1 Eylül 2001 Cumartesi

Milletin İktidar Yürüyüşü

 (Umran Dergisi)

FP’nin iki başkan adaylı kongresine gidilirken ‘yenilikçi kanat’ övgüsü ile medyada başlatılan kampanya, son bir aydır yön değiştirerek devam etmektedir. ‘Kurtarıcı’ olarak sunulanların, Erdoğan’ın yasağının kalkması ile, bir anda ‘tehlikeli’ ilan edilmelerinin ve yoğun bir baskıya muhatap olmalarının bir anlamı olmalıdır. Derviş’in gelişi ile rahatlayan çevreler, ekonomik krizin derinleşmesi ile, Derviş faktörünün siyasi arenada itibar kaybına uğraması sonucu, ciddi biçimde paniğe kapılmış görünüyorlar. Erdoğan’a dönük karalama kampanyasının başlatılmasında bunun önemli etkisi olduğu söylenebilir. Türkiye’de ‘Altı Ok’un karşısında olan her siyasi yapı, büyük baskı altına alınmış, karalanmış ve kötülenmiştir. Serbest Fırka, DP, AP, MHP, MNP, MSP, RP, FP için söylenenlerle, AK Parti için söylenenler arasında özde bir fark yoktur. Karalama kampanyalarında o günün modasına uygun terminoloji kullanılmıştır: ‘Gericiler’, ‘ayak takımı’, ‘çarıklılar’, ‘kuyruklar’, ‘taşralılar’, ‘varoşlular’,  ‘köylüler’... Şartlara göre baskının şiddeti artırılmış, uluslar arası güçlerle işbirliği yapılarak gerçekleştirilen darbelerle yetişmiş siyasi kadrolar tasfiye edilmiş, budanmış, sindirilmiştir. Sistem, yetenekli, dürüst, çalışkan insanları sürekli yiyip bitiren, tüketen bir canavara dönüştürülmüştür.

Sorun, yalnızca siyasi kadroların yıpratılıp örselenmesiyle kalmıyor; onları seçip destekleyen ve umut bağlayan halk da heyecanını ve yaşama sevincini yitiriyor. Bugün, siyasetin ve siyasetçinin hareket alanı daraltılırken, gerçekte halkın seçme-seçilme özgürlüğü ve irade koyma hakkı elinden alınmaktadır. Türkiye, halka hesap vermek zorunda olan bir yönetim anlayışından, halkı dışlayan bir yönetim anlayışına doğru hızla sürüklenmektedir. Giderek sivil ve asker bürokrasinin yönettiği bir ülke haline gelmektedir; halkın yönetimde söz sahibi olmadığı, dışlandığı, susturulduğu bir ülke... Bu, Türkiye’nin en temel çıkmazlarından biridir.

Karalama Kampanyasının Anlamı

Milli Görüş’ün yenilikçilerine başlangıçta biçilen rol, FP’yi bölerek iki parça halinde parlamento dışında bırakmaktı. Fakat görülen o ki, evdeki hesap çarşıya uymamıştır: FP bölünmüştür ama yapılacak ilk genel seçimde, hem Saadet, hem de AK Parti’nin parlamentoya girmesi kesin gibidir. Yapılan anketler ise, AK Parti’nin -şimdilik- birinci parti olduğunu göstermektedir. İşte Erdoğan aleyhtarı kampanya tam da bu sırada başlatılmıştır.

Medyada başlatılan kampanyanın amacı; ‘umud’u ‘umutsuzluğa’ dönüştürmek, AK Parti mensuplarını psikolojik savaşın yoğun baskısı altında tutarak ‘suçluluk kompleksi’ne sokup teslim almak ve hareketi dar bir alana hapsetmektir. Şartlarda anormal bir değişme olmadığı takdirde, bu karalama ve yıpratma kampanyasının dozajını her geçen gün artırarak devam edeceği anlaşılmaktadır.

Erdoğan’a yapılan saldırıların benzerlerinin Menderes, Demirel, Türkeş, Özal ve Erbakan’a da yapıldığı unutulmamalıdır. Bu liderler sistemle kavga yapmak istememiş, fakat bunların hepsi böyle bir kavganın içine zorlanarak, bilinçli bir şekilde çekilmiş ve yıpratılmışlardır. Bugün Erdoğan için aynı tezgah kurulmak istenmektedir.

Bu tür kampanyalarla mücadele iki boyutlu olarak genişletiliyor:

Birincisi; on yıllık kasetlerle Erdoğan tövbe etmeye, meşruiyet kazanmak için belli oligarşik güç odakları karşısında diz çökmeye zorlanıyor. Bunu yaptığı takdirde de kendisinden ne isteneceği belli değildir; ancak kesin olarak belli olan şudur ki, boyun eğerse sistemin basit bir dişlisi haline gelecek ve halktan kopacaktır. AK Partililer şayet bu kumpasa girerlerse, çürümenin nedenini tam olarak teşhis etseler bile, tedavisinde köklü çözümler üretmeleri mümkün olamayacaktır.

Ülke IMF’ye teslim edilirken, özelleştirme adı altında ekonomi uluslar arası sermayeye peşkeş çekilirken, kurumlar despotlaşıp halk dışlanırken, beyin ve sermaye göçü hızlanırken, toplumsal sermaye tüketilirken, intihar, soygun, talan, şiddet ve fuhuşta patlama yaşanırken yapılması gereken, bu duruma nasıl gelindiğinin sorgulanması ve ona göre çözümler üretilmesidir.

İkincisi; AK Parti’ye karşı yürütülen kampanya ile, hareketi kötü göstermek, katılımı engellemek ve hızını kesmek amaçlanıyor. Halka korku salarak bu sonuca ulaşılmak istenmektedir. “Taşranın iktidar yürüyüşü durdurulmalı”1, “Türkiye’yi varoşlar yönetecek”2 tarzında medyada geliştirilen söylem ile bir taraftan halk horlanıp aşağılanırken; diğer taraftan mevcut vurgun ve talan düzeninin müntesiplerine ‘aklınızı başınıza alın, iktidarınız sarsılıyor’ korkusu yerleştirip çözüm aramaya zorlanıyorlar.

Sistemin Tükenişi

Dün ‘çarıklılar’, ‘kuyruklar’, ‘cahiller’... derken de; bugün ‘taşralılar’ derken de verilmek istenen mesaj aynıydı: Bu ülkede bir ‘efendiler(!)’, bir de ‘köleler(!)’ vardır. ‘Efendiler yönetir, köleler hizmet eder.’ ‘Kölelerin yönetime talip olması, bir isyan, bir başkaldırı halidir.’

Gerçekte bu söylemlerde bir yaşam tarzı olarak lanse etmeye çalıştıkları, kutsadıkları, kabul eder göründükleri demokrasiyi de reddediyorlar. Onlara göre halk, efendilerin(!) istediklerini yaparsa, seçme hatta seçilme hakkına sahip olabilir.

AK Parti’nin başörtülü kurucularına yasak getirme isteğini aynı bağlamda değerlendirebiliriz. Başörtüsü ile ilgili bu yaklaşımla şöyle denilmek istenmektedir: Bizim demokrasimizde ‘işçi, müstahdem, odacı veya hizmetçi olarak bize başörtülü olarak hizmet edebilirsiniz; ancak doktor, mühendis ve avukat olarak bizimle aynı mekanları ve imkanları paylaşamazsınız’. Asırlar önce Hindistan’da var olan Kast Sistemi 21. yüzyılda Türkiye’de demokrasi adına yeniden inşa edilmeye çalışılıyor bugün. Bir dönem ABD’de yaşanan zenci-beyaz ayırımına doğru Türkiye sürükleniyor.

Demokrasi ile yönetildiği söylenen bir ülkede “taşralının iktidara yürüyüşü durdurulsun” çağrısı yapılmasının anlamı nedir? Halkın iradesinin yönetimi belirlemesi, demokrasinin temel ilkesi değil midir? Yoksa demokrasi, bazıları seçilirse, yönetime gelirse işleyen; bazıları geldiğinde işlemeyen bir anlayış, bir yönetim biçimi midir?

Karşı karşıya kaldığımız zihniyetin niyet ve bakış açısını daha iyi anlayabilmek için düne ve bugüne birlikte bakmalıyız.

Dün (1946-1950 seçimlerinde söylenenler)

Bizden sonra demokrasinin geleceğini tehlikede görmememye imkan yoktur. Halkın bu düzeyi umut kırıcıdır. (İsmet İnönü)

Altı ay sonra biz onlara gösteririz; altı ay oturamazlar. (Başbakan Şemsettin Günaltay)

Bu seçimde bizi yıkan, devrime düşman olan kara kuvvettir. Ayak takımı, kentlerde genel yaşama yeni bir biçim verebilir. (Faik Ahmet Barutçu)

Bilhassa seçim günlerinde jandarma tedbirleri almazsak, cahil halk reylerini Haso’ya, Memo’ya verir. Büyük Millet Meclisi’ne Hasoların, Memoların dolmasına sizin vicdanınız razı olur mu? (Cevdet Kerim İncedayı)”3

Bugün

Taşra bir mekan, bir coğrafi tanımlama değildir. O bir zihniyettir. Ve bu zihniyet bugün en başta İstanbul’da hakimdir. Cehalet girdabında debelenen, kendi cehaletinden adeta keyif alan, bilgiye düşman olan, kindarlık kapasitesi yüksek olan, moderniteden korkan, korkularını basit saldırganlıklarla kamufle etmeye çalışan zihniyettir taşralılık. Ve bu zihniyet bugün Türkiye’de yükselişe geçmiştir. Bu yükseliş hangi dönemde durmuştur, diye sorsanız, bu da makul bir soru olur aslında. Ama görülmesi gereken şey, bu zihniyetin bugün Türkiye’de ezici bir çoğunluğa erişmiş durumda olmasıdır...

Bir de nüfusun azınlığını oluşturan, ama azınlık olmalarına rağmen, Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak var olma niyeti varsa eğer, bu ülkenin belkemiğini oluşturacak olan insanlar var: Bilgili, birikimli, mesleğini kimlik yapmış, gelecek için çalışma, yaratma potansiyeline sahip olan, Batı tipi bir demokrasiyi özleyen, Türkiye’ye bunu yakıştıran, liberal fikirlere sahip insanlar bunlar.4

...Lağım kokusuna karışan çiğköfte baharatı. İşte size varoş estetiği! Önce kentlerin eğlence, yemek ve kültür dünyasını ele geçirdiler. Televizyon yayınları onların zevkine göre belirlenir oldu. Bu korkunç yozlaşmayı, yerel yönetimlerdeki zaferleriyle perçinlediler. Şimdi de Türkiye’yi yönetmeye talipler.

Hiç hayal görmeyelim: Masum gecekondularla başlayan ve giderek kentleri yaşanmaz hale getirerek dev bir ahtapot gibi boğan varoşlar, kendi starları, belediye başkanları ve işadamları gibi, başbakan, bakan ve cumhurbaşkanlarını da çıkaracaktır. Bu kadar yoksullaşma ile, varoş edalı din temaları yan yana gelince nasıl bir patlama olacağını hep beraber göreceğiz.2

Erdoğan’ın hesabı tutar mı dersiniz; ona cevabım: çok zor. Son beş yılda yaşananlardan sonra şu fotoğrafı gözünüzün önüne getirin: Farzedin ki, Erdoğan başbakan sıfatıyla Genelkurmay’da, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları onu selamlıyor, Erdoğan merasim bölüğünü denetliyor! Bu kare Türkiye şartlarında size gerçekçi görünüyorsa, Erdoğan’ın işi kolay diyebilirsiniz.5

50-55 yıl arayla söylenen sözlerin üstüste örtüşmesi, nasıl bir zihni kırılma ile karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir. Demokrasinin halkın idaresi olduğu söylenerek, demokrasi adına halkın çoğunluğunun yönetimine karşı çıkılmakta, halka hakaret edilmekte ve halkın iktidarına dur denilmek istenmektedir. Bu, bir taraftan  sistemin tükenişinin beyanı anlamına gelirken; diğer taraftan da ezilenlerle-ezenlerin (mustazaflarla-müstekbirlerin) mücadelesinin sertleşeceği anlamına da gelmektedir.

Mustaz’aflarla(Ezilen) Müstekbirlerin(Ezenler) Mücadelesi

Mustaz’af: “Zaafa uğratılmış, güçsüzleştirilmiş, güçten düşürülmüş. Gerçekte kendisi zayıf olmadığı halde mahkum edildiği maddi ve maddi olmayan yapı içinde güç ve dinamikleri dondurulmuş, önüne engel çekilmiş kişi. Müstekbir ise, büyüklenen. Gücün tümüne sahip olmadığı halde kendinde büyüklük ve sınırsız güç vehmeden, Allah’a ve onun hükümlerine başkaldıran, mustaz’aflar üzerinde haksız baskı ve tahakküm kuran kişi demektir.”6

En Büyük İlk Müstekbir: İblis

Sınıfsal ayırım (sosyal, ekonomik ve yapısal üstünlük) kavgasının izleri, ilk yaratılış olayında karşımıza çıkmaktadır. İblis’in yapıtaşı ateş, Hz. Adem’inki ise toprak’tır. Arada yapısal bir farklılık vardır. Bu yapısal farklılık; İblis’in, secde olayında, kibirlenip Hz. Adem’i hor görmesine, dolayısıyla da Allah’a isyan etmesine sebebiyet vermiştir. (7 Araf 12)

Dolayısıyla, insanları bulunduğu sosyal ve ekonomik konuma göre değerlendirme ve konumlama, şeytani bir düşüncenin ürünüdür. Sınıfsal kavga, İblis ve onun yolunda olanların kavgasıdır.-

Üç Grup Müstekbir

Müstekbirler, üç ana insan unsurundan oluşur; gücü elinde bulunduran diktatörler, zorbalar, onlara teorik ve pratik destek çıkan yardımcılar ve sermayeyi elinde bulunduran, halkı ezen-sömüren patronlar.  Kur’an, tarihteki iktidar gücünü elinde bulunduran Firavun, onun teori ve pratikteki destekçisi Haman ve aşırı servetle güç elde etmiş Karun’u, üç farklı müstekbir grubun temsilcisi olarak bize sunmaktadır:

“Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da yıkıma uğrattık. Andolsun, Musa onlara apaçık delillerle gelmişti. Ancak onlar yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar azaptan kurtulup geçecek değillerdi.” “İşte biz onların herbirini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk.” (29 Ankebut 39-40)

Bu üç grup müstekbir, mustaz’aflara karşı işbirliği içindedir. ‘Taşralı’ diye başlayan saldırının her koldan yapılmış olması, böyle bir işbirliğinin sonucudur.

Müstekbirler Halkı Hor Görür

Kendini üstün görme anlayışı ;‘efendiler’ ve ‘köleler’ gibi bir ayırımı bünyesinde besleyip büyüterek ve ezen-ezilen çatışmasına kadar uzanan karmaşık bir sürecin ana dinamosudur. Roma’da Spartaküs isyanında, Meksika’da Zapata hareketinde, Çarlık Rusya’sında proleter harekette bunun derin izleri vardır. Hz. Musa’nın büyük yürüyüşü, asırlarca köle edilen İsrailoğullarının Firavun zulmünden kaçışına ilişkin bir özgürlük yürüyüşüdür. Bütün peygamberler, ezilenlerin haklarının alınması istikametinde mücadele vermişler ve böylelikle sınıfsal ayrışmayı ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir. Bundan dolayı, mevcut hakim zihniyetin refahtan şımarıp azan önde gelenleri(mütref); peygamberlere karşı çıkmış ve onlara tabi olanları, aşağılık, beyinsiz, cahil insanlar olarak nitelendirmişlerdir:

(Nuh) Kavminden, küfre sapanların önde gelenlerinden olan çevresi; ‘Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz, sana sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz...” (11 Hûd 27)

Burada geçen ‘sığ görüşlü olan en aşağılıklar’ ifadesi ile Serdar Turgut ve Zülfü Livaneli’nin yazılarında tanımlanan ‘taşralı’, ‘varoşlu’ ifadelerini yanyana koyduğumuzda kastedilen şeyin aynı olduğunu görmekteyiz.

Bu bağlamda ilginç bir örnekle de, Hz. Peygamber’in mücadelesinde karşılaşıyoruz. Kureyşlilerin ileri gelenlerinden bir kısmı peygamberin çeveresindeki insanlarla ilgili olarak; “Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan, biz senin meclisine gelir, konuşuruz, belki de uyarız” teklifinde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber kendilerine “Ben müminleri kovmam” (26 Şuara 114) cevabını verince, tekliflerini; “O halde, biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman da yanında oturt” şeklinde değiştirmişlerdir.7

Görüldüğü gib refahtan şımarıp azanlar, fakir, mazlum halk ile bir arada bulunmayı hiçbir zaman içlerine sindirememişlerdir.

Kureyş önde gelenlerinin tekliflerine Allah; iki âyetle (6 Enam 52, 18 Kehf 28) cevap vererek müslümanları, ezilenlerin yanında açık bir şekilde konumlandırmıştır:

Nefsini, sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabrettir. Dünya hayatının aldatıcı sözünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” (18 Kehf 28)

Dolayısıyla bugün karşılaşılan durum; asırları kuşatan bir mücadelenin günümüzdeki yansımasından başka bir şey değildir.

Müstekbirler Halkı Bölen Hileye Dayalı Düzen Kurarlar

Müstekbirler, hakimiyetlerinin devamı için mustaz’afları bölmeye, birbiriyle vuruşturmaya ve onları alabildiğine aşağılayarak özgüvenlerini kaybettirmeye özel gayret sarfederler:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım parçalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını da diri bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.” (28 Kasas 4)

Büyüklenme (istikbar), bir büyüklük kuruntusu, bir hastalık halidir. Kendini ulaşılmaz görme, kendini kendine yeter görerek (müstağnileşme) çevresini küçük görme ruh hali söz konusudur.

O nedenle müstekbirleşenler, arzın merkezinde kendilerini görürler. Alah’a karşı büyüklenirler (4 Nisa 172), başkaldırırlar (25 Furkan 21), ölçü, kural koyucu olarak kendilerini görürler (74 Müddessir 18-23); Allah’tan başka ilah olmadığını böbürlenerek reddederler (37 Saffat 35). Hoşlarına gitmeyen her söz ve harekete karşıdırlar (2 Bakara 87). Her türlü kötülüğü organize ederler, tuzak kurarlar, hile yaparlar:

“... Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde nefretlerinden başkasını arttırmadı; hem de yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz...” (35 Fatır 42-43)

Müstekbirlerin Kalbi Mühürlüdür

Ölçüyü kaçırmaları, Allah’a başkaldırmaları, mustaz’afları ezmek ve sömürmek için her türlü hile-desiseye başvurmaları, halkı bölüp parçalamaları nedeniyle Allah müstekbirlerin kalbini damgalar:

“... İşte Allah ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.” “Ki onlar, Allah’ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş isbatlı bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. Bu, Allah katında da, iman edenler katında da büyük bir öfke nedenidir. İşte Allah her müstekbir zorbanın kalbini böyle damgalar. (40 Mümin 34-35)

Müstekbirler Çürümenin Mimarlarıdır

Müstekbirler, mallarıyla, servetleriyle, makamları ve bilgileriyle şımarıp azmış olmalarından dolayı, insanı ve insanlığı unutmuşlardır. O nedenlede bozulmanın, çürümenin, kirlenmenin, fesadın ve bunalımın baş aktörleri bunlardır:

Biz bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, O’nun ‘varlık ve güç sahibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onlar orada bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, O’nu kökünden darmadağın ederiz.” (17 İsra 16)

Toplumsal bunalımın gerçek sebepleri, halka anlatıldığında; bundan en çok rahatsız olup karşı çıkacak olanlar da gene refahtan şımarıp azmış müstekbirleşmiş bu guruptur:

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı-korkutucu gönderdikse, mutlaka oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri’: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’ demişlerdi. Ve: ‘Biz mallar ve evlatlar bakımındanda daha çoğunluktayız ve biz azaba uğratılacak da değiliz’ demişlerdi.” (84 Sebe 34-35)

Özetle; müstekbirlik bir zihniyet, bir yaşam ve hareket tarzıdır. Bugün Türkiye’de zulme, sömürüye, haksızlığa, yolsuzluğa karşı çıkanlar ve müstezafların (ezilenler) haklarını arayanlar, müstekbirlerin bu zihinsel özelliklerini bilerek davranmalı ve hareket etmelidir.

Sonuç

Türkiyede siyasetle uğraşanların, Türkiye’nin içine düştüğü bunalımın gerçek sebeplerini iyi teşhis etmesi; bunalımın baş aktörlerinin, Firavun, Haman ve Karun gibi davranan müstekbirlerin olduğu nu halka anlatması gerekir. İnsanı ve insanlığı mahveden, müstağnileşmeyi, müstekbirleşmeyi ve mütekebbirleşmeyi, zorbalığı ve zulmü meşru gören bir zihniyettir söz konusu edilen. Müstekbirlerin yoğun baskısı altında yaşamış bir halkın zihni fonksiyonlarında, değer ölçülerinde ciddi kırılma ve sapmalar söz konusudur. Dolayısıyla gerek müstekbirlerin ve gerekse mustazafların zihinsel bir arındırmaya ihtiyaçları vardır. O nedenle bir zihniyet değişim mücadelesi verilmelidir. Ancak böyle bir zihinsel arındırma hareketi ile sınıfsal kamplaşmanın önüne geçilebilir.

Meşruiyeti; doğru, fikir, düşünce, davranışta ve halkta aramak gerekir. Meşruiyetin kaynağı bunlardır. Refahtan şımarıp azanların bizzat kendileri tutum, davranış ve halktan kopmuş olmalarından dolayı gayrı meşrudur. Siyaset yapanların yeri, mazlumların, müstezafların yanıdır. Müslüman inancının gereği budur. Bu, oy kaygısı ile yapılan bir tercih değildir ve de olmamalıdır. Büyük Hesap Günü düşünülmelidir

O nedenle ezilen bir halkın iktidara yürüyüşü devam etmelidir, saptırılmamalıdır. Halk, hayal kırıklığına uğratılmamalıdır. Dosdoğru bir yol üzere halkın yürüyüşe iştiraki sağlanmalıdır. Ancak bu durumda Allah’ın yardımı gelir ve va’di gerçekleşir:

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve istiyoruz ki, onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım; Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakınmakta oldukları şeyi gösterelim.” (28 Kasas 5-6)    

Kaynaklar

1. Turgut S., ‘Taşranın İktidar Yürüyüşü Durdurulmalı’, Hürriyet, 2 Ağustos 2001

2. Livaneli Z., ‘Türkiye’yi Varoşlar Yönetecek’, Sabah, 12 Ağustos 2001

3. Yıldız, A., İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Y., İst. 2000, s.162,178

4. Turgut S., ‘Esir Türkler’, Hürriyet, 6 Ağustos 2001

5. Özgürel A., Radikal, 1 Ağustos 2001

6. Yazır, E.H., Hak Dini Kur’an Dili, Azim y., İst., c.3

7. Bulaç A., Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Pınar y., İst., 1983  

1 Ağustos 2001 Çarşamba

Sistemin Meşruiyet Arayışı ve Yeni Oluşumlar

 (Umran Dergisi)

Giriş

FP içinde giderek büyüyen bunalım, iki ayrı partinin ortaya çıkması ile, şimdilik sonuçlanmış oldu. Yıllardır aynı çatı altında, Milli Görüş bayrağı altında nice fırtınalara göğüs germiş bir kadro, Erbakan’ın yasaklı kılınması ve ard arda partilerinin kapatılması ile yollarını birbirinden ayırmış oldular. Siyaset arenasında birbirine rakip olarak, birbirleri ile belki de hiç olmadık bir biçimde mücadele ederek belki de geçmişte paylaştıkları bir çok değeri, düşünceyi ve sorumluluğu redederek karşı karşıya gelebilecekleri bir pozisyona girdiler. Gerek Ankara’nın ve gerekse dünyanın karanlık labirentlerinde ‘Büyük Satranç Tahtası Üzerinde’ hazırlanmış oyun ve senaryoları sahnelemek için görev icra eden bir merkezi medyanın, fısıltı gazetesinin, psikolojik savaş uzmanlarının, gri propaganda uzmanlarının ve yığınla ajan provakatörün aktif rol alacağı bir döneme girilmiş bulunuluyor.

Bu süreçte Milli Görüş hareketinde meydana gelen bölünme, bir araç olarak kullanılıp; mevcut partilerin bir kısmı tasfiye edilip, siyasi hayat yeniden şekillendirilmek istenebilir. Sistem, ABD patronajındaki bir globalleşme projesi ve onun Ortadoğu’daki müttefiği İsrail için yeniden restore edilebilir.

Parçalanmış bir siyaset ve ruhen parçalanmış bir toplumsal yapı kolay yönetilebilir bir ülke demektir. ABD patronluğundaki globalleşmeye engel olmayacak, hatta onun Ortadoğu, Balkanlar ve Türki Cumhuriyetlerde jandarmalığını yapabilecek bir Türkiye için yeni oluşumların, ABD için özel bir önemi her zaman olmuştur. Türkiye’de bağımsız politikalar üretecek kadroların ve siyasi yapıların yok edilmesi için bu dönemin anafora dönüştürülerek halkın yanlış yönlendirilmesi ihtimali yüksektir.

Bağımsız, özgür ve onurlu bir Türkiye için verilecek bir mücadelede yeni oluşumların iyi değerlendirilmesi, büyük satranç tahtasının birer piyonu haline getirilmelerine mani olunması için oyunun kurallarına göre oynanması gerekir. O nedenle Milli Görüş hareketinden çıkan ve kendilerine ‘yeni oluşumcular’, ‘yenilikçiler’ adını uygun gören ve partileşme aşamasına gelen bir oluşumun değerlendirilmesinin ayrı bir önemi vardır. Bu hareketin yapacağı her yanlış, uluslararası sisteme ve onun işbirlikçilerine ruhen başkaldırmış bir halkın ümitlerinin heba edilmesine neden olabilecektir.

Yeni Oluşumda Kimlik Krizi

Milli Görüşün yeni oluşumcularının önderleri, siyasi hayatta hem kendilerine yer açabilmek, hem de geldikleri hareketten ayrı olduklarını ispatlayabilmek için sürekli ve rastgele beyanlar vermektedirler. Adeta mazilerini inkar etmektedirler: Milli Görüş hareketi içerisinde iken yaptıkları pek çok işin yanlış olduğunu, bu yanlışlardan dolayı hareketten ayrıldıklarını ve bu yanlışları düzelterek yenilik yapmak istediklerini ısrarla söylemektedirler. Sözlerinde bir yerleri hoşnut etme ve bir yerlere güvence verme iması vardır: ‘Milli değerler anlamında solcuyuz’, ‘Müslüman sol kimlik’, ‘İdeolojik ve marjinal olmamak’, ‘Bizim ana ilkemiz ve FP’den kırılma noktamız gerçekçiliğimizdir’, ‘Bizler birey olarak dindar olmanın gayreti içindeyiz. Bunun ötesinde din temsilciliği, din partisi gibi şeyler kesinlikle yanlış’, ‘Dinci parti ve sadece dindarların partisi olmamak’, ‘Bizler ancak birey olarak dindar olabiliriz, o kadar’, ‘Küreselleşmeye direnemezsiniz. Bunun karşılığı statükoya teslim olmaktır’, ‘Öncelikli hedefimiz ekonomi olacak. Çünkü, ekonomiyi düzeltici tedbir almadan vatandaş, insan hakları ile ilgili söylemlere pek aldırmıyor. Sağlıklı bir büyüme trendi yakalamadan, istediğiniz kadar demokrasi türküsü söyleyin önemli değil’, ‘Parti tezgahında büyüyen, parti ve Erbakan’ın söylem ve sloganları ile yetişenler orada kaldı. Ama kendini geliştiren, eğitim gören, okuyan kesim bizim yanımıza geldi’, ‘Taban tepeden ilerici. FP’ de taban gerçekçi, tavan tutucu kaldı, onun için ayrılık oldu’, ‘Kutsal devlet olmaz diyorlar, ama kendilerinde kutsal insan var’, ‘Biz liberalizme inanıyoruz’, ‘Dine dayalı milliyetçiliği bir kenara koymalıyız’, ‘Erbakan Nazi lideri gibiydi’, ‘Varlığımız askeri rahatlatacaktır’...1-4.

Değişik zamanlarda söylenen bu sözlerden belki ne olmadıklarını, zor olmakla beraber, anlamak mümkündür. Ne olduklarını ise anlamak mümkün olamamaktadır. Düşüncelerinde belli bir felsefi görüşün duruluğu yoktur. Birbirine zıt akımların hoşa gidecek yönlerinin yan yana getirilmesi ile geliştirilmek istenen eklektir bir söylemdir söz konusu olan. Müslüman solculukla ne kast edildiği ve bunun İslam’la irtibatının felsefi düzeyde nasıl kurulduğu pek anlaşılamamaktadır. Keza Din Milliyetçiliği de muğlak bir söylem olarak kafaları karıştırmaktadır. Eğer bu tür söylemlerle yerli güç odaklarına ve ABD’ye ‘değiştik’ mesajı vermek istiyorlarsa; yanlış yapıyorlar. Endişemiz odur ki sular durulduğunda, “ne Musa’ya ne de İsa’ya” yaranabilecekler ve bu sözler bir gün kendilerine hatırlatılacaktır. Bu kardeşlerimiz söylemleri ile, kendilerini siyasi hayata kazandıran bir halk kesimini rencide ettiklerinin farkında değillerdir.

‘Önce ekonomi düzeltilecek sonra insan hakları, özgürlükler gündeme getirilecek; aksi takdirde vatandaş ilgi göstermez’, tarzındaki bakış açıları Türkiye gerçeklerinden yoksun olarak ifade edilmiş sözlerdir. Ekonominin bu duruma düşmesinin müsebbibi baskıcı, tehditçi, özgürlükleri kısıtlayıcı ve darbeci bir zihniyettir. Kalkınma hızı % 8, enflasyon % 5 iken 12 Mart muhtırası gelmedi mi? 12 Eylül’ün de, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün darbecilere ‘ekonomi bozuk iken darbe yaparsanız bunun altından kalkamazsınız’ tarzındaki sözleri ve Demirel hükümetinin 24 Ocak kararlarından sonra yapıldığının hatırlanmasında fayda vardır. Bugün ülkenin IMF’ye teslim olmasının temel sebebi de son 10 yılın en başarılı hükümeti Refah-Yol’u yıkan 28 Şubat postmodern darbesidir. Burada söylemek istediğimiz; yenilikçilerin, ülkeyi bu duruma düşüren darbelere karşı açık bir tavır alıp, insan hak ve özgürlükleri, inanç, düşünce ve fikir özgürlükleri ile ekonomiyi beraber çözüme kavuşturmayı dile getirmeleri gerekirken; tam tersini yaparak ellerine geçen fırsatı kaçırmakta olduklarıdır. DP ve AP’nin başına gelenlerle, RP ve FP’nin başına gelenler arasında özde bir fark yoktur. Bu arkadaşlarımızın, öncelikle Türkiye gerçeklerini ve yakın tarihi çok iyi incelemeleri gerekir.

Ayrıca Türkiye’nin bu hale gelmesinin temelindeki önemli bir parametre de, ahlâki yozlaşma ve insanın kendine yabancılaşmasıdır. Ekonomiye öncelik vermek isteyenlerin bunu hangi insan unsuru ile hangi insan unsuru için yapacaklarını göz önüne almaları gerekir. Önce ekonomiyi düzelteceğiz tarzındaki bir yaklaşım yanlıştır. Ekonomik mücadele ile ahlâki ve kültürel mücadele at başı gitmelidir. Ülkenin hortumlanması, soyulması, yağma edilmesi ahlâki bir sorundur. Ahlâksızlıkla mücadele yeni oluşumun şiarı olmalıdır.

“FP tabanının ilericiliği” ve “tavanının gericiliği” ile neyi kast ettiklerini daha iyi açıklamak zorundalar. Bu millet, İttihat Terakki’den beri bu kavramlarla itham edilip hakarete uğramaktadır. Bu kervana yeni oluşumcuların da katılması, “ilerici-gerici” tartışmasına girmeleri hiç de iyi olmamıştır. Yıllardır bu kavramlarla bir halk haksız bir şekilde rencide edilmiş ve hakarete uğramıştır. Gerek Türkiye’deki, gerek dünyadaki güçlere kendinizi, kimliğinizi reddederek benimsetmeye kalkmanız isteneni sağlamayacaktır. Maziniz, paçanıza yapışmış olarak sizi takip edecektir. Mazinizi felsefi anlamda reddetiğinizde; sadece öz güveninizi kaybetmeyecek, size duyulacak saygıyı da kaybedeceksiniz.

Bugün hata diye ileri sürülüp kendilerince üstlenilmeyen bu konularda, geçmişte ne tür bir davranış sergilediklerini de bu arkadaşlarımız açıklamalı değiller midir? Bütün bu işler olurken onlar bu partide ne odacı, ne çaycı veya ne de kapıcı idiler. Genel başkan yardımcısı, grup başkan vekili, bakan, belediye başkanı değiller miydi? Bu koltuklarda otururken de Erbakan’ı ‘Nazi lideri’ olarak görüyor idiyseler, bir erdemlilik örneği gösterip istifa etmeleri gerekmez miydi? Bir Nazi’nin genel başkan olduğu bir partide bakan koltuğunda oturmanız yakışık aldı mı? Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat sûresini tefekkür, tezekkür ve tedebbür ederek okumalarında fayda vardır.

Ancak geçmişte yapılmış hatalar varsa, kimse suçlanmadan onlardan dersler çıkarıp hatalar düzeltilmelidir. Bunun için özür dilenecekse de halktan dilenmelidir. Af dilenecekse Allah’tan dilenmelidir. Tevbe edilecekse yalnız Allah’a yapılmalıdır.

Yeni Oluşum, Sorunların Kaynağına Yanlış Teşhis Koymamalıdır

Uzlaşma ve anlaşmalar, doğrular etrafında olmalıdır. Doğru ve yanlış, işin özünde vardır. Yanlışı doğru göstermeye çalışmakla, yanlış doğru olmamaktadır. Bugünkü hakim zihniyetin temel varsayımları yanlıştır, kendi içinde tutarlı değildir. Yanlış varsayımlar üzerine inşa edilen bir model, sorunların çözümüne katkı sağlamak bir yana, onları daha da kangrenleştirmektedir. Mevcut zihniyeti savunanlar, bunu göremeyip sorunu şahıslara indirgemekte; onların beceriksizliği veya ihanetine bağlamaktadırlar. Onun için de bu ülke halkı ile sürekli kavgalıdırlar. Neredeyse bütün bir halkı hain, düşman ve tehlike olarak gören bir paranoyaya kapılmışlardır.

Türkiye’de sorunların ana kaynağı tıkanan sistemdir. Türkiye’deki sistem sanal bir halk için inşa edilmiştir. Gerçek halk, sistemin içinde yoktur. Gerçekte yaşayan halka güvenilmemekte, inanılmamaktadır. Halk bir yanda, sistemin elitleri bir yandadır. Halkın seçtikleri ile Türkiye’nin seçkinleri arasında sürekli bir çekişme vardır. Halk darbelerle korkutularak terbiye edilmektedir.

Her seçim zamanı zinde güçler edebiyatı bunun için başlatılmaktadır. Ülke yönetiminde halka çizilmiş sınırlar vardır. O sınırlar içinde kaldıkça halk özgürdür; istediğine rey verebilir, istediğini hükümet edebilir. Halkın talepleri bu hudutları aşarsa ve hükümetler de halkın arzularına uygun hareket etmeye çalışırsa; inançları ne olursa olsun, hükümetten uzaklaştırılmaları için gereken operasyon yapılır. Bu noktada ne demokrasi vardır, ne de ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’. Bu ABD, eksenli bir politikadır. ABD kendi yörüngesinde olan ülke yönetimleri ile ilişkisini hep bu çerçeve dahilinde ayarlamaktadır:

“Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.”5

Bunların mantığında halk ve halkın iradesi yoktur. Halk yönetimde şeklen temsil edilmektedir:

“... Batılı düşünürler hastalığın farkındaydılar ve mevcut rahatsızlığı ‘demokrasi krizi olarak’ teşhis etmekteydiler. Tedavisini de halk kitlelerinin eski klâsik konumlarına çekilmesinde, tekrar pasifize edilmesinde görmekteydiler. Demokrasinin Orwelyen manada yoluna devam edebilmesi, yani ticaret erbabınca belirlenmiş kuralların kritik bile edilmeden kabul gördüğü, her türlü kararı seçkinlerin verip, iş olsun diye halka da onaylattığı, devletin politikasının oluşmasında halkın kesinlikle rol almadığı bir düzenin var olmağa devam edebilmesi için bu zaruri idi.”6

Milli Görüşün yeni oluşumcuları, bu mantığı iyi görmeli ve tahlil etmelidirler. Bu ülkenin ve bu ülke halkının menfaatlerini savunduklarında karşı karşıya kalacakları tehlike budur. Bu durum kıyamete kadar sürüp gidecek önüne geçilmez bir kader değildir. Doğru bir düşünce etrafında halka dayanmayan hiçbir yönetim ve mekanizma gerçekten büyük değildir. Yapılması gereken, halkı hak bir düşünce etrafında organize etmek, halka dayanmak ve halka ihanet etmeden, onu aldatmadan, nimet ve külfeti onunla birlikte paylaşarak dosdoğru yol üzerinde yürümektir.

Yeni Oluşum Felsefi Bir Temele Dayanmalıdır

Milli Görüşün yeni oluşumcuları, partilerini kurarken buna göre yapılanmalı ve örgütsel yapılarını, halkla bütünleşecek şekilde oluşturmalıdırlar. Yapılarını, menfaat şebekeleri ile ajan-provokatörlerden korumalıdırlar. Söylemlerinde daha itinalı olmalıdırlar. Kendilerini ülke siyasetine kazandıran halk tabanını ve siyasi yapıyı rencide edici davranışlardan kaçınmalıdırlar. Bugünün birinci önceliği; korkutulan, ürkütülen, çaresizliğe düşürülen ve özgüvenini kaybetmek üzere olan bir halkı ayağa kaldırabilecek bir atılımı gerçekleştirebilmektir. Ancak bu durumda Türkiye’ye karşı başlatılan postmodern saldırının ve işgalin önüne geçilebilir.

Bunun için söylemler, doğru ve tutarlı olmalı ve felsefi bir temele dayanmalıdır. O nedenle ideolojik olmak zorundadır. Kendi dünya görüşünü şekillendirdiği bir zihni yapı ortaya koyamazsa ve sorunlar o çerçevede aşılamazsa, yeni hareketin konumu açık okyanusda rotasını kaybetmiş bir geminin konumundan farkı olamayacaktır.

Toplumsal sermayeyi tüketen, tüketim toplumları inşa eden, insan fıtratını seks, şiddet ve uyuşturucu bataklığında bozan hakim zihniyetlerle çözüm aramaya kalkışmak, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır. Özdeki sorun, insanın kendine yabancılaşması ve fıtratının bozulmasıdır. Bunun için gerek dünya, gerekse Türkiye’deki bunalım, bir zihniyet sorunu olarak karşımızdadır.

Batı; bu sorunu çözebilmek için yeni toplumsal değerler inşa edebilme kavgasını kendi içinde vermekte, kendini yargılamaktadır. Dünyanın aradığı toplumsal sermaye, kaynak olarak bizde mevcuttur. Yeni oluşumlar, bu gerçeği görerek davranmalı, örgütlenmeli ve sorunları çözmeye bu noktadan başlamalıdır. İnsan fıtratını bozan bir zihniyetin doğal sonucu bunalımdır, sosyal gerilimdir, çalkantıdır. Kendi içinde tutarlı, doğruları olmayan düşünce sistemi ve hareketlerin, toplumu kargaşa ve tezada düşürmesi kaçınılmazdır. Bu temel bir yasa olarak vardır, bunu göremememiz bu gerçeği değiştirmez:

Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara ‘Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Bilakis biz, hanif olarak dosdoğru yaşamış İbrahim’in dinine uyarız. O, Müşriklerden değildi’

Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık ve tezat içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter.

Allah’ın boyası ile boyanın. Boya yönünden Allah’tan daha güzel kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz. (3 Ali İmran 135-138)

Bu ayetlerde şunu görmekteyiz: Her inanç sisteminin kendi içinde mantıksal bir bütünlüğü vardır. Eklektizm, bu bütünlüğü bozarak kararsız, ne yapacağı belli olmayan insanlar üretir. Bu, insanlar arasında güven duygusunu yıkarak kargaşayı körükler. Gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de fert ve kurumlara duyulan güvensizliğin nedeni budur. Ortaya çıkan yeni lider ve kadrolar, bu sorunu aşamadıklarından dolayı hızlı bir şekilde yıpranmaktadırlar. 1990 sonrası siyasete giren kadroların çok hızlı yıpranmasının sebeplerinden biri de budur.

Yeni oluşumcular, eski ihtilalcilerin ve medyadaki bazı kalemşörlerin ısrarla söyledikleri, “Değiştiğinize bizi inandırmalısınız”, “Referansınızın değiştiğini görmeliyiz” tarzındaki sözlerinin ne anlama geldiğine dikkat etmelidir. Açıkça söylenen şudur: Değişmedikçe benimsenmeyecek ve dost olarak kabul edilmeyeceksiniz. Bu da bir kanuniyettir:

‘Onlar, senin kendilerine yaranıp- onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp -uzlaşacaklardı’. (68 Kalem 9)

‘Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o taktirdedir ki seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın’ (17 İsra 73-75).

Milli Görüşün yeni oluşumcuları; doktrinler, ideolojiler, inançlar ve medeniyetler arası mücadelenin temel yasasını göz önüne alarak yollarına devam ederlerse; daha gerçekçi politikalar ortaya koyabilir, hem kendilerini, hem de ülkeyi aydınlatabilirler.

Yeni Oluşumun Önündeki Tuzaklar

28 Şubat Postmodern darbesi, halka topyekün bir savaş açarak ülkeyi IMF’nin şahsında ABD’ne teslim olma noktasına getirmiştir. Ülke IMF aracılığıyla postmodern bir tarzda işgal edilmektedir. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasların ortasında bulunan Türkiye’yi ABD kayıtsız şartsız teslim almak istemektedir. Bunun için çok iyi ayarlanmış bir politika ile millet, devletten koparılma aşamasına getirilmiştir. 28 Şubat Postmodern darbesi burada Truva atı görevini bilerek veya bilmeyerek üstlenmiştir. Üretim durdurulmuş, beyin ve sermaye göçü hızlandırılmıştır. Onurumuz ayaklar altına alınmış, şimdi sıra bağımsızlığımıza gelmiştir. Yapılan özelleştirmelerle ülke ekonomisi uluslararası sermayenin kontrolüne geçirilmektedir.

Siyasete ve siyasetçiye açılan savaşla, siyasetçi eliyle siyasetin hareket alanı, dolayısıyla halkın denetleme hakkı elinden alınmak istenmektedir. YÖK türü kurumlaştırmalarla Türkiye, seçilmişlerle değil, atanmışlarla yönetilecektir. Dün DP, AP, RP, FP; bugün SP, BBP ve MHP gibi sisteme kafa tutan halk hareketleri etkisiz hale getirilecek, manevra alanı daraltılacaktır. Halk krizin yoğun baskısı altında yaşam kavgası verirken, sistem daha merkezi hale getirilerek yapılandırılmaktadır. Hangi parti kazanırsa kazansın fark etmeyecek bir yapı kurulma gayreti vardır. Bugünün siyaset erbabının bu işin ruhunu ne kadar kavradığı meçhuldür.

Bir taraftan bu çalışma yapılırken, diğer taraftan MGK bünyesinde daha da ilginç bir çalışma yapıldığı medyada tartışılmaktadır: Sistemden kopan halkın, sisteme yeniden entegrasyonu. 28 Şubatta darbe nedeni kabul edilen tarikat ve cemaatlerin şimdi yeniden devletin saflarına kazandırılma çalışması başlatılmıştır. Bu tarikat ve cemaatler devletin karşısında mı yeralmışlardı yoksa yer almaya mı itilmişlerdi? Kalkancı’nın ve Müslüm Gündüz’ün hangi rolü oynadığı bilinmeyen bir gerçek değildir7. İstendiği zaman tehlike, istendiği zaman dost, istendiği zaman huzurun güvencesi olarak kabul ve ilan etmek tarzındaki bir anlayış, toplumsal barış için tutulan sağlıklı bir yol değildir.

Türkiye’deki hakim yönetici zihniyet, halktan koparak, halka güvenmeyerek ve halkı sürekli baskı altında tutarak meşruiyetini kaybetmiştir. Sistem, ciddi bir temsil ve güven krizi yaşamaktadır bugün.

Devletin elindeki verilere göre halkın mevcut sistemden koptuğu ve var olan kurumlara olan güvenin sıfırlanmak üzere olduğu anlaşılmaktadır:

“28 Şubat sürecinde devlet, vatandaş ile mesafeyi iyice açan politikalar uyguladığı için bugün yalnızları oynuyor. Peki bu mesafenin azaltılması, karşılıklı olarak güvenin yeniden tesisi için hiçbir çalışma yapılmıyor mu? Yapılıyor!

Bu konuda adım atmak herhalde devlete, devletin en üst düzey organlarına düşerdi. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de böyle bir çalışma içinde. MGK Genel Sekreterliği, Diyanet işleri eski başkan yardımcılarından Hamdi Mert’ten, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri ile mütedeyyin (dindar) kitleyi nasıl barıştırabiliriz, nasıl buluşturabiliriz?’ sorusu çerçevesinde bir çalışma yapmasını istedi. Halen Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde görevli olan Hamdi Mert, yaklaşık üç aydır bu çalışmayı yürütüyor ve yakında çalışmasını MGK’ya sunacak.

Türk Silahlı Kuvvetleri, küçük, minik, hatta mini minnacık bir adım atsın, çözüm aranan problemden eser kalmayacaktır.”7

Devlette bu arayışların başlaması yararlı bir gelişmedir. Ancak askerliği ‘Peygamber Ocağı’ olarak kabul eden ve çocuklarını ‘tekbirlerle’ askere gönderen bir halk ile bu kurum arasındaki güven bunalımının ortaya çıkışının gerçekçi tahlilleri yapılmazsa; bu tahlillere uygun bir yapılanma gerçekleşmezse sorun, sadece ertelenmiş olacaktır. Bu durumun gelecekte de nasıl sonuçlar vereceği bilinemez. Gerçekte yapılması gereken, halkın yaşam felsefesine uygun yeni bir yapılanma ve yeni bir sosyal mukavelenin gerçekleştirilmesidir. İşte bu noktada yeni oluşumların önüne hem fırsatlar ve hem de tuzaklar çıkmaktadır.

1. Tuzak; Çürüyen Bir Sisteme Meşruiyet

Devlet kademelerinde bu arayışların yoğunlaştığı bir dönemde; siyaseten mahkum edilen Tayyip Erdoğan’ın yasağının siyaseten kaldırılıp kaldırılmadığının berraklaştırılması ayrı bir önemi haizdir. Mümtaz’er Türköne’nin analizleri bazı ip uçlarını elde etmemize yardımcı olabilmektedir:

“Halk dramatik bir şekilde yoksullaşıyor. Uzun bir kemer sıkma dönemi sonrası üst üste yaşanan krizler sıradan insanı şaşkına çeviriyor. Dışarıda para ararken içeride 12,5 milyar dolar parayı batık bankalara boca ediyor. Dünya Bankası Türkiye bütçesinin yüzde 30’unun yolsuzluklara gittiğini açıklıyor. Ekonomi yönetimi bütünüyle IMF’ye teslim ediliyor. Genlerinde devlete isyan fikri olmayan halk umutsuzluk içinde bitap düşüyor ve zalim Bolu Beyi’ne haddini bildirecek bir Köroğlu arıyor.

Eğer Köroğlu arayan bir halk varsa ve kendisine yüklenen bu karizmayı bir siyasetçi kuşanıyorsa ve dahi yaşadığı meşruiyet krizinin ciddiyetinin farkında olan derinlerde bir devlet mevcutsa, hikayenin geleceği de belli demektir.

Köroğlu’na bir Ayvaz, bir de abıhayat içmiş yağız bir at lazım: Devlete meşruiyet krizini çözecek bir Faust. Siyasetin diğer aktörlerine de bu tablodan dersler çıkartacak akıl ve izan gerekiyor.”8

Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin, bu krizi aşmak için bir Faust araması; ve önüne çıkan fırsatları bir siyasetçinin değerlendirmesi normaldir. Burada yadırganacak bir durum yoktur. Meşruiyet krizini samimi olarak çözmek isteyenlerin, meşruiyet krizinin sosyolojik ve psikolojik tahlillerini gerçekçi olarak yapıp yapmadıkları; yaptılarsa, sebep olarak neyi gördükleri ve bunun kalıcı çözümü için neleri öngördükleri önemlidir. Meşruiyetin kaynağı olarak halkın görülüp görülmediği, ülke yönetiminde en üst otorite olarak halkın kabul edilip edilmediği, halkın insanca ve Müslüman’ca yaşayıp yaşayamayacağı, itilip kakılmayacağı, seçtiklerinin elinden alınıp idama ve hapse gönderilip gönderilmeyeceği, ülkenin şeffaf ve konuşan bir ülke olarak yeniden yapılandırılıp yapılandırılmayacağı, YÖK gibi derebeyliklerin ne olacağı gibi konulardaki düşüncelerin açık bir şekilde ortaya konması gerekir. Bu ise yeni bir sosyal mukavelenin halk ile imzalanması anlamına gelmektedir. Bu gerçekleşirse, Türkiye derlenir, bütünleşir ve yeniden büyük Türkiye inşa edilebilir.

Yeni oluşumcular sanki merkezi medya aracılığıyla uluslararası sisteme güvence vermeye çalışmaktadırlar. Meşruiyet, çürümüş bir sistemin çürümüş ilişkileri içinde aranmaktadır. Oysa sizi cazip kılan; çürümeye ve bunun müsebbiblerine karşı duruşunuz ve erdemliliği savunmanız idi.

Halk arasında bugün esen rüzgarın manası budur. Bu iyi okunamayıp mevcut statükoyu kuvvetlendirecek, talan düzeninden kopan kitleleri yeniden statükoya ram edecek bir hareket; sadece kendisini bitirmekle kalmaz, halkta derin ruhi kırılmalara da sebep olur. Halk kendisini aldatılmış bir konuma sokarak öz güvenini, yaşam sevinci ve heyecanını kaybeder. Böyle bir halkın varlığı ise, Türkiye’yi yönetenlerin değil, dünyayı dikensiz gül bahçesi gibi yönetmek isteyenlerin işine gelir.

2. Tuzak; Karizmayı Yok Etmek

Eğer böyle bir niyet yoksa, meşruiyet krizi yukarıdaki boyutları ile ele alınmak istenmiyorsa, meşruiyet krizini aşmak için aranan Faust gerçekte Tayyip Erdoğan değildir. Öyle ise Erdoğan’ın karizmasını yok etmek için yeni hamleler beklenmelidir. Trabzon merkezli başlatılan ‘kuvayı milliye hareketinin’ Artvin toplantısında yeni oluşum için söylenenler bu hamlelerden biri olabilir(25, 07, 2001 Mesaj TV Ana Haber).

3. Tuzak; Yeni Oluşumcuları Birbirine  Düşürmek, Siyasal Etkinliklerini Kırmak

Eğer sistemin meşruiyet arayışı yukarıdaki anlamda değilse, başörtülü öğrencileri üniversiteye sokmayan ‘derinlerdeki devlet’, hanımı başörtülü olan birinin başbakanlığına tahammül edebilir mi? Dahası İmam Hatiplileri polis yapmayanlar, İmam Hatipli birinin başbakan olmasını içine sindirebilir mi?

1990’dan bu yana yetişmiş genç, dürüst, çalışkan siyaset erbabını birbirine düşürerek siyaset sahnesinden silmek için oynanan büyük bir oyun da var olabilir. (Neden olmasın. O kadar çok olay yaşadık ki, bu kadar da olamaz diyemiyoruz. İsteyenler bu konuda okunacak çok kaynak bulabilirler.) Nitekim kader birliği yaparak yola çıkmış bu insanları birbirinden ayıracak yayınlar şimdiden yapılmaya başladı bile. Fazilet Partisi içerisinde yenilikçi-gelenekçi ayırımını körükleyen kalemler, şimdi de yeni oluşum içerisinde Fazilet kökenli olanlar-olmayanlar ayırımını körüklemeye başladılar:

“Tayyip Erdoğan’ın genel başkanı olacağı yeni partinin yönetici kadrolarında aritmetik dengede, çoğunluk Fazilet ve Refah kökenli olmamalıdır. Yenilikçilik ve çok geniş bir çevreyi kucaklayacak olmanın somut göstergesi bu olacaktır”9. “Türkiye’nin krizli ortamı ve uluslararası yaşamın olağanüstü karmaşıklaşmış yapısı ve her şeyin çok çabuk eskiyerek ıskartaya çıkabilmesi, karizmatik liderin tek başına yeterli olamayacağını ortaya koyuyor. Şimdi sıra kadroda. Fazilet kökenlileri azınlıkta bırakacak şekilde zenginleşmesi gereken kadroda..”10

Yeni bir siyasi hareket için kolları sıvayıp, 30 yıllık yuvalarını terk eden insanların siyasi düşüncelerinin ne olduğuna bakılmadan, geliş menşelerine bakılarak ikinci sınıf bir vatandaş muamelesine tabi tutulmak istenmesi, yenilikçiliğin güvencesi olarak sunulmaktadır. O nedenle yeni oluşumun kurmayları, ilkeler ve doğrular üzerinde mutabakat aramalıdırlar. Tüm gayrı memnunları toparlayıp yalnızca sayılar üzerinden hesaplar yapılmaya kalkışılırsa bu işin altından nasıl bir çapanoğlunun çıkacağı belli olmaz. AP’den Bilgiç’in, ANAP’tan Turgut Özal ekibinin tasfiye edilmesi hafızalarımızda bütün canlılığı ile durmaktadır. Ebu Müslim Horasanî’nin Emevi yönetimi için söylediklerinin ana mesajına çok dikkat edilmelidir (metinde geçen düşman kelimesi yerine muarız kelimesi konarak metin okunmalıdır):

“Zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular, kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşmanlar dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu:”

Liderin, kendi arkadaş grubundan önce tecrit edilmesi, sonra da sıfırlanması oyunun bir parçası olabilir. Meksika köylü hareketinin lideri Zapata’nın başına gelenler bundan farklı değildi.

4. Tuzak; Davanı Terkederek Geç Yönet

Yeni oluşumu bekleyen ciddi bir tehlike de; Maksim Gorki’nin, Stalin’in zulmünü onaylaması için, Rus tarihinde Korkunç İvan olarak bilinen Çar’ın yaptıklarını övmeye ikna edilmesidir. Meşruiyet krizine giren bir sistem, ideolojik bir söylem geliştirmemek şartıyla Yeni Oluşum’un Türkiye’yi yönetmesini kabul etmiş ve buna da Yeni Oluşumcuları ikna etmiş olabilir. Bunalan bir sistemin bir ara-çözüm olarak böyle bir yola başvurması mümkündür. Başarısız olurlarsa zaten yıpranmış olacak ve kendiliğinden tasfiye edilmiş olacaklardır. Başarılı olduklarında, hiçbir ideolojik söylemde bulunmadıklarına göre sistemi, sistemin temel zihniyetine göre restore etmiş olacaklar, kitleler uyuşturularak yeniden sisteme entegre edilmiş olacaktır. Kendilerine tayin edilen sınırların dışına çıkmaya başladıklarında da Menderes, Demirel ve Özal’a reva görülen uygulama onlara da reva görülecektir. Hükümet etme nedenleri ortadan kalktığı için Milli Görüş’ten geldikleri hatırlanarak eski defterler karıştırılacaktır. Her durumda da kazanan meşruiyetini kaybeden bir sistem olacaktır.

Tarih boyu bu tür uygulamalar hep olmuştur. Büyük inkılâpçılara bu tür teklifler hep yapılmıştır. Bu beşeri mücadelelerin tarihinde karşılaşılan bir durumdur. Bunlar, insan fıtratını bozan, toplumu çürüten, toplumsal sermayeyi tüketen bir sistemi, sistemin mantığı ile yönetmek istememişlerdir. Mekke şehir meclisinin;

“Muhammed, biz seni ezelden beri akıllı, hamiyetli ve sevimli bir adam olarak tanırız. Kimseye kötülük ettiğini görmedik. Senin vaazlarının halk arasında ne gibi tahriklere sebep olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum. Bana açıkça söyle bütün bunların sebebi nedir? Para mı istiyorsun? Sana teminat veriyorum ki şehir istediğin kadar parayı sana toplayacaktır. Arzun kadın da mı? Şehrin en güzel kızlarını kendine zevce olarak al ve seni temin ederim ki seni memnun etmek için hepimiz mutabıkız. Hükümet başkanı mı olmak istiyorsun? Bir tek şartla, hepimiz seni en yüksek başkanımız olarak kabule hazırız: Bundan böyle bizim dini hissiyatımızla, amme vicdanımızla oynama; putlarımızı, biz ve atalarımız arasında onlara tapanların ebedi cehennem ateşinde kalacaklarını söyleme.”11 tarzında yaptığı teklife, Hz. Peygamberin verdiği cevabı Yeni Oluşumcular çok iyi bilmektedir.

Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin; toplumsal değerler etrafında yeniden yapılandırılarak güçlü, şeffaf, kalıcı biçimde ve insanca, hakça, adilce yeniden yapılandırılabilmesi için ele geçen bu fırsat bir değişim ve dönüşümü sağlamalıdır. Yeni oluşumun icra edebileceği tarihî misyon böyle bir misyon olmalıdır. Aksi yaklaşım, önlerinde en büyük tuzak olarak hep var olacaktır.

Sonuç: Şer Gözükenin Hayra Dönüştürülmesi

Gönlümüz, Milli Görüş Hareketi’nin bölünmesini hiç tasvip etmemiştir.

Bölünmenin olmaması için Umran’ın, üzerine düşen görevi fazlası ile yerine getirdiği de bir gerçektir. Bölünme sonrasında da Umran ve okurlarına düşen önemli görevler vardır. Şimdiki temel görev, bölünmeden ortaya çıkabilecek zararları en aza indirecek bir duyarlılığı göstermektir.

Türkiye’deki siyasi hayatta mücadele, geçmişte farklı siyasi düşünce mensupları arasında iken; şimdi, aynı siyasi düşüncenin farklı tonları arasında olmaktadır. Kaba bir deyişle cepheler arası değil, cephe içi bir mücadele söz konusudur. CHP-DSP, MHP-BBP, SP-Yeni Oluşum, ANAP-DYP arasında olan mücadeleler böyle bir özelliğe sahiptir. Bu iç mücadele daha acı ve üzüntü vericidir. Daha duygusaldır ve o oranda da acımasız ve merhametsiz olabilmektedir. Taraflar birbirini tasfiye ettiklerinde bölünmüş olan tabanı bir çatı altında toparlayacaklarına inanmaktadırlar.

Milli Görüş’te meydana gelen bölünme, nasıl bir iç çekişme getirecek, bunu şimdiden kestirmek zordur. SP mensuplarının Yeni Oluşumculara karşı tavırları, bugüne kadar olumlu olmuştur. Ümit ederiz ki Yeni Oluşumcular da bu hassasiyeti gösterirler; kendilerine meşruiyet kazandırmak için geçmişi ve SP mensuplarını rencide etmezler. Başlangıçta söyledikleri ise bir sürç-i lisan olarak kalır. Bu ülkede siyasi hayat süprizlerle doludur. Fırtınalı havalarda sığınılacak güvenli limanlara her zaman ihtiyaç vardır.

Bütün tartışmalar kardeşlik hukuku içinde kalmalı, herşey halka yansıtılmamalıdır. Birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde de kimse rencide edilmemelidir. Mücadele Hz. Adem’in iki oğlunun, Habil-Kabil’in mücadelesine dönüşmemelidir. Unutmamak gerekir ki hayat, yalnızca bu dünyadan ibaret değildir ve burada yaptıklarımızın hesabı da eksiksiz görülecektir.

Eğer taraflar, duygusallığa kapılıp bir kardeş kavgasını körüklerlerse; bu ateşi söndürmeye çalışacağımıza, saldırganlıkta ısrar edenlere karşı da kesin tavır alacağımıza ve tüm müslüman camiayı da bu konu da tavır almaya çağıracağımıza kimsenin şüphesi olmasın. Bu bizim inancımızın bir gereğidir:

“Eğer müminlerden iki grup birbirleri ile vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla mücadele edin. Eğer dönerlerse artık aralarını adaletle düzeltin ve her işte adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever.

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulun-düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (49 Hucurat 9-10)

Bugüne kadar partilerin kapatılmaları veya bölünmeleri sonucunda; yeni, genç ve farklı kesimlerden insanlar siyasete girme cesareti göstermişlerdir. Ülke için bu iyi bir kazanımdır. Bölünen taraflar, hem kendi tabanlarını korumak, hem de yeni kitleler kazanmak için daha hazırlıklı ve ülke sorunlarına daha duyarlı argümanlar kullanmışlardır. Bu dönemin de aynı olacağını ve siyasetin daha da kalite kazanacağını ümit ediyoruz. Taraflar, birbirlerini etkileyerek ülkenin şikayetçi olduğu bir çok konunun çözümünü hızlandıracaklardır.

Yeni oluşumcuların başlangıç olarak dile getirdikleri yanlış, derinliği olmayan ve mücadelelerin temel kanuniyetiyle çelişen söylemleri bırakacaklarını temenni ediyoruz.

Milletin haricinde hiçbir yere şirin gözükme gibi bir yanlışın içine girilmemelidir. Doğruların yanında, doğruların savunucusu olarak ezilen milyonların sesi olma yarışına girilmelidir. Bunalımın ana kaynağı olan çürümüş bir zihniyete payanda olacak söz ve davranış içerisinde bulunulmamalıdır. Herkesin bir hesabı vardır şüphesiz, ancak unutmamak lazım ki Allah’ın da bir hesabı vardır ve hesabı en sağlam olan da Allah’tır.

Bizler geleceği bilemeyiz, gelecekle ilgili yalnızca öngörülerde bulunuruz. Ona uygun da tedbirler almaya çalışırız. Bütün tedbir ve uğraşılarımıza rağmen bazen hoşumuza giden bazen de hoşumuza gitmeyen şeyler vuku bulur. Bu olay da böyle olmuştur. Bunun da hayra, ilahi denklemde şimdilik çözemediğimiz bir sırrın ortaya çıkmasına vesile olacağını ve bu ülke için daha hayırlı sonuçlar doğuracağına inanıyoruz:

“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şeyde sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz” (2 Bakara 216)

KAYNAKLAR

1.         Sabah gazetesi, 13. 07. 2001, Milliyet gazetesi, 15.07.2001

2.         Hürriyet gazetesi, 17.07.2001

3.         Hürriyet gazetesi, 12.07.2001

4.         Sarıkaya, M., Müslüman Solcular, 12.07.2001 Hürriyet gazetesi

5.         Chomsky, N., ABD Terörü -Terörizm Kültürü-, Pınar Yayınları, İstanbul, 1191, s. 22

6.         Chomsky, N., Age, s. 43

7.         Karakaya, H., ‘Topyekün Savaştan.. Topyekün Barışa mı? 20.07.2001 Akit gazetesi

8.         Türköne, M., ‘Karizmayı Kuşanmak’, 20.07.2001 Radikal gazetesi

9.         Çandar, Cengiz, ‘Liderin Genel Başkanlık Yolu Açıldı’, 20.07.2001 Yeni Şafak gazetesi

10.       Çandar, C., ‘Asrı-ı Saadet ve Tayyipli Gelecek, 21.07.2001 Yeni Şafak gazetesi

11.       Hamidullah, M., İslam Peygamberi, s. 81.

1 Temmuz 2001 Pazar

Her Gecenin Bir Gündüzü Vardır

 (Umran Dergisi)

28 Şubat Postmodern Darbesi’nin Meyvaları

28 Şubat postmodern darbesinin bu ülke toprağına ektiği tohumlar, meyvelerini vermeye başlamıştır. Dış bir projenin yerli aktörler aracılığıyla uygulanmasının kısa, orta ve uzun vadeli sonuçları alınmaya başlanmıştır.

Cevaplanması Gereken Sorular

28 Şubat postmodern darbe süreci, hala devam ederken, geriye nasıl bir Türkiye bırakmıştır? Herkes yarınından emin midir? Geleceğe ümitle bakabilmekte midir? Ülke daha da iyiye mi gitmiştir? 28 Şubat sürecinde ülkenin yağmalanması bir tesadüf mü, yoksa oyunun bir parçası mıdır? Önce DYP sonra da ANAP’ın üzerine gidilmesi ile siyasetin bu denli yıpratılması ne anlama gelir? Halka hesap verme durumunda olan siyasi kadrolar yerine halka hesap verme durumunda olmayan atanmış kadrolarla ülkeyi yönetmeye kalkmak uzun vadede Türkiye’ye mi yoksa Batılı güçlere mi yarar?

Üzerinde iyice düşünülmesi ve ulusça objektif bir biçimde cevaplarının verilmesi gereken sorulardır bunlar. Toplum olarak bu soruların cevaplarını özgür bir biçimde tartışarak bulabilmeliyiz ki geleceğe dönük dersler çıkarıp yolumuzu aydınlatabilelim. Bu tartışma yapılabilirse; bu sürecin gizli kalmış yönleri daha iyi gün ışığına çıkartılabilir. O zaman da ulusça nasıl bir oyuna getirildiğimizi daha iyi anlama fırsatını yakalayabileceğiz. Her darbeden sonra halkın ne kaybettiği ve uluslar arası güçlerin ne kazandığı daha iyi görülebilecektir. ABD yerli bazı güçleri nasıl yanlış enformasyonla, yanlış istikamete yönlendirdiği, yanlış eylem tarzlarına sokarak kendi halkı ile karşı karşıya getirdiği; sonra da kullandığı bu güçlere karşı halkın kurtarıcısı olarak ortaya çıktığı görülebilecektir. Çok yönlü bir komplonun içinden bu ülkeyi çıkarabilmek için başta ülke aydınları olmak üzere herkesin ve her kesimin, bu süreç üzerinde tekrar ve tekrar düşünmesi gerekir.

Her darbede olduğu gibi 28 şubat post modern darbesinde de ülke daha kötüye gitmiştir. 28 şubat post modern darbesi, kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri olan ABD destekli bir dış projedir. Bu projenin kısa vadeli hedefi Refah-Yol hükümetini yıkmak ve RP’yi kapatarak Milli Görüş hareketine göz dağı vermekti. Bu arada uluslar arası denkleme istenmeyen bir parametre olarak giren D8’ler projesini atıl hale getirmek ve bunlarla yapılmış olan anlaşmaları engellemekte kısa vadeli hedefler arasında sayılabilir. Özellikle Türkiye’nin bağımsız enerji politikası izlemesi anlamına gelen İran’la yapılan doğal gaz anlaşmasını işlevsiz kılmanın ayrı bir önemi vardı.

ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolün dışına çıkarmaya çalışan yönetimlere ne yapılabileceğini ülke ve dünya kamu oyuna göstermek, 28 Şubatın arkasında ki süper gücün asıl hedeflerinden biri olmuştur. Gene RP ve DYP’nin tasfiyesi bu projenin hedefleri arasındadır. RP ve FP bu nedenle kapatılmıştır. Her iki partinin kapatılmasındaki gerekçelerin basitliğinin özel bir anlamı vardır. Halka gözdağı vermektir özdeki amaç, dolaylı olarak da halkla alay etmek vardır. “Biz adamı önce asar sonra yargılarız” (İnönü) anlayışına benzer olarak şimdi de “Biz siyasî bir davayı hukuki bir çerçeveye oturtmak çalışıyoruz” denmektedir. Her ikisinde de bir tehdit ve alay vardır. Zihniyet aynı zihniyettir. Şartlar değiştiği için yöntemlerde değişmiştir. Şairin deyişi ile

“Eskiden, önce ağlatırlardı ananı sonra konuştururlardı seni

Şimdi şartlar değişti, önce konuştururlar seni sonra ağlatırlar ananı”.

Halkın Susturulması Yönetimden Dışlanması ve Yeis

28 Şubat süreci, yürüttüğü psikolojik savaşla halkı korkutarak ve de yönlendirerek 18 Nisan seçimlerinin seyrini değiştirmiştir. % 25 ile % 35 arasında rey alması beklenen RP’nin önü kesilmiştir. Bununla beraber, yoğun baskıya rağmen, 18 Nisan seçimlerinde FP’nin % 15 rey almış olması, 28 Şubatın asıl sahiplerini memnun etmemiştir. FP’nin kapatılması ve tezgahlanan bölünme tuzağı ile Milli Görüş hareketi paramparça edilmek istenmektedir.

Yürütülen kampanya, yalnızca Milli Görüş sahiplerini hedef almış gibi gösterilmek istenmektedir. Bu oyunun görünen bir yüzüdür. Oyunun perde arkasında ise, hedef tahtasında, uyanan ve yönetimde söz sahibi olmak isteyen bir halk vardır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’ün de uzun vadeli hedefleri arasında uyanan bir halkın susturulması, sindirilmesi ve teslim alınması vardı. CHP’nin bünyesinden çıkmış DP hareketi ve onun devamı olan AP hareketi, halkın sesi oldukları için tehlikeli görülmüş ve susturulmuşlardı. 28 Şubat da, halkın tehdit edilerek kendisine tayin edilen çizgiye geriletilmesi eylemidir. General Özkasnak’ın 18 Nisan seçimleri ile ilgili söylediği sözlerin başka bir anlamı yoktur. Bütün bu darbelerin sonucu maddi ve manevi olarak mağdur edilen bir halktır. Seçme hürriyeti elinden alınmış ve belli bir zümrenin arzusuna uygun tercih yapma gibi bir esaret ortamına sürüklenmiş bir halk. Bu, ABD yönetimlerince eskiden beri uygulanan bir politikadır:

“Ülke halkını, devletin bir numaralı düşmanı olarak görmesi, saf dışı bırakmaya çalışması, baskı altına alıp kontrol etmesi ve tüm bu işleri seçkinlerin çıkarı için yapması normaldir.”1

ABD kongresinde General Maxwell Taylor’ın, Güney Vietnam’da yürütülen acımasız bir terörün amacını şu cümlelerle açıklaması oldukça düşündürücüdür:

“Özgürlük savaşının maliyetinin yüksek ve başarısızlığa mahkum olduğunu göstermek istedik.”2

Türkiye’deki halkı susturmaya dönük tüm darbelerin arkasında ABD’nin var olması bir tesadüf değildir. Türkiye’ye biçilen rolün dışına Türkiye’yi çıkarmaya çalışan yönetimlere, ne yapılabileceğini ülke ve dünya kamuoyuna göstermek, 28 Şubatın arkasındaki ABD’nin en önemli amaçlarındandır. İşin üzücü yanı ise; ABD’nin bu hedefine ulaşması için yerli unsurları kullandığını açıklamış olmasına rağmen, her seferinde taraftar bulabilmiş olmasıdır:

“(Washington) İşini bu yoldan ve gözüne kestirdiği ülkelerin zengin seçkinlerinin aracılığıyla yürütüyordu. Hal böyle olunca sonuç alabilmek için diplomatik yollara başvurmak yerine zora müracaat ediyordu”3

Bu ülkenin halkı, her seferinde kendi çocukları aracılığı ile cezalandırılmış olmasından dolayı üzgün, kırgın ve ümitsizlik içinde olmuştur. 28 Şubat yeis ortamını en uzun süreli sürdürebilen bir hareket olarak tarihe geçecektir.

Her darbeden sonra oluşturulan muhbirlik sistemi ile halk birbirine düşürülerek toplumsal dayanışma için gerekli her türlü güven duygusu yıkılmak istenmiştir. Böylelikle halk bireyselleştirilerek daha kolay kontrol edilebilecektir. Herkesin birbirinden şüphelendiği bir Türkiye, belki kolay kontrol edilebilirdi; ama huzurlu, mutlu ve kalkınma heyecanı içerisinde olamazdı. 28 Şubattan geriye kalan geleceğinden endişeli bir halktır.

Meslek liselerine karşı girişilen budama operasyonu da, gerçekte fakir halkın yönetim üzerinde söz sahibi olabilme yollarını kesmekten ibaretti. Uzun vadede mesleki ve teknik eğitime vurulan darbenin şiddeti daha iyi anlaşılacak ve bu ülkenin fakir halkının önünün, dolaylı olarak, nasıl kesildiği daha iyi kavranacaktır.

Türkiye üzerinde oynanan bir başka oyun ise, siyaset alanının daraltılarak ülkenin seçilmemiş bürokratlar aracılığı ile yönetilmek istenmesidir. Siyaset ve siyasetçiler alabildiğine aşağılanarak halkın gözünden düşürülüp TBMM'nin ülke yönetiminde hareket alanı daraltılmak istenmektedir. Görünürde kısıtlama siyasetçiye getirilmektedir. Oysa halka hesap verme mecburiyetinde olan siyasetçiden yönetim hakkının alınıp atanmış insanlara verilmesi, dolaylı olarak halkın denetim hakkının elinden alınması demektir. Hedeflenen bütün etkin kurumların YÖK’leştirilmesidir. YÖK yönetiminin istediği anda ülkeyi nasıl bir gerilim ortamına sürükleyebildiği yakın tarihte görülmüştür. Kamran İnan’ın deyişi ile ‘yabancıların etkisine çok kolay girebilen’ bu kurumlar, yabancıların tüm isteklerine “evet” derken, kendi halkının isteklerine de hep “hayır” demektedirler4. Son günlerde oynanan oyun böyle bir oyundur. Uzun vadede halkın her türlü yönetme hakkını elinden almaya dönük bir girişimdir. Bunlar halkı üzmekte, karamsarlığa ve yeise düşürmektedir.

Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yeis

Her darbeden sonra ülke yağmalanmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk meşruiyet kazanacak tarzda yaygınlaşmıştır. Price Waterhouse Coopers danışmanlık şirketinin yolsuzluk indeksinde Türkiye 35 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Toplanan vergilerin % 36’sı (9.5 katrilyon) yolsuzluklara gitmektedir. Odalar Birliği raporunda 10 yılda 195 milyar doların hortumlandığı ifade edilmektedir. Hortumlanan ve fona devredilen 13 bankanın zararı 12. 5 milyar dolardır. Kamu bankalarının görev zararı 20 milyar dolardır. İhalelerdeki yolsuzlukların tahmini değeri 2. 1 milyar dolardır. Ekonominin hatalı yönetiminden dolayı fazladan ödenen iç borç faizi 8. 6 milyar dolardır. Ülke riski nedeniyle fazladan ödenen dış borç faizi 6. 5 milyar dolardır.

Ülkenin imkanları halktan alınıp belli bir azınlığın eline verilmiştir. Halk fakirleşirken belli bir azınlık zenginleşmiştir. Gelir dağılımında adaletsizlik vardır. Zenginlerle fakirler arasında ki makas daha da açılmıştır. Birleşmiş milletler yoksulluk indeksine göre Türkiye nufusunun % 20’si açlık sınırının altında yaşamaktadır. Türk-iş verilerine göre; nüfusun % 58’i yoksulluk sınırında, % 32’si yoksulluk çizgisinin altında yaşamaktadır. Türkiye’nin en zengin % 1’ini oluşturan 43 bin aile (650bin kişi)’nin aylık kazançları Türkiye’deki % 45’lik kesimin eline geçen aylık kazanca eşittir. Türkiye’deki en fakir % 10 milli gelirin sadece % 2’sini; en zengin % 10 ise milli gelirin % 30’unu almaktadır. Hayatından memnun olanların sayısı Türkiye’de % 19 iken AB’de bu oran % 82 olmaktadır. ANAR araştırma şirketinin verilerine göre ekonominin daha kötüye gideceğini düşünenlerin oranı % 48; geleceğinden ümidini kesmiş olanların oranı ise % 45’dir. Gelir dağılımı bozukluğunda dünya sıralamasında beşinci sırada bulunmaktayız. Bengaldeş, Gana, Gine, Hindistan, Nepal, Moğolistan, Pakistan, Vietnam, Tanzanya ve Ruanda Türkiye’den daha iyi durumdadır5-6.

Beyin, Sermaye Göçü ve Yeis

İşte ihtilallerin geriye bıraktığı bir Türkiye, böyle bir Türkiye’dir. Ard arda yaşanan iki ekonomik krizden sonra ülke, İMF üzerinden ABD’nin boyunduruğuna tam anlamı ile sokulmuştur. ABD’nin adı konulmamış bir eyaleti gibiyiz. Halk ümitsiz ve yorgundur. İçine kapanmıştır. Sessizliğe bürünmüştür. Tam böyle bir dönemde gizli eller, bir taraftan içerde baskıyı artırırken; diğer taraftan yetişmiş insan unsurunu, ABD ve AB’ye göçe zorlamakta ve teşvik etmektedir. Türkiye’nin son dönemlerinde yetişmiş insan unsuru ve de sermaye birikimi elinden kaçmak üzeredir. Nüfusu gittikçe yaşlanan, doğum oranı gittikçe düşen ve toplumsal sermayesi çözülen sanayileşmiş ülkeler, sanayileşmemiş ülkelerden yetişmiş insan unsurunu göçe teşvik etmektedirler7. Yetişmiş insanımızın göçe teşvik edilmesi ve de zorlanmasının bununla ilgisi olup olmadığını zaman gösterecektir. Ama üzerinde düşünülmeye değerdir.

Türkiye uluslar arası tahkime imza koymuştur. ‘Taşınmaz mallarını yabancı devletlere satışa’ çıkarmıştır. Türkiye’nin değişik yörelerinde, özellikle GAP’ta, yabancı şirketler, paravan yerli şirketler aracılığıyla arazi satın almaktadır. Yabancı sermayenin ülkeye gelmesi için her türlü teşvike başvurulmaktadır. Türk Telekom gibi pek çok kamu kuruluşunun, yabancı şirketlere satışı yapılmak istenmektedir. Bütün bunların olup bittiği bir Türkiye’de yerli müteşebbisler, renklere ayrılarak psikolojik baskı altında tutulmakta, teşebbüs heyecanı ve gücü kırılmaktadır. Serbest piyasanın var olduğu söylenen bu ülkede, yabancılar yurt içine çekilmeye çalışılırken; yerliler yurt dışına göçe zorlanmaktadır. Birileri, ümitsizlik duygularını ülke sathında yaygınlaştırırken; birileri de, insanları hicret adı altında göçe teşvik ederek buna katkıda bulunmaktadır. Son yıllarda yetişmiş müteşebbisler ile parlak beyinler, bu ülkede yaşanmaz saplantısı içine sokulmuşlardır. Dün, ‘Dünyada başka Türkiye yok’ diyenler; bugün, ‘Dünya Türkiye’den ibaret değildir’ demektedirler. Bu Türkiye için çok tehlikeli bir süreçtir. Türkiye’nin altına çok büyük bir fay hattı, son derece ince ve uzun vadeli bir stratejinin ürünü olarak döşenmektedir. Türkiye sandviç tekniği ile dilimlenmeye ve esir edilmeye çalışılmaktadır.

TÜBİTAK başkan yardımcısı Prof. Dr. Cemal Saydam: “Daha önce yurt dışına gönderdiğimiz 26 kişi geri dönmedi. Yurt dışındaki imkanlar daha cazip geldi. Gençlerimizi ülkemize geri çekebilmemiz için kendilerine gereken her türlü desteği vermeliyiz”8 tarzında yaptığı açıklama; genç beyinlerin bu ülkede yaşama ve kendi insanına hizmet etme şevk ve heyecanını kaybettiğini göstermektedir. Ayrıca ABD vatandaşı olmak için yeşil karta müracaat edenlerin sayısında geçen yıla oranla % 900 bir artış olmuştur. Geçen yıl 165 bin olan müracaat sayısı bu yıl 1 milyon 700 bine ulaşmıştır9. Bunların üniversite mezunu, dil bilen yetişmiş insan olduklarını göz önüne aldığımızda, ülkenin darbelerle, vurgun, soygun ve talanla ne denli bir kaosun içine sürüklendiğini daha iyi anlayabiliriz. Bütün bunlar, ülkenin altına döşenmiş olan fay hattında ki asıl depremin birer öncüleri olabilir.

Siyah Adam, Fil, Beyaz Adam ve Türkiye

Fillerin ehilleştirilmesinde kullanılan bir yöntem, Türkiye’ye uygulanmaktadır bugün:  Filleri yakalayıp ehilleştirmek için, tuzak olarak, üstü kapalı geniş bir çukur açılır. Fil tuzağa doğru sürülüp çukurun içine düşürülür. Çukurun içine düşmüş olan fil, önce siyah bir adam tarafından sürekli dövülüp aç ve susuz bırakılır. İyice hırpalandığı ve kurtuluş ümidinin kaybolduğu bir anda, oyunun baş aktörü, beyazlara bürünmüş beyaz bir adam, ortaya çıkar. Beyaz adam siyah adamı, tam da fili döverken, filin gözleri önünde evire çevire döver. Siyah adam ortamdan uzaklaştırıldıktan sonra; kurtarıcı beyaz adam, file su ve yiyecek vererek yaralarını tedavi eder. Kurtarıcı beyaz adam, fili çukurdan çıkarıp boynuna esaret zincirini takar. Fil de kurtarıcısına olan vefa borcunu ona ömür boyu hizmet ederek öder.

Bu ülkede de bazı siyah adamlar halkı sürekli dövüyor. Açlığa, yoksulluğa ve korku içerisinde yaşamaya mahkum ediyor. Yasaklar zinciri ile nefes alamaz bir hale getiriyor. Yolsuzluk, vurgun, soygun ve talanla herkesin birbirine, kurumlara, yönetime ve devlete olan güvenini yıkıyor. İş yok, aş yok, huzur yok, güven ortamı yok ve de ilke yok. Bazı siyahlar da batıyoruz, her şey bitti, bu ülkede yaşanmaz ve ‘Dünya Türkiye’den ibaret değildir’ diyerek insanları göçe teşvik ediyor. Başka bazı siyah adamlar da, ‘Milli Mücadele yıllarında mandacılığı savunanlar haklı idi; o zaman ABD mandasını kabul etseydik, şimdi kalkınmış insanca yaşayan bir ülke olurduk’ demekte ve ABD’nin bir eyaleti olmanın yararına ilişkin propaganda yapmaktadırlar. Karamsarlığın ülke üzerine bir karabasan gibi çöktüğü bir anda, beyaz giysiler içerisinde ortaya çıkan kurtarıcı, bazı siyah adamları insan hakları, özgürlükler, demokrasi adına eleştiriye başlıyor, zaman zaman da tokatlıyor. Kaostan çıkmak için her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu belirtiyor. Büyük bir özveri gösterisi olarak da; yaraları saracak, ülkeyi çukurdan çıkaracak ve gerekli tımarı yapıp zinciri takacak bakıcılar da gönderiyor.

Yıllardır oynanan oyun bu oyundur. Sadece kullanılan siyah adamlar değişmekte, ülke her geçen gün beyaz kurtarıcılara daha fazla bağımlı hale getirilmektedir. Bir taraftan beyin ve sermaye göçü teşvik edilirken; diğer taraftan Batı ve ABD mandacılığına toplum alıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ülke halkı, zihnen, bu yollarla teslim alınmaya çalışılmaktadır. İşte 28 Şubattan geriye kalan Türkiye, böyle bir Türkiye’dir.

Refah-yol hükümetini yıkabilmek için meydanlara inenler, yasal gerekçeler hazırlayanlar, kraldan daha fazla kralcı olanlar, meşruiyeti halkta değil de, belli güçlerde arayanlar, bugünkü Türkiye’nin baş sorumlularıdır. Adil, hür, serbest bir piyasa ortamından rahatsız olup belli insan unsurunu tasfiye etmek için her türlü tahrike baş vuranlar, bugünkü Türkiye’nin baş sorumlularıdır. Siyasî iktidarı seçim yerine darbeyle almayı hedefleyenler, dün başka, bugün başka sloganıyla halka sırt çevirenler ve Türkiye’yi sadece aile fotoğrafındakilere ait zannedenler bugünkü tablonun baş mimarlarıdır. Umarız ki bugünkü tablo karşısında pişman olmuşlardır. Çıkıp halktan özür dilemeleri ve oynanan oyunlarla ilgili ifşaatta bulunmaları, bu ülkeye ve gelecek nesillere yapabilecekleri en büyük iyiliktir.

Hüsrana Rıza Verme... Çalış... Azmi Bırakma

Her gün yapılan zam ve vergilere rağmen işlerin düzelmemesi, halkın daha da fakirleşmesi, geleceğinden ümitsiz olması, tüm kurumlara olan güvenin yıkılması ve bunun her geçen gün daha da derinleşmesi; hem daha büyük göçlerin yaşanacağının hem de büyük bir sosyal patlamanın kapıda olduğunun işaretleri olarak algılanmalı ve değerlendirilmelidir. Kötülüğü icra edenlere ve ümit yok edicilerine, aklı başında olan herkes karşı çıkmalıdır. Türkiye çökerse herkes altında kalabilir. Bu ülkenin halkının % 95 Müslümandır ve Müslüman oluşun verdiği bir bilinçle buna karşı koymalıdır. Her ne kadar ‘Dünya Türkiye’den ibaret değilse’ de ‘Başka bir Türkiye’nin olmadığını’ ve bu ülkenin gerçek sahiplerinin çilekeş bir halk olduğunu bilmeliyiz. Bunun için bu milletin üzerine çökertilen ümitsizlik bulutlarını dağıtmalıyız. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın yolu buradan geçer:

“Ye’s öyle bataklıktır ki; düşersen boğulursun.

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar

Lanetleme bir ukde-i hatır ki: çözülmez.

En korkulu cani gibi ye’sin yüzü gülmez!

Hüsrana rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!”10

İnsan Ne Zaman Yeise Düşer?

Yeis, istek ve arzunun tükenmesi, karamsarlığın ve kötümserliğin insan zihnine yerleşerek direnme, mücadele etme enerjisinin ortadan kalkmasıdır. Ümidin zıddıdır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen kunut kavramı ile benzer anlama sahiptir. Yeis ve kunut yaklaşık olarak 16 yerde geçer Kur’ân’da. İnsan yapısında ki olumsuz karar merkezlerinin bir özelliğidir.

İnsan ne zaman yeise kapılır? Ümitsizlik bataklığına saplanır? Kur’ân’ın beyanına göre insan elindeki imkanları, gücü, makam veya mevkii kaybettiğinde, elindeki imkanlar azalmaya başladığında, umduğunu bulamadığında, genel bir davranış şekli olarak, ümitsizlik karanlığına dalabilir. İnsan yapısında var olan nankörlük öğesinin bir yan ürünüdür. Şeytan ve taraftarlarının, insana hitap ve nüfuz etme kanalıdır:

“Fakat insan; ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, onu nimetlere koysa: “Rabb’im bana ikramda bulundu” der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen der ki: ‘Rabb’im bana ihanette bulundu’ (89 Fecr 15-16)

Burada insanın iki farklı şekilde imtihana tabi tutulduğunu görmekteyiz: Birincisi, kendisine nimet verilerek; ikincisi ise, elindeki nimetler kısıtlanarak yapılan bir imtihan sürecidir. Elindeki imkanların kısılması veya kaybedilmesi karşısında insanın tavrı, ‘Allah’ın kendisine ihanet etmesi’ şeklinde vuku bulmaktadır. Bir isyan halı söz konusudur. Karşı karşıya kalınan olumsuzluk durumundaki mesajın ne olduğuna bakmadan doğrudan Allah suçlanmaktadır. Oysa Allah, insanları varlık ve yoklukla imtihan ederek eğitmekte, huzur ve mutluluk dolu bir toplumsal yaşam için gerekli olgunlaştırmayı yapmaktadır. Dünyada sahip olunduğu sanılan güç, kuvvet, kudret ve imkanların nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu insana göstererek; huzur, mutluluk ve dünya ve ahiret saadeti için paylaşımın gerekliliğini, bu imtihanlarla insana öğretmektedir. Nitekim yukarıdaki ayetlerin devamında, kavgasız, huzurlu bir toplumsal yaşam için gerekli olan imkanların paylaşımına özel vurgu yapılmaktadır:

“Hayır; aksine, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası, sınır tanımaz bir tarzda yiyorsunuz. Malı da ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz”(89 Fecr 17-20)

Allah insana nimet vererek ve de ondan onu geri alarak bizzat insanın nefsine, aklına ve kalbine hitap etmekte, onu düşünmeye davet etmekte ve böylelikle eğitmek istemektedir. Bazıları, bu sınavı başarı ile geçmekte; bazıları da, ilahi hikmet üzerinde düşünmeden isyana saplanmaktadır. Kur’ân, bu ince noktaya iman edenlerin dikkatini çekmektedir.

“Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde de hemen umutsuzluğa kapılı verirler.

Onlar görmüyorlar mi ki, Allah, dilediğine rızkı yayıp genişletir ve kısar da. Hiç şüphe yok bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yol oğluna da. Allah’ın yüzünü istemekte olanlara bu daha hayırlıdır ve felaha erenler de onlardır.

İnsanların mallarından artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek vermekte olduğunuz zekat ise, işte sevabını ve gelirlerini kat kat artıranlar onlardır.” (30 Rum 36-39)

Bu ayetlerde, insana verilen nimetlerin genişletilip kısılmasında ilahi bir işaretin olduğuna dikkat çekildikten sonra; yakınlara, yoksullara ve yolda kalmış olanlara verilmesinin daha hayırlı ve daha kurtarıcı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca insanın karşılaştığı bu imtihanın bir uyarı olduğu, bu ikazı yapmakla da Allah’ın insana lütufta bulunduğu göz önüne alınmalıdır.

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını taddırmaktadır.” (30 Rum 41)

Nankörlük ile yeis arasında sıkı bir ilişki olup yeis, nankörlüğün doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Nankörlükte ileri düzeye gitmiş bir insan, kazanç ve kayıp zamanlarında birbirine taban tabana zıt davranışlar sergileyebilmektedir. Kendisine verilmek istenen mesajı iyi okuyamaya bilir ve mesajdan nasibini alamayabilir:

“Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırıp da sonra bunu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umudunu kesmiş bir nankördür.

Andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırırsak, kuşkusuz: ‘Kötülükler benden gidiverdi’ der. Çünkü o şımarıktır, böbürlenendir.

Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır.” (11 Hud 9-11)

Mesajı gerektiği gibi okuyamayanlar, yeis ile şımarma ve kibir arasında salınım yapar dururlar. Onun için bu insanlar istikrarsızdır. İfratla tefrit arasında bocalar dururlar. Davranışları tezatlarla doludur:

“İnsan nimet ve mutluluk istemekten bıkıp usanmaz. Ama kendisine fenalık dokunur dokunmaz hemen ümitsiz, beklentisiz, yıkılmış biri haline geliverir. Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: ‘Bu benim hakkımdır. Ve ben kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabb’ime döndürülsem bile, O’nun katında benim için daha güzel olanı vardır.’ der. Ama andolsun biz, o kafirlere yapmakta olduklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız.

İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş kapsamlı ve derinlemesine bir dua sahibidir”. (41 Fussilet 49-51)

Bu aşamada en ciddi sorun mesajı gereği gibi okuyamayıp ondan gerekli dersi çıkaramamaktır. Bu imtihan sürecinin bizden istediği tekamülü başaramamaktır. Müslüman olmanın gerektirdiği onurlu duruşu, (İbrahimî Duruş) ortaya koyamamaktır.

Zulme karşı, zalime karşı hakkın ve haklının yanında olabilme gücünü ve iradesini gösterebilmektir yapılması gereken. Halkı bir bütün olarak kucaklayabilmek, yoksulların yoksulluğunu paylaşabilmek, pastayı adil olarak bölüşebilmek, nimeti ve külfeti birlikte paylaşabilmektir bizden istenen. Bu sınavın bize vermek istediği mesaj budur. Sapmadan ve Allah’tan başka kimseden korkmadan sırat-i müstakim üzerinde yürüyebilmektir mesaj. Bu, yaratılıştan bugüne kadar değişmeden uzanan ilahi bir sünnettir:

“Andolsun, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik de onları dayanılmaz zorluk(yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye. Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytanda onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi.

Derken kendilerine hatırlatılanı (Allah’ın rızasına uygun yaşamayı) unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin bolluk, güç, sağlık, servet kapılarını açıverdik. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.

Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (6 Enam 42-45)

28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında iç içe yaşadığımız pek çok olay, nimet ve külfet, sevinç ve ızdırab üzerinde bu ülkedeki herkes, ama herkes yukarıdaki ayetler çerçevesinde düşünmeli ve otokritiğini yapmalıdır. Ülkeyi korku anaforuna sokanların ibret verici sonları, refahtan şımarıp azan güç ve iktidar sahiplerinin toplum içine çıkamaz hale gelişleri üzerinde düşünmelidir. Nimet ve külfetle imtihan edilmenin sırrına vakıf olarak, insan ve Müslüman olma ortak paydası etrafında bu ülke halkını yeniden bütünleştirmeliyiz. Birbirimizi anlamaya çalışmalıyız.

Yeis ve Allah’ın Rahmeti

Gerek bu ülkede yaşanmaz deyip ümitsizlik yayan, halkın dayanma, yaşama ve mücadele azmini kıran siyahi adamlara karşı, gerekse halka zulmeden halkı açlığa yoksulluğa, işsizliğe mahkum eden siyahi adamlara karşı ve gerekse her türlü entrikanın içinde olup da ortalığa kurtarıcı olarak çıkan beyaz adamlara karşı; Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp halka ümit, heyecan ve mücadele etme ve direnme sabrını aşılamalıyız. Bu ülke aydının önündeki en öncelikli görev, bu gün için budur:

“De ki: ‘Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.’

Biz senden önce, şehirler halkına kendilerine vahyettiğimiz adamlar dışında başka güçleri ve varlıkları elçi olarak göndermedik. Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar? Korkup sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?

Öyle ki peygamberler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu günahkarlar topluluğundan zorlu azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır...” (12 Yusuf 108-111)

Baskının şiddetine bağlı olarak peygamberlerin bile umutsuzluk ortamına girmeye başladığını göz önüne aldığımızda bugün için insanların ümitsizliğe düşmesi doğal karşılanmalıdır. Ne abartılmalı ne de küçümsenmelidir bu durum. Yukarıdaki ayetler konunun ne kadar önemli ve de hassas olduğunu göstermektedir. Yalnız Allah’ın yardımına inanarak, güvenerek, onu umarak ve de yalnızca Allah’tan korkarak bu ümitsizlik ortamından çıkabiliriz. Halkı uyararak, aydınlatarak ona ümit aşılayarak karanlıktan aydınlığa çıkabiliriz.

Allah’ın rahmeti sonsuz ve sınırsız olup süreklidir. O, ancak kendisince gerçek boyutu bilinen bir ilme göre rahmetini kısar ve genişletir. O affedip bağışlayandır, esirgeyendir ve koruyandır. İnsanın gerçek dostu sırdaşı odur. Onun rahmeti her şeyi kuşatır. En ümitsiz olduğumuz, yardıma muhtaç olduğumuz bir anda yardımı, rahmeti ve bereketi gelir gereğince kulluk yaparsak:

“Allah odur ki, ümidinizi kesmenizin ardından size yağmuru gönderir, ümitsizliğe düşmenizin ardından sizin için rahmetini yayıp saçar. O, en içten ve güvenilir dosttur; O, övgüye en layık kudrettir.” (42 Şura 28)

Allah’ın Rahmetinden Ümidini Kesenleri Veli Edinmeme

Ne kadar hata yapıp haddi aşıp nefislerimize zulmetmiş olsak da Allah’ın affedici, bağışlayıcı, esirgeyip koruyucu oluşundan ve rahmetinden hiçbir zaman ümidimizi kesmemeliyiz. Çünkü Allah’ın rahmetinden küfre sapmış olanlardan başkası ümit kesmez:

“Rabb’inin rahmetinden ümidini kesenler, sapmış karanlığa gömülmüşlerden başka kim olabilir”. (15 Hicr 56)

“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şu bir gerçek ki, Allah’ın rahmetinden ümidi kesmek, küfre batmış bir topluluktan başkasının yapacağı şey değildir.” (12 Yusuf 87)

Bundan dolayı olmalıdır ki, Allah ümitsizlik zehrini etrafına şırınga edenleri veli (dost ve sırdaş) etmememizi istemekte, bunlara karşı gazabını dile getirmektedir:

“Ey iman edenler! Şöyle bir topluluğu veli edinmeyin ki, Allah onlara gazap etmiş, onlar da sonsuzluk yurdundan ümitlerini kesmişlerdir. Onların durumu, kabirlere gömülen kafirlerin ümitlerini kesmiş olmalarını andırmaktadır.” (60 Mümtahine 13)

İşte bugünkü en öncelikli görevlerden birisi de, kendisi ümitsizliğe düşmüş ve çevresine ümitsizlik, korku yayan insanlara karşı uyanık olunması ve onların veli edinilmemesidir.

Sonuç 

Bütün bu ayetleri göz önüne aldığımızda son yıllarda başımıza gelen musibetlerde bizim payımızın ne olduğunu inceden inceye, derinden derine düşünmemiz gerekir. Herkes bu öz eleştiriyi kendi nefsinde yapmalıdır. Unutulmamalıdır ki birbirimizi aldatabiliriz, ancak huzurunda hesap vereceğimiz Allah’ı asla. Başımıza gelenlerle bize verilmek istenen mesajı iyi okumalıyız. Dünyevileşme hastalığına yakalanıp yakalanmadığımızı, ihtiraslarımızın kurbanı olup olmadığımızı düşünmeliyiz. Lüks, israf içine dalıp, gururlanıp gururlanmadığımızı, güç ve iktidara ulaşmak için akla karayı, doğru ile yanlışı ve hakla batılı karıştırıp karıştırmadığımızı, dünyaya yalnızca kendi nefsimizin penceresinden bakıp bakmadığımızı tartışmalı, hatalarımızdan dolayı tövbe edip Allah’a sığınmalıyız. Allah’ın pınarında(Kur’ân) yıkanıp arınmalıyız.

Ancak bu durumda ümitvar olur, ümit saçar ve kurtarıcı olabiliriz.

Ancak bu durumda karanlığı kovup, aydınlığı getirebiliriz

Ancak bu durumda halka kurtuluş yolunu gösterebiliriz:

 

“Doğduk ‘yaşamak yok size!’ derlerdi beşikten;

Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten!

Telkin-i hayat etmedi asla bize bir ses;

Yurdun ezeli yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

‘Devlet batacak!’ çığlığı beyninde öter de,

Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde!

‘Devlet batacak!’ İşte bu öldürdü şebabı;

Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tabi?

Afakına yüklense de binlerce mehalik,

Batmazdı bu devlet ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kafi ona can vermeye bir nefha-i iman;

Davransın ümidin, bu ne heybet, bu na hırman?

Mazide ki hicranları susturmaya başla;

Evladına sağlam bir emel mayesi aşla,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”10

KAYNAKLAR

1.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 50

2.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 58

3.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 20

4.         İnan, K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, (1995)

5.         http://www.gso.org.tr/savurganlik_ekonomisi. htm

6.         http://dr.erkut.sitemynet.com/

7.         Fukuyama, F., Büyük Çözülme, Sabah Yayınları, İstanbul, (1999) S: 14

8.         Milliyet Gazetesi, 21 Haziran 2001.

9.         Milliyet Gazetesi, 25 Haziran 2001.

10.       Ersoy, M. A., Safahat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, (1990)

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...