1 Mart 2005 Salı

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARITASI-III: FARKLI DEĞERLER ARASINDA MÜCADELE KAÇINILMAZDIR

 (Umran Dergisi)

“Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma.” Rus Atasözü

 

Giriş

Geçen yazımızda kültür ve medeniyet kavramlarını tartışarak bunların, değerler ekseninde parçalanamaz bir bütünlük oluşturduğunu ve her kültür ve medeniyetin temel değerler etrafında bir şekilleniş ve yapılanış olduğunu ifade etmiştik. Burada değerlerin ortaya çıkışını ve farklı değerler arasındaki ilişkinin ne olduğunu ana hatları ile inceleyeceğiz.

Değerler Nedir?

Kültür ve medeniyetler hem mücadele eder, hem de karşılıklı olarak birbirini etkiler ve birbirlerinden alış verişte bulunurlar. Önemli olan birbirlerinden neyi alıp neyi alamayacaklarıdır. İşte bu noktada kültür ve medeniyetlerin ağırlık merkezinde bulunup onlara şekil veren değerler sistemi bir ana parametre olarak önem kazanır.

Değerler nedir? Önemleri nereden kaynaklanmaktadır? Değerler sistemi nasıl ve kim tarafından inşa edilebilir? Üzerinde durulması gereken en temel sorun budur. Erol Güngör’e göre;

“Değer hükmü bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğunu belirten ifade ise, o halde değer de bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki inançtır... Değer bir inanç olmak bakımından, dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi demektir.”1

 Mustafa Aydın’a göre ise;

 “Değer, en genel tanımıyla nesne, birim ve davranış kalıplarına yüklenmiş bir şey, nispi bir kıymettir. İnsanı insan yapan etik dünyanın temel taşlarıdır. Ancak insanla ilgili olmasına rağmen, insan ve toplumu aşan bir yönü vardır. Bir başka deyişle değerler aşkın (transcendental) dırlar ve ulaşılmasında sentetik yargılara ihtiyaç gösterirler.”2      

Tanımlamalardan değerin; insanın davranışlarında, duygularında, yaşantısında önem verdiği, vazgeçilmez kabul ettiği idrak, duygu ve bilgilerden oluşan bir kıymet olduğu anlaşılmaktadır. Değerlerin tümü insan için aynı önemi haiz olmadığı gibi farklı insanlar için de aynı önemi haiz olmayabilir. O nedenle değerler iki ana grupta sınıflandırılmaktadır: ‘Temel değerler’(yüksek değerler), ‘araç değerler’. Temel değerler, tarihi süreç içerisinde değişmeyen zamandan, mekandan bağımsız, tüm insanların menfaat ve mutluluğunu, kurtuluşunu sağlayan değerler; araç-değerler de toplumsal şartların bir gereği olan ve fertlerin çıkar ve yararını ilgilendiren, zaman ve mekana göre değişebilen değerler olarak kabul edilirler.2 Temel değerler, araç değerlere bir çerçeve çizerek onların alanını belirler.

Değerlerin en önemli fonksiyonu, hayatı şekillendirmede belirleyici olmalarıdır. Değerler yaşamı şekillendirdikleri için dışa yansımak zorundadırlar. Değerlerin dışlaşma şekillerine norm(kural), normların da dışlaşma biçimlerine kurum denmektedir. ‘Kurumlar, toplumsal ihtiyaçların temeldeki değer ve normlara göre şekillenişidir’.2

Değerlerle ilgili cevaplandırılması gereken yığınla soru vardır:

Bir şeyin, bir olayın, bir uygulamanın veya bir yaşam biçiminin arzu edilebilir, temiz, güzel, iyi, doğru veya arzu edilemez, kirli-pis, çirkin, kötü, yanlış olduğunu nasıl anlayacağız? Hangi davranış ve düşünce şekli doğru, güzel, iyi ve temizdir? Hangi davranış ve düşünce şekli yanlış, çirkin, kötü ve kirli-pistir? Hangi haller ahlaki, hangileri gayri ahlakidir? İnsanların bizatihi kendileri ile, ailesi ile, çevresi ile, toplum ile ve gelecek nesillerle olan münasebetlerindeki ölçü ne olmalıdır? İnsan yapısı ile değerler arasında bir ilişki var mıdır? Değerlerin insan yaşamındaki etkisi nedir veya ne olmalıdır. Fıtrat-değer ilişkisi, bilgi-değer ilişkisi, iman-değer ilişkisi ve mutluluk-değer ilişkisi nedir?

Değerler sistemini kimin koyma hakkı vardır? Eğer her bir ferdin değer koymaya hakkı varsa, kapasitesi varsa, bu değerlerin tüm insanlar için geçerliliği ne olacaktır? Ortaya konan değerlerin, tüm insanların davranışına, menfaatine uygun, objektif, optimal değerler olduğuna ilişkin kesin kanıtımız nedir, ne olmalıdır? Böyle bir kanıt, bir belge sunabilir miyiz? Ortaya attığımız değerlerin “evrensel ve tüm insanlık için geçerlidir” denebilmesi için gerek ve yeter koşullar nelerdir? Değerlerle ilgili toplumsal mutabakat nasıl sağlanacaktır? Bu günkü değerlerimizin sosyal ve tarihi kökleri nedir? Tarihi süreçteki değerler sisteminin oluşumu ve değişimi nasıl olmuştur? Değerlerin sosyal, siyasî, ekonomik, kültürel yapılarla etkileşimi nedir? Farklı değerler arasında ilişki nasıl olmaktadır? Farklı toplumlar, farklı kültür ve medeniyetler arasında değerler açısından benzerlik ve farklılıklar var mıdır?

Bu ve buna benzer sorulara din ve felsefe cevap vermektedir. Allah inancına dayanan dinlerde, temel değerler vahiyle peygamberlere bildirilmekte, onlar da bunu insanlara anlatıp öğretmektedir. Bu şekilde bildirilen değerlere insanların iman etmesi istenmektedir. Bu değerler, Yaratıcının yarattığı varlığa yol göstermesi anlamında bir kullanım kılavuzu mahiyetindedir. O dine iman edenler, inananlar, değerleri kendilerinin ve toplumun menfaatine olduğuna inandıkları için bağlayıcı olarak kabul edip benimser ve gereğini yaparlar.

Felsefe ise, yaratıcının bilgisine başvurmadan iyi-kötü, güzel-çirkin, temiz-kirli, ahlaki-gayri ahlakinin mahiyetini araştırır. Bunları insanların inançlarının dışında objektif gerçeklere dayandırmaya, ispat etmeye çalışır. Burada filozofun ilgilendiği alan son derece karmaşıktır. Meseleyi bir bütün olarak ele alıp üzerinde deney ve gözlem yapma şansına sahip değildir. Zorunlu olarak sorunu parçalara ayırmakta, parçaların analiz ve sentezinden bütüne gitmeye çalışmaktadır. Bu da filozofun bakışına, kapasitesine, inançlarına ve duygularına bağlı olmaktadır. Bunun sonucunda farklı felsefi ekoller ortaya çıkmış, bunlar da insanlara farklı değer sistemleri önermişlerdir.2

Bu ekollerin ağırlık verdikleri noktalarda ve başlangıçtaki varsayımlarında, kalkış noktalarında farklılık vardır. Bununla birlikte, filozofların genelinde ortak olan nokta, değerlerin tespitinde temel kriteri ‘genel iyilik ve mutluluk’ olarak seçmiş olmalarıdır.2

‘Bir şeyin ‘genel iyilik ve mutluluk’ için olduğuna kim karar verecektir?’ sorusunun cevabında bir anlaşma sağlanamamıştır. Filozofların bir kısmı ‘seçici sistem’, bir kısmı da ‘ideal bir gözleyici’ ile sorunu çözmeye çalışmışlardır:

 “İyi, güzel, doğru dediğimiz şeyler bir seçici sistemin kabul ettiği; kötü ve çirkin şeyler ise reddettiği şeylerdir.”

 “(Natüralist ahlak filozofları R. Firth:) A doğrudur demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olsaydı o da bu hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.”2

İdeal seçici / ideal gözleyici var mıdır, varsa kimdir?’ sorusu filozoflar tarafından cevapsız bırakılmaktadır. Ancak hepsi de ideal seçici ve ideal gözleyici bir sistem veya bir beşerin olmadığını kabul etmektedirler. Dolayısıyla ideal seçici veya ideal gözleyici adına filozofun kendisi, kendi zaaf ve eksiklikleri ile kendi duygu, düşünce, inanç sisteminin etkisi altında karar vermektedir. Kendilerine bağımlı olarak inşa ettikleri bir değerler sistemine tüm insanların uymasını istemektedirler.

Tüm zaman ve mekanlarda yaşayan insanlar arasında böyle bir ideal seçici / ideal gözleyici var olmadığını kabul etmiş olmalarına rağmen niçin filozoflar, ‘her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olarak tanımladıkları ideal bir gözleyici olarak Allah’ı kabul etmemektedirler? Neden onun bilgisine başvurmuyorlar?

Bu, bugünkü felsefi ve ilmi araştırmalarda benimsenen yolla alakalı bir problemdir. Hatanın nerede yapıldığını ortaya çıkarabilmek için bugünkü ilmi anlayışa ve metodolojisine kısaca göz atmamızda fayda vardır.

Toplumsal Bilimlerin Temel Zaafı

İlim; “kainatta vuku bulan olaylar hakkında gözlem, deney ve tefekkür sonucu elde edilip biriken bilgilerden hareketle ve kişiden kişiye değişmeyen (yani objektif) metotlar(yöntemler, yordamlar) aracılığıyla ‘yeni bilgi üretimi’ne ilim adı verilir... İlim tümüyle maddi yani objektif bir biçimde ölçülebilme özelliği olan bir aleme, evrene dayanır; evrendeki düzeni ve bu düzenin uyduğu kuralları: 1-araştırır, 2-keşfeder, 3-tahkik eder”.3

Bu tanımlamaya uygun olarak bir bilimsel çalışma, bilim adamının kendi dışındaki dünyadan duyu organları vasıtası ile aldığı veriler(ihsaslar, algılar, dışımızdaki varlığın üzerimizdeki etkileri) üzerinde akıl vasıtasıyla tefekkür edip analiz ve sentezini yaparak bir sonuca ulaşması şeklinde cereyan eder. Başlangıçtaki ham veriler alınıp işlenerek bilgi haline dönüştürülür. O nedenle “Bilgi, varlıkla çevresi arasındaki ilişkidir’.4 Bu bilgi kanun yada teori seviyesinde olabilir.

Bilimsel çalışmalarda, deney ve gözlem adı verilen iki teknikle beş duyu ve akıl gibi iki ana bilgi kaynağı kullanılmaktadır. Deney ve gözlem kapsamına alamadığımız alanlar ilmin ilgi alanının dışında kalmaktadır. O alan, dinin ve felsefenin alanıdır. Öncelikle bunun unutulmaması gerekir.

 İncelenen varlıktan alınan veriler üzerinde insan, zihni çalışma yaparken onlarla ilgili kavramsallaştırma yapar. Kavramlar, bizim veriler aracılığıyla incelediğimiz nesneye, onu temsil mahiyetinde atfettiğimiz isimlendirmelerdir; ‘varlığın insan zihninde ki fotoğrafıdır’. Kavramsallaştırma aşamasında yapılan hata, bilimsel çalışmanın sakat doğmasına neden olabilir. Kavramların semantik alanı zamanla değişebilir yada yeni kavramlar türetilmek durumunda kalınabilir.

Verileri değerlendirmede, yorumlamada kullandığımız duyu organlarımızın ve aklımızın kapasitesi sınırlıdır. Duyu organlarımızın kapasitesini teknik cihazlarla artırmış olsak bile deney ve gözlemlerdeki “ölçme yöntemi hataları”, “ölçü aleti yapım hataları”, “veriyi temsil etme hataları” gibi hata kaynaklarının meydana getirdiği bir duvar, gerçekle aramızda en ciddi engellerden birini oluşturur. Dahası “Heisenberg Belirsizlikleri”nin ifade ettiği gibi, varlık, sakladığı gerçeği “çok ince bir tül perdesinin” arkasında gizlemektedir. Yani, en mükemmel ölçü aletlerine sahip olsak bile gerçekle aramızda gene de bir perde bulunmaktadır.

Bilimsel çalışmalarda konular incelenirken araç olarak model kullanılmaktadır. Model ise, “Bir bütünü meydana getiren ve çeşitli olay ve olguları açıklamakta kullanılan, aralarında sistematik bağlantı bulunan, çevreden soyutlanmış öğeler, ilkeler ya da kurallar bütünü” olarak tanımlanmaktadır.5 Model, genel olarak, incelenen varlığın belirli karakteristik yapısının ve ilişkilerinin benzer bir sistemidir.6

 Model, belli varsayım ve aksiyomlara dayanır. Modeli güçlü kılan, gerçeğe yakın temsilini sağlayan başlangıçtaki bu öngörülerdir. Bunlar arasında sistematik ve mantıksal bir bütünlük vardır. Modelden beklenen, incelenmek istenen varlığın tüm özelliklerini temsil edebilmesidir. Eğer modelimiz, varlığı tam olarak temsil edebiliyorsa, modelde yer alan parametre, öğeler değiştirilerek varlığın nasıl davranabileceği öngörülebilir. Kurulan modelden beklenen, o ana kadar yapılmış tüm çalışmaların sonuçlarını öngörmesi ve daha sonra karşılaşılabilecek problemleri de çözebilmesidir. Bunları yapabildiği oranda modelimiz başarılı, aksi taktirde yetersiz kabul edilmektedir. Çözemediği sorunları çözebilmesi için modelde bazı değişiklikler yapılarak modelin eksiklikleri giderilmeye çalışılır. Bununla beraber istenen elde edilemiyorsa modelden vazgeçilir. Dolayısıyla ortaya konan modellerin zaman ve mekana olan bağımlılığı ve test edilip edilmediği ve uygulamadaki sonuçlarının ne olduğu daima göz önünde bulundurulmalıdır:

 “...Her model belli bir zaman kesitinde ve belli bir toplumsal etkileşim içinde üretilmiştir. Bu nedenle de insanlığın tümünü kapsayan mekan boyutu ve eksi sonsuzdan artı sonsuza giden bir zaman boyutu içinde irdelenmesi gerekir.”5

Modeller, bazı varsayımlar(hipotez, faraziye: pratikte doğrulanması gereken kuramsal önerme)7 üzerine bina edilmektedir. Bunlar kendisi açısından ispatlanmamış temel doğrulardır. Varsayımın pratikte doğrulanması ile teori(kuram, nazariye) ortaya çıkmaktadır. Teori, ‘sistemli olarak düzenlenmiş bir önermeler sistemi halinde, gerçeğin bir alanına ya da insanın düşünsel yaşamına ilişkin, genelleştirilmiş bilgi’dir.8 Teori pratikte doğrulanmış, güvenilir, sağlam bilgidir.

Gerek doğanın gerekse toplumun uyduğu kanuniyetlerin karmaşık yapısını incelerken modelimizin, varlığı bir bütün olarak temsil etmesi arzu edilir. Ancak bu mümkün değildir. O nedenle bilim adamı, çalışmasını yaparken incelediği varlığı bir bütün olarak değil de, genelde parçalayarak ele alır / ele almak zorunda kalır. Parçalarla elde ettiği bilgilerden bütün hakkında bir sonuca varmak ister. Modelini buna uygun kurar. O nedenle model, gerçeğin bir bütün olarak temsili değildir. Toplumsal bilimlerde kullanılan modelin temsil gücü, doğal bilimlerde kullanılan modellere nazaran çok daha zayıftır. Varlığın çok daha dar bir alanındaki temsilidir. Bu şekilde toplumsal varlığı parçalara ayırarak(sanal veya gerçek olarak) inceleme, sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal çalışma ve sosyal psikoloji gibi değişik bilim dallarının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bunlar toplumsal gerçeği, kanuniyetleri, ‘mihracenin körleri’ gibi kavrayabildikleri boyut ile incelerler. O nedenle toplumsal gerçeği bir bütün olarak hiç biri kuşatamamaktadır:

“Toplumsal gerçek, Sosyolojinin, Antropolojinin, Sosyal Psikolojinin ve Sosyal Çalışmanın yapay ayrımlarına göre değil, bir bütün olarak meydana gelir. Bir bütün olan toplumsal gerçeği incelerken onu parçalara bölmek gerekmiş ve bu yüzden farklı disiplinler ortaya çıkmıştır. Fakat, parçaların incelenmesi sonunda bütüne ilişkin yargıların verilebilmesi için, disiplinler arası çalışma yapmak gereklidir..”9

Gerek doğal gerekse sosyal bilimler alanında ana amaç varlıkların tabi olduğu kanuniyetleri keşfederek formüle etmektir. Doğal bilimlere nazaran sosyal bilimler alanında model ortaya koyarak teori inşa etmek, kanuniyetleri ortaya çıkarmak o kadar kolay olmamaktadır. Sosyal bilimlerin hedefi, konusu ve araştırıcısı insandır. İnsan hem gözleyen hem de gözlenendir. Oysa doğal bilimlerde insan gözleyen doğa ise gözlenendir. Bu açıdan Doğal bilimlerle Sosyal bilimler arasında ciddi farklar bulunmaktadır:

 “1. Bilimsel inceleme sırasında incelenen doğa, incelenmeden ya hiç etkilenmez yada çok az etkilenir. Buna karşılık incelenen insan yada toplum, incelenme sırasında bundan etkilenir.

2. Doğa hakkında varılan sonuçlar ve erişilen kurallar, doğayı etkilemez. Buna karşılık insan ve toplum hakkında varılan sonuçlar ve erişilen kurallar, insanı ve toplumu etkiler.

3. Doğa daha yavaş değişir. Bu yüzden daha kolayca gözlenebilir. Toplum daha hızlı değişir ve bu yüzden toplumsal gözlem yapmak daha güçtür.

4. Doğal bilimler yönünden deney yapmak çok daha kolaydır. Toplumsal bilimlerde ise deney yapmak çok zor, bazı hallerde ise tamamen olanaksızdır.

5. Doğal bilimler ile toplumsal bilimler arasındaki son bir fark bilim adamının tutumunda ortaya çıkar. Doğal bilimlerde, önyargılarından kolaylıkla kurtulabilen bilim adamı, aynı tarafsızlığı, toplumsal bilimlerde çok daha zor gösterebilir. Çünkü kendisi de incelediği toplumun bir parçasıdır. Bu yüzden değer yargılarından arınması çok zor olur. Ayrıca bazen bu tamamen olanaksızdır da. Çünkü eğer yapılan araştırma, belli bir modelin kullanılmasını gerektiriyorsa, herhangi bir modelin seçimi bile, elde edilen bulguların yorumlanmasını etkileyebilir.”9

Sosyal bilimlerin yukarıda özetlenen zaaflarından dolayı insanlar arası ilişkileri düzenleyen değerlerin, eksik bilgilerle ortaya konması ve sonra da toplumların buna uymaya zorlanması, son derece tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun tarihte acı örnekleri vardır. Nazizm, Faşizm, Kapitalizm ve Marksist-Leninist düşünce bunun en canlı örneğidir.

 Marksist-Leninist felsefede ana varsayımların biri şudur; ‘her türlü kötülüğün kaynağı mülkiyettir’ ve ‘her türlü beşeri ilişki üretim vasıtaları ile ona sahip oluş arasındaki tezattan doğar’.10 Her türlü kötülüğün kaynağı olarak görülen mülkiyet, komünist sistemlerin çöküşünün en temel sebebi olmuştur. İnsanlardaki mülkiyet duygusunun fıtri bir duygu olduğu görülememiş veya görülmek istenmemiştir. insanların mülklerini devletleştirerek Komünizmi yerleştirebilmek için milyonlarca insanın öldürülmesine sebebiyet verilmiştir. Bununla beraber verim artırılamamış ve komünist ülkelerde bunalım hat safhaya çıkarak ‘insanlığın zirve aşaması dedikleri komünizm’, 80 yıllık zulüm döneminden sonra yıkılıp gitmiştir. Mussolini ve Hitler hareketlerinin dayandırıldığı felsefelerin insanlığa neye mal olduğunu çok açık bir şekilde bilmekteyiz. Keza liberalizm de ‘sınır yok’ varsayımına dayalı olarak inşa edilen bir modelin uygulanmasının sonunda, tüm sanayileşmiş ülkelerde toplumsal sermayenin tükenişi ile nasıl bir toplumsal çözülmenin vuku bulduğunu bugün çok açık bir şekilde görebilmekteyiz.12

Siyonist hareketin sosyal bilimler alanındaki çalışmaları yönlendirdiği ve bunları büyük bir propaganda ile lanse ettiği bugün bilinmektedir:

“Hakimiyetimizin kolay olması için, her yerde ahlakı yıkmamız lazımdır. Biraderimiz Freud cinsiyet alakalarını gün ışığına çıkarmaya devam edecektir. Ta ki gençlerin kafasında mukaddes hiçbir şey kalmasın. En büyük gayeleri cinsi arzularını tatmin olduğu an yıkılmış demektir.”

“Darwin, Marks ve Nietszche’nin fikirlerinin revaç bulmasına gayret ettik. Zira onların Yahudi olmayan fikirleri ifsat edici tesirleri, bizim için gayet aşikardır.” 13

Sonuç olarak toplumsal olayların özündeki ana değerlerin ortaya çıkarılmasında kendi inanç, değer yargıları ve öngörülerinin etkisinden kurtulamayıp tamamen tarafsız olamayan bir grup filozof veya bilim adamının çalışmalarına dayanarak bir teori veya model inşa edilmesi, sonra da bununla hayatın tanzim edilmeye çalışılması doğru bir bilimsel yaklaşım mıdır? Hem bilgilerimizin gerçeği bir bütün olarak yansıtmadığını, hem de her an değişebilirliğini, izafi olduğunu ve araştırıcı tarafından sonuçların etkilenebildiğini söyleyeceğiz; hem de bununla hayatı tanzim etmeye kalkacağız. İşte asıl sorgulanması gereken nokta burasıdır.

Eğer fert ve toplum belli kanunlara tabi ise bu kanuniyetleri ortaya çıkartabilmek için fert ve toplum yapısı hakkında gerçeği bir bütün olarak temsil eden bir bilgi nasıl elde edilebilir? Modelimizi kurarken doğru olduğunu varsaydığımız ön kabullerimizi (varsayım, aksiyom), pratikte test etmeden önce, gerçeği tam olarak temsil edebilen doğru bir bilgi olduğunu nasıl anlayabiliriz? Tüm toplumsal ilişkileri belirleyen değerleri, nasıl ortaya çıkaracağız?

 Şimdi bu sorulara cevap bulmak üzere başa dönelim ve bir kısım filozofun ‘ideal gözleyici, ideal seçici’ kavramlarını tekrar ele alalım:

 “A doğrudur demek ‘eğer her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici olsaydı o da bu hareketleri tasvip ederdi.’ demektir.”2

‘Her şeyi gören ve bilen, tarafsız, istikrarlı, menfaat gözetmeyen bir gözleyici’ olarak tanımladıkları ideal bir gözleyici olarak yalnızca Allah vardır. Allah kendisini esmâü’l-hüsnâ adı verilen 99 sıfatı ile peygamberlere gönderdiği vahiy aracılığıyla insanlara tanıtmıştır.

Eğer Allah insanı yaratıp başıboş bırakmış olsaydı kendisine gerekli bilgileri göndermemiş olsaydı; toplumsal olayların incelenmesinde bu gün tutulan yol en isabetli olurdu. Ancak Allah bizi yarattı ve fıtratımıza en uygun olan yaşam tarzını da gösterdi:

“Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”(20Taha 50)

4 kuruşluk bir kalem pili kullanırken üreticinin onun üzerine yazdığı kullanım bilgisine başvuruyoruz da; insan gibi son derece karmaşık bir varlığın yaratıcısının bilgisine niçin baş vurmuyoruz? Niçin başvurmayalım?

Öyleyse toplumsal alandaki bilimsel çalışmalarda, İdeal Gözleyici ve Seçici olan Allah’ın konuya ilişkin olarak insanlığa bildirdiği bilgiler, ana ön kabuller olarak ele alınmalıdır. Bunlar bizim ana/temel değerlerimiz, ana frekanslarımızdır. Diğer tüm bilgiler, araç değerler, harmonikler bunlara dayanarak elde edilmelidir. Allah ana değerleri, ana kanuniyetleri insanlığa bildirmiş ayrıntıyı insanlara bırakmıştır. Böylece İdeal Gözleyici, İdeal Seçici olan yaratıcının bilgisi, tüm çalışmalarımıza ışık tutmuş olacağından dolayı gerçeği bir bütün olarak yakalama şansına sahip olabileceğiz.

Allah’ın yol göstericiliği karşısında insanların bir kısmı hidayet yolunu bir kısmı da dalalet yolunu seçmişlerdir:

“Artık ne zaman size benden bir hidayet gelir de, kim benim hidayetime uyarsa, onlar için ne bir korku vardır, ne de mahzun olacaklardır.

Küfredip de ayetlerimizi yalan sayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.” (2 Bakara 38-39)

Hidayet yolunu benimseyenler peygambere tabi olanlar onun getirdiği değerlere göre yaşam tarzlarını düzenleyenlerdir:

“Ki onlar (iman edenler) yanlarındaki Tevrat ‘ta ve İncil’de geleceği yazılı bulacakları ümmi haber getirici (nebi) olan Peygambere uyanlardır; O, onlara marufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.” (7 Araf 157)

 Dalalet yolunu seçenler ise, Allah’ın koyduğu ölçüleri, değerleri beğenmeyip yüz çevirenlerdir:

“Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tespit etti.

Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?

Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?

Sonra bir baktı.

Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.

Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı.

Böylece: “Bu, yalnızca, aktarılarak öğrenilen bir büyüdür” dedi..

Bu bir beşer sözünden başkası da değildir.” (74 Müddessir 18-27)

Dalalet yoluna sapanlar bizim gibi beşer olan filozof ve bilim adamlarının mutlak doğru olmayan, gelip geçici ve izafilik dolu öngörülerini kutsamakla Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edememişlerdir:

 “Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (7 A’raf, 180)

Değerler Arasında Bir Hakimiyet Mücadelesi Vardır

1857 yılında İngiliz Sömürgecisi Kaşif David Livingstone, “Medeniyetin iki öncüsü, Hıristiyanlık ve ticaret, birbirinden asla ayrılamaz.” derken; bir taraftan medeniyeti Batı ile özdeşleştirmekte; diğer taraftan da medeniyetin Hıristiyan değerlerine dayandığını ifade etmiş olmaktadır. 18.yüzyılda Rousseau, “Artık Fransa, Almanya, hatta İngiltere’nin var olmadığı, sadece Avrupalıların var olduğu”, bir çağın özlemini dile getirirken ana gerekçesi; “hepsinin aynı zevklere, aynı tutkulara ve aynı yaşam tarzına sahip olmuş olmaları” idi.14

Livingstone’dan yaklaşık 100 yıl sonra, 1947 yılında, T.S. Eliot’un; “Yeni birlik sadece eski kökler üzerinde birleşebilir: Hıristiyan inancı ve Avrupalıların ortak olarak miras aldıkları klasik diller.”15 tarzındaki yaklaşımı Livingstone’unki ile aynıdır.

Bugün de Avrupa Birliği için aynı anlama gelen şeyler söylenmektedir:

“Avrupa fikri görünüşte jeopolitik bir kavram olsa da, gerçekte kültürel bir model, kültürel bir yapı, kültürel bir kurgudur...”15

Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı kendisini karşıt değerler sistemine dayandırarak tanımlamaktadır. Kendisi ve Öteki kavramlaştırması karşıt değerlere göre yapılmıştır:

“Avrupa kimliği büyük ölçüde, diğer uygarlıklarla karşılaşma sürecinde şekillenmiştir. Avrupa, kimliğini kendinden değil, küresel karşıtlıklar kümesinden almıştır. Kendi ve Öteki(Self and Other) ayrımını destekleyen söylem içinde Avrupa ve Doğu, Avrupa tarafından tanımlanan uygarlığa dair değerler sisteminde karşıt kutuplardı…”

“Avrupa kendini tanımlamak için, kendi kimliğini inşa edebilmiş bir Ötekiye ihtiyaç duymuştur. Eğer öteki yoksa, icat edilmeliydi.... Batı kendi terimleriyle tanımladığı Doğu üzerinde entelektüel üstünlük ve ekonomik denetim kurmaya çalışmış ve Doğu da kendisini, Batının aynasında algılamaya zorlanmıştır. Yani, Doğunun kimliği, fetih ve sömürü amacıyla, sömürgeci güçler tarafından geçmişe yönelik bir kimlik inşası amacıyla kullanıldı.”.. “Papa III.Innocent, Muhammed’i Vahyin Kötüleyicisi olarak karakterize etti. Ortaçağ boyunca İslam’a yönelik karşı saldırılara meşruiyet kazandıran işte bu hayaletti. Kötü kabilelerin ikametinden oluşan barbar Müslüman dünya fikri, Ortaçağ literatüründe baskın temayı oluşturmaktaydı.”16

Dolayısıyla kültür ve medeniyeti, değerlerden bağımsız olarak düşünmek kendimizi aldatmaktan başka bir anlama gelmemektedir.

 Kültür ve medeniyet kendi içerisinde tutarlı bir bütünlüktür, eklektizmi kabul etmezler. Eklektik yapı, daima baskın kültür ve medeniyetin menfaatine çalışır. Sonucu, zayıf olanın asimile edilmesidir. Bir kültür ve medeniyet, bir başka kültür ve medeniyet mensuplarını kendi değerlerini reddedip yeni değerleri kabullendikleri zaman benimser, içine alır. 17. yüzyılın sonlarında bir barış sever olduğu söylenen Quaker William Penn’in gelecekte Türklerin Avrupa birliğine dahil edilebilmesi için Hıristiyan olmasını şart koşması üzerinde bugün dikkatle durulmalıdır:

 “Avrupa birleşmesinin Hıristiyanlığın bütünlüğünü korumak ve Türklere karşı Hıristiyan dünyasını birleştirmek açısından gerekli olduğu fikrini öne sürer. Hıristiyanlık ve Avrupa arasındaki bağlantı, ona göre, oldukça açıktır, zira Türklerin gelecekte Avrupa kurumlarına girmelerine izin verilebilmesi için öncelikle İslam’dan vazgeçmeleri ve Hıristiyanlık dinine dönmeleri gerekmektedir”14

Penn’den dört asır sonra, 21. yüzyılda, Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın,

Türkiye’nin AB’ne girebilmesi için ileri sürdüğü şartlar ile Penn’inkilerin aynı olması bir tesadüfün mü, yoksa bir kanuniyetin mi göstergesidir:

“…Türkiye’nin değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını derinden değiştirmesi gerekmektedir… Bizim paylaştığımız tüm değerleri ve kuralları benimsemesi ve bunun için Türkiye’nin kayda değer çabalar göstermesi gerekmektedir.”17

Burada farklı kültür ve medeniyet mensupları bir arada bulunamaz, yaşayamaz iddiasında bulunulmuyor. Burada dile getirilen ve üzerinde düşünülmesi istenen en temel nokta, farklı kültür ve medeniyetler bir arada bulunsalar, ‘buluşsalar’ bile aralarındaki değerler mücadelesinin taraflardan biri teslim oluncaya kadar devam edeceği gerçeğidir. Karşı karşıya gelen tarafların gücü birbirini dengelediği veya her ikisi için tehlike oluşturan üçüncü bir güç ortaya çıktığı zaman bir ittifak oluşturulduğu, arada ki çatışmanın arka plana itildiğini tarihte ki bir çok olayda görmekteyiz:

“1856’da, Kırım savaşından sonra, Osmanlı imparatorluğu nihai olarak Avrupa İttihadı’na kabul edildi ve ‘Hıristiyan ulusları arasında ki hukuk’ yeniden isimlendirilerek, ‘uygar uluslararasında ki hukuk’ şekline dönüştürüldü. Bu, Rusya’ya karşı Türkiye’nin yardımını sağlamak için yapıldı. Avrupa kendisine kültürel referans çerçevesi sağlayan uluslararası politikanın yeni normlarıyla çok yakından özdeşleştirildi. Uygarlık, pek çok varsayımını korumakla beraber, bir kültürel referans çerçevesi olarak Hıristiyan dünyasının yerini aldığı liberal Avrupa uygarlığı normlarını, etkin olarak ifade etmeye başladı.”14

Rusya’ya karşı Osmanlının desteğini alabilmek için şekli değişiklikler yapılmış, ancak, Osmanlıyı yıkmak düşüncesi hiçbir zaman son bulmamıştır. İki medeniyet arasındaki mücadele, farklı vasıtalarla devam ettirilmiştir. I.Dünya savaşı ile Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, İmparatorluk bakiyesinde Batı sömürgesi yada batı değerlerini benimsemiş Batıya bağımlı devletler oluşturulmuştur. İslam bir güç olmaktan çıkınca yeni düşman Komünizm olmuştur:

“Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve son sultanın kaçması ile birlikte Türkiye, yüzyıllardan beri Avrupalıların düşüncesinde ki doğulu despotizmini yıktı ve 1923 yılından sonra Avrupalı bir cumhuriyet kurdu. Büyük Güçler tarafından yenilmeyen Rusya, yıkılan Osmanlı imparatorluğunun yerini aldı. İslam’ın düşman rolünü ise komünizm aldı.”18

Bugün de mücadelenin hukukuna ve seyrine bağlı olarak öz değiştirilmeden kavramlarla mücadele farklı görüntülerle devam ettirilmektedir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin İmparatorluk peşinde koşması ve İslam coğrafyasında meydana gelen gelişmeler, AB ülkelerinin Türkiye’nin AB’ye alınması ile ilgili tutumlarını etkilemiş ve 1856 Kırım savaşından sonraki politik davranışa benzer bir tavır sergilemeye başlamışlardır.

Kapitalist blokla Komünist blok arasındaki Soğuk Savaşın bitmesi ile başlayan yeni dönemde Batı için düşman, kırmızıdan yeşile dönüşmüştür. Başlatılan Yeni Soğuk Savaşta Batı, eski düşmanını yeniden keşfetmiştir. Yeni Soğuk Savaş artık Hilalle Haç arasındadır:

“Sovyet komünizminin yıkılmasının ardından Batı Avrupa kimliği, artık soğuk savaş sınırları içerisinde yapılanamazdı. Komünizm tehlikesinden kurtulduktan sonra gelişmiş batı, İslam’ı yeniden düşman ilan etti. Kapıların ardındaki düşman uzun bir geçmişi olan derin bir düşmanlık duygusuna sahipti. İslam imajı, kültürel homojenlik ve ötekilik korkusuyla şekilleniyordu”.. Düşmanlığın odağındaki İslam sayesinde, Batı, totaliter imajı komünist bloktan Müslüman doğuya çevirdi.”19

Bugün ABD önderliğindeki batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında, açıkça ilan edilmemiş olsa bile, tam bir mücadele vardır. Her türlü fırsat Batı değerleri lehine kullanılmaya çalışılıyor. Güney Asya’da meydana gelen depremden sonra ortaya çıkan durumu, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’in ‘Hıristiyanlık için harika bir fırsat’ olarak değerlendirmesi ve Evanjelist Jerry Falwell’in (Liberty Üniversitesi Rektörü) “Amacımız bu Asya bölgesine ileriki aylarda gidecek Liberty Üniversitesinden yüzlerce misyonerin önünü açacak çalışmalar yapmaktır.”20 demiş olması, iki ayrı kültür ve medeniyet arasındaki hakimiyet mücadelesinin en güzel bir örneğini göstermektedir.

Sonuç

Allah insana hayatın tanzimi ile ilgili temel ilkeleri bildirmiş, “olmazsa olmaz” ölçülerini vermiştir. Allah’ın kitabında bildirmediği, Hz.Peygamber’in herhangi bir kısıtlama getirmediği konular ise insana ve insan düşüncesine bırakılmıştır. Karşılaşılan sorunlar, Allah’ın koyduğu temel ilkeler çerçevesinde çözüme kavuşturulacaktır. Bu da insanın görevidir.

Allah genel ölçüleri kendisi koymakla, hayatın tanzimindeki sübjektiflik tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Allah’tan gelen bilgiler tüm insanların arzu, istek, duygu ve düşünce, hatta menfaatlerinin optimal (en uygun) bir sentezi durumundadır.

İşte insanlığın bunaldığı, yolunu kaybettiği, karanlıklar içinde körleştiği, kirlilik bataklığına saplandığı dönemlerde; peygamberler gelerek, insanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura çıkarmışlardır. Temiz ve murdarı birbirinden ayırarak, temiz ve murdarın ölçülerini onlara göstererek insanları temizliyor, onları zalimlerin hevâlarına tabi olmaktan, zorbalara boyun eğmekten, köle olmaktan kurtarıp, Allah’a kul yapıyorlar. Peygamberlerin yolunu izleyenlerin, kafalarındaki ve kalplerindeki beşeri korkular gidiyor, yalnızca Allah’tan korkuyorlar. Yalnızca Allah’tan korktukları için gerçek özgürlüğe kavuşuyorlar, adil ve temiz kalıyorlar, kalmaya özen gösteriyorlar. Karanlığın ortasında tıpkı bir güneş gibi parlıyorlar.

İblis’in yolundan gidenlerse insan fıtratına ters olan ölçüleri, değerleri ihdas ederek insanlığı karanlığa sürüklüyorlar. Adaletsizlik ve zulüm altında insanları inim inim inletiyorlar. İnsanlığı bunalıma sürüklüyorlar. Harsı ve nesli yok ediyorlar.

İşte tarih, Allah’ın koyduğu değerleri benimseyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki mücadeleye göre şekillenmektedir.

“Kuş bakışı bakmak güzeldir, fakat kuş gibi bakmamak şartıyla.” Şeyh Sadi   

Notlar:

1- Güngör E., Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2000, S:27-40

2- Aydın M., İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, S:164-170

3- Özemre, A.Y. İslam’da Aklın Önemi ve Sınırları, Kırkambar Yayınları, İstanbul, 1998S:307-315

4- Hançerlioğlu, O., Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1975, S:30-31

5- Kongar, E., Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979, S: 43-50,457

6- Buhr M., Kosing A., Felsefe Sözlüğü, Konuk Yayınları, İstanbul, 1976, S:195

7- Hançerlioğlu, O., a.g.e., S:337

8- Buhr M., Kosing A., a.g.e., S:282

9- Kongar, E., a.g.e., Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979, S: 25-30

10- Politzer G., Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1975, S: 241-255

12- Fukuyama F., Büyük Çözülme, Sabah Kitapları, İstanbul,2000

13- Kutup M., İnsan, s.100, Siyon Alimlerinin Protokolleri’nden alıntı.

14- Delanty G. Avrupa’nın İcadı, Adres Yayınları, Ankara, 2004, S: 100-115

15- Delanty G. age, S: 2-20

16- Delanty G. age, S: 125-130

17- Zaman Gazetesi, 17.12.2004.

18- Delanty G. age, S: 148

19- Delanty G. age, S: 195-196

20- Kösebalaban H., ‘İncilin Gölgesinde Dış Politika’, Anlayış dergisi Şubat 2005 Sayı 21 S: 62-63

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...