(Umran Dergisi)
“İşte bunlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azabları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.” (2 Bakara 86)
“Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur.” (3 Ali İmran 22)
İnsanoğlunun yaşamında anne karnında, bu dünyada, berzahta(kabirde) ve öte dünyada olmak üzere dört evre söz konusudur. Yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan Allah, anne karnı ve kabir evreleri ile ilgili yeterli bir bilgilendirme yapmamış olmasına karşılık; insanoğlunun, bu dünyadaki hayatları ve Ahiret’te yaşayacakları hayatla ilgili çok fazla bilgilendirme yapmıştır. Bu bilgilerde bu dünyada yaşanan hayatla öteki dünyada yaşanacak olan hayat arasında sıkı bir bağ kurulduğu ve bu dünyada seçilen yaşam tarzına bağlı olarak Öte’de ya cennette ya da cehennemde yaşanacak olan bir hayatın var olduğu görülmektedir. Gerek Kur’ân ve gerekse hadisler, ‘dünya hayatı’ denilen bir yaşam tarzından bahsederler. Genelde bu hayat tarzı, olumlu değildir. Olumsuzluk içeren bu hayat tarzı, Allah’ın insanlara kurtuluşa ermeleri ve mutlu olmaları için emrettiği yaşam tarzından bir sapmadır. Bu sapmanın en alt basamağı dünyevileşmedir. Bunu, sekülerleşme ve laikleşme takip eder. Müslümanların zihin dünyasında meydana gelen bir kırılma olarak dünyevileşme, iki ana eksende vuku bulmaktadır. Birincisi makam tutkusu, ikincisi mal mülk ve servet tutkusudur. Burada öncelikle bir kavramsal analiz yapılacaktır. Dünyevileşmenin makam ve mal-mülk-servet tutkusu boyutları üzerinde daha sonra durulacaktır.
Dünya Hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”)
Gerek Kur’ân’da ve
gerekse hadislerde dünyevileşme için
anahtar, odak kavram diyebileceğimiz dünya
hayatı (“el-hayâtü’d-dünyâ”)
kavramı kullanılmaktadır. Burada dünya ve hayat kavramı birlikte kullanılmakta
ve dünya kelimesi, hayat kelimesini nitelendiren, ona boyut veren, çerçeve
çizen durumundadır. Burada kullanılan dünya kavramı, arz, yer küre anlamında
kullanılmamaktadır. Dünya kelimesinin genel anlamı, zaman boyutlu olarak yakın,
kısa; değer boyutlu olarak çok düşük, basit, alçak, değersiz ve ölümlü
anlamında kullanılmaktadır(1-5).
Dünya kavramı, Kur’ân’da 115 civarında yerde geçmekte ve %90’dan fazlasıyla hayat kelimesi ile birlikte, ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ şeklinde
kullanılmaktadır(2-5).
Kur’ânî terminolojide dünya kelimesine yüklenen
gerek yakın, kısa ve gerekse çok düşük, basit, iğreti, değersiz ve ölümlü
manaları, daima bir referansa göre yapılmaktadır. Bu dünya neye göre kısa,
yakın; neye göre alçak, basit, değersiz ve ölümlü olmaktadır? Dünya kavramının
bünyesinde barındırdığı bu izafiliğe, göreceliğe dikkat etmek gerekmektedir.
Bu noktada göz önüne
alınması gereken önemli bir kavram,
Ahiret kavramıdır. Ahiret
kelimesi, genel olarak ‘ötede olan; burada ve şimdi olmayan, ama burası ve
şimdinin götürmesi gereken şey’, ‘sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak
olan’, ‘içinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bulunduğumuz
boyutun üstündeki boyut’ anlamına gelmektedir(1-4). Kur’ân Ahiret kelimesini, özel anlamda ‘son hesap günü’, ‘ölümden sonra
gelen hayat’ anlamında kullanmaktadır(4).
İslamî düşüncede dünya kavramı, ahiret kavramı referans alınarak değerlendirilmektedir. Dünya ve ahiret kavramlarına bu
etkileşim çerçevesinde bakılması zorunludur. Dünya ve ahiret kavramları, ikizine bağlı çift kelime grubundan olup
aralarındaki çağrışım ilişkisi, karşıtlık
ilişkisidir. Her iki kavram, nitelendirdikleri kelimeleri bu bağlamda
şekillendirmekte ve anlamlandırmaktadır. Dünya dendiği zaman müslümanın
kafasında karşıtı olan ahiret canlanmaktadır. İslam’da konuya ilişkin tüm değerlendirmeler, bu dünya ve ahiretin
birlikteliğinin oluşturduğu ikilem üzerine oturtulmuştur.
İslam’a göre insan
hayatında birbirinin devamı, birbirinin tamamlayıcısı ve birbiri ile sıkı
ilişkili dört evre vardır. Bunlar anne karnındaki hayat, yer küredeki
hayat, berzah(kabir) evresi ve ahiret hayatıdır. İslam’ın değer sistemine
göre bu hayat zincirinde referans ahiret
hayatıdır. Çünkü ebedi bir hayattır. Bu öneminden dolayıdır ki Kur’ân’da
birçok yerde Allah’a imanla ahirete iman birlikte zikredilir.
Kur’ân’da, “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirini, İslam’ın bu bakış açısına bağlı olarak, iki anlam boyutunda kullanıldığını söyleyebiliriz.
Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) Birinci Anlam Boyutu
Birincisi, dünya kelimesinin yukarıda ifade olunan iki anlam alanı göz önüne alındığında, Kur’ân’da geçen “el-hayâtü’d-dünyâ” tabirinin, ahiret hayatı referans alınarak, zaman açısından “yakın/kısa hayat”; değer açısından ise, “alçak/değersiz hayat” anlamına geldiği söylenebilir. Dünya kelimesindeki yakınlık anlamı, hali hazırda içerisinde yaşadığımızdan ahirete göre bize daha yakın olma bağlamındadır. Yaşadığımız âna göre ahiret daha uzaktır. Dolayısıyla bu anlam boyutu ile dünya yakın, kısa, sonlu ve önce olan; ahiret ise uzak, uzun, ebedi ve sonra olandır. Keza dünya kelimesindeki ‘çok düşük, basit, alçak, değersiz, ölümlü’ anlamları ise gene ahirete göredir. Dolayısıyla Arzda yaşanan hayat, bizzat mahiyetinden dolayı değil, fakat ahiret hayatı referans alındığında, zaman açısından gelip geçici, kısa ömürlü; değer açısından önemsiz, değersiz olarak değerlendirilmektedir:
“Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz,
onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su
gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi de gerçekten
ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona
emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden
biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen
bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.”(10/24)
Buradaki mesaj, dört evreli hayat zincirinde yer küredeki
hayatın geçiciliğine, kısa ömürlü oluşuna dikkat ederek dünyadaki nimetlere
dalıp öte boyutunu unutmamaktır.
Kur’ân, dünya hayatını
birinci anlam boyutu ile konu ederken insanların dikkatlerini belli noktalara
yoğunlaştırmak ister. Bunları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
‘Dünya hayatı kısa olup çabucak
geçer.’(20/103-104, 30/55,
79/46)
‘Dünya hayatının nimetleri geçici
olup tükenir.’(20/131, 16/96)
‘Dünya hayatı aldatıcı bir
metadır.’(28/60, 42/36, 3/185,
40/39)
‘Dünya hayatı bir oyun ve
eğlencedir.’(6/32, 29/64,
47/36)
Buradaki amaç, insanların Öte Dünya’yı unutup, bu hayatın
cazibesine kapılarak yanlış bir hayat tarzını benimsemelerini engellemektir. Dolayısıyla
dünya hayatı kavramının birinci anlam
boyutu, trafik işaretlerinin taşıdığı anlam gibi uyarı amaçlıdır:
“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır, öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve
aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.”(35/5)
Dünya hayatı kavramının
birinci anlam boyutu ile ilgili dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, arzdaki hayatın doğası, yapısı itibariyle
kötü, zararlı olmadığıdır. Burada kötü olan, değersiz olan yeryüzü, arz
anlamındaki dünyadaki hayat değil; kötü olan, Allah’tan uzaklaştıran, sefahat
ve çirkinlik dolu, Öte’yi yok sayan bir hayat ve bir yaşam tarzıdır. İslam, Allah’ın insanlar için yaratmış
olduğu bu dünyadaki nimetlerin kötü, anlamsız, zararlı ve tehlikeli olduğunu,
bunlardan el etek çekip tamamen inzivaya çekilmesi gerektiğini söylememekte ve
de insanlardan istememektedir:
“De ki: “Allah’ın
kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De
ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler
içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” (7Araf 31-32)
Kur’ân, insanlar için
yaratılmış dünya nimetlerine karşı insanların zaaf göstermesine dikkat çekmekte
ve uyarmaktadır. İnsanın yapısındaki bu boyuta vurgu yapmaktadır:
”Kadınlara,
oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’
kılındı. Bunlar, dünya hayatının
metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.”(3/14, bak: 18/46)
Dünya hayatının birinci
anlam boyutunda, bu kadar cazip ve çekici olan bu nimetlerden daha hayırlı ve
daha kalıcı olanların ahiret hayatında var olduğu belirtilerek, insanın
kendisini bu dünya hayatına kaptırıp geleceğini karartacak yaşantı içerisine
girmemesi için bir uyarı vardır:
“De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Korkup-sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır.”(3Ali İmran15)
Dünya Hayatının (“El-hayâtü’d-dünyâ”nın) İkinci Anlam Boyutu
İkinci anlam boyutu, yer kürede ahiret hayatını ve vahyi bilgiyi göz önüne almayan, insanın heva ve hevesine dayalı ve insanı cehenneme götürecek olan kötü, değersiz, yararsız ve insan için zararlı yaşam tarzı ve biçimi anlamındadır. Bu boyutu ile “el-hayâtü’d-dünyâ” kavramı, ahiret hayatını önemsemeyen, unutan ve/veya reddeden insanların bu dünyada hevalarına dayalı bir değer sistemine göre inşa ettikleri bir hayat tarzı anlamına gelmektedir:
“Bizimle
karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar
ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazanmakta
olduklarından dolayı barınma yerleri
ateştir.”(10Yunus 7-8)
Burada ahiret hayatına
bakış itibariyle 3 grup insandan söz edilmektedir:
1- Ahiret hayatını inkâr edenler.
2- Ahiret hayatını unutanlar.
3- Ahiret hayatını önemsemeyenler.
Bu, 3 farklı insan unsuruna göre 3 farklı dünya hayatı telakkisi olabileceği anlamına gelmektedir. Bunları kısaca aşağıdaki gibi özetleyebiliriz.
Ahiret Hayatını İnkâr Edenler
Ahiret hayatını inkâr
edenler için sadece bu dünya vardır, ölümden sonra herhangi bir hayat yoktur.
Dolayısıyla bu ânı, şimdiyi yaşamalıyız. Olmayan bir dünya için bu dünyadaki
hayatı sınırlandırmamalıyız:
“O, siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline
geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı
va’dediyor?”
Vaad edildiğiniz şey ne kadar uzak, hem de
ne kadar uzak.
“O (bütün gerçek), bizim yalnızca
(yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz
diriltilecekler değiliz.” (23/33-37,
Bak: 6/29, 45/24, 32, 46/17)
Ahireti inkâr edenler,
vahyi bilginin getirdiği değer sistemlerini redderek, kendi hevalarının
öngördüğü değerlere göre bir hayat tarzı inşa etmişlerdir (13Rad 33). Bunlar
bütün güzelliklerini bu dünyada tüketmişlerdir:
“Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi’ tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız.”(46 Ahkaf 20)
Ahiret Hayatını Unutanlar
Bu grup ahiret hayatını
inkâr etmemektedir. Ancak gündemlerinde böyle bir hayat yoktur. Unutulmuş bir
hayattır o. Dolayısıyla da günlük yaşantılarına etki etmez:
“Denildi ki:
“Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, biz de sizi bugün unutuyoruz.
Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiçbir yardımcı yoktur.”
“Bunun nedeni de şudur: Çünkü siz Allah’ın ayetlerini alay konusu edindiniz; dünya hayatı da sizi aldattı.” Böylece ne oradan (ateşten) çıkarılırlar, ne de (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilir.”(45 Casiye34-35, Bak: 7/51)
Dünya Hayatını Ahirete Göre Daha Sevimli Bulup Dünyaya Dalanlar
Bunlar, ahiret hayatını
inkâr etmeyip dünyanın süsüne, cazibesine kendisini kaptırır ve ahiret hayatına
karşı önemsizmiş gibi davranırlar:
“Onlar kendi
paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla
yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz
de (dünya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette
bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba
uğrayanlardır.”(9 Tevbe 69,
Bak: 16/107, 7/169, 18/28)
“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veya onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler.”(14 İbrahim 3)
Dünya Hayatının Anlam Boyutlarının Oluşturduğu Bütünlük
Dünya hayatına yüklenen
birinci boyuttaki anlamla ikinci boyuttaki anlam, birbirini reddeden ya da
birbiri ile tezatlı olan anlamlar değillerdir. Birinci boyuttaki
anlamlandırmaya önem verilmeyip tedbir alınmadığı anda varılacak olan ikinci
boyut olmaktadır. Birinci boyut, mayınlı
araziye giden yolları gösteren uyarı levhasıdır. İkinci boyut, mayınlı arazinin
bizzat kendisidir.
İnsanın böyle
bir uyarıya ihtiyacı vardır.
Çünkü bünyesinde barındırdığı ve insan üzerine birbirine zıt istikametlerde
etki etme gücüne sahip iki karar mekanizması vardır. İşte İslam’da insana
yapılan tüm hitaplar, onda var olan birbiri ile kavgalı, çekişmeli, adeta
insanı bir gerilim atmosferinde tutan, birbirine zıt ve fakat her ikisinde de
gerek olumlu yönde gerekse olumsuz yönde değişme istidadı olan iki farklı
yapısı, insanın iyilik cephesi - insanın
kötülük cephesi, göz önünde bulundurularak yapılmaktadır. Kaba yaklaşımla
iyilik cephesinin merkezi olarak kalbini, kötülük cephesinin merkezi olarak da
nefsini alabiliriz. Bu iki merkez, insan davranış ve düşüncelerini
şekillendiren ve yönlendiren iki karar mekanizması olarak ele alınabilir.
Bunların insan iradesi üzerine uyguladıkları kuvvetlerin bileşkesi, insanın
davranışlarını şekillendirir. Bileşke kuvvetin durumuna bağlı olarak ya tamamen
olumlu, ya tamamen olumsuz ya da gelgitler yaşayan tezatlı bir insan ortaya
çıkar.
Bu iki karar
mekanizmasının insan üzerine etki eden bileşke kuvvetinin şekillenmesine etkide
bulunan iki özellik vardır. Bunlar insan yapısında var olan sevgi ve şehvet özellikleridir. Dünya
hayatı kavram alanının oluşturduğu bütünlüğü görebilme açısından bu iki
kavramın anlamları dikkate alınmalıdır. Şehvet ve sevgi (hubb) kelimeleri birlikte Ali İmran 14’de kullanılmaktadır. Bu
ayette insanın yapısal özelliğine dikkat çekilmektedir. Varlıklara yöneltilen
aşırı sevgi ve duyulan şehvet, insan yapısında var olan birer özelliktir. Bu
gerçek reddedilmiyor, tam tersine bu noktaya vurgu yapılıyor. Ancak bu sevgi ve
şehvetin tehlikeli bir boyutu da olduğu, ‘Bunlar, dünya hayatının metaıdır’
denerek belirtiliyor.
Şehvet ve sevgi kavramlarının meşru ve gayrı meşru
olmak üzere iki boyutu vardır. Gayrı meşru olan boyut, sevgi ve şehvetteki
aşırılık ve bu duyguların tatmin edilmesindeki ölçü ve yollardır:
“Gerçekten siz
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan
(azgın) bir kavimsiniz.”(7
Araf 81 Bak: 27 Neml 55)
Sevgi kelimesi, kişinin hayırlı gördüğü veya sandığı şeyi
istemesi olduğuna göre ortaya bir sorun çıkmaktadır. O da, insan hayatının dört
evresi arasında kurulmuş olan, birbirini etkileyen karmaşık ilişkide; insan, nihai kurtuluşu ve mutluluğu için
neyi, ne kadar ve nasıl sevmeli ve bağlanmalıdır? Ayrıca ilahi planın
bütünlüğünü göremeyen ve perdenin arkasına nüfuz edemeyen bir insanın, sevdiği,
arzu ettiği ve şehvet duyduğu bir şeyin kendisi için yararlı mı yoksa zararlı
mı olduğunu bilmesi anında görülebilecek bir olgu değildir(2/216).
Öyleyse insanı iyiye,
güzele, doğruya götürecek olan bilgi nasıl elde edilmelidir? İman edenler
gerekli ana bilgilerin vahiyle insanlara bildirildiğine inanırlar. Dolayısıyla
iman edenlere göre sevgi ve şehvet kelimelerinin meşruiyet sınırları, vahyî
bilgiyle belirlenmiştir.
Bu kavramların insanın
iki cephesi açısından farklı tezahür şekilleri söz konusudur. Nefsi emmare
düzeyindeki bir nefs ve paslanmış, kirlenmiş, mühürlenmiş bir kalp, bu
kavramların uç anlamlarını tercih etmektedir. Malı, mülkü ve makamı sevme değil
mala, mülke ve makama tapınma düzeyinde bir tutku ve bir bağlanma vardır(100/8,
89/20, 76/27, 79/37-39). Buna karşılık mutmain olmuş bir nefs ile temiz bir
kalp, gerek sevgi ve gerekse şehveti yaratıcı tarafından tayin edilen hudutlar
dairesinde tutar(49/7).
Sevgi ve şehvetin Allah’ın tayin ettiği meşru hudutlar içerisinde tutulup tutulmadığının geçerli ölçüsü hayatın pratiğidir. Bir şeye karşı duyulan sevginin tutkuya dönüşüp dönüşmemesi, ancak pratiğin içerisinde ondan fedakârlık yapıp yapmamakla anlaşılabilir. İnsanların mala, mülke ve makama karşı duydukları sevginin tutkuya dönüşmemesi, ondan fedakârlık yapmakla mümkündür(3/92, 76/8).
Dünyevileşme
Dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutu; Ahiret hayatında insana sunulacak nimetler
referans alınarak bu dünyadakilerin oradakilere nazaran daha değersiz ve de
kısa ömürlü olduğunun hatırlatılması, insan nefsinin bu dünya nimetlerine olan
sevgisinin tutkuya dönüşmesini engelleme amaçlıdır. Kalbi besleyen,
destekleyen fakat nefsi arzulara gem vuran bir yaklaşım tarzıdır bu. Ebu Said el Harraz bunu çok güzel bir
tarzda ifade etmektedir:
“Dünya nefs ve onun arzularından ibarettir. Kul
nefsin arzularını terk edince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiçbir şey olmadığı halde hırsı
yüzünden dünyaperest olabilmektedir.”(4)
İşte bizim dünyevileşme olarak isimlendirdiğimiz zihinsel yapı, dünya hayatı kavramının birinci anlam boyutunda meydana gelen kırılma ve sapma ile ikinci anlam boyutuna zemin hazırlayan bir geçiş sürecinde yaşanan haldir. Bu aşamada dünya sevgisi, dünya tutkusuna doğru yol alacak tarzda mecrasından çıkma eğilimindedir. Ahiret hayatı ne reddedilmekte, ne de tamamen unutulup önemsizmiş gibi davranılmaktadır. Referans alınmada unutkanlıklar başgöstermiş, duyarlık kaybı oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda dünyevileşme, müslümanın zihniyetinde bir med-cezir halidir, bir kırılmadır.
Dünyevileşme, Sekülerleşme ve Laikleşme Kavramları Arasındaki İlişki
Dünyevileşme, zihinsel
kırılmanın hem genel adı hem de en alt basamağıdır. Bu
kırılmanın bir sonraki adımı, sekülerleşme
daha sonraki adımı ise laikleşmedir.
Samuel Johnson’ın sözlüğünde sekülerleşme ile ilgili kavramlara yüklenen anlam,
böyle bir tasnif yapmamıza imkan vermektedir:
“Sekülerlik(secularity):
Dikkatleri yalnızca bu dünyaya, bu dünyadaki şeylere yoğunlaştırma.
Sekülerleştirmek(secularize):
Uhrevî/dînî olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.
Sekülerleşme(secularization):
Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma,
sınırlama süreci.”(6)
Gerek sekülerleşme
gerekse laikleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu
dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahiret hayatı ya inkâr edilmiş, ya unutulmuş ya da önemsiz hale
gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlar:
“İnsanların en temel
ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve
sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu,
bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit düalizmden (iki
dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün
hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü
alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7)
Sekülerleşme, dinin
günlük hayattaki etkisini ve yerini mümkün olduğunca yok etmeye çalışır.
Nitekim Peter Berger, sekülerleşmeyi hayatın tamamının dinin etkisinden
kurtarılması olarak tanımlar:
“Mamafih kültür ve
sembollerden bahsettiğimizde sekülarizasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten
daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini
içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen
seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel
bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla
kalsa iyi, burada sekülarizasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu
ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarizasyonundan
bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonundan da bahsedebiliriz.
Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini
açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan
gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)
Yukarıdaki ifadelere
bakıldığında gerek sekülarizasyonda ve
gerekse laiksizimde varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından
dine açılmış bir savaş olduğunu görüyoruz. Her ikisinde de Allah tamamen
unutulmuş, insan ve dünya ile bütün irtibatı koparılıp atılmıştır. Vahyi bilgi
fonksiyonsuzdur. Ahiret hayatı artık bırakın referans alınmayı yok
sayılmaktadır. Bütün bu ana kabullerin uzantısında günlük yaşamda, sanatta, kültürde, eğitimde, dil de, bilimde, değerlerde,
düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük
hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.
Hayatın bu şekilde
tasavvur edilip tanzim edilmek istenmesi, ilk kez Batı’da rönesans ve reform
hareketleri ile ortaya çıkmış değildir. Hz. Adem ile İblis arasında başlayan
hakimiyet mücadelesinde tarihin değişik dönemlerinde bu tür hayatı tanzim etme
biçimleri ile insanlık çok sık karşılaşmıştır. Peygamberlerin geliş sebepleri,
bir sapma hareketi olan bu tür hayat tarzlarını düzeltip fıtratın gerektirdiği
bir raya oturtma amaçlıdır. Fıtrat düzenine karşı gelip direnen ve
peygamberleri aciz duruma düşürmek isteyen birçok toplum, Allah’ın azabına
uğrayarak helak olup gitmişlerdir.
Konumuza tekabüliyeti
açısından Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesi ilginç bir örnek olarak alınıp
değerlendirilebilir. Hz. Şuayb’ın kavmi ile olan mücadelesine, Kur’ân’da,
ağırlıklı olarak, Araf 85-95 ve Hud 84-95 sûrelerinde yer verilmiştir. Hz.
Şuayb kavmine yaptığı davette, insanları yalnızca Allah’a ibadete ve ondan
başka ilah ve rab edinmemeye çağırarak hayatın yeni baştan tanziminde vahiy
kaynaklı bir bilgiyi merkeze almaktadır. Bu bilgi ekseninde kavminden ölçüyü ve
tartıyı düzgün tutmalarını, milletin mallarının değerini düşürüp eksiltmemelerini
istemekte ve Allah’ın kendileri için takdir ettiğinin daha hayırlı olduğunu
belirtmektedir:
“Şuayb onlara: Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka
ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların
(hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene
(ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın.”(7/85, Bak:11/84-86)
Burada dikkat edilmesi
gereken nokta, vahye dayalı bir zihniyetin, hayatı insanları bir bütün olarak
kucaklayan bir denge üzerine kurmuş olmasına karşılık; hevaya dayalı bir
sistemin refahtan şımarıp azan bir azınlığın menfaatlerini öncelemiş olmasıdır.
Bu da dengeyi bozmakta, dünyayı ifsat etmektedir.
Kavminin Hz. Şuayb’ın
namazına yaptıkları atıf ve Hz. Şuayb’ın Allah’tan bir belge üzerinde olduğunu
söylemesi; mücadelenin nirengi noktasının, Allah’tan gelen bilginin hayatın
tanziminde referans alınıp alınmaması olduğunu ortaya koymaktadır:
“Dediler ki: “Ey
Şuayb, senin namazın mı atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da
mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir.
Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında(reşid bir adam)sın.”
Dedi ki: “Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde
isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim
sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim,
gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.”(11Hud
87-88)
Kendi menfaatlerini
toplumun menfaatlerinin önüne geçiren, refahtan şımarıp azan sekülerleşmiş bir
müstekbir zümresi, böyle bir adalet ve denge hareketini benimsemesi mümkün
olmamakta, saldırganlaşmaktadır:
“O’na iman edenleri
tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak ve onda çarpıklık arayarak (böyle)
her yolun (başını) kesip-oturmayın… Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona
uğradıklarına bir bakın.” (7 Araf 86)
Şuayb kavminin
müstekbirlerinin, adalet ve denge arayanlara karşı takındıkları tavır, sürgün etmek, öldürmek yada mevcut
sistemin dinine geri döndürmektir:
“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar
(müstekbirler), dediler ki: “Ey Şuayb,
seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya
mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.”
(Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi.
“Allah bizi
ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı
yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona
geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir…”
Kavminin önde gelenlerinden küfre
sapanlar, dediler ki: “Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba
uğrayanlardan olursunuz.”(7
Araf 88-90)
“Ey Şuayb” dediler. “Senin söylediklerinin çoğunu
biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz
seni içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten biz
seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.”(11 Hud 91)
Refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresi,
kendilerinin isteklerini kısıtlayabilecek bir talebi, bir türlü hazmedememekte,
kabullenememektedir. Çünkü kendilerini efendi, zayıf olanları da kendilerine
hizmet etmekle görevli bir köle kabul etmektedirler. Hz. Şuayb’ın insanların
tümü için cari olacak bir adaleti istemesi, onları çıldırtmaktadır. Hz. Şuayb’a ‘yakın çevren olmasaydı seni taşa
tutar öldürürdük’ demeleri bunun bir göstergesidir. Hz. Şuayb’ın bu tehdide
karşı verdiği cevap, mücadelenin nirengi noktasını göstermesi açısından
önemlidir:
“Dedi ki: “Ey
kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda
unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta
olduklarınızı sarıp-kuşatandır.”(
11 Hud 92-93)
Hz. Şuayb, kavmine
verdiği cevapta refahtan şımarıp azan seküler müstekbir zümresinin hayatı
algılamalarında dayandıkları temel varsayıma dikkat çekmektedir. O da, Allah’ın önemsiz bir şeymiş gibi
unutulması ve hayat müdahale etmesinin reddedilmesidir.
İşte seküler ve laik
düşüncenin temeli ve dayandığı ana varsayım budur. Onlar için Allah’ın ve ahiret hayatının var olup olmaması önemli
değildir. ‘Allah var olabilir; ancak hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyadaki
hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyadaki hayat, ahiret var diye
düzenlenemez. Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi
ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez.’ Seküler ve laik
düşüncenin temelleri bunlardır. Bunun ötesinde söylenenlerin tümü bir aldatmaca
ve kandırmadır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da,
sekülarizm ve laisizmin ateizm olmadığıdır. Tüm laik ve sekülerler ateist
değillerdir. Ancak ateistler, laik ve sekülerdir. Bunlar dinin varlığını reddetmiyorlar, ancak dine karşılar ve dinin,
hayatın hiçbir alanında etkisinin olmasını istemiyorlar.
Laisizm ile sekülarizm
arasında dine karşı tavır almada farklılıklar vardır. Laisizmin, sekülarizme
nazaran, dine karşı tutumu daha sert ve katıdır. Ateizme daha meyilli, zaman
zaman da ateizm özellikleri göstermektedir. Katolik dünyevileşmesidir.
Sekülarizm, Protestan dünyevileşmesi olup ateizme daha uzak ve dine karşı daha
mutedildir(8):
“Eric S. Waterhouse: Sekülarizm ile din ilişkileri, birbirine hasım olmaktan ziyade karşılıklı olarak birbirine müdahale ettirmemek şeklinde tarif edilir. Teoloji bilinmeyen dünyayı profesyonelce yorumlar, sekülarizm ise bu dünyaya ve yorumuna karşı tamamen ilgisizdir.”
Sonuç
Bu çalışmada,
dünyevileşme ile ilgili sadece kavramsal tabanda bir analiz yapılmaya
çalışılmıştır. Dünyevileşmenin tezahür şekilleri ve dünyevileşmeye karşı
verilmesi gereken mücadele konularına girilmemiştir.
Gerek laikleşme ve
gerekse sekülerleşme, Kur’ân’da geçen ‘Dünya
Hayatı’ kavramının ikinci anlam boyutu kapsamında değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla ahiret hayatını, ya reddetme ya tamamen unutma yada önemsizmiş gibi
kabullenme vardır. Allah unutulmakta, vahyi bilginin hayatı tanzimi
reddedilmektedir. Dine ve dindara belli bir çerçeve tayin edilmiştir. Bu
çerçevenin içinde kaldıkları sürece bir sorun yoktur. Bu çerçevenin dışına çıkıldığında, müstekbirlerin menfaatlerine
dokunulduğunda, adalet istendiğinde; Şuayb kavminin refahtan şımarıp azan önde
gelen müstekbirlerinin, ‘seni taşa tutar
öldürürüz’, ‘sürgün ederiz’ ya da ‘gerisin
geriye kendi dinimize döndürürüz’ tavrına benzer bir tavır sergilerler:
“Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği (ÇYDD) Başkanı Türkan Saylan:
“Biz asılız. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. Biz
asılız ve vekillerimiz var. Seçtik veya başkaları seçti. Saygı duyuyoruz.
Çoğunluğu aldılar. Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün
değil. Olur. ‘Ben yaptım oldu’. Menderes ne dedi? ‘Odunu koysam mebus yaparım.
Siz isteseniz şeriatı bile getiririz’ dedi. Bunlar geçmişte olan şeyler. Ne
oldu sonuçta? Onlar ne oldu? Türkiye ne oldu? Niye Türkiye karışsın?”(9)
Dini çağrıştıracak her türlü sembole karşı bir duruş
ve tahammülsüzlük vardır. Başörtüsü ile ilgili bir kaşık suda fırtına
kopartılmasının sebebi budur.
Müslüman’ın zihin dünyasında med-cezir hali olarak
tanımladığımız dünyevileşme, ne laikleşme ne de sekülerleşmedir. Geçici bir
kalp kararması, baskın nefsi emare halidir. Bu aşamada tedavisi kolaydır.
Tedbir alınmadığı zaman sekülerleşme ve laikleşme aşamalarına geçilmesi
kaçınılmazdır.
Günümüzde Müslümanları
sekülerleştirmek ve laikleştirmek için, uluslararası projeler uygulanmaya
çalışılmaktadır. Bunun için de Türkiye, model ülke olarak seçilmiştir. Yeni anayasa yapımı ve başörtüsü ile ilgili
yasal düzenleme sürecinde kopartılan fırtınada, Müslümanların baskı altına
alınarak zihin yapısının laikleşme ve sekülerleşme istikametinde yeniden
formatlanmak istendiğine dikkat edilmelidir. Yapacağımız tercihe bağlı
olarak dünya ve ahiretimiz şekillenecektir. Bu noktada iki grup insan söz
konusudur:
“İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.”
Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi
ateşin azabından koru.” der.
İşte bunların kazandıklarına karşılık nasibleri
vardır. Allah, hesabı pek seri görendir.”
(2 Bakara 200-201)
“Kim dünyanın
yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim de ahiret sevabını isterse
ona da ondan veririz.”(3/145)
Seküler ve laik
zihniyetin tercihi, birinci grupta olmak iken; iman edenlerin tercihi ise
ikinci grupta olmaktır.
Onun için bizim
sözümüz;
“Rabbimiz,
günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları
yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et.” (3 Ali İmran 147)
Onun için bizim
sözümüz;
“Şu halde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir.”(53/29)
Kaynaklar
1- Ragıb el-İsfahanî, Müfredat, (Çeviri), Pınar Yayınları,
İstanbul, 2008.
2- Altıntaş R., Din ve Sekülerleşme, Pınar Yayınları,
İstanbul, 2005.
3- Öztürk M.,
‘Kur’ân’ın Değer Sisteminde Dünya ve Dünyevi Hayatın Anlamı’ Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi,
yıl: [2006], sayı: 16, ss. 65-86.
4- Öztürk, Y.N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut,
İstanbul,1991, s: 33, 96,193, 563.
5- Ünal, A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan
yayınları, İstanbul,1990, s: 244
6- Kaplan Y., ‘Seküler
Aklın Ötesi’, İslamiyat IV (2001),
sayı: 3 S: 81-102.
7- Güler İ., “Dünyanın
başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme”, İslamiyat
IV (2001), sayı: 3, Sİ 35-58.
8- Hocaoğlu D., ‘Batı
Tarzı Dünyevileşme: Laiklik ve Sekülerlik’, Türkiye
Günlüğü,
sayı: 72 (2003), s: 115-151
9- Samanyolu Haber, 04.02.2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder