1 Nisan 2008 Salı

Müslüman’ın Zihni Yapısında Bir Hastalık Hali DÜNYEVİLEŞME - 1

(Umran Dergisi)

 “İşte bunlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azabları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.” (2 Bakara 86)

 “Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur.” (3 Ali İmran 22)

İnsanoğlunun yaşamında anne karnında, bu dünyada, berzahta(kabirde) ve öte dünyada olmak üzere dört evre söz konusudur. Yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan Allah, anne karnı ve kabir evreleri ile ilgili yeterli bir bilgilendirme yapmamış olmasına karşılık; insanoğlunun, bu dünyadaki hayatları ve Ahiret’te yaşayacakları hayatla ilgili çok fazla bilgilendirme yapmıştır. Bu bilgilerde bu dünyada yaşanan hayatla öteki dünyada yaşanacak olan hayat arasında sıkı bir bağ kurulduğu ve bu dünyada seçilen yaşam tarzına bağlı olarak Öte’de ya cennette ya da cehennemde yaşanacak olan bir hayatın var olduğu görülmektedir. Gerek Kur’ân ve gerekse hadisler, ‘dünya hayatı’ denilen bir yaşam tarzından bahsederler. Genelde bu hayat tarzı, olumlu değildir. Olumsuzluk içeren bu hayat tarzı, Allah’ın insanlara kurtuluşa ermeleri ve mutlu olmaları için emrettiği yaşam tarzından bir sapmadır. Bu sapmanın en alt basamağı dünyevileşmedir. Bunu, sekülerleşme ve laikleşme takip eder. Müslümanların zihin dünyasında meydana gelen bir kırılma olarak dünyevileşme, iki ana eksende vuku bulmaktadır. Birincisi makam tutkusu, ikincisi mal mülk ve servet tutkusudur. Burada öncelikle bir kavramsal analiz yapılacaktır. Dünyevileşmenin makam ve mal-mülk-servet tutkusu boyutları üzerinde daha sonra durulacaktır.

Dünya Hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”)

Gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde dünyevileşme için anahtar, odak kavram diyebileceğimiz dünya hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”) kavramı kullanılmaktadır. Burada dünya ve hayat kavramı birlikte kullanılmakta ve dünya kelimesi, hayat kelimesini nitelendiren, ona boyut veren, çerçeve çizen durumundadır. Burada kullanılan dünya kavramı, arz, yer küre anlamında kullanılmamaktadır. Dünya kelimesinin genel anlamı, zaman boyutlu olarak yakın, kısa; değer boyutlu olarak çok düşük, basit, alçak, değersiz ve ölümlü anlamında kullanılmaktadır(1-5). Dünya kavramı, Kur’ân’da 115 civarında yerde geçmekte ve %90’dan fazlasıyla hayat kelimesi ile birlikte, ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ şeklinde kullanılmaktadır(2-5).

Kur’ânî terminolojide dünya kelimesine yüklenen gerek yakın, kısa ve gerekse çok düşük, basit, iğreti, değersiz ve ölümlü manaları, daima bir referansa göre yapılmaktadır. Bu dünya neye göre kısa, yakın; neye göre alçak, basit, değersiz ve ölümlü olmaktadır? Dünya kavramının bünyesinde barındırdığı bu izafiliğe, göreceliğe dikkat etmek gerekmektedir.

Bu noktada göz önüne alınması gereken önemli bir kavram, Ahiret kavramıdır. Ahiret kelimesi, genel olarak ‘ötede olan; burada ve şimdi olmayan, ama burası ve şimdinin götürmesi gereken şey’, ‘sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan’, ‘içinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bulunduğumuz boyutun üstündeki boyut’ anlamına gelmektedir(1-4). Kur’ân Ahiret kelimesini, özel anlamda ‘son hesap günü’, ‘ölümden sonra gelen hayat’ anlamında kullanmaktadır(4).

İslamî düşüncede dünya kavramı, ahiret kavramı referans alınarak değerlendirilmektedir. Dünya ve ahiret kavramlarına bu etkileşim çerçevesinde bakılması zorunludur. Dünya ve ahiret kavramları, ikizine bağlı çift kelime grubundan olup aralarındaki çağrışım ilişkisi, karşıtlık ilişkisidir. Her iki kavram, nitelendirdikleri kelimeleri bu bağlamda şekillendirmekte ve anlamlandırmaktadır. Dünya dendiği zaman müslümanın kafasında karşıtı olan ahiret canlanmaktadır. İslam’da konuya ilişkin tüm değerlendirmeler, bu dünya ve ahiretin birlikteliğinin oluşturduğu ikilem üzerine oturtulmuştur.

İslam’a göre insan hayatında birbirinin devamı, birbirinin tamamlayıcısı ve birbiri ile sıkı ilişkili dört evre vardır. Bunlar anne karnındaki hayat, yer küredeki hayat, berzah(kabir) evresi ve ahiret hayatıdır. İslam’ın değer sistemine göre bu hayat zincirinde referans ahiret hayatıdır. Çünkü ebedi bir hayattır. Bu öneminden dolayıdır ki Kur’ân’da birçok yerde Allah’a imanla ahirete iman birlikte zikredilir.

Kur’ân’da, “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirini, İslam’ın bu bakış açısına bağlı olarak, iki anlam boyutunda kullanıldığını söyleyebiliriz.

Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) Birinci Anlam Boyutu

 Birincisi, dünya kelimesinin yukarıda ifade olunan iki anlam alanı göz önüne alındığında, Kur’ân’da geçen “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirinin, ahiret hayatı referans alınarak, zaman açısından “yakın/kısa hayat”; değer açısından ise, “alçak/değersiz hayat” anlamına geldiği söylenebilir. Dünya kelimesindeki yakınlık anlamı, hali hazırda içerisinde yaşadığımızdan ahirete göre bize daha yakın olma bağlamındadır. Yaşadığımız âna göre ahiret daha uzaktır. Dolayısıyla bu anlam boyutu ile dünya yakın, kısa, sonlu ve önce olan; ahiret ise uzak, uzun, ebedi ve sonra olandır. Keza dünya kelimesindeki ‘çok düşük, basit, alçak, değersiz, ölümlü’ anlamları ise gene ahirete göredir. Dolayısıyla Arzda yaşanan hayat, bizzat mahiyetinden dolayı değil, fakat ahiret hayatı referans alındığında, zaman açısından gelip geçici, kısa ömürlü; değer açısından önemsiz, değersiz olarak değerlendirilmektedir:

“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.(10/24)

Buradaki mesaj, dört evreli hayat zincirinde yer küredeki hayatın geçiciliğine, kısa ömürlü oluşuna dikkat ederek dünyadaki nimetlere dalıp öte boyutunu unutmamaktır.

Kur’ân, dünya hayatını birinci anlam boyutu ile konu ederken insanların dikkatlerini belli noktalara yoğunlaştırmak ister. Bunları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

‘Dünya hayatı kısa olup çabucak geçer.’(20/103-104, 30/55, 79/46)

‘Dünya hayatının nimetleri geçici olup tükenir.’(20/131, 16/96)

‘Dünya hayatı aldatıcı bir metadır.’(28/60, 42/36, 3/185, 40/39)

‘Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir.’(6/32, 29/64, 47/36)

Buradaki amaç, insanların Öte Dünya’yı unutup, bu hayatın cazibesine kapılarak yanlış bir hayat tarzını benimsemelerini engellemektir. Dolayısıyla dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu, trafik işaretlerinin taşıdığı anlam gibi uyarı amaçlıdır:

“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır, öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.(35/5)

Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu ile ilgili dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, arzdaki hayatın doğası, yapısı itibariyle kötü, zararlı olmadığıdır. Burada kötü olan, değersiz olan yeryüzü, arz anlamındaki dünyadaki hayat değil; kötü olan, Allah’tan uzaklaştıran, sefahat ve çirkinlik dolu, Öte’yi yok sayan bir hayat ve bir yaşam tarzıdır. İslam, Allah’ın insanlar için yaratmış olduğu bu dünyadaki nimetlerin kötü, anlamsız, zararlı ve tehlikeli olduğunu, bunlardan el etek çekip tamamen inzivaya çekilmesi gerektiğini söylememekte ve de insanlardan istememektedir:

“De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır. (7Araf 31-32)

Kur’ân, insanlar için yaratılmış dünya nimetlerine karşı insanların zaaf göstermesine dikkat çekmekte ve uyarmaktadır. İnsanın yapısındaki bu boyuta vurgu yapmaktadır:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.”(3/14, bak: 18/46)

Dünya hayatının birinci anlam boyutunda, bu kadar cazip ve çekici olan bu nimetlerden daha hayırlı ve daha kalıcı olanların ahiret hayatında var olduğu belirtilerek, insanın kendisini bu dünya hayatına kaptırıp geleceğini karartacak yaşantı içerisine girmemesi için bir uyarı vardır:

“De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Korkup-sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır.”(3Ali İmran15)

Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) İkinci Anlam Boyutu

İkinci anlam boyutu, yer kürede ahiret hayatını ve vahyi bilgiyi göz önüne almayan, insanın heva ve hevesine dayalı ve insanı cehenneme götürecek olan kötü, değersiz, yararsız ve insan için zararlı yaşam tarzı ve biçimi anlamındadır. Bu boyutu ile el-hayâtü’d-dünyâ” kavramı, ahiret hayatını önemsemeyen, unutan ve/veya reddeden insanların bu dünyada hevalarına dayalı bir değer sistemine göre inşa ettikleri bir hayat tarzı anlamına gelmektedir:

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.”(10Yunus 7-8)

Burada ahiret hayatına bakış itibariyle 3 grup insandan söz edilmektedir:

1- Ahiret hayatını inkâr edenler.

2- Ahiret hayatını unutanlar.

3- Ahiret hayatını önemsemeyenler.

Bu, 3 farklı insan unsuruna göre 3 farklı dünya hayatı telakkisi olabileceği anlamına gelmektedir. Bunları kısaca aşağıdaki gibi özetleyebiliriz.

Ahiret Hayatını İnkâr Edenler 

Ahiret hayatını inkâr edenler için sadece bu dünya vardır, ölümden sonra herhangi bir hayat yoktur. Dolayısıyla bu ânı, şimdiyi yaşamalıyız. Olmayan bir dünya için bu dünyadaki hayatı sınırlandırmamalıyız:

 “O, siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va’dediyor?”

 Vaad edildiğiniz şey ne kadar uzak, hem de ne kadar uzak.

“O (bütün gerçek), bizim yalnızca (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” (23/33-37, Bak: 6/29, 45/24, 32, 46/17)

Ahireti inkâr edenler, vahyi bilginin getirdiği değer sistemlerini redderek, kendi hevalarının öngördüğü değerlere göre bir hayat tarzı inşa etmişlerdir (13Rad 33). Bunlar bütün güzelliklerini bu dünyada tüketmişlerdir:

“Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi’ tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.”(46 Ahkaf 20)

Ahiret Hayatını Unutanlar 

Bu grup ahiret hayatını inkâr etmemektedir. Ancak gündemlerinde böyle bir hayat yoktur. Unutulmuş bir hayattır o. Dolayısıyla da günlük yaşantılarına etki etmez:

“Denildi ki: “Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur.”

“Bunun nedeni de şudur: Çünkü siz Allah’ın ayetlerini alay konusu edindiniz; dünya hayatı da sizi aldattı.” Böylece ne oradan (ateşten) çıkarılırlar, ne de (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilir.”(45 Casiye34-35, Bak: 7/51)

Dünya Hayatını Ahirete Göre Daha Sevimli Bulup Dünyaya Dalanlar

Bunlar, ahiret hayatını inkâr etmeyip dünyanın süsüne, cazibesine kendisini kaptırır ve ahiret hayatına karşı önemsizmiş gibi davranırlar:

Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (dünya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır.”(9 Tevbe 69, Bak: 16/107, 7/169, 18/28)

 Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler.”(14 İbrahim 3)

Dünya Hayatının Anlam Boyutlarının Oluşturduğu Bütünlük

Dünya hayatına yüklenen birinci boyuttaki anlamla ikinci boyuttaki anlam, birbirini reddeden ya da birbiri ile tezatlı olan anlamlar değillerdir. Birinci boyuttaki anlamlandırmaya önem verilmeyip tedbir alınmadığı anda varılacak olan ikinci boyut olmaktadır. Birinci boyut, mayınlı araziye giden yolları gösteren uyarı levhasıdır. İkinci boyut, mayınlı arazinin bizzat kendisidir.

İnsanın böyle bir uyarıya ihtiyacı vardır. Çünkü bünyesinde barındırdığı ve insan üzerine birbirine zıt istikametlerde etki etme gücüne sahip iki karar mekanizması vardır. İşte İslam’da insana yapılan tüm hitaplar, onda var olan birbiri ile kavgalı, çekişmeli, adeta insanı bir gerilim atmosferinde tutan, birbirine zıt ve fakat her ikisinde de gerek olumlu yönde gerekse olumsuz yönde değişme istidadı olan iki farklı yapısı, insanın iyilik cephesi - insanın kötülük cephesi, göz önünde bulundurularak yapılmaktadır. Kaba yaklaşımla iyilik cephesinin merkezi olarak kalbini, kötülük cephesinin merkezi olarak da nefsini alabiliriz. Bu iki merkez, insan davranış ve düşüncelerini şekillendiren ve yönlendiren iki karar mekanizması olarak ele alınabilir. Bunların insan iradesi üzerine uyguladıkları kuvvetlerin bileşkesi, insanın davranışlarını şekillendirir. Bileşke kuvvetin durumuna bağlı olarak ya tamamen olumlu, ya tamamen olumsuz ya da gelgitler yaşayan tezatlı bir insan ortaya çıkar.

Bu iki karar mekanizmasının insan üzerine etki eden bileşke kuvvetinin şekillenmesine etkide bulunan iki özellik vardır. Bunlar insan yapısında var olan sevgi ve şehvet özellikleridir. Dünya hayatı kavram alanının oluşturduğu bütünlüğü görebilme açısından bu iki kavramın anlamları dikkate alınmalıdır. Şehvet ve sevgi (hubb) kelimeleri birlikte Ali İmran 14’de kullanılmaktadır. Bu ayette insanın yapısal özelliğine dikkat çekilmektedir. Varlıklara yöneltilen aşırı sevgi ve duyulan şehvet, insan yapısında var olan birer özelliktir. Bu gerçek reddedilmiyor, tam tersine bu noktaya vurgu yapılıyor. Ancak bu sevgi ve şehvetin tehlikeli bir boyutu da olduğu, ‘Bunlar, dünya hayatının metaıdır’ denerek belirtiliyor.

Şehvet ve sevgi kavramlarının meşru ve gayrı meşru olmak üzere iki boyutu vardır. Gayrı meşru olan boyut, sevgi ve şehvetteki aşırılık ve bu duyguların tatmin edilmesindeki ölçü ve yollardır:

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.”(7 Araf 81 Bak: 27 Neml 55)

Sevgi kelimesi, kişinin hayırlı gördüğü veya sandığı şeyi istemesi olduğuna göre ortaya bir sorun çıkmaktadır. O da, insan hayatının dört evresi arasında kurulmuş olan, birbirini etkileyen karmaşık ilişkide; insan, nihai kurtuluşu ve mutluluğu için neyi, ne kadar ve nasıl sevmeli ve bağlanmalıdır? Ayrıca ilahi planın bütünlüğünü göremeyen ve perdenin arkasına nüfuz edemeyen bir insanın, sevdiği, arzu ettiği ve şehvet duyduğu bir şeyin kendisi için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu bilmesi anında görülebilecek bir olgu değildir(2/216).

Öyleyse insanı iyiye, güzele, doğruya götürecek olan bilgi nasıl elde edilmelidir? İman edenler gerekli ana bilgilerin vahiyle insanlara bildirildiğine inanırlar. Dolayısıyla iman edenlere göre sevgi ve şehvet kelimelerinin meşruiyet sınırları, vahyî bilgiyle belirlenmiştir.

Bu kavramların insanın iki cephesi açısından farklı tezahür şekilleri söz konusudur. Nefsi emmare düzeyindeki bir nefs ve paslanmış, kirlenmiş, mühürlenmiş bir kalp, bu kavramların uç anlamlarını tercih etmektedir. Malı, mülkü ve makamı sevme değil mala, mülke ve makama tapınma düzeyinde bir tutku ve bir bağlanma vardır(100/8, 89/20, 76/27, 79/37-39). Buna karşılık mutmain olmuş bir nefs ile temiz bir kalp, gerek sevgi ve gerekse şehveti yaratıcı tarafından tayin edilen hudutlar dairesinde tutar(49/7).

Sevgi ve şehvetin Allah’ın tayin ettiği meşru hudutlar içerisinde tutulup tutulmadığının geçerli ölçüsü hayatın pratiğidir. Bir şeye karşı duyulan sevginin tutkuya dönüşüp dönüşmemesi, ancak pratiğin içerisinde ondan fedakârlık yapıp yapmamakla anlaşılabilir. İnsanların mala, mülke ve makama karşı duydukları sevginin tutkuya dönüşmemesi, ondan fedakârlık yapmakla mümkündür(3/92, 76/8).

Dünyevileşme 

Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu; Ahiret hayatında insana sunulacak nimetler referans alınarak bu dünyadakilerin oradakilere nazaran daha değersiz ve de kısa ömürlü olduğunun hatırlatılması, insan nefsinin bu dünya nimetlerine olan sevgisinin tutkuya dönüşmesini engelleme amaçlıdır. Kalbi besleyen, destekleyen fakat nefsi arzulara gem vuran bir yaklaşım tarzıdır bu. Ebu Said el Harraz bunu çok güzel bir tarzda ifade etmektedir:

“Dünya nefs ve onun arzularından ibarettir. Kul nefsin arzularını terk edince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiçbir şey olmadığı halde hırsı yüzünden dünyaperest olabilmektedir.”(4)

İşte bizim dünyevileşme olarak isimlendirdiğimiz zihinsel yapı, dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutunda meydana gelen kırılma ve sapma ile ikinci anlam boyutuna zemin hazırlayan bir geçiş sürecinde yaşanan haldir. Bu aşamada dünya sevgisi, dünya tutkusuna doğru yol alacak tarzda mecrasından çıkma eğilimindedir. Ahiret hayatı ne reddedilmekte, ne de tamamen unutulup önemsizmiş gibi davranılmaktadır. Referans alınmada unutkanlıklar başgöstermiş, duyarlık kaybı oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda dünyevileşme, müslümanın zihniyetinde bir med-cezir halidir, bir kırılmadır.

Dünyevileşme, Sekülerleşme ve Laikleşme Kavramları Arasındaki İlişki

Dünyevileşme, zihinsel kırılmanın hem genel adı hem de en alt basamağıdır. Bu kırılmanın bir sonraki adımı, sekülerleşme daha sonraki adımı ise laikleşmedir. Samuel Johnson’ın sözlüğünde sekülerleşme ile ilgili kavramlara yüklenen anlam, böyle bir tasnif yapmamıza imkan vermektedir:

“Sekülerlik(secularity): Dikkatleri yalnızca bu dünyaya, bu dünyadaki şeylere yoğunlaştırma.

Sekülerleştirmek(secularize): Uhrevî/dînî olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.

Sekülerleşme(secularization): Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”(6)

Gerek sekülerleşme gerekse laikleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahiret hayatı ya inkâr edilmiş, ya unutulmuş ya da önemsiz hale gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlar:

“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit düalizmden (iki dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7)

Sekülerleşme, dinin günlük hayattaki etkisini ve yerini mümkün olduğunca yok etmeye çalışır. Nitekim Peter Berger, sekülerleşmeyi hayatın tamamının dinin etkisinden kurtarılması olarak tanımlar:

“Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)

Yukarıdaki ifadelere bakıldığında gerek sekülarizasyonda ve gerekse laiksizimde varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaş olduğunu görüyoruz. Her ikisinde de Allah tamamen unutulmuş, insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi fonksiyonsuzdur. Ahiret hayatı artık bırakın referans alınmayı yok sayılmaktadır. Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük yaşamda, sanatta, kültürde, eğitimde, dil de, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.

Hayatın bu şekilde tasavvur edilip tanzim edilmek istenmesi, ilk kez Batı’da rönesans ve reform hareketleri ile ortaya çıkmış değildir. Hz. Adem ile İblis arasında başlayan hakimiyet mücadelesinde tarihin değişik dönemlerinde bu tür hayatı tanzim etme biçimleri ile insanlık çok sık karşılaşmıştır. Peygamberlerin geliş sebepleri, bir sapma hareketi olan bu tür hayat tarzlarını düzeltip fıtratın gerektirdiği bir raya oturtma amaçlıdır. Fıtrat düzenine karşı gelip direnen ve peygamberleri aciz duruma düşürmek isteyen birçok toplum, Allah’ın azabına uğrayarak helak olup gitmişlerdir.

Konumuza tekabüliyeti açısından Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesi ilginç bir örnek olarak alınıp değerlendirilebilir. Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesine, Kur’ân’da, ağırlıklı olarak, Araf 85-95 ve Hud 84-95 sûrelerinde yer verilmiştir. Hz. Şuayb kavmine yaptığı davette, insanları yalnızca Allah’a ibadete ve ondan başka ilah ve rab edinmemeye çağırarak hayatın yeni baştan tanziminde vahiy kaynaklı bir bilgiyi merkeze almaktadır. Bu bilgi ekseninde kavminden ölçüyü ve tartıyı düzgün tutmalarını, milletin mallarının değerini düşürüp eksiltmemelerini istemekte ve Allah’ın kendileri için takdir ettiğinin daha hayırlı olduğunu belirtmektedir:

“Şuayb onlara: Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın.(7/85, Bak:11/84-86)

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, vahye dayalı bir zihniyetin, hayatı insanları bir bütün olarak kucaklayan bir denge üzerine kurmuş olmasına karşılık; hevaya dayalı bir sistemin refahtan şımarıp azan bir azınlığın menfaatlerini öncelemiş olmasıdır. Bu da dengeyi bozmakta, dünyayı ifsat etmektedir.

Kavminin Hz. Şuayb’ın namazına yaptıkları atıf ve Hz. Şuayb’ın Allah’tan bir belge üzerinde olduğunu söylemesi; mücadelenin nirengi noktasının, Allah’tan gelen bilginin hayatın tanziminde referans alınıp alınmaması olduğunu ortaya koymaktadır:

“Dediler ki: “Ey Şuayb, senin namazın mı atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında(reşid bir adam)sın.”

Dedi ki: “Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.”(11Hud 87-88)

Kendi menfaatlerini toplumun menfaatlerinin önüne geçiren, refahtan şımarıp azan sekülerleşmiş bir müstekbir zümresi, böyle bir adalet ve denge hareketini benimsemesi mümkün olmamakta, saldırganlaşmaktadır:

O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın… Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın.” (7 Araf 86)

Şuayb kavminin müstekbirlerinin, adalet ve denge arayanlara karşı takındıkları tavır, sürgün etmek, öldürmek yada mevcut sistemin dinine geri döndürmektir:

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.”

(Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi.

Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir…”

Kavminin önde gelenlerinden küfre sapanlar, dediler ki: “Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz.”(7 Araf 88-90)

“Ey Şuayb” dediler. “Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.”(11 Hud 91)

Refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresi, kendilerinin isteklerini kısıtlayabilecek bir talebi, bir türlü hazmedememekte, kabullenememektedir. Çünkü kendilerini efendi, zayıf olanları da kendilerine hizmet etmekle görevli bir köle kabul etmektedirler. Hz. Şuayb’ın insanların tümü için cari olacak bir adaleti istemesi, onları çıldırtmaktadır. Hz. Şuayb’a ‘yakın çevren olmasaydı seni taşa tutar öldürürdük’ demeleri bunun bir göstergesidir. Hz. Şuayb’ın bu tehdide karşı verdiği cevap, mücadelenin nirengi noktasını göstermesi açısından önemlidir:

“Dedi ki: “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır.”( 11 Hud 92-93)

Hz. Şuayb, kavmine verdiği cevapta refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresinin hayatı algılamalarında dayandıkları temel varsayıma dikkat çekmektedir. O da, Allah’ın önemsiz bir şeymiş gibi unutulması ve hayat müdahale etmesinin reddedilmesidir.

İşte seküler ve laik düşüncenin temeli ve dayandığı ana varsayım budur. Onlar için Allah’ın ve ahiret hayatının var olup olmaması önemli değildir. ‘Allah var olabilir; ancak hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyadaki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyadaki hayat, ahiret var diye düzenlenemez. Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez.’ Seküler ve laik düşüncenin temelleri bunlardır. Bunun ötesinde söylenenlerin tümü bir aldatmaca ve kandırmadır.

 Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, sekülarizm ve laisizmin ateizm olmadığıdır. Tüm laik ve sekülerler ateist değillerdir. Ancak ateistler, laik ve sekülerdir. Bunlar dinin varlığını reddetmiyorlar, ancak dine karşılar ve dinin, hayatın hiçbir alanında etkisinin olmasını istemiyorlar.

Laisizm ile sekülarizm arasında dine karşı tavır almada farklılıklar vardır. Laisizmin, sekülarizme nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır. Ateizme daha meyilli, zaman zaman da ateizm özellikleri göstermektedir. Katolik dünyevileşmesidir. Sekülarizm, Protestan dünyevileşmesi olup ateizme daha uzak ve dine karşı daha mutedildir(8):

“Eric S. Waterhouse: Sekülarizm ile din ilişkileri, birbirine hasım olmaktan ziyade karşılıklı olarak birbirine müdahale ettirmemek şeklinde tarif edilir. Teoloji bilinmeyen dünyayı profesyonelce yorumlar, sekülarizm ise bu dünyaya ve yorumuna karşı tamamen ilgisizdir.”

Sonuç 

Bu çalışmada, dünyevileşme ile ilgili sadece kavramsal tabanda bir analiz yapılmaya çalışılmıştır. Dünyevileşmenin tezahür şekilleri ve dünyevileşmeye karşı verilmesi gereken mücadele konularına girilmemiştir.

Gerek laikleşme ve gerekse sekülerleşme, Kur’ân’da geçen ‘Dünya Hayatı’ kavramının ikinci anlam boyutu kapsamında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla ahiret hayatını, ya reddetme ya tamamen unutma yada önemsizmiş gibi kabullenme vardır. Allah unutulmakta, vahyi bilginin hayatı tanzimi reddedilmektedir. Dine ve dindara belli bir çerçeve tayin edilmiştir. Bu çerçevenin içinde kaldıkları sürece bir sorun yoktur. Bu çerçevenin dışına çıkıldığında, müstekbirlerin menfaatlerine dokunulduğunda, adalet istendiğinde; Şuayb kavminin refahtan şımarıp azan önde gelen müstekbirlerinin, ‘seni taşa tutar öldürürüz’, ‘sürgün ederiz’ ya da ‘gerisin geriye kendi dinimize döndürürüz’ tavrına benzer bir tavır sergilerler:

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Türkan Saylan:

“Biz asılız. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. Biz asılız ve vekillerimiz var. Seçtik veya başkaları seçti. Saygı duyuyoruz. Çoğunluğu aldılar. Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil. Olur. ‘Ben yaptım oldu’. Menderes ne dedi? ‘Odunu koysam mebus yaparım. Siz isteseniz şeriatı bile getiririz’ dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne oldu sonuçta? Onlar ne oldu? Türkiye ne oldu? Niye Türkiye karışsın?”(9)

Dini çağrıştıracak her türlü sembole karşı bir duruş ve tahammülsüzlük vardır. Başörtüsü ile ilgili bir kaşık suda fırtına kopartılmasının sebebi budur.

Müslüman’ın zihin dünyasında med-cezir hali olarak tanımladığımız dünyevileşme, ne laikleşme ne de sekülerleşmedir. Geçici bir kalp kararması, baskın nefsi emare halidir. Bu aşamada tedavisi kolaydır. Tedbir alınmadığı zaman sekülerleşme ve laikleşme aşamalarına geçilmesi kaçınılmazdır.

Günümüzde Müslümanları sekülerleştirmek ve laikleştirmek için, uluslararası projeler uygulanmaya çalışılmaktadır. Bunun için de Türkiye, model ülke olarak seçilmiştir. Yeni anayasa yapımı ve başörtüsü ile ilgili yasal düzenleme sürecinde kopartılan fırtınada, Müslümanların baskı altına alınarak zihin yapısının laikleşme ve sekülerleşme istikametinde yeniden formatlanmak istendiğine dikkat edilmelidir. Yapacağımız tercihe bağlı olarak dünya ve ahiretimiz şekillenecektir. Bu noktada iki grup insan söz konusudur:

“İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.”

Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru.” der.

İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir.” (2 Bakara 200-201)

Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz.”(3/145)

Seküler ve laik zihniyetin tercihi, birinci grupta olmak iken; iman edenlerin tercihi ise ikinci grupta olmaktır.

Onun için bizim sözümüz;

Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et. (3 Ali İmran 147)

Onun için bizim sözümüz;

Şu halde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir.”(53/29)

Kaynaklar

1- Ragıb el-İsfahanî, Müfredat, (Çeviri), Pınar Yayınları, İstanbul, 2008.

2- Altıntaş R., Din ve Sekülerleşme, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.

3- Öztürk M., ‘Kur’ân’ın Değer Sisteminde Dünya ve Dünyevi Hayatın Anlamı’ Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: [2006], sayı: 16, ss. 65-86.

4- Öztürk, Y.N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul,1991, s: 33, 96,193, 563.

5- Ünal, A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan yayınları, İstanbul,1990, s: 244

6- Kaplan Y., ‘Seküler Aklın Ötesi’, İslamiyat IV (2001), sayı: 3 S: 81-102.

7- Güler İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme”, İslamiyat IV  (2001), sayı: 3, Sİ 35-58.

8- Hocaoğlu D., ‘Batı Tarzı Dünyevileşme: Laiklik ve Sekülerlik’, Türkiye

Günlüğü, sayı: 72 (2003), s: 115-151

9- Samanyolu Haber, 04.02.2008.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...