tan korkarak tüm beşeri korkulardan arınanlardır.
Notlar:
1- Hürriyet
Kelebek, Fatih Ürek’le Arto’nun açıklamaları, 29.07.2005
2- Yalnız Allah’a Kulluk
10/104 13/36 27/91 39/11,14,64 109/1-6 11/2,26 17/23
36/61 41/14 46/21 2/83,133,172,138 12/40 16/114 29/17 41/37 1/53/64 9/31 98/5
106/3 19/48-49 24/55 15/99 39/2,66 20/1411/123 19/65 7/59,65,73,85 11/50,61,84
16/36 22/77 23/23,3227/45 29/16,36 53/62 71/3 21/25,92 29/56 3/51 6/102
10/319/36 29/17 43/64
3- Allah’tan başkasına Kulluk etmemek
3/64 5/117 7/59,65,73,85 10/3 11/26 17/23 19/36
22/26-32 23/23 27/45 29/16,36 31/13 39/64-67 40/14,65,66 41/14 53/52 71/2-3
72/18-21 98/5
4- Allah’tan başkasına ibadet etmemek
11/2,50,61,84-87 18/110 19/48 21/24,25 23/32 27/91
29/16 39/2,3,11,14,15
5- [Buhârî, Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9,
Megâzî 60, Tevhid 1; Müslim,
Îmân 31, (19); Tirmizî, Zekât 6, (625); Ebû Dâvud,
Zekât 4, (1584); Nesâî, Zekât 46, (5, 55).]