27 Kasım 2014 Perşembe

Erbakan ve çözüm süreci-2: “Kürt Sorununun Kaynağı, Sömürü Düzeni ve Asimilasyoncu Politikalardır”

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı? Niçin bu kanlar akıyor? ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Son yıllarda Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, “çözüm süreci” adı altında yeniden ele alınmıştır. Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dini, mezhebi ve kavmi sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece Kürt sorununu’ ya da Alevi sorununu’ ele aldığımızda, Kürt sorunu’ / Alevi sorunu’ denen sorunların kökeni, temel nedeni nedir Toplumun tümünün memnun olabileceği bir çözüm nasıl bulunacaktır Kürt sorununun’ / Alevi sorununun’ çözülmesi ile Türkiye, bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de kavmi, mezhebi bir sorun mudur; yoksa kavmi ve mezhebi sorunlar, ana sorunun, sistem sorununun bir sonucu mudur

Bu yazı serisinde rahmetli Erbakan’ın Kürt Meselesi’ne bakışı ve ele alış şekli incelenmektedir. Geçen yazıda Türkiye’nin meselelerini ele alırken meseleleri gerçek boyutları ile ortaya koyup doğru teşhis konmanın gerekliliği üzerinde durmuştuk.  O nedenle, “Yanlış teşhis doğru çözüme götürmez” demiştik. 

Bugüne kadar Türkiye’de parlamento içi siyasette, genelde kavmi kimlik özelde Kürt kimliği sorununa ilişkin en köklü ve kalıcı çözüm önerisini getiren, Erbakan Hocadır. Erbakan Hocanın Kürt sorununa yaklaşımını, teşhis ve tedavi şeklinde iki kademede ele almak gerekmektedir.

Burada, rahmetli Erbakan Hocanın Kürt Meselesi’ne koyduğu teşhisi, meselenin ortaya çıkış nedeniyle ilgili görüşlerine yer vereceğiz.

Erbakan Soruyor: “Niçin Bu Kanlar Akıyor ”

Milli Görüş hareketi lideri rahmetli Erbakan, 1993’te Refah Partisi 4. Büyük Kongresi’nin açış konuşmasında, Kürt sorununa özel bir yer vermiş ve konuşmasının büyük bir kısmını, bu soruna ayırmıştır. Bunun sebebi, sorunun gittikçe tehlikeli bir hal alma eğilimine girmiş olması noktasında ki kanaatleridir. Sorunu kongrede dile getirmiş olması, tehlikenin boyutlarına, kamuoyunun dikkatini çekebilmek içindir.

Müslümanlığın, ortak tarihin, ortak coğrafyanın, ortak medeniyetin ve kader birliğinin Türklerle Kürtler arasında ortak payda olduğunu ifade eden Milli Görüş hareketi lideri sorunu, “Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” şeklinde can alıcı bir soru sorarak kamuoyunun gündemine taşımak istemiştir:

“Bakın 1071’de Alparslan Bizans’a karşı savaş açarken Kürt kardeşlerimiz ona on bin asker verdi. Çünkü onlarda Anadolu’nun Müslümanlaşmasını istiyordu. O zaman ne Türklerin Türkçülük, ne Kürtlerin Kürtçülük iddiası vardı. Tarih boyunca savaşlarda en büyük destek Kürtlerden alındı. Ve yine asırlar boyu aynı inancın kardeşleri olarak siperde vücutlarını birbirlerine kalkan ettiler. Bu asrın başlarında Musul’da toplanan Kürt aşiretleri Osmanlı halifesinin yanında savaşmaya karar verdiler. Ve Sevr Anlaşması’nı yırttılar. Öyle ki Kürtlerin Osmanlı’ya karşı savaşmak için görüşmeye gelen İngiliz valisine, Kürt lideri Şeyh Mahmut el- Berzenci elini uzatmadı. Ve Müslümanların halifesine savaş açan bir ülkenin valisinin eli necistir’ dedi. Adıyaman’da Bedir Ağa kendisini isyana teşvik etmek için altın yüklü katırlarla gelen İngiliz görevlisine Ben halifeye isyan etmem’ dedi. Kendisini altınlarıyla beraber huzurundan kovdu. Aynı İngiliz görevlisi, Van’daki Kürt aşiret reislerini ziyaret ettiği zaman onlarda aynı sözlerle kendisini kovdular.

Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” (1)

Erbakan: “Sorun Üç Boyutludur”

Erbakan Hoca, meseleyi, sadece bir terör, askeri operasyon ya da Kürt Meselesi olarak görmüyor. Erbakan’a göre mesele, tek boyutlu olmayıp 3 boyutludur. Her bir boyuttaki olumlu ya da olumsuzluklar, diğerlerini etkilemektedir. Her üç mesele birlikte, bir bütün olarak ele alınıp çözüme kavuşturulmalıdır:

“Gerçekte mesele bir değil 3’tür: 1-Terör, 2-Kürt Meselesi, 3-Güneydoğu

Meselesi. Kürt Meselesi ve Güneydoğu Meselesi’nin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terörde diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor. Bu böyledir diye, 3 ayrı meselenin varlığını görmemezlikten gelip veya yok farz edip, meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir…” (1)

Erbakan: “Kürt Sorunu’nun Kaynağı, Sömürü Düzeni, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalardır”

Kürt konusunu üç boyutlu olarak ele alan Erbakan’a göre, Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı “asimilasyoncu”, “materyalist” ve “ırkçı politikalardır”:

“Terörün gittikçe artma imkanı bulması ve Güneydoğuda ki halkımızın bugünkü acıların içine düşmesinde hiç şüphesiz taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı vardır.

Bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika uygulamışlardır… Görüldüğü gibi taklitçi zihniyetli İktidarlar terörü önleyememişler; Kürt meselesini ve Güneydoğu meselesini çözememişler, bunu gittikçe büyüyen bir mesele haline getirmişlerdir.

Yaşanan tecrübeler bu meselelerin taklitçi zihniyetlerin tatbik ettiği, şiddet ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir. Taklitçi iktidarlar gelip gidiyor, fakat hepsinin müşterek olan bu yanlış politikaları değişmiyor.” (1) Erbakan’a göre Güneydoğu’nun geri kalmışlığı ve bölgede yapılan zulüm, sadece bölgeye has bir durum olmayıp ülkenin pek çok yöresine ilişkin bir durumdur. Bunun da sebebi, gene sömürü düzeni’, tahakküm düzeni’ ve taklitçi zihniyetli iktidarlardır’:

“Şikâyet olunan ve istenen nedir Türkiye’de ki batı taklitçisi zihniyetli iktidarların yürüttükleri sömürü düzeni, tahakküm düzeni sonucunda ortaya çıkan ızdırap ve haksızlıklar. Bunlar derece derece esasen yurdumuzun her bölgesinde mevcut ve herkese aynen tatbik ediliyor.” (1)

Erbakan, 1994, Bingöl’de yaptığı o meşhur konuşmasında, ülkenin insanlarının birbirine yabancılaştırılması ve aralarına husumet sokulması, “okullardan besmelenin kaldırılması”, yerine Türküm doğruyum çalışkanım’ andının getirilmesi ile başladığını ifade etmektedir:

“Dedim ki, bu ülkenin evlatları asırlar boyu, mektebe başlarken besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine Türküm doğruyum çalışkanım’. E sen bunu söyleyince,  öbür taraftan da, Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı. Ve böylece, siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız.” (2)

Bu yaklaşım, sistemin ana tezine, temel varsayımlarına doğrudan cephe almak, onlara savaş açmak demektir. Hem ulusal sistem, hem de küresel sistem, sorunun çözümünü istemediği için Erbakan’ı ciddi bir tehlike olarak görerek bertaraf etmeye karar vermiştir.

Erbakan: “Kürt Sorunu Şiddet ve/veya Asimilasyonla Çözülemez”

Erbakan konuşmalarında, sorunu bir bütün olarak ele almayıp sadece, şiddetle ve Askeri operasyonlarla meselenin halledilemeyeceğine dikkat çekmeye çalışmıştır. Üzerinde durduğu nokta, sorunun çözümü için sorunun ana kaynağına ve sebeplerine inilmesi gerektiğidir:

“Bu sebeplerden dolayı, terörle mücadele sadece Askeri bir hareket olarak düşünülmemeli. Bu konu, kaynağını ve sebeplerini ortadan kaldıracak çok unsurlu ve kapsamlı bir bütün olarak ele alınmalıdır.”

“Yaşadığımız tecrübe bu önemli problemin, şiddet ve terörle, ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir…” (1)

Erbakan’a göre “yabancılaştırma” ve “asimilasyon” politikaları, Osmanlı’da farklı kavimler arasında asırlar boyu oluşturulmuş olan ortak paydaların ortadan kalkmasına, meydana gelmiş olan kardeşliğin kırılmasına sebebiyet vermiştir. Erbakan daha 1970’li yıllarda henüz Kürt Meselesi diye bir sorun görünür bir şekilde ortada yokken, bu günlere gelineceğini görerek/sezerek “kuş dili” /kodlama/şifreleme ile konuşarak bu meseleye, “kardeşlik-bölücülük”, “devlet-millet bütünleşmesi” kapsamında dikkat çekmeye çalışmıştır:   

“Milli Görüş vatanımızın ve milletimizin bölünmez bütünlüğü ve 40 milyon memleket evladının kardeş bilinmesi temel prensibine dayanır. Her şeyin başı önce yurdumuzda kardeşliğin, tesanüt ve birliğin teessüsüdür. Aynı milletin, aynı tarihin çocuklarının kardeşliği esastır. Gidilecek yol iç barış yoludur, kardeşlik yoludur. İthamcılık yolu değildir. Aynı milletin çocukları arasında görüş farklılıkları, fikir farklılıkları olabilir, fakat bu hiçbir zaman ithamcılığın, bölücülüğün sebebi olmamalıdır.

…Sağlam bir milli bünyeye kavuşmak için içtimai sulhu temin etmeye birbirimizle kaynaşmaya mecburuz. Devlet millet kaynaşması kalkınmada temel şarttır…” (3)

Kürt Meselesi’nin özünde devlet ve milletin karşı karşıya geldiği bir zihniyet farklılaşmasının olduğunu, bunun milletin değişik kesimleri arasındaki birliği ve beraberliği, kardeşliği bozduğunu üstü kapalı ifade eden Erbakan, “Kendi ön fikirlerimizle değil, davanın gereklerine tabaiyet ile hizmet edebiliriz. Dava bunu gerektiriyor. Millet ile devlet iyice kaynaşacak başka çaresi yoktur” (3) diyerek meselenin dava boyutu ile ele alınması gerektiğini ifade etmektedir. Değerler, kültür ve medeniyet düzleminde devlette meydana gelen yabancılaşmanın bir dava sorunu olarak ele alınmasını isteyen Erbakan’a göre, “Devlet, millet kaynaşmasını tam manasıyla gerçekleştirecek görüş, ancak Milli Görüş’tür.” (3) Gene Erbakan’a göre Milli Görüş İslam’ın ta kendisidir. O nedenle mesele tabu olmaktan çıkarılmalı ve her çözüm şekli konuşulabilmelidir.

Sonuç: “Konu Tabu Olmaktan Çıkarılmalı ve Her Çözüm Şekli Konuşulabilmelidir”

Erbakan Hoca, 1991 yılında kendisi ile yapılmış olan bir röportajda, Türkiye’nin meselelerimin çözülebilmesi için milletin duygu ve düşüncelerinin, özgür bir ortam meydana getirilerek öğrenilmesinin ve her türlü alternatifin tartışılmasının şart olduğunu ifade etmiştir:

“Milletin ne arzu ettiğinin ortaya konması için alternatifler millete sunulmalı ve bu alternatifler millete eşit şartlar altında ve yeterince tanıtılmalıdır. Yoksa bir tek anayasa yaparak ve Ya bunu kabul edersiniz veya askeri rejim devam eder’ ve Aleyhinde konuşmak yasaktır sadece lehinde konuşulacaktır’ diyerek yapılan oylamalarla milletin arzusunu tespit etmek mümkün değildir.” (4)

Bu röportajdan 2 yıl sonra ve bundan 21 yıl önce 1993 yılında, Refah Partisi’nin 4. Büyük Kongresi’nde de Kürt Sorunu’nun çözülebilmesi için sorununun cesaretle ele alınıp tartışılmasını ve konunun tabu olmaktan çıkarılması’ gerektiğini çok açık bir şekilde seslendirerek ortaya koymuştur:

“Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir. Esasında meselenin bunca içinden çıkılamaz hale gelmesinin sebeplerinden biri, bu konunun bir tabu gibi her türlü tartışmanın dışında tutulmasıdır.” (1)

Rahmetli Erbakan, meseleyi tabu olmaktan’ çıkarıp her yönüyle tartışmaya açılmasını istemesinin nedeni, özgür bir ortam oluşturularak, meselenin görüntüsü ya da sonuçları ile uğraşmak yerine, meselenin ana kaynağına inilmesinin zaruret olduğuna inanmasından dolayıdır. O nedenle Erbakan Hoca, mevcut olgu üzerinde durmaktan ziyade mevcut durumu meydana getiren şartları ve sistemi sorgulamıştır. Kardeşleri birbirine düşman eden, onları birbirine yabancılaştıran bir sistem sorgulaması yapmıştır. Daha açıkçası sivrisineklerden ziyade sivrisinekleri üreten bataklığa dikkat çekmeye çalışmıştır. Vermek istediği mesaj, bataklık var olduğu sürece sivrisinekler hep var olacak ve üremeye devam edeceklerdir.

Çözüm, sivrisinekleri öldürmekte değil bataklığı kurutmakta aranmalıdır. Erbakan’ın çağrısı, gelin, bataklığı yani gayri milli, gayri İslami ve gayri insanı olan, Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre Lozan’da Hayım Nahum doktrinine göre kurulmuş olan bu sistemi değiştirelim şeklinde anlaşılmalıdır.

Lozan’da kurulmuş bir sistemin “kanunen ve cebren” “yeni bir ulus yaratma”(!), var olanı asimile etme macerası, Türkiye’nin sorunlarının ana kaynağıdır. Çünkü kimlik, rıza tabanlı birlikteliktir. Tevdi edilen görevleri severek, isteyerek, gönülden coşarak yapma vardır. Zorla, tehditle kimlik oluşturulamaz. Kimlik, kişinin kendisini nasıl gördüğü, neye ait hissettiği bir iç olgudur. Onun için farklı unsurlar arasında güçlü ortak paydalar bulunmazsa birliktelik, uzun sürmez, ortak bir kimlik oluşmaz.

Kimlik oluşumunda temel sorun, aynılaşmanın, aidiyetin hangi değerler etrafında olacağıdır. Irk, soy, renk ve dil eksenli bir bütünleşmenin olamadığı tarihsel süreç içerisine ortaya çıkan bir gerçektir. Bu, farklılıkların birlikteliğini kapsayacak evrensel bir üst kimliğin oluşumunun bu kavramlar etrafında şekillenemeyeceği anlamındadır. Yoksa bu, onların ayrı varlıklar olduğunun bir alt kimlik oluşturduğunun göz ardı edilmesi anlamına gelmemektedir. Tam tersine farklı boy, kabile, ırk ve milletlerin varlığı bir güvenlik alanı, barış ve tanışma alanı olarak görülmelidir ve bunların kimlikleri korunmalıdır. Kavimlerin birbirlerine göre konumları, ne dilleri, ne renkleri ve ne de soyları ile belirlenmektedir. Hiçbir kavim dili, rengi, soyundan dolayı bir diğerine göre üstün değildir. Aynı şekilde hiçbir kavmin, soyu, dili ve kültürü yok varsayılarak asimilasyon yapılamaz.

Bugün yaşanan kimlik krizinin zorla, baskı ile şiddetle ya da korku ile tedavi edilmesi mümkün değildir. Bunun yolu, ortak değerlere olan güvenin neden dolayı yıkıldığının teşhis edilmesi, nedenlerin ortadan kaldırılarak bireylerin ikna edilmesi, kalp ve gönüllerinin fethedilmesidir. Dağa taşa, Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazmakla, Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ andını yaptırmakla bir Kürt, Türk olmamaktadır, olmamıştır da.  Bu nedenle ne Türk kavmiyetçiliği ne de Kürt kavmiyetçiliği haklıdır. Bir mümin her ikisine eşit mesafede durmayı bilmelidir. Tavrımız berrak olmalı, ifratla tefrit arasında bocalamamalıyız.

Unutmayın!

Hz. Muhammed (S.A.V.), “Asabiyyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.” (5) buyuruyor.

Kaynaklar

1-  Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2-  Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122

3-  Erbakan, N., Milli Görüş, Dergah yayınları, İstanbul, 1975, s: 30-31.

4- Erbakan, N., Türkiye’nin Meseleleri ve Çözümleri, Ankara, 1991, s: 46

5- Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, 5, 386).

20 Kasım 2014 Perşembe

ERBAKAN VE ÇÖZÜM SÜRECİ - 1: YANLIŞ TEŞHİS DOĞRU ÇÖZÜME ULAŞTIRMAZ

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı? Niçin bu kanlar akıyor? ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Son yıllarda Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, “çözüm süreci” adı altında yeniden ele alınmıştır. Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dini, mezhebi ve kavmi sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece Kürt sorununu’ ya da Alevi sorununu’ ele aldığımızda, Kürt sorunu’ / Alevi sorunu’ denen sorunların kökeni, temel nedeni nedir Toplumun tümünün memnun olabileceği bir çözüm nasıl bulunacaktır Kürt sorununun’ / Alevi sorununun’ çözülmesi ile Türkiye, bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de kavmi, mezhebi bir sorun mudur; yoksa kavmi ve mezhebi sorunlar, ana sorunun bir sonucu mudur

Bu yazı serisinde rahmetli Erbakan’ın Kürt meselesine bakışı ve ele alış şekli incelenecektir. Günümüzdeki çalışmalara önemli katkılarda bulunacağı düşüncesindeyiz.

Türkiye’de Sorunların Anası: Lozan’da Kurulan Laik-Seküler Sistemdir

Osmanlı’nın yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları, bir potada eriterek belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği, Osmanlı’ üst kimliği, Lozan’da verilen sözler çerçevesinde parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün saf kan Türk’ olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir ulusal kimlik inşasına, kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekilmiştir. Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekiler olmuştur; dış güçler ise, ekilen bu zehirli sarmaşıkları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir.

Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet’, Türkiye, yaratılmıştır’(!) Ancak bu ulus devletin halkı, milleti, ulusu yoktu. Öyleyse bu ulus devlet için yeni bir ulus yaratılmalıydı’(!) Milli Mücadele sürecinde İttihat ve Terakki’nin ikinci derece insan unsurundan meydana gelen çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem İslami kimliği, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikleri, ret ve inkâr etmiştir. Aynı tornadan çıkmışçasına homojen bir toplum ve tek tip insan yaratmak’(!) amacıyla tüm alt ve üst kimlikler parçalanmış ve her kesim asimilasyona tabı tutulmuştur. Bugünkü dini, kavmi ve mezhebi sorunlar, bu yapının ve anlayışın bir sonucudur.

Müslüman Türk’ün ve Kürt’ün Asimile Edilmesi

Gerçekte yeni kimlikte, Türk’ün ismi vardı; fakat kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri yoktu. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, yeni Türk’ olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları’(!) yeni bir ulustu. Bu yeni Türk, bir halk olarak henüz ortada yoktu. Yeni Türk, eski Türk’ün ismini, coğrafyasın, kanını ve konuşma dilini miras olarak almıştı.

Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüş; yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi.

Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu -İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen- Türk soyundan gelmemekteydi.

Bu yeni Türk’ün gözünde eski Türk Öküz Anadolulu’(!) idi ve tehlikeliydi. Bunun için medeni olan şehirlere girmemeliydi. Yeni Türk’e hizmet etmekle’ ve onu korumakla görevliydi’. 

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada’, aynı soydan’(!), aynı kandan’(!) ve aynı dilden’(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil, aynı soy ve aynı kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir. Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek, yeni Türk yaratılacaktı’(!) Onun için, On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’ demekteydiler. Onuncu yıl marşı, bu yeni Türk’ün asimilasyon marşıydı. Yeni Türk’, tek parti döneminde kendisine karşı çıkanları suikastlarla, komplolarla, entrikalarla yok etmiş ya da etkisizleştirmiştir. Yeni Türk’ün adalet anlayışı, Sanıkların idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar vermeye’; Erzurum’da, Bohçacı bir kadını şapka devrimine karşı çıktı gerekçesiyle asarak’  ya da Batı’daki bir olaydan Doğudaki bir şeyhi ve/veya bir Kürt aşiret reisini sorumlu tutarak ortalığa dehşet salmaya dayanır. Köyler göçe zorlanarak ve gecekondulaşma ile köylülerin dayanaksız hale getirilerek dönüştürülmesi hedeflenir.

Cumhuriyet yönetici kadroları için, nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa, Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazılarak ve Türklerin bir boyu, Dağ Türkleri’, olarak gösterilerek mesele çözülmeye çalışıldı. Tıpkı Türkler gibi onlar da ekonomik olarak mağdur edilip köyden kente göçe zorlandı.

Anadolu’da var olan diğer kavmi unsurlarda olduğu gibi Kürtlerin de anadillerinde konuşmaları, yazmaları, eğitim görmeleri, şarkı ve türkü söylemeleri, tarihten gelen ve Kürtçe olan yerel isimleri ve bölgenin ismini kullanmaları yasaklandı.

Haklarını elde etmek için yapılan her hareket, isyan, başkaldırı olarak nitelendirilip yabancı işbirlikçiliği ile suçlandı, karalandı.

Müslüman Türk ve Kürtlerin Yanılgısı

Yaklaşık 80 yıldır uygulanan asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak, bu ülkede yaşayan insanların zihinsel yapısında ciddi bir kırılma ve bir kısmında tam, bir kısmında ise kısmen mankurtlaşma (hafızasını kaybetmiş köle) vuku bulmuştur. Lozan’da Batı kültür ve medeniyet değerlerine göre kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir hatanın içerisine zaman zaman düşülmüştür. Bu ülkede herkes Türk’tür’  şeklinde 80 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, Türk’ten başka kavmi yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı, Çerkez mi… olduğuna bakılmamıştır.

İslam’ın ahkâm hükümlerini bir tarafa bırakalım; sadece başörtülülerin üniversitelere girememesi (yakın tarihe kadar) ve devlet dairelerinde çalışamamasını hangi milli kültür ve medeniyet mensubiyeti ile izah etmek mümkündür. Ailedeki eğitimle, okuldaki eğitim birbirine ters ise, bu sistem, nasıl bir Müslüman Türkün sistemi olabilir. İslam kültür ve medeniyetine savaş açmış bir sistemi ve bunun yaptıklarını savunmak Müslüman Türk’e düşmez.

Bu ülkede %5’lık refahtan şımarıp azan mutlu bir azınlık, küresel güç odakları ile işbirliği içerisinde kan dökülmesini sağlayarak, kanın inşa ettiği kin ve nefreti kullanarak, tüm etnik ve mezhepsel alt kimlikleri birbirine düşman kılarak, sistemin sorgulanmasını engellemektedir. Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması tehlikelidir, doğru değildir ve İslami de değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi, ne İslamidir ne de insanidir. Bu noktada Müslüman Türklerin, Özal zamanında Bulgaristan’da Müslümanlara/Türklere yapılan zulmü hatırlamalarında fayda vardır. Türklerin Türkçe konuşması yasaklanıyor, isimleri değiştiriliyor ve başörtüsü kullanmaları engelleniyor diye Müslümanlar, bu ülkede meydanlara inip muhteşem kalabalıklarla gövde gösterisi yaparak Bulgaristan’ı protesto etmişlerdir. O yıllarda Bulgaristan komünist bir ülke idi ve Dine düşmandı. Müslümanları ve Türkleri de asimile etmek istiyordu.  Oysa o yıllarda Türkiye’de kız öğrencilerin başörtülü olarak Üniversiteye girip okuması yasaktı. Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir. Bugün Çin, Doğu Türkistan’da benzer asimilasyon politikalarını uygulamaktadır.

Özellikle Müslüman Türkler, bu ülkenin Kürt çocukları, dağa çıkarak kendi ülkesine, hatta kendi anne ve babasına düşman hale gelmiş olması ya da getirilmiş olmasının sebepleri üzerinde tefekkür etmelidirler. Rahmetli Erbakan’ın zamanında sorduğu; “Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya çıktı Niçin bu kanlar akıyor ” sorusunun cevabını, tüm Müslümanlar kendi inanç sistemine uygun bir şekilde cevaplandırmalıdır. Bunun cevabını bulmak zorundalar.

Bu ülkede, 12 Eylül 1980 öncesinde, aynı anne-babanın çocuklarının sağ, sol adına birbirini kırması vakası yaşanmıştır. Onları birbirine düşman kardeş yapan kimlerdi ve hangi şartlardı Bu sorgulama, gerçekçi bir şekilde henüz yapılmadı. Aynı soruyu, şimdi PKK hadisesinde sormalıyız. Hangi nedenlerle bu ülkenin Kürt çocukları dağa çıkmakta ve kendi halkına silah sıkmaktadır

Asimilasyon politikalarının dışında, 1980 öncesi Güneydoğuda ki askeri operasyonlarda, halka yapılan zulmün ve Diyarbakır ceza evinde mahkûmlara reva görülen gayrı insanı davranışların, yöre insanın zihin yapısını şekillendirmesinde hiç payı yok mudur Aksini düşünenlerin, Balkan faciasına, Rumeli’nin İslam diyarı olmaktan çıkmasına sebebiyet veren ağa-bürokrat zulüm çarkının, dönemin yöre insanının zihin dünyasında yaptığı tahribata bakmalarında fayda vardır. Müslüman Kürtler ve Türkler, bu ve buna benzer soruları sorgulamalı ve cevaplarını, İslam kültür ve medeniyetinin temel değerleri açısından vermelidir.

Kendi öz çocuğunu, kendine yabancılaştıran, hatta düşman haline getiren bir sistemi sorgulamayan tüm Müslümanlar, hatalıdırlar. Bu sorgulama olmadığı sürece de bu ülkenin hiçbir sorunu, gerçek anlamda çözüme kavuşturulamayacak, pansuman varı tedbirlerle sisteme suni teneffüs yaptırılacaktır. Müslüman olan herkesin, özellikle de Türklerin, bu gerçeği görerek, kurulan oyunu bozması, Kürt halkının fıtri olan haklarını yerine getirmek üzere mücadele etmesi gerekmektedir.

Müslüman Kürtlerin yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığı tarzındaki yanlış kanaatleridir. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, ayırım yapmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardır. Cumhuriyet tarihinin büyük bir zaman diliminin sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ile geçmesi, bunun bir göstergesidir. Gecekondulaştırma politikası, kavmi kimliklere bakılmaksızın Müslüman bir halkın asimile edilmesine dönük bir projeydi. Köylerin boşaltılması (köy nüfusunun %20’lere indirilmesi), bugün, AB adına açık bir şekilde ve meşru gösterilerek yapılmaktadır. Müslüman Türkler de, Kürtler de bunu alkışlamaktadır.

Yapanlar farkına varsın ya da varmasın gökdelenleşme politikası, kimliksizleştirme ve asimilasyonu beraberinde getirecektir. Gökdelenleşme, bu ülkenin insanlarını, bireyselleştirerek, kendi Kültür ve medeniyetinden kopararak, Laik-Seküler Batı kültür medeniyetini benimsemiş bir dünya vatandaşı’ yapacaktır.

Sonuç: Meselenin Kaynağı “Taklitçi Zihniyet”, “Asimilasyoncu Politikalardır”

Bu bağlamda Türkiye’nin meselelerine en gerçekçi teşhisi koyan rahmetli Erbakan’dır. Erbakan Hoca’ya göre, Kürt konusunun bir sosyal problem haline gelmesinin ana sebebi, “taklitçi zihniyetin”, “sömürü ve tahakküm düzeninin” uyguladığı  “asimilasyoncu”, “materyalist” ve “Irkçı politikalardır”:

“Terörün gittikçe artma imkânı bulması ve Güneydoğu’daki halkımızın bugünkü acıların içine düşmesinde hiç şüphesiz taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı vardır.

Bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika uygulamışlardır… Görüldüğü gibi taklitçi zihniyetli İktidarlar terörü önleyememişler; Kürt meselesini ve Güneydoğu meselesini çözememişler, bunu gittikçe büyüyen bir mesele haline getirmişlerdir.

Yaşanan tecrübeler bu meselelerin taklitçi zihniyetlerin tatbik ettiği, şiddet ya da zora ki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir. Taklitçi iktidarlar gelip gidiyor, fakat hepsinin müşterek olan bu yanlış politikaları değişmiyor.” (1)

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanlar, tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması da, O’nun ayetlerindendir.” (30 Rum 22)

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (49 Hucurat 13)

Türkiye’yi kurtuluşa, huzura, büyümeye götürecek olan, insan fıtratının gereği olan bir hayat nizamının inşa edilmesidir. Sadece Türklerin veya Kürtlerin değil bütün kavmi kimliklerin, mezhebi kimliklerin alt kimlik olarak korunup yaşadığı bir üst kimlik, yalnız ve yalnız İslam’la mümkündür. Bunun için de çok hukuklu’ ve çok dilli’ bir hayat nizamı inşa edilmek zorundadır.

Kaynaklar

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

 

13 Kasım 2014 Perşembe

ECELİ GELEN KUDURMUŞ KÖPEK İSRAİL CAMİ DUVARINA PİSLER!

 (Milli Gazete)

“İsrail kudurmuş bir köpek gibi olmalı, kimsenin dokunamayacağı kadar tehlikeli.” Moşe Dayan

Giriş

İsrail, Filistin’de Temmuz 2014’ten bu güne kadar çok planlı bir operasyon yürütmektedir. İsrail, Eylül ayından bu yana Doğu Kudüs’te 2000’den fazla yerleşim birimi kurma kararı alarak yerleşim yerlerinin genişletilmesini hedefleyerek nüfus dağılımını daha da değiştirmek istemekte; Kudüs’ü, Müslümanlardan arındırmaya uğraşmaktadır. Nablus’taki Yahudi yerleşimciler, devlet desteğinde, Ebu Bekir es-Sıddık Camii’ni kundaklamışlar; Camide Kur’an ve halıları yakmışlar ve cami duvarlarına “Araplara ölüm” sloganı yazmışlardır.  Genel olarak Yahudi yerleşimciler, devlet desteğinde Filistinlilere saldırmakta, öldürmekte, mal varlıklarına zarar vermekte, camilerine ve kiliselerine yönelik tacizde bulunmakta ve kutsallarına saygısızca davranmaktadır. İsrail, bu zulüm sistemi ile 1967–2013 arasında 14 bin 309 kişinin Kudüs’teki ikametini iptal etmiştir. İsrail hapishanelerinde 7 bin Filistinli bulunmaktadır (1–3).

İsrail, 14 Ağustos’tan bu yana, Mescid-i Aksa’ya ibadet etmek için gelen Müslümanlar üzerindeki baskısını artırmıştır. Mescid-i Aksa’da cami cemaati her gün taciz edilmektedir. İsrail yönetimi, 1994’te El Halil’deki İbrahim Camii’ni Yahudilerle Müslümanlar arasında paylaştırdığı gibi şimdi de, İsrail Parlamentosu Knesset’te Mescid-i Aksa’nın bölünmesine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca İsrail, Mescid-i Aksa’nın altında kazılar yaparak, tüneller açarak camiyi yıkmaya çalışmaktadır(1-3).

“Sukot Bayramı” dolayısıyla, Yahudilerin Mescid-i Aksa’ya yönelik ihlalleri artmıştır. Mescid-i Aksa’da sabah namazı sonrası Müslümanlar camiden çıkarılarak Aksa’nın tüm kapıları önce Müslümanlara kapatılmış; ardından içeriye öğle namazına kadar sadece Yahudilerin girişine izin verilmiştir. Böylece fiili olarak İsrail Hükümeti, 8 gündür Mescid-i Aksa’yı zamansal olarak, Yahudiler ve Müslümanlar arasında ikiye bölmüş bulunmaktadır.

Son gerilim, Tapınak Dağı Mirasını Koruma Vakfı (Ha Liba) Başkanı Yehuda Joshua Glick’e Batı Kudüs’te silahlı saldırı düzenlenmesinin ardından Yahudilerin mescide yürümesi ile başlamıştır. 2 Kasım 2014’de Knesset (Meclis) Başkan Yardımcısı Moşe Feiglin ile birlikte 89 Yahudinin Mescid-i Aksa’nın avlusuna girmesi, Müslümanların tepkisine neden olmuştur. 5 Kasım’da yaklaşık 100 Yahudi’nin Mescid-i Aksa’nın avlusuna girmesi ile çatışma meydana gelmiştir. Bunun üzerine İsrail askerleri, 1967’den beri ilk kez postallarıyla mescidin içine girerek mescide zarar vermişlerdir. Bu gerilimin daha da artmasına sebep olmuş;  çatışmalar, eylemler Kudüs sokaklarına yayılmıştır. İsrail yönetimi, “ikinci bir bildirime kadar Mescid-i Aksa’nın tüm Müslümanlara kapatıldığını” açıklaması ile gerilim zirveye tırmanmıştır (1–3). İsrail, 1967’den bu yana ilk defa Mescidi Aksa’yı, gün boyu kapatarak hem İslam dünyasının hem de Dünya kamuoyunun tepkilerini test etmeye çalışmaktadır.

Burada, bu uygulamanın temel felsefesi sorgulanacak ve mevcut durumla ilgili acilen yapılması gerekenler üzerinde durulacaktır.

Siyonistlerin Yaptıklarında Sürpriz Bir Şey Yoktur

Kurulduğu 1948 yılından beri İsrail, Filistin halkı üzerinde soy kırım uygulayıp bir taraftan sınırlarını genişletirken diğer taraftan da Filistin halkını göçe zorlamaktadır. Hem öldürerek hem de göç ettirerek Filistin topraklarındaki Filistinli nüfusunu azaltmaya çalışmaktadır. İsrail, uluslararası hukuka göre yasak olan silahları, sivil halk üzerinde denemektedir. İlginç ve dikkat çekici olan nokta, Siyonistlerin yapıp edeceklerini gizlememiş olmasıdır. Talmut, Kabala, Siyon önderlerinin protokollerinde, yayınladıkları pek çok makale ve kitapta, Siyonist yöneticilerin tarih boyu yaptıkları konuşmalarda, yapıp edecekleri, açıkça ortaya konulmaktadır. İlave olarak Kur’an-ı Kerim, Yahudiler ve İsrail oğulları ile ilgili ayetlerinde, belli bir kesimin neler yapıp edebileceklerini açık bir şekilde anlatarak Müslümanlar uyarmaktadır. O nedenle son olaylar şaşırtıcı değildir. Mesele bir zamanlama meselesidir. Siyonistler, uzun vadeli çizdikleri bir stratejiyi, şartlar uygun geldiği anda uygulamaya sokmaktadırlar. Şaşırtıcı olan, bunların Müslüman dünya tarafından okunmaması, anlaşılamaması, komplo ve abartı olarak kabul edilmesidir.

Türkiye’de, parlamento içi siyasette, Siyonizm’i bir tehlike olarak ilk kez gündeme getiren rahmetli Erbakan Hoca olup ömrünü buna adamıştır. Ne yazık ki ne bugünkü siyasi iktidarın kadroları tarafından, ne Türkiye tarafından ve ne de İslam dünyası tarafından gereği gibi anlaşılamamıştır.

Siyonist Aldatma: ‘Vaat Edilmiş Topraklar’

Siyonizm’in bu vahşi uygulamalarının temel dayanağı, onun olmazsa olmazları, onun amentüsüdür (temel varsayımları). Siyonizm’in Amentüsü, aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1- Allah Tarafından Yahudilere ‘Vaat edilmiş Topraklar’(!)

2- Yahudiler Allah Tarafından ‘Seçilmiş bir Halktır’, ‘Üstün Bir Irktır’(!)

3- Yahudiler ‘Ari Irk’tır’, ‘Saf Irk Olarak Kalmalıdır’.

4- Yahudi Olmayanlar İçin ‘Etnik Temizlik ya da Soykırım’ Yapılacaktır.

5-  ‘Dünya Yahudileri İçin Bir Tek Devlet Vardır’: İsrail.

6- Yahudilerin  ‘Dünya Hâkimiyeti’ İçin ‘Gizli Dünya Devleti’.

Siyonistler, dindar olmamış olmalarına karşın Yahudilerin dini duygularını harekete geçirebilmek için dini terminolojiyi çarpıtarak kullanmayı, bir yöntem olarak benimsemişlerdir. En çok da Tevrat’taki Tekvin 15/18 ayetini istismar etmişlerdir:

“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin, 15/18)

Bu, Hz. İbrahim’i takip eden, onun yoluna tabi olan müminlere yapılan bir vaattir. Hz. Nuh’un oğlunun ona iman etmemesi dolayısıyla “onun ehlinden” kabul edilmemiş olması gibi (11 Hud 41–47) Hz. İbrahim’in yolunu, takip etmeyenler de onun ehlinden değildir. Dolayısıyla her türlü melaneti işleyen Siyonistlere Allah böyle bir vaade bulunmaz/bulunmamıştır. Ancak Siyonist önderler bunu, İsrail oğullarının inançları ne olursa olsun Allah tarafından yalnızca İsrail oğullarına, yanı bir ırka, yapılmış bir vaat olarak kabul etmektedirler.

İsrail hükümetinin istatistiklerine göre İsraillilerin %15’i inanç sahibidir. %85’lik bir kesim ne ‘dini ibadeti kabul etmekte’ ne de ‘dini inancı’ benimsemektedir. İsrail’de ki dini referans alan partilerin oy potansiyeli son derece düşüktür. Bütün bunlara karşın İsraillilerin %90’ı, `Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların’ kendilerine, inanmadıkları bir Allah tarafından vaat edildiğine iman etmişlerdir. (4) Böyle bir sonuç, dindarlıktan kaynaklanmayıp Siyonist yöneticilerin uzun vadeli, planlı beyin yıkamaya dayalı çalışmalarının bir sonucudur.

Hareketin başlatıcı önderi Herzl, 1902’de yazdığı Altneuland adındaki romanında, “Ülkenin toprakları Akdeniz’den Fırat nehrine, güney Filistin’den Lübnan’a kadar uzanıyordu” (5) demektedir. Yahudi devleti kitabında ise, “Filistin bizim unutulmaz tarihi yurdumuzdur. Tek başına bu isim halkımızın güçlü bir birleşme çığlığı olacaktır” (6). Herzl’i takip eden bütün Siyonist önderler, buna önemle vurgu yapmışlardır:

“Madam Golda Meir: Bu ülke bizzat Allah tarafından yapılmış bir vaadin gerçekleşmesi olarak mevcuttur. O yüzden bu ülkenin yasallığı konusunda hesap sormaya kalkışmak gülünç olur…”

“Menahem Beghin: Bu toprak bize vaat edilmiştir ve bizim bu toprak üzerinde bir hakkımız vardır...” “İsrail Peygamber’in toprağı İsrail halkına teslim edilecektir. Tamamı ve ilelebet.” (4)

“Ben Gurion: “Statükoyu devam ettirmek söz konusu değildir. Dinamik, genişlemeye yönelik bir devlet meydana getirmek zorundayız.” (4 )

Ben Gurion: “Kudüssüz İsrail’in bir anlamı yok, tapınaksız Kudüs’ün de bir anlamı yoktur”(1).

“Moşe Dayan: Bizler Tevrat’a sahipsek, kendimizi Tevrat ehli olarak görüyorsak, Tevrat topraklarına da, yani Hâkimler ve Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya kadarki peygamberlerin topraklarına, Kudüs’e, Halil’e, Eriha’ya ve daha başka yerlere sahip olmamız gerekecektir.”

“Bizler devletin sınırlarını tespit etmek mecburiyetinde değiliz.” (4)

Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Nahum Goldmann’ın 1956’da, İsrail’in kurucularından Ben-Gurion’a özel olarak söylediği aşağıdaki ifadeler, bu konuda yapılan çok ciddi bir itiraftır:

“Ben bir Arap lideri olsaydım İsrail’le asla görüşmeler yapmazdım. Çünkü biz onların vatanlarını aldık. Şüphesiz bu toprakları Tanrı bize vaat etmişti, fakat bu onlar için ne ifade eder Bizim Tanrımız, onların Tanrı’sı değil ki. Evet biz İsrail oğullarından geliyoruz fakat iki bin yıl önce; onlar için bunun ne anlamı var Evet, Naziler, Hitler, ve Auschwitz kampı yaşandı, fakat bu Arapların suçu mudur Araplar sadece bir şey görürler: Onların vatanlarını çaldık! Bunu niye kabul etsinler ” (7).

Nahum Goldmann’e göre, `Yahudilerin Tanrı’sı ile diğer insanların `Tanrı’sı’ farklıdır. Bu anlayışın/zihniyetin doğal sonucu,  kendilerinin seçilmiş, üstün bir halk; onların dışındakilerin de, onların köleleri olduğudur.  Nitekim Siyonist önderlerden Haham Cohen’in Talmud adlı eserinde bu ayırım, açık bir şekilde görülmektedir:

“Dünya insanları, İsrail ve bir bütün olarak ele alınan diğer milletler olarak ikiye ayrılabilir. İsrail seçkin millettir. Bu, temel dogmadır (kabul, varsayım).” (8)

İsrail savaşçıları adlı grup,  4 Kasım 1995’de “vaat edilmiş toprakları Araplara bırakacak her kişiyi Allah’ın emri üzerine” katledeceklerini söyleyerek İzak Rabin’i öldürürlerken (8) böyle bir beyin yıkamanın etkisi altında idiler. İsrail’in kurulduğu günden bu güne kadar adım adım topraklarını genişletmesi, arka planda var olan ‘Büyük İsrail Projesi’nin’ uygulamaya sokulmuş olmasının bir sonucudur.

O nedenle bugün Ortadoğu coğrafyasında olup biten birçok karanlık olayın arkasında, bu temel varsayımın gerçekleşmesi için verilen bir kavga vardır. Genel olarak tüm Müslümanların özelde de Türkiye’yi yönetenlerin bu gerçeği görmeleri ve kabul etmelerinde fayda vardır; hayal kırıklığına uğramak istemiyorlarsa.

‘Kudurmuş Köpek’ Stratejisi

Yol boyu Siyonist önderlerin ana amacı, Yahudilerin birinci sınıf geri kalanların ikinci sınıf ve Yahudi’nin kölesi olduğu bir dünyayı kurmaktır. Asırlar boyu Siyonist önderler, bu amaca uygun bir stratejiyi uygulayıp gelmişlerdir.

Dünya hâkimiyeti için her ülkede faaliyet gösterirlerken öncelikli hedefleri, Filistin’de bir İsrail devletinin kurulabilmesi ve de korunabilmesi olmuştur. Siyonizm’in amentüsünde yer alan `Vaat edilmiş toprakları’ ele geçirmek için zamana yayılan ve kademeli bir geçişi esas alan bir strateji belirlenmiştir. Siyonist stratejide, Moşe Dayan’ın öngördüğü: “İsrail kudurmuş bir köpek gibi olmalı, kimsenin dokunamayacağı kadar tehlikeli.” (9) ana ilke olarak benimsenmiştir.  Bu yaklaşımla herkese verilmek istenen mesaj şudur: “Bir daha asla denemeyin.”

Bu ’Kudurmuş Köpek’ psikolojisinin ne anlam geldiğini, Başbakan Yardımcısı Avigdor Lieberman, 2009 yılı Ocak ayında, Gazze olayları için kullandığı ifadelerde de görebilmekteyiz:

“İsrail Hamas’la mücadelesinde ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlara uyguladığı yönteme başvurmalıdır.” (10)

İsrail eski genelkurmay başkanı Rafael Eytan’ın konuşmalarında ‘Kudurmuş Köpek Stratejisinin’  dayandığı vahşet boyutunu okumak mümkündür:

“Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar şunu iyi bilin ki Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır… Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabilecekleri tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamam böcekleri gibi panik halinde bir oraya bir buraya koşturmak olacaktır.” (11)

Şubat 2010’da “aşırı sağcı” Reut Enstitüsü, İsrail ordusu ve hükümetine sunduğu “Politik bir duvar yaratmak” başlıklı özel raporda “Kudurmuş Köpek Stratejisi’nin” kullanacağı taktiklerden bir kısmını açıklamaktadır: Rapor İsrail’in “düşmanlar”ını iki ana sınıfta gruplandırmaktadır:

“1. Direniş şebekesi: İran, Hizbullah, Hamas...

2. Gayrimeşrulaştırma şebekesi: Batılı solcular, insan hakları grupları, Arap ve Müslümanlar. Gazze ablukasını, işgali protesto edenler, Filistinliye eşit hak isteyenler.” (12)

Raporda ikinci gruptaki düşmanların (ki tümü sivillerden oluşmaktadır) askeri ve istihbarat yöntemleri ile susturulmaları öngörülmektedir:

“Barışçı insan hakları savunucuları”na karşı gizli servisler ve silahlı kuvvetler aracılığıyla sabotaj ve saldırılar düzenlenmeli. İsrail, bunları ülke dışında da sindirmek için gizli servis kullanmalı.” (12)

Uluslararası antlaşmalara aykırı bir şekilde Gazze’de, yasak olan silahların kullanılmış olmasının, uluslararası sularda Mavi Marmara yardım gemisine saldırıp vahşice sivilleri öldürmesinin sebebi, ‘kudurmuş köpek’ gibi olmasındandır.

Sonuç: Bugün Acilen Ne Yapmalı

Bugün Siyonistlerin Mescid-i Aksa’yı işgal etmesi, Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri kurması, katliamlar yapması, yukarıda çizilmiş olan “Kudurmuş Köpek Stratejisi’ne” uygun olup konu ile ilgilenenler açısından sürpriz yeni bir şey yoktur. Sürpriz, okumayan, düşünmeyen, akletmeyen ve kış uykusuna yatanlar içindir.

Ancak Anadolu’nun “Eceli gelen köpek cami duvarına işer” atasözünü göz önüne aldığımızda ‘Kudurmuş Köpeğin’ ecelinin geldiğini, o nedenle de aşırı saldırganlaştığını söyleyebiliriz:

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227).

Siyonizm’in bir terör ve ifsat hareketi, makyavelist bir hareket, yalan ve aldatma eksenli bir psikolojik savaş makinesi, yirmi birinci asrın nazı hareketi ve bir zulüm makinesi olduğunu unutmadan, unutturmadan aşağıdaki tedbirlerin acilen alınmasında fayda vardır:

Türkiye’deki gönüllü kuruluşlar (STK)/Cemaatler/Hareketler, yalnızca İsrail’i protesto etmemelidir. Aynı zamanda Mısır, Kuveyt, Suudi Arabistan da protesto edilmeli ve büyükelçilik/konsolosluklar önünde eylemler sürekli hale getirilmelidir. İsrail’le olan ittifaklarının çözülmesi için her geçen gün baskı artırılmalıdır.

İsrail ürünlerine ve İsrail’le iş yapan tüm firma ürünlerine boykot ilan edilmelidir.

Türkiye, İsrail’le tüm ticari ilişkileri kesmelidir. Özel sektörün İsrail’le yaptığı tüm ekonomik ilişkilerde devlet güvencesini kaldırmalı, özel sektöre İsrail’le iş yapmamaları konusunda baskı uygulamalıdır.

Siyonizm’in katliamları, vahşeti Türkiye’nin her tarafında sergilerle, konferanslarla tanıtılmalı, ciddi bir kamuoyu oluşturulmalıdır. 

Türkiye, Siyonizm’i bir terör ve ifsad hareketi olarak ilan etmelidir.

Türkiye, İsrail ile ilgili geçmişte yapılmış tüm ikili anlaşmaları askıya almalıdır.

Türkiye İsrail’in terörünü uluslar arası kurumlara taşımalı, cezalandırmasını sağlayacak her türlü girişimde bulunmalıdır.

Türkiye, çifte vatandaş olan İsraillilerin İsrail’de askerlik yapmalarına müsaade etmemelidir. Geçmişte verilmiş bir hak olan hâlâ geçerli olup olmadığını bilemediğimiz “İsrail’de askerlik eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudilerin Türkiye’de askerlik yapmış olarak kabul edilmesi” hakkı iptal edilmelidir.

Türkiye İsrail’deki Katip düzeyindeki ilişkiyi askıya almalı, tüm personeli geri çağırmalı ve İsrail’in buradaki elçilik personelini Türkiye’den çıkarmalıdır.

Türkiye Suriye’de uyguladığını söylediği, ‘eğit ve donat’ metodunu Filistin’de de uygulamalıdır.

Bugün Türkiye ve İran, Ortadoğu coğrafyasındaki yangını söndürmek amacıyla, geçmişe takılmadan, bir araya gelmeli, barış yapmalı ve stratejik ortaklık kurmalı, Siyonizm’e karşı yeni bir birleşik cephe meydana getirmelidir. Irak-Suriye hattında yeni politika ve strateji geliştirmelidirler. İsrail ile ittifak içerisindeki İslam ülkelerini bu ittifaktan ayırma çalışmalarını başlatmalıdırlar.

Yarın çok geç olabilir.

Kaynaklar

1- Anadolu Ajansı 13.10.2014

2- Anadolu Ajansı 01.11.2014

3- Emre A., İsrail’in Zaman/Lama Stratejisi, Yeni Şafak, 08.11.2014

4- Garaudy R.,   İsrail Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, İstanbul, 1996: 171-190

5- Garaudy R. Age. S: 230–234

6- Garaudy R. Age. S: 16–26

7- Walt S., MearsheimerJ., İsrail Lobisi, Amerikan Dış Politikası, Profil Yayınları, Çeviri, 2006

8- Garaudy R. Age. S: 32-44

9- Aydın E.,  İsrail’in Türk kanıyla ulaşmak istediği nedir Dünya Bülteni, 31.05.2010

10- Kıvanç T.,  Yeni Şafak 01.06.2010

11- Bayramoğlu E., Yahudilik ve Siyonizm tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2006, S: 62-67.

12- Talu U., Habertürk, 01.06.2010

 

6 Kasım 2014 Perşembe

REYHANLI OPERASYONUNDAN AYN EL ARAP (KOBANİ) OPERASYONUNA KADİFE DARBE SÜRECİ–4: Kadife Darbenin Ayn el Arap (Kobani) Operasyon Boyutu

 (Milli Gazete)

Giriş

“Arap Baharı”(!) sonucu Suriye’de olaylar başladığı andan itibaren Türkiye-Suriye ilişkileri gerilmiş, belli bir noktadan sonra da ilişkiler kopmuş, “Kardeşim Esed’den düşmanım Esed” aşamasına gelinmiştir. Bu andan itibaren Suriye-Irak hattında olan her şey, Türkiye’yi yakından etkilemiş/etkilemektedir. Türkiye’de gerçekleştirilen pek çok provokatif eylem, Suriye merkezli olmuş ya da öyle bir kamuoyu oluşturulmuştur. Konumuz açısından Kadife Darbe süreci, Suriye üzerinden geldiği iddia edilen dalga ile Reyhanlı operasyonu ile başlatılmış, Taksim Gezi Parkı için hem bir örgüt (DHKPC), hem de bir kitle (Sol-Alevi) hazır hale getirilmiştir. Taksim Kadife Darbesi’nin sekizinci aşaması da, gene Suriye üzerinden rehineler, IŞİD’in Ayn El Arap (Kobani) kuşatması ve Ayn El Arap (Kobani) operasyonu ile başlatılmıştır. Bu aşamada yeni bir öncü örgüt olarak HDP-PKK-KCK-PYD, kitle olarak da kavmiyetçi Kürt unsuru Kadife Darbe sürecine dâhil edilmiştir. Böylece sekizinci aşamada genel seçimler için Sol-Alevi-Gülen Hareketi-PKK-HDP İttifakı kurulmuş ve aşağıdaki üç evre tamamlanmıştır:

Birinci Evre: Musul Konsolosluğu personelinin (rehinelerin) serbest bırakılması

İkinci Evre: IŞİD’in Ayne El Arab’a (Kobani) saldırması

Üçüncü Evre: PKK-HDP-BDP-KCK sokak terörü provokasyonu (Kobani Provokasyonu).

Kadife Darbe’nin sekizinci aşamasının gelecek evrelerini ya da yeni bir aşamaya geçilip geçilmeyeceğini anlayabilmek için Türkiye Suriye ilişkilerinin arka planını hatırlamak ve gelinen aşamada kadife darbeci stratejik aklın öngördüğü, hedeflediği taktik hedefler konusunu ele alıp değerlendirmekte fayda vardır. Ayrıca İsrail tarafından Mescid-i Aksa’nın işgal edilmesinin Türkiye ile ilgili bir boyutunun olup olmadığına bakılması gerekmektedir.

Türkiye Suriye’de Stratejik Dostu(!), Model Ortağı(!) ABD Tarafından Aldatılarak Tuzağa Düşürüldü

“Arap Baharı” denen süreçle birlikte Tunus’ta başlayan halk hareketleri, Suriye’ye ulaştığında Türkiye, Suriye ilişkileri tam bir bahar havasında idi. Esed ile Erdoğan birbirlerine “kardeşim” diye hitap etmekteydiler. Ortak askeri tatbikat, bakanlar kurulu toplantısı, açılışlar yapmışlardır. Suriye’de çok partili seçim sistemine geçilmesi için reformlar yapılması çalışmalarına, Türkiye, destek ve yardımcı olmaktaydı.

Mart 2011’de Dera’da başlayıp daha sonra Şam, Hama, Humus, Lazkiye ve Banyas’a sıçrayan halk hareketlerine karşı Beşir Esed yönetiminin sert tutumu, silahlı müdahalesi, iki ülke arasında ilişkilerde kırılmanın hem başlangıcı, hem de devam ettiricisi olmuştur.

Arap Baharı diye tanımlanan Tunus, Libya, Mısır, Bahreyn ve Suriye’deki yoğun halk ayaklanmaları, Türkiye’nin dış politikasını derinden etkilemiş, adeta ‘iki ara bir derede’ kalmıştır. Sıfır sorunlu dış politika yaklaşımı, menfaatleri birbirleri ile taban tabana zıt olan mevcut Arap yönetimleri, halkları ve ABD-AB ve Rusya-İran-Çin eksenleri arasında kalmıştır. Libya olaylarına NATO’nun müdahale etmeye kalkması üzerine Başbakan Erdoğan,  başlangıçta, ‘NATO’nun ne işi var Libya’da. Bu akıl işi değildir’ derken; arka planda ne olduysa NATO ile birlikte Libya’ya müdahale etmek mecburiyetinde kalmıştır veya bırakılmıştır. Arap halk hareketlerinin coğrafyayı kasıp kavurması karşısında Erdoğan, politika değişikliği yaparak iş başındaki tüm diktatörlere çekil git çağrısında bulunarak meşruiyetlerini kaybettiklerini ilan etmiştir.

Tunus, Libya ve Mısır’da meydana gelen yönetim değişikliklerini, sistem değişikliği değil, göz önüne alan Hükümet, Suriye yönetimi üzerinde, reform yapması konusunda, gittikçe artan bir baskı uygulamaya başlamıştır. Esed yönetiminin, Erdoğan’ın istediği zamanda değil de kendisinin belirleyeceği bir zamanda reformları yapacağını beyan etmiş olması, gerilimin daha da artmasına sebebiyet vermiştir (1). 6 Haziran’da Cisr eş Şuğur kasabasında 120 Suriye güvenlik görevlisinin öldürülmesi üzerine, Esed yönetiminin şiddeti ve baskıyı artırması, Hatay’a doğru bir Suriye göçünün başlamasına sebebiyet vermiştir. Irak benzeri bir göç dalgasının olabileceğinden endişe duyan Erdoğan, 9 Haziranda 2011’de Esed yönetimine karşı “Biz Suriye’deki olaylara daha fazla seyirci kalamayız. İyi ilişkiler ilelebed süremez.” (2) şeklinde çok sert bir açıklama yapmıştır. Esed yönetimi, 20 Haziran 2011’de bir reform paketi kamuoyuna sunarak, genel seçimlerin yapılacağını ve bir genel affın çıkarılacağını açıklamış olması karşısında, Cumhurbaşkanı Gül, bunun yetmeyeceğini belirterek Esed’i verdiği sözleri yerine getirmeye çağırmıştır (3). 9 Ağustos 2011’de Erdoğan’ın, “Suriye konusunu bir dış mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Suriye konusunda sabrın son sınırlarına geldik” (4) şeklinde bir açıklama yaparak Suriye’yi Türkiye’nin bir bölgesi gibi göstermiştir. Suriye yönetimi, bunu İç işlerine karışmak olarak değerlendirerek çok sert bir tepki vermiştir (5). Davutoğlu’nun Suriye’de Beşir Esed ile 6 saatlik yaptığı görüşmenin sonucunda Hama’yı kuşatan tanklar geri çekilmiştir. Ancak şiddet durmamış, olaylara, halk gösterilerine yapılan müdahaleler kanlı olmuştur.

14 Eylül 2011 de Mısır’a yaptığı bir seyahat esnasında Erdoğan,  Esed’i reform sözü verip yerine getirmemekle suçlayarak ‘Artık Esed’e inanmıyorum’ açıklamasında bulunmuştur (6). 21 Eylül 2011 de New York’da Obama ile görüşen Erdoğan; “Suriye yönetimi ile ilişkilerimizi kesmiş durumdayız. Bu noktaya gelmek istemezdik ama Suriye yönetimi bizi böyle bir karar alma noktasına getirdi. Suriye yönetimine artık güvenimiz kalmamıştır” (7) diyerek ABD ile birlikte Suriye’ye ortak yaptırım uygulayacaklarını açıklamıştır.  Bu, ABD tarafından Türkiye’nin aldatılarak tuzağa düşmesini sağlamıştır. O günden sonra yol boyu ABD/Batı, hep Türkiye’ye ihanet etmiştir.

IŞİD’in Ayn El Arab’ı (Kobani) kuşatmasında Erdoğan, Obama’ya, “PYD-PKK ve İŞİD terör örgütüdür, ikisine karşı mücadele edilmesi gerekir. PYD-PKK’ya silah yardımı yapmayın” demiş olmasına rağmen dost(!), stratejik ortak(!) ve model ortak(!) ABD, hem PKK-PYD’ye hem de İŞİD’e Kobani’de silah yardımında bulunmuştur.

21 Eylül 2011 Obama görüşmesinden sonra ilk yaptırım olarak, Türkiye, Suriye’ye askeri malzeme taşıyan uçaklara hava sahasını kapatmıştır (8). Erdoğan 26 Eylülde ABD’de SETA’da yaptığı konuşmada, Esed’in meşruiyetini yitirdiğini ve yönetimi bırakması gerektiğini bir kez daha tekrarlamıştır(9). 5 Ekim 2011’de Güney Afrika’ya yaptığı seyahat esnasında Beşar Esed’ı katliamlar konusunda babasının yolundan gitmekle suçlamıştır.

Suriye’de olayların başladığı Mart 2011’den itibaren, Suriyeli muhaliflerle ilişki kurmuş, bu ilişkilere gittikçe artan oranda lojistik, siyası, ekonomik ve askeri destek vermiştir(10). Türkiye, 1–2 Haziran 2011’de Suriyeli muhalifleri, Antalya’da buluşturarak kapılarını açmıştır. 16–17 Temmuz 2011’de “Suriye için İstanbul buluşmasına” ev sahipliği yapmıştır (11). Ağustos 2011’de yönetim-rejim karşıtlarını bir araya getirerek ‘Suriye Ulusal Konseyini’ Burhan Gaylun’un başkanlığında kurmuştur (12). ‘Hür Suriye Ordusu’ lideri Riyad el Esad’ı Türkiye’ye kabul edip koruma altına almıştır (13). 18 Ekim 2011’de Suriye ulusal konseyi ile ilk resmi temas gerçekleştirilmiştir (14). İlk resmi temasın Türkiye tarafından gerçekleştirilmiş olması ile yapıya meşruiyet kazandırılmış ve Suriye ile geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir.

ABD-İngiltere-İsrail-AB ekseninin öngördüğü Suriye ile Erdoğan’ın öngördüğü Suriye farklıdır. O nedenle de Türkiye’nin menfaatleri ile ABD-İngiltere- İsrail-AB ekseninin menfaatleri çatışmaktadır. Şer ekseni ABD-İngiltere-İsrail-AB, Türkiye’nin meydana getirdiği oluşuma, Esed sonrasında İsrail/Batı için tehlikeli olacağını görerek karşı çıkmıştır/çıkmaktadır.

4 Ekim 2011 de, Suriye, Türkiye’nin Suriye’ye kaçak yollarla muhaliflere silah sevki yaptığı noktasında Türkiye’yi uyarmıştır (15).

10 Ekim 2011 de Malezya’da Esed’ın danışmanı Buseyna Şaban, “Türkiye’nin, olayları kışkırtması ve körüklemesi yerine Suriye’deki çok partili sistemi ve demokrasiyi desteklemesini bekliyorduk” şeklinde bir açıklama yapmıştır (16).

Ne gariptir ki “Türkiye’nin stratejik ortakları, dostları” olduğu söylenenler, bugün, Türkiye’nin IŞİD’e silah yardımı yaptığı, elindeki petrolü alarak terörü desteklediği iddialarında bulunarak Türkiye’yi suçlamakta ve Esed’in yanında yer almaktadırlar. Öncelikli tehlikenin Esed değil IŞİD olduğunu, bu tehlikenin de Türkiye’nin kara harekâtı ile durdurulması gerektiğini ve fakat Türkiye’nin üzerine düşen görevi yapmadığını seslendirerek itham etmektedirler. Benzer ifadeler ve suçlamalar, HDP yöneticileri tarafından yapılmaktadır.

8 Ekim 2011’de Beşar Esed, Türkiye’yi içinde bulunduğu durumdan yararlanmama konusunda, “Türkiye’nin Suriye ile aynı siyası, ekonomik ve mezhepsel yapıyı paylaştığını söyleyerek, benzer durumla karşı karşıya kalabileceğini” ifade etmiştir.

Bu açıklama, Esed’in ittifak içerisinde bulunduğu eksenin Türkiye’ye özel bir mesajı idi. Türkiye’nin yumuşak karnının kaşınacağı ifade edilmekteydi. Türkiye, bu mesajı alamadı çünkü Esed’in 2–3 ay içerisinde gideceğine inandırılmıştı.

Ne yazık ki Reyhanlı operasyonundan bugüne kadar Türkiye’nin etnik, mezhepsel yumuşak karnı, Rusya-İran-Çin-Suriye-Irak ittifakı yanı sıra, hatta onlardan daha da şiddetli olacak tarzda, ABD-İngiltere-İsrail-Almanya-AB ittifakı tarafından kaşınmaktadır. Türkiye’de kadife darbe olması için bu iki eksen birlikte hareket etmektedir.

Bölgesel güç olmaya doğru giden bir Türkiye, Suriye krizinde, Şer ekseni tarafından aldatılarak tuzağa düşürülmüştür. Türkiye, Suriye diktatörlüğünün 2-3 ay gibi bir zamanda düşürüleceğine inandırılmıştır. Erdoğan’ın hatası, 21 Eylül 2011’de Obama’ya güvenmiş, inanmış olmasıdır.

Türkiye’nin Hızlı Doğum Yaptırma Aceleciliği

Türkiye’nin Suriye’deki mazlum halkın yanında yer alması, çok haklı ve yerinde bir tavır olup doğrudur. Bununla beraber yönetimle bütün ilişkilerin kesilip atılması yanlış olmuştur. Türkiye, Suriye’deki her kesimle ilişki kuracak bir konumda tutulmalıydı. Cumhurbaşkanı, başbakan ve dış işleri bakanı dâhil bütün makamlar, çok sert tavır almışlardır. Bütün makamların bu sürece dahil edilmesi ile diyalog kuracak herhangi bir makamın olmaması, Türkiye yönetiminin yaptığı ciddi bir hatadır.

40 yıllık diktatörlük döneminin oluşturduğu kemikleşmiş bir yapının, çok hızlı bir şekilde, bu günden yarına değiştirilmesi mümkün değildir. Türkiye, 1950 yılından bu yana kurulmuş bir baskı, korku imparatorluğunu ıslah etmeye, değiştirmeye çalışmaktadır. Alınan yol bellidir. Sadece son on yılda, AKP döneminde, Ergenekoncular, Balyozcular ve Gülen Hareketi Maskesi Takmış Yapı tarafından yapılan darbe teşebbüsleri ortadadır. Türkiye henüz tam anlamıyla temizlenmiş değildir. Türkiye bütün bunları yaşamışken/yaşarken, 40 yıldır diktatörlükle yönetilmiş bir Suriye’den bu kadar hızlı bir değişim beklemesi, yanlış olmuştur. Türkiye’nin Suriye politikasında yaptığı hatalardan biri de budur.

Ayrıca ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ (PNAC), ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’, ‘Din ve Medeniyetlerarası Diyalog Projesi’, ‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslam Coğrafyasında Görev Üstlenmesi Projesi’, “İslam’ın İslam’la Savaştırılması Projesi”, “Büyük İsrail Projesi” ve “2. Sevr Projesi” çerçevesinde, Büyük Ortadoğu coğrafyasında 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmek istendiğine, Türkiye’yi yönetenler inanmamışlardır.

Hedefteki Ülke Türkiye

Suriye’de iç kavga derinleşip büyüyünce Suriye yönetimi, Temmuz 2012’de PYD-PKK ile anlaşıp Suriye’nin Kuzeyini onlara terk ederek, Türkiye’ye karşı bir hamle yapmıştır. Bu hamle ile Rojava diye adlandırılan bölgede PYD-PKK tarafından Efrin, Kobani ve Cezire adıyla üç kanton bölge oluşturarak özerk bir Kürt yönetimi oluşturulmasına imkân vermiştir. Türkiye, Esed sonrası Suriye’de güçlü merkezi bir hükümet olmasını istediğinden Kanton bölge yönetimlerine karşı çıkmıştır/çıkmaktadır. Gerek 2013 yılında ve gerekse Ekim 2014’de PYD’nin lideri Salih Müslim’le MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın yaptığı görüşmede PYD’ye yardım karşılığında aşağıdaki şartları kabul etmesi istenmiştir:

• “Esed rejimi ile PYD’nin ilişkilerinin kesilmesi,

• Rojava’nın özerklik taleplerine son verilmesi,

• PYD’nin PKK ile arasına mesafe koyması,

• PYD’nin kendisine bağlı kuvvetleri, Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) entegre etmesi” (17).

Türkiye Kanton Bölge yönetimini engellemek için kara harekâtı yapmaya karar verdiğinde ABD-İngiltere-İsrail-AB tarafından engellenmiştir. Ama bugün, İŞİD’e karşı kara harekâtı yapması istenmektedir. Türkiye’nin göçmenler için Suriye içerisinde tampon bölge ve uçuşa yasak oluşturulmasına, gene ABD-İngiltere-İsrail-AB karşı çıkmıştır/çıkmaktadır.

Bu tezadın bir tek anlamı vardır. Asıl hedef, Türkiye’dir.

Şer ittifakı, IŞİD üzerinden Irak-Suriye hattında yeni ülkelerin sınırlarını çizmektedir. IŞİD, bağımsız hareket edip çizilen sınırları ihlal ettiğinde şer ittifakı tarafından bombalanarak geriye çekilmektedir. IŞİD, kısa zamanda Irak Suriye düzleminde çok önemli petrol rezervlerini ve rafinerileri, su yataklarını ve barajları ele geçirip kendi devletini kurarak binlerce insanı -Türkmenler, Yezidiler, Hıristiyanlar, Şiiler- Tel Abyad, Carablus, Halep Telafar gibi bölgelerden göç ettirmiş, katliamlar yapmış ve fakat şer ittifakının sesi çıkmamıştır. IŞİD Erbil’e yaklaşınca şer ittifakı, tarafından bombalanarak durdurulmuştur. Bu arada Barzani güçleri Kerkük’ü koruma bahanesi ile özerk bölgeye dâhil etmiştir. IŞİD, Bağdat üzerine yürüyerek Maliki’nin değişimini sağladıktan sonra bombalanarak durdurulmuştur.

IŞİD Ayn El Arap’a (Kobani) saldırınca yaklaşık iki yüz bin kişilik bir sivil halk Türkiye’ye göç etmiştir. Kobani’de PYD-PKK ile IŞİD arasında çatışmalar başlayınca, hem Türkiye içinden hem de Türkiye’nin stratejik ortağı olan şer güçlerden (ABD-İngiltere-İsrail-Almanya-AB) Türkiye’nin aleyhine büyük bir kampanya açılmış; Kobani’deki katliama seyirci kalmakla, IŞİD’in elindeki petrolü alarak teröre destek çıkmakla suçlanmaya başlanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ayn El Arap’ta halk yok, halk Türkiye’de misafir, orada çatışan iki terörist grup var” ısrarla demiş olmasına rağmen hem Türkiye’nin içinde hem de dışında “Türkiye’nin stratejik ortakları ve dostları(!)” tarafından Türkiye aleyhine başlatılmış olan kampanya şiddetini artırarak devam ettirilmiştir. Arkasından HDP-PKK’nin önderliğinde Türkiye’de sokak hareketleri başlatılarak Taksim Kadife Darbe sürecinde sekizinci aşamaya geçilmiştir.

Türkiye’deki Kadife Darbe’nin birinci ve ikinci halkasındaki beyin takımı, stratejik akıl, Kobani üzerinden Kadife Darbe’nin taşeronluğunu üstlenecek yeni bir örgütü, HDP-PKK, sisteme dâhil etmiştir. Böylece Kadife Darbe’nin ilk yedi aşamasında üçüncü halka diye tanımladığımız eylemci taşeron yapıda yer almış olan Sol-Alevi-Gülen Hareketi Maskesi takmış yapıya, HDP-PKK’yi dâhil etmiştir. Bundan sonraki sürecin HDP’nin önderliğinde bu üçlü yapı tarafından yürütülmesi ön görülmektedir. Bu yapılara destek veren tabanla siyasi iktidar arasında üç ana fay hattı meydana getirilmiş ve belli bir ittifak sağlanmıştır. 

Suriye’nin her tarafında çok daha vahşice yaşananlar, Suriye’nin küçük bir yerleşim yeri olan Kobani’de olunca niçin yer yerinden oynamıştır Dahası, Türkiye Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı Obama’ya Ayn El Arap’ta çatışan PYD için, “Bunlar IŞİD gibi terör örgütüdür, bunlara silah yardımı yapmayın” demiş olmasına rağmen, Türkiye’nin stratejik dostu(!), stratejik ortağı(!), model ortağı(!) ABD tarafından hem PYD-PKK’ya hem de IŞİD’e silah yardımı yapılmıştır. Niçin

Kobani üzerinden Türkiye’de vuku bulan olayların çözüm süreci ile ilgisi nedir

Suriye’de oluşturulan Kanton bölgeler gelecekte Türkiye’yi nasıl etkileyebilir ya da etkileyecektir

Kaynaklar

1- Seale, P., Is the Syrian Regime in Danger , 4 Nisan 2011, http://www.agenceglobal.com/article.asp id=2530.

2- “Erdoğan’dan Esad Ailesine Sert Mesaj,’’ Hürriyet, 10 Haziran 2011.

3-  “Esad’dan Oyalama Taktiği,’’ Sabah, 21 Haziran 2011.

4- “Erdoğan’dan Suriye Açıklaması,’’ Hürriyet, 22 Eylül 2011.

5-  “Şam’dan Erdoğan’a Sert Yanıt,’’ Milliyet, 07 Ağustos 2011.

6- “Kimse Esad’a İnanmıyor, Ben de İnanmıyorum’’ Dünya Bülteni, 14 Eylül 2011.

7- “Esed’le Görüşmeler Kesildi Şam’a Yaptırımlar Yolda’’ 22 Eylül 2011, http://www.turkiyesuriye.com/2011/09/22/esedle-gorusmeler-kesildi-sama-yaptirimlar - yolda/

8- “Türkiye, Hava Sahasını Askeri Sevkiyata Kapattı’’ Hürriyet, 22 Eylül 2011.

9- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan SETA, 26 Eylül 2011, http://www.setav.org/public/HaberDetay.               

10 - Ayhan, V., Türkiye ve Suriye Muhalefeti: Şam’a Siyasi, Diplomatik, Ekonomik Ve Askeri Yaptırımlar, ORSAM Dış Politika Analizi, 5 Ekim 2011,

11- Ayhan, V., ve Orhan, O., Suriye Muhalefeti’nin Antalya Toplantısı: Sonuçlar, Temel Sorunlara Bakış ve Türkiye’den Beklentiler, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 31/32, Temmuz-Ağustos 2011, s. 8-16.

12- Orhan, O., Suriye’de Sonun Başlangıcı: Yaptırım Dönemi ve Suriye Ulusal Konseyi, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 34, Ekim 2011, s. 46-50.

13- Ayhan, V., Türkiye ve Suriye Muhalefeti: Şam’a Siyasi, Diplomatik, Ekonomik Ve Askeri Yaptırımlar, ORSAM Dış Politika Analizi, 5 Ekim 2011,

14- “Suriyeli Muhaliflerle İlk Resmî Temas’’ Zaman, 19 Ekim 2011.

15- “Türkiye Sınırı Yakınlarında Büyük Oranda Silah Ele Geçirildi’’ SANA, 4 Ekim 2011.

16- “Türkiye’nin Kışkırtma Yerine Reformları Desteklemesini Temenni Ederdik’’ SANA, 10 Ekim 2011.

17- Aaron S., Türkiye’nin Ana Hedefi Suriye Rejimi, Al Jazeera 10.10.2014

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...