(Umran Dergisi)
“Biz sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için mutedil, adil ve seçkin bir ümmet kıldık..”(2/143)
Ellerini ve kollarını sallayarak Irak'ı işgal
edeceklerini ve Irak halkı tarafından çiçeklerle karşılanacaklarını bekleyen işgalciler, büyük bir hayal
kırıklığına uğramışlardı. Bırakın halkın onlara çiçek vermesini, bizzat
halk işgale karşı çıkıp direniş
göstermişti.. Irak’ta ABD-İngiltere’nin giriştiği işgal hareketi, Fao, Umr
Kasr, Nasıriye, Basra, Necef, Kerbela'da büyük bir direnişle karşılaşmıştı.
İşgalciler, Irak yönetiminin aslî kuvvetleri olarak kabul edilen Cumhuriyet
muhafızları, fedailer, milisler ile karşılaşmadan, rivayetlere göre, çok ciddi
kayıplar vermişlerdi.
Bağdat, Musul, Kerkük ve Kerbela'da çok güçlü bir
savunma ile karşı karşıya kalacakları ve işgalcilerin çok daha büyük kayıplar
vereceğine kesin gözüyle bakılmaktaydı.
İntihar saldırılarının yaygınlaşması, işgalcileri paniğe sürüklemekteydi. Halkın
bu güçlü direnişine bir de general çölün karşı taarruzu eklenince işgalciler
şaşırmışlar ve de işgal hareketine ara verme kararı almışlardı. Bağdat’a doğru
yürüyen işgalciler, işgal harekatını bir haftalığına askıya almak zorunda
kalmışlardı. Kara harekatının 1 hafta durdurulmasından sonraki süreçte,
Irak’ta neler olduğu henüz bilinmemektedir. Ancak bu sürecin
sonunda Irak yönetimi, tüm ordusu ile birlikte hiçbir ciddi direniş
göstermeden ortadan kaybolmuştur. Bunun
nedeni zamanla anlaşılacaktır.
Saddam'ın kuvvetlerinin direniş göstermemesinde, iki
ihtimalden bahsedilebilir: Birincisi, Saddam'ın ABD ile pazarlık yaparak Irak'ı
sattığıdır. İkincisi ise, teknolojik üstünlüğü olmayan Irak'ın ABD kuvvetlerini
şehir merkezlerine çekerek gelecekte gerilla savaşı yapma gibi bir stratejiyi
benimsemiş olmalarıdır.
Bu çalışmada bu konu tartışılacak ve bundan sonraki süreçte Müslümanların bazı hassas noktalara dikkatleri çekilecektir.
Çirkin Amerikalıyı Tanımak
Eğer Saddam ve kadrosu birinci yolu benimseyip Irak’ı
satmışlarsa, bunun, başlangıçta İslam dünyasında ciddi bir zihinsel kırılmaya
neden olabileceği söylenebilir. Büyük bir moral bozukluğu meydana gelebilir.
Gariptir ki Müslüman bir dünya; Saddam ve ekibinden Iran-Irak savaşından ve
daha sonraki gerek Kürtlere ve gerekse Şiilere karşı kimyasal silah kullanarak
yaptığı katliamlardan ve de yönetimi süresince Müslümanlara uyguladığı baskıdan
dolayı nefret etmiş olmalarına rağmen; bu savaşta ABD’ye karşı Saddam'ın zafer
kazanmasını arzu etmişlerdir. Karşılaşılan bu ilginç durumun psikolojik alt
yapısında, ABD ye duyulan öfke, kin ve nefretin Saddam'dan çok daha ileri
düzeyde olmuş olması yatar.
ABD’nin İslam dünyasını hor ve hakir görmesi, devamlı
aşağılaması böyle bir psikolojik zemini hazırlamıştır. Burada çok önemli olan nokta; ABD’nin bir
zamanlar Müslüman’ın kafasında hicret
edilmesi düşünülen(!), gıpta edilen, saygı ve sevgi duyulan bir ülke olmaktan
çıkmış olmasıdır. İslam dünyasının zihinsel arka planında batıya duyulan özlem
ve hayranlık, bu gün kin, nefret ve korkuya dönüşmüştür. Bu yeni bir sürecin
başlangıcıdır.
Bush, ‘bunlar bizim yaşam tarzımıza karşılar’ diyerek
başlattığı yeni haçlı seferi ile, Batı dünyasının son yüzyıllık dönemde inşa
edip kutsadığı, adeta putlaştırdığı tüm kurum ve kavramları yıkmakla kalmamış;
batı düşünce sisteminin ana yapısında yer alan adaletsizliği, güçlü olmanın haklı olduğu gibi bir anlayışı
ve sömürgeci zihniyeti de teşhir etmiştir.
İslam coğrafyasında son 75 yılda yetişmiş olan
nesiller, batıyı hiç bu kadar yakından
tanıyamamış ve anlama fırsatı bulamamışlardır. İslam coğrafyasındaki her
inançtan insanın Çirkin Amerikalının çirkin yüzünü görebilmiş olması çok önemli
bir olgudur. İşgal hareketinin farklı düşünce mensuplarının oluşturduğu
ortak platformlarca protesto edilmiş olması, bunun çok önemli bir göstergesi
olarak değerlendirilebilir. ABD ve Batı hayranlığının Irak savaşı ile birlikte Müslüman’ın zihninde
yıkılmış olması, bu savaşın çok önemli
bir sonucudur. Müslüman’ın zihni
dünyasında bu anlamda meydana gelen kırılma, yeni bir bilinçlenme sürecinin
başlangıcıdır.
Müslüman dünyada genel bir sarsıntı vuku bulmuş olmakla beraber, asıl zihni kırılma, batı ve ABD hayranı liberal, küreselleşmeci entelektüellerle, bürokratlarda ve daha üst yönetimlerde meydana gelmiştir. Gerekçesi olmayan, hiçbir meşruiyet taşımayan bir savaşta, sivillerin hedef seçilmesi ve bebeklerin öldürülmesi bir türlü bu insanlar tarafından izah edilememektedir. O nedenle bu kesimlerin girdiği psikolojik bunalım çok daha şiddetli olmuştur. Bu zihni çalkantı ortamında İslam coğrafyasında ‘Ben’ ve ‘Öteki’ kavramları çok tartışılacak ve sorgulanacaktır. Dini hassasiyetleri yüksek olanların bu sürece çok iyi hazırlanmaları gerekir.
İşbirlikçi Yönetimlerin Uykusu Kaçacak
Eğer Saddam ve ekibi, kendi hayatlarına karşı Irak’ı satma yolunu benimsemişlerse; bunun bir başka açıdan ümmetin uyanışına katkısı olmaktadır. Tüm işbirlikçiler, ülkelerini ve kendi taraftarlarını satarlar tarzındaki bir gerçek, çok çarpıcı bir şekilde bir kez daha ispatlanmış olmaktadır. Dolayısıyla ABD yanlısı, işbirlikçi yönetimlere destek verenler, çok ciddi bir güven bunalımı içine yuvarlanacaklardır. Irak savaşında İslam dünyasının başında ABD desteği ile ayakta duran yönetimlerin hiçbir şey yapmamış olmaları, bu duyguyu daha da kuvvetlendirecek ve yakın bir zamanda bu coğrafya içindeki yönetimlere karşı çok ciddi tavır alma başlayacaktır. Krallar ve diktatörler bundan sonra rahat uyku uyuyamayacaklardır.
Bağımsızlık ve Özgürlük Mücadelesinde İnisiyatif Müslümanlarda
Bugün Irak’ta ‘Ne Saddam Ne Amerika Yaşasın İslam’
diyerek yapılan yürüyüşler, yeni bir dönemin başladığının sinyallerini
vermektedir. ABD’nin başlattığı bu haksız savaş, İslam dünyasında ki tüm mezhep ve etnik
unsurları bütünleşmeye zorlamaktadır. Müslüman
uyanışın önündeki en ciddi engel olan Batı işbirlikçisi yönetimlerin, ABD
tarafından yıkılması ile İslam’a ve Müslüman dünyaya büyük bir hizmet
edilmiştir. İslam coğrafyasında verilecek bağımsızlık savaşlarında veya
ABD’ye karşı girişilecek
mücadelelerdeki önderlikte inisiyatif,
bizzat Müslümanların eline geçmiş olacaktır. Bundan sonra İslam'î kimliğe sahip
olmayan hiçbir hareket, İslam dünyasında neşvûnema bulamayacaktır. Kendisini
besleyecek ne bir iklim, ne de bir
toprak var olacaktır.
ABD ve Batı dünyası, kaderin ilginç bir tecellisi
olarak geçmişte yaptıkları bir hatayı,
bir kez daha tekrarlamışlardır. 70’li yılların sonuna doğru Filistin’in
bağımsızlığı için mücadele veren FKÖ gibi örgütlerin mensubu 4000-5000 civarındaki gerilla grubu,
gemilere bindirilip sürgüne gönderilmişti. Böylelikle İsrail’in güvenliğinin
sağlanabileceği ve İsrail’e dikensiz bir
gül bahçesi ikram edilebileceği
düşünülmüştü. Ancak beklenen olmamış sürgüne gönderilen Marksist
hareketin bıraktığı boşluk, İslamî bir
direniş hareketi ortaya çıkması ile doldurulmuştu. O günden sonra İsrail’e karşı verilen mücadelede inisiyatif,
Müslüman direnişçilerin eline geçmiştir. İsrail çok güçlü bir direnişle
karşılaşmıştır. Bunun üzerine sürgüne
gönderdikleri gerillaları geri getirip Filistin özerk bölgesini inşa etmek
zorunda kalmışlardır. Yaser Arafat, tekrar Filistin mücadelesinin meşru lideri
olarak kabul edilmiş ve Filistinlilere bazı haklar tanınmıştır. Zaman geçtikçe
ve İsrail yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için işgal hareketinde
bulundukça mücadele gene sertleşmiştir. Ancak aşırı kuvvet dengesizliğinin
meydana getirdiği psikoloji, Sovyetlerin çökmesi ve batının neredeyse bir bütün
olarak İsrail’in yanında yer alması sonucunda Filistinliler İslamî bir kimlik
kazanmaya başlamış ve hareket
gittikçe İslamlaşmıştır. Marksist
bir hareketin liderleri bile zamanla bundan etkilenip eskiye nazaran dindarlaşmışlardır.
İşte bugün Irak’ta da olacak olan budur. İslam coğrafyasında şehitlerin kanları ile beslenen topraklarda her şey, aslına rücu etme eğilimi göstermekte ve doğal olarak İslamî kimlik ön plana çıkmaktadır. İran’daki devrimi engellemek için ABD ile işbirliği yapan Saddam gibi birinin ABD’ye karşı verdiği mücadelede Irak bayrağına ‘Allahü Ekber’ ibaresini ekletmesinin anlamı da budur. Kendisinin namaz kılması ve üst düzey kadrosunun camilerde namaza gitmeleri, hangi niyetle yapılırsa yapılsın, İslam coğrafyasında İslamî uyanışın ne derece etkin bir noktaya ulaştığının bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Artık bundan böyle İslam coğrafyası, bir ümmetin uyanışına ve tarih sahnesine özne olarak aktif bir şekilde dönüşüne şahit olacaktır. Saddam’ın birinci ihtimal çerçevesinde direnmemiş olması, bu boyutuyla bir kayıp değil bir kazanç olmuştur. Saddam’ın çekilmiş olması, Müslüman Irak halkının teslim olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim Irak halkı büyük bir sezgiyle ortaya çıkabilecek boşluğu, ‘Ne Saddam Ne Amerika Yaşasın İslam’ diyerek doldurmuştur. Patronu ile işbirlikçisini aynı kefeye koyma basiretini göstermiştir.
İşbirlikçi Tehlike
Eğer Saddam işbirliği yolunu seçerek Irak’ı ve
Iraklıları satmış ise, o taktirde dikkat edilmesi gereken bir tehlike;
Saddam'ın savaşa iştirak etmemiş olan kuvvetlerinin, bu dönemde ABD ile
işbirliği yaparak işgalcilerin güdümünde yeni bir işbirlikçi yönetimin daha hızlı ve etkin bir şekilde kurulmasına
katkıda bulunmasıdır. Zaten işgalcilerle işbirliği içinde olanlar vardı, şimdi de bunlara Saddam’ın
organize, savaşa iştirak etmemiş güçleri eklenmiş olacaktır. Bu durumda
işgalcilere karşı verilecek olan kurtuluş savaşı, bir iç savaşla beraber
yürütülecek demektir. Irak halkının bu oyuna gelip gelmeyeceğini
bilmiyoruz. Saddam ve ABD'nin neden
olduğu bunca acıdan sonra, bu zalimlerin
desteklenmesi demek; bize yaptığınız zulümler az geldi, geri gelin zulmünüze
zulüm katın demektir.
Bu, Irak'ın geleceğinin şekillendirilmesinde Müslümanların işini biraz daha zorlaştırır; bağımsızlık mücadelesinin süresini biraz daha uzatır ve biraz daha fazla bedel ödenir. Bağımsızlık ve özgürlük mücadeleleri bedel ödenmeden de kazanılmaz. Bu ümmet bunun şuurundadır.
Saddam’ın Kurtuluşu: İslâma Teslim Olmak
Eğer Saddam ikinci yolu benimseyip ABD’ye karşı
gerilla savaşı verecekse; O zaman dayanacağı tek güç Müslümanlar, tek fikir de
İslam'dır. Baas fikriyatı toparlayıcı, birleştirici ve sürükleyici olamaz.
Bundan sonra Saddam ve ekibinin önünde fazla bir alternatif bulunmamaktadır. Ya Saddam İslam’a teslim olacak, onun uğrunda
mücadele edecek ya da tarihin karanlık sayfalarına ABD işbirlikçisi olarak
geçecektir. İslam'ı kabul ettiği ve bu uğurda mücadele ettiği taktirde
Müslümanların tavrı, Hz. Bilal'ın Hz. Halit bin Velit ve Hz. Amr ibnu’l-As'a karşı gösterdiği
tavırdır: ‘İslam cahiliyede yapılanlardan dolayı insanı yargılamaz.’
Dolayısıyla Saddam Hak yolu seçtiği taktirde kendisini kurtarmış olacaktır. Bu
durumda da gene Müslümanlar kazançlı çıkacaktır.
Saddam ve ekibinin bu iki yoldan hangisini seçtiğini önümüzdeki günler gösterecektir. Fakat hangisi benimsenmiş olursa olsun sonuçta Müslümanlar, bu mücadeleden avantajlı çıkacaklardır.
Bir Üst Kimlik İnşâsı
İslam coğrafyasına karşı girişilen bu işgal hareketinde Müslümanlar, pek çok oyun ve tuzakla karşılaşacaklardır. Oyun ve tuzaklar karşısında mücadeleye önderlik yapan müminlerin çok sabırlı olması, olaylara çok geniş bir perspektiften, çok geniş çaplı ve de stratejik derinlikli olarak bakması gerekir. Birleştirici, bütünleştirici, toparlayıcı ve kardeş yapıcı bir yol ve yöntem izlemelidirler. Bunun yolu, Üst Kimlik inşasından geçer. O nedenle tüm İslam coğrafyasında İslam, bir üst kimlik olarak kabul edilmelidir. Tüm mezhebî ve etnik alt kimlikler, güneşin 7 rengi gibi bu üst kimliğin spektrumu olarak görülmelidir. Alt kimlikleri muhafaza ederek ve fakat bunların entegrasyonu ile bir üst bilinç ve kimlik oluşturulması bu günün en acil ve en öncelikli görevidir.
Bugün İslam coğrafyası, ABD-İngiltere-İsrail
tarafından tamamen işgal edilmek istenmektedir. Bunların bu stratejik
hedeflerini göz önüne aldığımızda Müslümanları, ‘Beyaz Öküz, Siyah Öküz ve Sarı
Öküz’ diye ayırıp sıra ile yemek istiyorlar. Bunun için Müslümanlar, güneşin
tayfındaki alt renklerle meşgul olmayıp güneş olmayı hedeflemeliler. Onun için
de Müslümanlar Allah’ın verdiği renkle
boyanmalılar:
“Allah’ın verdiği renk;
Allah’tan verilen renkten daha güzel rengi olan kimdir?
Biz yalnız O’na kulluk
edenleriz”.(2/138)
Bunun aksine bir davranışın Şeytanla işbirliği yapmak
anlamına geldiği unutulmamalıdır:
“Ey iman edenler, hepiniz
topluca İslam'a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin.
Çünkü o, size apaçık bir düşmandır”(2/208)
Zalimlerin İslam diyarını işgal girişimi, bir başka bereketin ortaya çıkmasına vesile olmuş; yıllarca aynı camide namaz kılmayan Sünnilerle Şiiler, ilk defa bir ve beraber olarak namaz kılıp işgalcilere karşı ülkeyi terk et şeklinde toplu çağrıda bulunmuş, ‘Allahü ekber; Ne Saddam Ne Amerika’ diye bağırarak zalimlere meydan okumuşlardır. Bu, üst kimlik bilincinin öne çıkmaya başladığını göstermektedir. Şimdi yapılması gereken, bu büyük potansiyel hareketin saptırılmasına izin vermeden bunu şuurlu, teorik alt yapılı, stratejili ve planlı bir harekete dönüştürebilmektir.
Zalimlere Karşı Kitap Ehli Kimliği
Bugün İslam dünyasında işgallere karşı başlayan büyük
baş kaldırı hareketini duygusal olmaktan çıkarıp; kalıcı, uzun vadeli ve
de sadece İslam dünyasını değil aynı
zamanda tüm dünyayı işgalden kurtarmaya dönük
bir harekete dönüştürmek gerekir. O nedenle uyuşturulmuş bir insanlığa, fıtratına
uygun bir kimlik kazandırmak bir şahsiyet kazandırmak hedeflenmelidir.
Bir tarafta
üstün teknoloji ve ekonomiye sahip müstekbir
işgalciler, diğer tarafta ise ekonomisi zayıf, ciddi bir teknolojiye
sahip olmayan, hem uluslararası hem de yerli işbirlikçi müstekbirlerin zulmü
altında bulunan müstazaf Müslüman bir dünya var. Maddi anlamda anormal bir güç
dengesizliğinin olduğu görülüyor. Buna karşın üstün teknoloji ve ekonomiye
sahip olan işgalcilerin, tüm toplumsal değerleri çözülmüş ve çürümüştür. İnsan
fıtratı ile uyuşmayan bir yaşam biçimleri vardır. Uluslararası sermayeye
hizmete göre kurulmuş ve aşırı sınıflaşmaya doğru giden, kitleleri
uyuşturan bir sistem inşa etmişlerdir.
Bu nedenle de insanları bunalıma sürüklemişlerdir. İncil ve Tevrat'ın samimi
bağlıları bundan rahatsızlar, şikayetçiler. Müslüman dünya ise sağlam değerler
sistemine, hayat felsefesine sahip ve mütevazı yaşam biçimleri ile tüm müstazafları kucaklayabilme imkanına
sahiptir.
İşte İslam coğrafyasına karşı girişilen işgal süreci
ile başlayan müstazaf-müstekbir mücadelesi
insanlığın geleceğini belirleyecektir.
O nedenle Müslümanlar ayrıntılarla uğraşmayıp ana ilkeleri öne çekmeli,
ehli kitabı da içine alabilecek bir birlik, bütünlük ve dayanışmayı
hedeflemelidirler:
“De ki: ‘Ey Kitap ehli,
bizimle sizin aranızda müşterek olacak bir kelimeye gelin.
Ki o da şudur: Allah’tan
başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı
bırakıp ta kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim.’
Eğer yine de yüz
çevirirlerse, deyin ki: ‘ Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.’”(3/64)
Bugün İslam coğrafyasında başlatılan işgal hareketi, İncil ve Tevrat'ın özüne bağlı Hıristiyan ve Musevilerin tasvip edip onayladığı bir hareket değildir ve de olmamalıdır. Bu uluslararası sermayeye hakim olan çok küçük Siyonist bir azınlığın dünyayı kontrol altına alma girişimidir. Bu nedenle tüm kitap ehli, böyle bir zûlüm ve imha hareketine karşı çıkmaya çağrılmalıdır. Rum sûresinin başlangıç ayetleri, Müslüman bir bilincin bu konuda nasıl işlemesi gerektiğini bize göstermektedir.
Korkuları Yenmek
Tarihte
Müslümanların zulme karşı verdiği mücadelelerde de çok anormal bir
kuvvet dengesizliği hep mevcut olmuştur.
Hatta denebilir ki İslam’î mücadele azınlığın çoğunluğa, zayıfın güçlüye karşı
mücadelesidir. Yaklaşık 200 yıldır baskı altında tutulan bir ümmetin bu
giriştiği mücadele de aynı özelliklere sahiptir. Ayrıca 200 yıllık baskının
oluşturduğu bir ruh hali ve psikoloji söz konusudur. Müminler bu noktayı hiç
göz ardı etmemelidirler. Duygusal tepkileri kalıcı bir mücadeleye dönüştürmek,
bu psikolojik alt yapıyı iyi tahlil etmeye, iyi kavramaya bağlıdır.
Tarihte 200-300 yıl gibi uzun bir dönemi köle olarak
yaşamış İsrail oğullarının psikolojisi ile
yaklaşık 200 yıldır baskı altında tutulan Müslüman bir ümmetin
psikolojisi arasında bazı ortak veya benzer noktalar bulunabilir. İsrail
oğullarının yaşadığı kölelik sürecinde ruh dünyasında meydana gelmiş olan fay
hatlarına benzer fay hatları,
Müslümanların ruh dünyasında da var olmuş olabilir. Her şeye karşı
aşırı korku ve güvensizlik
duymak, Firavun zulmü altında inleyen
İsrail oğullarının kişiliğini belirleyen
bir özellik olmuştur. Gerçekte bu durum tüm müstazaflarda görülen bir
haldir. Müstazafların aşırı korku ve
güvensizlik halleri, ne abartılmalı ne de görmezlikten gelinmelidir. Tedavi
edilmesi gereken özel ruh hali olarak kabul edilmelidir. Gerçekte korku, korunmaya dönük beşeri bir tezahürdür. Ancak burada söz
konusu edilen ve tedavisi istenen aşırı korku ve güvensizliktir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’nın mücadelesi uzun uzun
anlatılırken dikkatimizi çeken konu, Hz.
Musa’nın korkmasına da geniş yer verilmiş olmasıdır. Hz. Musa’nın 7 ayrı alanda
korktuğu, ayetlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır:
1-Peygamber olmadan önceki dönemde Mısır’da yaptığı
bir kavganın sonucunda adam öldürmesi ve yöneticilerin kendisine ölüm cezası
vermesi karşısında duyduğu korku (28/20-21)
2-Kutsal vadiye girdiğinde duyduğu sesten
korkması(27/10)
3-Kendisine verilen mucizelerin vuku bulma anında
duyduğu korku (20/ 20-21, 27/10, 28/31)
4-Allah, kendisine ‘Firavun’a git, anlat’ emrini
verdiğinde duyduğu korku (20/45)
5-Sihirbazların gösterileri esnasında kendisine
güvenini bir an için kaybedip korkuya kapılması (20/67-68)
6-Öldürülmekten korkması(26/14, 28/20-21,33)
7-Halkın kendisini yalanlamasından korkması(26/10-12)
Mucizevi bir güçle donatıldığını bile bile, Hz.
Musa’nın Firavun’la olan büyük karşılaşmasında,
bilgin büyücülerin gösterdikleri sihir karşısında panikleyerek korkuya
kapılması dikkat çekicidir. Bir an için
bile olsa mağlup olabilme ihtimalıni düşünmesi, Gayrı iradi bir refleks olarak
kafasında acaba sorusunun uyanıvermiş
olması, korkunun doğal beşeri bir özellik olduğunu göstermesi açısından
önemlidir. Diğer taraftan kendisinin seçildiği, korunduğu, bu iş için özel
olarak eğitildiği ve gerekli donanıma sahip kılındığı daha önce kendisine
belirtilmiş olmasına karşın(20/11-44); kendisi ve kardeşi, ‘Firavuna git,
anlat’ emri verildiğinde korkuya
kapılmışlardır. Firavun’un kendilerini öldürebileceğinden endişe
etmişlerdir(26/14, 28/20-21,33).
O nedenle Hz. Musa,
korku anlarında desteklenerek rahatlatılmış ve kendisine güven
kazandırılmıştır:
“Allah dedi ki: ‘ Korkmayın,
çünkü ben sizinle birlikteyim; işitmekteyim ve görmekteyim’.” (20/ 46, 26/15) “Ey Musa, dön ve korkuya kapılma .
Gerçekten sen güvende olanlardansın.” (28/31)
Bu noktada bizim sormamız gereken en önemli soru; Allah
mucizelerle donattığı kulunun korkmasına, böyle bir duyguya kapılmasına niçin imkan ve izin vermiştir? Niçin Allah Hz.
Musa’nın korkmasına Kitapta bu kadar yer
ayrılmıştır?
Musa’nın şahsında ortaya konan, modellenen davranış,
tepki veya düşünce; gelecek dönemlerde mücadele edecek olan müminlerin karşı
karşıya kalacakları duygu, düşünce ve davranışlardır. Zaman zaman içine
düşebilecekleri ruh halleridir. İşte böylesi karmaşık durumlarda Allah bize,
özelde Hz. Musa’nın genelde tüm peygamberlerin şahsında çıkış yolu göstermektedir. Eğer Kur’ân-ı
Kerim’de ele alınan konulara bu boyutu ile yaklaşmaz isek onun yol göstericilik vasfını gerektiği gibi
anlamamış oluruz.
Hz. Musa’nın değişik olaylar karşısında sergilediği tavır, bu gün Müslümanlar gerek düşünce, gerekse pratik hayatlarında yaşamaktadır. Ancak Hz. Musa’nın şahsında modellenen düşünce ve davranışı, bugün öncelikle Müslüman davetçiler, öncüler ve kadrolar dikkatle incelemelidir. Çünkü Hz. Musa bir öncü, bir lider ve bir tebliğci, büyük bir inkılapçıdır, sade bir vatandaş değildir. Halktan beklenen davranış ise ikinci planda gelir. Bununla beraber öncü kadrolar baskı altındaki toplumların ruh dünyalarını iyi tahlil etmeli korku ve endişelerini giderecek tedbiri almalı ve sabırlı davranmalıdırlar.
Zulüm Altında Yaşayanların Özgürleştirilmesi
Zulüm altında yaşayan toplumların korku ve endişeleri
göz önüne alındığında, İslam coğrafyasında girişilen işgal hareketine karşı
verilecek bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine, yediden yetmişe herkesin
başlangıçta bir bütün olarak katılabileceğini beklemek hayalcilik olur.
Kitleler genelde korkunun oluşturduğu bir tedbirlilik içinde bulunurlar.
Firavun’un zulmü altında çok acı çekmiş olmalarına rağmen İsrailoğulları, Musa ve kardeşine destek
vermemişlerdir:
“Firavun ve kavminin
kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir grup
gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk
taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi”.(10/83)
Diğer taraftan Firavun’un kavmi de, Firavun tarafından
küçük görülmüş, aşağılanmış ve zülme
uğramış olmasına rağmen, korkudan
dolayı, Hz. Musa’ya değil de Firavun’a
itaat etmiştir:
“Firavun kavmini aldattı;
onlar da kendisine boyun eğdiler. Onlar yoldan çıkmış bir kavimdir.”(43/54)
Gerek İsrailoğullarının gerekse Firavun’un
kavminin, kendilerini kurtarmaya çalışanların
yanlarında yer almaları beklenirdi. Ancak onlar, susmayı ve zalimlere itaat
etmeyi ve hiçbir bedel ödemeden özgürlüğü kazanmayı tercih etmişlerdir. Hz. Musa’ya, ‘Kim galip gelirse biz ona
uyarız’ demiş olmalarının anlamı budur:
“(Firavun'un adamları:) Eğer
üstün gelirlerse, herhalde sihirbazlara uyarız, dediler.”(26/40)
Zalimlerin zulmü altında gördükleri eziyetle,
bağımsızlık ve özgürlük için verilecek
mücadelede görebilecekleri eziyeti bir görüp yakınmakta ve sitem
edebilmektedirler:
“Onlar da, sen bize
(peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi,
dediler. (Musa), "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve onların
yerine sizi yer yüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar"
dedi.”(7/129)
Uzun dönem zulüm altında yaşamış toplumların bu süreç
içerisinde kazandıkları bu ruh hali, kolay kolay ortadan kaldırılabilecek,
etkileri kolayca giderilebilecek bir olgu olmayıp; uzun yılların sabırlı
çalışması ve nefis ve kalplerinin değiştirilmesinin hedeflenmesi ile üstesinden
gelinebilir.
Bu nedenle Hz.
Musa, İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmak ve onlara kişilik
kazandırmak için Mısır’dan çıkarmıştır(26/52, 44/23). Firavun’la büyük
karşılaşma gününde Hz. Musa'nın gösterdiği büyük mucizeyi (20/59, 26/39), Kızıldeniz’in
yarılıp Firavun’un ordusundan kurtulmalarını ve de Firavun’un tüm ordusunun
denizde boğulmalarını görmüş olmalarına rağmen putlara tapan bir toplulukla
karşılaştıklarında, kendilerine de putlar yapılmasını istemeleri(7/138-140);
arkasından Samiri'nin yaptığı altın buzağı heykeline tapınmaları(20/85-96) ve
onlara engel olmak isteyen Hz. Harun’u öldürmeye kalkmaları(7/150), toplumsal
değişimin ne denli zorlu bir süreç olduğunu göstermektedir. 200-300 yıl köle olarak yaşamış
İsrailoğulları, gördükleri bunca mucize ve kendilerine verilen nice nimetlere
karşı gene de Hz. Musa’dan Allah’ı kendilerine apaçık göstermedikçe iman
etmeyeceklerini söyleyebilmişlerdir. Bunun üzerine yıldırım çarparak
öldürülmüşler ve ardından tekrar diriltilmişlerdir(4/153, 2/55,56). Buna rağmen Samiri'nin yaptığı puta
tapabilmişlerdir.
Yersiz yurtsuz bir topluluk olan İsrailoğullarına
Arz-ı Mukaddes verilip yerleşmeleri istendiğinde, oraya girmeyi
reddetmişlerdir. Gerekçeleri de orada zorba bir kavmin olmasıdır. Onlar oradan
çıkmadıkça, kendilerinin de oraya girmeyecekleri konusunda ısrar etmişler ve
Hz. Musa’ya karşı gelmişlerdir:
“Ey kavmim! Allah'ın size
(vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa
kaybederek dönmüş olursunuz. Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir
toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan
çıkarlarsa biz de hemen gireriz”.(5/21-22)
İsrailoğullarının kurtuluşu, onların bedel ödeyerek kazandıkları bir olgu
olmayıp; Hz. Musa ve kardeşinin verdiği bir mücadelenin sonucunda Allah' ın bir lütfu olarak var olmuştur. O nedenle de kıymetini
bilememişler, kendilerine verilen toprağa içerisindekileri bahane ederek yurt
edinmeyi reddetmişlerdir. Hz. Musa’dan, Firavun’dan kendilerini daha önce nasıl
kurtarmışsa, şimdi de aynı şekilde kurtarmasını talep etmişler; ‘Sen ve Rabbin
git savaş’ diyebilmişlerdir:
"Ey Musa! Onlar orada
bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin
savaşın; biz burada oturacağız" dediler.”(5/23-24)
Bağımsızlık ve özgürlük bilinci, özel bir ruh halidir. O başkaları tarafından
verilmez, o kazanılır. O hak edilir.
Bedel ödenerek elde edilir. Aksi taktirde kıymeti bilinmez; bedel ödemeyi
kabul etmeyen bu toplum, bedel ödemeyi benimseyinceye kadar, kıymet bilinceye,
şükredinceye, kafalarındaki zihinsel kirleri temizleyinceye kadar -ki bu
İsrailoğulları için 40 yıl takdir edilmiş- yeryüzünde çılgınca koşup
duracakları bir imtihana tabi tutulmuştur:
“Musa: "Rabbim! Ben
kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış
toplumun arasını ayır" dedi. Allah,"Öyleyse orası (arz-ı mukaddes) onlara
kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın
dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme" dedi.”(5/25-26)
Ezilenlerin, sömürülenlerin tarih boyu sahip olduğu
bu psikoloji, yol boyu unutulmamalıdır.
O nedenle kalıcı tüm hareketler, uzun vadeli bir mücadeleyi hedefleyerek
toplumların özünü değiştirmeyi amaç edinmişlerdir(8/53,13/11). Peygamberlerin
izlediği yol, böyle bir yol olup kalıcı etkiler bırakmıştır. Tüm peygamberler
Firavunî sistemlerin insan zihninde meydana getirdiği korku ve
kirliliği öncelikle tedavi ederek
onları değiştirmişlerdir. Toplumlarına bir kimlik, kişilik ve uğrunda
mücadele edecekleri temel değerler kazandırmışlardır.
“Yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte
o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz
şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki
zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve
onunla birlikte gönderilen nur'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa
erenler onlardır.”8(/157)
Öncelikle korkularını giderecek şekilde onların
Allah’la ilişkilerini düzeltmişler, onları kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul yapmışlardır. Yalnızca Allah’a
ibadet etme anlayışına getirmişlerdir (11/26, 50, 61, 84). Allah korkusu ile
donatıp bütün beşeri korkulardan sıyırmışlar, böylelikle onları gerçekten
özgürleştirmişlerdir. İman etmiş Müslümanlar olarak Allah’a tevekkül edip kafirler zümresinden
kopup ayrılmışlardır:
“Musa dedi ki: Ey kavmim! Eğer
Allah'a inandıysanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na güvenip dayanın.
Onlar da dediler ki: "Allah'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler
topluluğu için deneme konusu kılma! Ve bizi rahmetinle o kafirler topluluğundan
kurtar!'' (10/84-86)
Yeryüzünün Allah’ın mülkü olduğu ve onu dilediğine bırakacağı bilincini
vermişler, yalnızca Allah’tan yardım dilemeyi, yalnızca Allah’ı ve
müminleri veli edinip Allah’a tevekkül etmeyi kabul ettirerek sabrettirmişlerdir. Zafer ve
mağlubiyetleri, Allah’ın kendilerine
tevdi ettiği emanete sahip çıkabilecek, adaletle hükmedecek, zulme boyun
eğmeyecek bir ehliyet ve liyakate ulaşabilmek için bir deneme süreci olarak benimsetmişlerdir:
“Yoksa sizden önce gelip-
geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara
öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar
ki, öyle ki peygamber, beraberindeki müminlerle: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat
edin, kuşkusuz Allah’ın yardımı pek yakındır.”(2/214)
“Musa kavmine dedi ki...
Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzüne
hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar." (7/128-129)
Böylesi bir arındırmanın sonucunda; insanlara güzeli
tavsiye eden kötülükten alıkoyan, iyilik üzere yardımlaşıp hakkı ve sabrı
tavsiye eden, anneye, babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle
davranan, namazı dosdoğru kılan, namazlarını titizlikle koruyan, zekatı veren,
birbirinin kanını dökmeyen, birbirlerini evlerinden yurtlarından sürüp
çıkarmayan, ırzlarını koruyan, Kitaba bir bütün olarak inanıp onu parçalamayan
ve ona sımsıkı sarılan, salih davranışlarda bulunup azgınlık yapmayan ve ahitlerini bozmayan bir ümmet meydana
getirmişlerdir (5/2, 2/63, 83-85, 93, 7/160-161,170).
İnsan fıtratı tahrip edilerek insanın kendisine yabancılaştığı ve bunalıma sürüklendiği bir dünyada, peygamberlerin inşa ettiği insan, toplum ve değerlere benzer; yeni bir insan unsuruna ve yeni bir toplumsal yapıya ve yeni değerler sistemine bugün ihtiyaç vardır.
İpini Eğirdikten Sonra Çözüp Bozan Kadın: ABD
Günümüz
dünyasında insan fıtratına karşı
girişilen büyük saldırının öncülüğünü ABD yapmaktadır. İnsanı sefahate,
çürümeye, sonu belirsiz bir maceraya sürüklemekte; tarihte helak olmuş tüm
toplumların helak olmasına sebep olan tüm özellikleri kendinde toplayan sisteme
sahip tek millettir. ‘Bizim yaşam tarzımıza karşılar’ deyip Müslümanlara karşı
açtığı bu savaş, ABD için sonun başlangıcıdır. ABD tutarsızlığını ortaya
koymuş, güvenilir olmaktan çıkmış bir ülkedir artık. Şu ana kadar dünyaya
önerdiği düzenin tam zıddına davranışlarda bulunmuş, tüm insanlığın birikimi ve
dayanışmasının sembolü haline gelen ve
dün kutsadığı tüm değer ve kurumlara
bugün saldırmış, onları kendisine ayak bağı olarak görüp devirlerini
tamamladıklarını ve onlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Gücünü
putlaştırarak ipini eğirdikten sonra bozup çözen kadın gibi davranmıştır:
“Bir toplum diğer bir
toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir
fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın)
gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa
düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.” (16/92)
Artık çözülen ipin tekrar eski haline gelmesi nasıl
mümkün değilse, ABD’de dünyadaki eski konumuna yeniden dönmesi, eski
güvenirliğini ve saygınlığını yeniden kazanması mümkün değildir. Belki
kendisinden korkulacaktır, ancak sevilmeyecek, kendisine saygı duyulmayacak ve
güvenilmeyecektir. Artık ABD, dünyanın büyük çoğunluğunun dostu ve müttefiki
değildir.
ABD, zalim Roma imparatorluğunun girdiği yıkılış sürecine girmiştir. Yıkılışın ne zaman tamamlanacağı yada hangi hız ve ivme ile vuku bulacağını zaman gösterecektir. Şüphesiz ki bu, bu günden yarına olmayacak fakat mutlaka vuku bulacaktır.
Sonuç: Rabbimiz Allah'tır Diyerek Yürüyenler Zafere Ulaşacaktır
Diğer taraftan ABD küçümseyerek saldırdığı bir
coğrafyada kendi eli ile kendi işbirlikçilerini tasfiye ederek hem ümmetin
işini kolaylaştırmış hem de ittifak yapacağı kesimleri devamlı güven bunalımına
sokmuştur. Bundan böyle İslam coğrafyasında inisiyatif Müslümanların eline
geçmiştir. Bağımsızlık bayrağı, özgürlük meşalesi müminlerin elindedir.
Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar, yalnızca Allah'ın önünde secde ederek
‘Rabbımız Allah'tır’ diyerek ve korkularından arınarak büyük yürüyüşü başlatmışlardır:
“Şüphesiz, Rabbimiz
Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner.
Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin, derler”(41/30)
Kullandıkları yöntemler birbirinden farklı, bazıları
yanlış da olsa zulme başkaldırıyorlar ve direniyorlar. Kendi öz deneyimleri ile
kendi coğrafyalarında en uygun mücadele yol ve yöntemlerini mutlaka bulacaklardır. Gelinen bu noktada bu meşale, işbirlikçi
ellere teslim edilmeyecektir. Çünkü Müslümanlar, 200 yıllık çile ve deneyimin sonucunda yeterince arınmışlar ve bundan dolayı da
Allah'ın yüklediği emaneti taşımaya
gerçekten ehil olmuşlardır. Bu nedenle Allah'ın lütfuna, yardımına ve desteğine mazhar olacaklardır:
“Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı
alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın
lütfu ve ilmi geniştir.
Sizin dostunuz (veliniz)
ancak Allah'tır, Resûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun
eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.
Kim Allah'ı, Resûlünü ve
iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın
tarafını tutanlardır.”(5/54-56)