(Umran Dergisi)
Giriş
FP içinde giderek büyüyen bunalım, iki ayrı partinin
ortaya çıkması ile, şimdilik sonuçlanmış oldu. Yıllardır aynı çatı altında,
Milli Görüş bayrağı altında nice fırtınalara göğüs germiş bir kadro, Erbakan’ın
yasaklı kılınması ve ard arda partilerinin kapatılması ile yollarını
birbirinden ayırmış oldular. Siyaset arenasında birbirine rakip olarak,
birbirleri ile belki de hiç olmadık bir biçimde mücadele ederek belki de
geçmişte paylaştıkları bir çok değeri, düşünceyi ve sorumluluğu redederek karşı
karşıya gelebilecekleri bir pozisyona girdiler. Gerek Ankara’nın ve gerekse
dünyanın karanlık labirentlerinde ‘Büyük Satranç Tahtası Üzerinde’ hazırlanmış
oyun ve senaryoları sahnelemek için görev icra eden bir merkezi medyanın,
fısıltı gazetesinin, psikolojik savaş uzmanlarının, gri propaganda uzmanlarının
ve yığınla ajan provakatörün aktif rol alacağı bir döneme girilmiş bulunuluyor.
Bu süreçte Milli Görüş hareketinde meydana gelen
bölünme, bir araç olarak kullanılıp; mevcut partilerin bir kısmı tasfiye
edilip, siyasi hayat yeniden şekillendirilmek istenebilir. Sistem, ABD
patronajındaki bir globalleşme projesi ve onun Ortadoğu’daki müttefiği İsrail
için yeniden restore edilebilir.
Parçalanmış bir siyaset ve ruhen parçalanmış bir
toplumsal yapı kolay yönetilebilir bir ülke demektir. ABD patronluğundaki
globalleşmeye engel olmayacak, hatta onun Ortadoğu, Balkanlar ve Türki
Cumhuriyetlerde jandarmalığını yapabilecek bir Türkiye için yeni oluşumların,
ABD için özel bir önemi her zaman olmuştur. Türkiye’de bağımsız politikalar
üretecek kadroların ve siyasi yapıların yok edilmesi için bu dönemin anafora
dönüştürülerek halkın yanlış yönlendirilmesi ihtimali yüksektir.
Bağımsız, özgür ve onurlu bir Türkiye için verilecek bir mücadelede yeni oluşumların iyi değerlendirilmesi, büyük satranç tahtasının birer piyonu haline getirilmelerine mani olunması için oyunun kurallarına göre oynanması gerekir. O nedenle Milli Görüş hareketinden çıkan ve kendilerine ‘yeni oluşumcular’, ‘yenilikçiler’ adını uygun gören ve partileşme aşamasına gelen bir oluşumun değerlendirilmesinin ayrı bir önemi vardır. Bu hareketin yapacağı her yanlış, uluslararası sisteme ve onun işbirlikçilerine ruhen başkaldırmış bir halkın ümitlerinin heba edilmesine neden olabilecektir.
Yeni Oluşumda Kimlik Krizi
Milli Görüşün yeni oluşumcularının önderleri, siyasi
hayatta hem kendilerine yer açabilmek, hem de geldikleri hareketten ayrı
olduklarını ispatlayabilmek için sürekli ve rastgele beyanlar vermektedirler. Adeta
mazilerini inkar etmektedirler: Milli Görüş hareketi içerisinde iken yaptıkları
pek çok işin yanlış olduğunu, bu yanlışlardan dolayı hareketten ayrıldıklarını
ve bu yanlışları düzelterek yenilik yapmak istediklerini ısrarla
söylemektedirler. Sözlerinde bir yerleri hoşnut etme ve bir yerlere güvence
verme iması vardır: ‘Milli değerler anlamında solcuyuz’, ‘Müslüman sol kimlik’,
‘İdeolojik ve marjinal olmamak’, ‘Bizim ana ilkemiz ve FP’den kırılma noktamız
gerçekçiliğimizdir’, ‘Bizler birey olarak dindar olmanın gayreti içindeyiz.
Bunun ötesinde din temsilciliği, din partisi gibi şeyler kesinlikle yanlış’,
‘Dinci parti ve sadece dindarların partisi olmamak’, ‘Bizler ancak birey olarak
dindar olabiliriz, o kadar’, ‘Küreselleşmeye direnemezsiniz. Bunun karşılığı
statükoya teslim olmaktır’, ‘Öncelikli hedefimiz ekonomi olacak. Çünkü,
ekonomiyi düzeltici tedbir almadan vatandaş, insan hakları ile ilgili
söylemlere pek aldırmıyor. Sağlıklı bir büyüme trendi yakalamadan, istediğiniz
kadar demokrasi türküsü söyleyin önemli değil’, ‘Parti tezgahında büyüyen,
parti ve Erbakan’ın söylem ve sloganları ile yetişenler orada kaldı. Ama
kendini geliştiren, eğitim gören, okuyan kesim bizim yanımıza geldi’, ‘Taban
tepeden ilerici. FP’ de taban gerçekçi, tavan tutucu kaldı, onun için ayrılık
oldu’, ‘Kutsal devlet olmaz diyorlar, ama kendilerinde kutsal insan var’, ‘Biz
liberalizme inanıyoruz’, ‘Dine dayalı milliyetçiliği bir kenara koymalıyız’,
‘Erbakan Nazi lideri gibiydi’, ‘Varlığımız askeri rahatlatacaktır’...1-4.
Değişik zamanlarda söylenen bu sözlerden belki ne
olmadıklarını, zor olmakla beraber, anlamak mümkündür. Ne olduklarını ise
anlamak mümkün olamamaktadır. Düşüncelerinde belli bir felsefi görüşün duruluğu
yoktur. Birbirine zıt akımların hoşa gidecek yönlerinin yan yana getirilmesi
ile geliştirilmek istenen eklektir bir söylemdir söz konusu olan. Müslüman
solculukla ne kast edildiği ve bunun İslam’la irtibatının felsefi düzeyde nasıl
kurulduğu pek anlaşılamamaktadır. Keza Din Milliyetçiliği de muğlak bir söylem
olarak kafaları karıştırmaktadır. Eğer bu tür söylemlerle yerli güç odaklarına
ve ABD’ye ‘değiştik’ mesajı vermek istiyorlarsa; yanlış yapıyorlar. Endişemiz
odur ki sular durulduğunda, “ne Musa’ya ne de İsa’ya” yaranabilecekler ve bu
sözler bir gün kendilerine hatırlatılacaktır. Bu kardeşlerimiz söylemleri ile, kendilerini
siyasi hayata kazandıran bir halk kesimini rencide ettiklerinin farkında
değillerdir.
‘Önce ekonomi düzeltilecek sonra insan hakları,
özgürlükler gündeme getirilecek; aksi takdirde vatandaş ilgi göstermez’,
tarzındaki bakış açıları Türkiye gerçeklerinden yoksun olarak ifade edilmiş
sözlerdir. Ekonominin bu duruma düşmesinin müsebbibi baskıcı, tehditçi,
özgürlükleri kısıtlayıcı ve darbeci bir zihniyettir. Kalkınma hızı % 8,
enflasyon % 5 iken 12 Mart muhtırası gelmedi mi? 12 Eylül’ün de, Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk’ün darbecilere ‘ekonomi bozuk iken darbe yaparsanız bunun
altından kalkamazsınız’ tarzındaki sözleri ve Demirel hükümetinin 24 Ocak
kararlarından sonra yapıldığının hatırlanmasında fayda vardır. Bugün ülkenin
IMF’ye teslim olmasının temel sebebi de son 10 yılın en başarılı hükümeti
Refah-Yol’u yıkan 28 Şubat postmodern darbesidir. Burada söylemek istediğimiz;
yenilikçilerin, ülkeyi bu duruma düşüren darbelere karşı açık bir tavır alıp, insan
hak ve özgürlükleri, inanç, düşünce ve fikir özgürlükleri ile ekonomiyi beraber
çözüme kavuşturmayı dile getirmeleri gerekirken; tam tersini yaparak ellerine
geçen fırsatı kaçırmakta olduklarıdır. DP ve AP’nin başına gelenlerle, RP ve
FP’nin başına gelenler arasında özde bir fark yoktur. Bu arkadaşlarımızın,
öncelikle Türkiye gerçeklerini ve yakın tarihi çok iyi incelemeleri gerekir.
Ayrıca Türkiye’nin bu hale gelmesinin temelindeki
önemli bir parametre de, ahlâki yozlaşma ve insanın kendine yabancılaşmasıdır.
Ekonomiye öncelik vermek isteyenlerin bunu hangi insan unsuru ile hangi insan
unsuru için yapacaklarını göz önüne almaları gerekir. Önce ekonomiyi
düzelteceğiz tarzındaki bir yaklaşım yanlıştır. Ekonomik mücadele ile ahlâki ve
kültürel mücadele at başı gitmelidir. Ülkenin hortumlanması, soyulması, yağma
edilmesi ahlâki bir sorundur. Ahlâksızlıkla mücadele yeni oluşumun şiarı
olmalıdır.
“FP tabanının ilericiliği” ve “tavanının gericiliği”
ile neyi kast ettiklerini daha iyi açıklamak zorundalar. Bu millet, İttihat
Terakki’den beri bu kavramlarla itham edilip hakarete uğramaktadır. Bu kervana
yeni oluşumcuların da katılması, “ilerici-gerici” tartışmasına girmeleri hiç de
iyi olmamıştır. Yıllardır bu kavramlarla bir halk haksız bir şekilde rencide
edilmiş ve hakarete uğramıştır. Gerek Türkiye’deki, gerek dünyadaki güçlere
kendinizi, kimliğinizi reddederek benimsetmeye kalkmanız isteneni
sağlamayacaktır. Maziniz, paçanıza yapışmış olarak sizi takip edecektir.
Mazinizi felsefi anlamda reddetiğinizde; sadece öz güveninizi kaybetmeyecek,
size duyulacak saygıyı da kaybedeceksiniz.
Bugün hata diye ileri sürülüp kendilerince
üstlenilmeyen bu konularda, geçmişte ne tür bir davranış sergilediklerini de bu
arkadaşlarımız açıklamalı değiller midir? Bütün bu işler olurken onlar bu
partide ne odacı, ne çaycı veya ne de kapıcı idiler. Genel başkan yardımcısı,
grup başkan vekili, bakan, belediye başkanı değiller miydi? Bu koltuklarda
otururken de Erbakan’ı ‘Nazi lideri’ olarak görüyor idiyseler, bir erdemlilik
örneği gösterip istifa etmeleri gerekmez miydi? Bir Nazi’nin genel başkan
olduğu bir partide bakan koltuğunda oturmanız yakışık aldı mı? Kur’an-ı
Kerim’deki Hucurat sûresini tefekkür, tezekkür ve tedebbür ederek okumalarında
fayda vardır.
Ancak geçmişte yapılmış hatalar varsa, kimse suçlanmadan onlardan dersler çıkarıp hatalar düzeltilmelidir. Bunun için özür dilenecekse de halktan dilenmelidir. Af dilenecekse Allah’tan dilenmelidir. Tevbe edilecekse yalnız Allah’a yapılmalıdır.
Yeni Oluşum, Sorunların Kaynağına Yanlış Teşhis Koymamalıdır
Uzlaşma ve anlaşmalar, doğrular etrafında olmalıdır.
Doğru ve yanlış, işin özünde vardır. Yanlışı doğru göstermeye çalışmakla,
yanlış doğru olmamaktadır. Bugünkü hakim zihniyetin temel varsayımları
yanlıştır, kendi içinde tutarlı değildir. Yanlış varsayımlar üzerine inşa
edilen bir model, sorunların çözümüne katkı sağlamak bir yana, onları daha da
kangrenleştirmektedir. Mevcut zihniyeti savunanlar, bunu göremeyip sorunu
şahıslara indirgemekte; onların beceriksizliği veya ihanetine bağlamaktadırlar.
Onun için de bu ülke halkı ile sürekli kavgalıdırlar. Neredeyse bütün bir halkı
hain, düşman ve tehlike olarak gören bir paranoyaya kapılmışlardır.
Türkiye’de sorunların ana kaynağı tıkanan sistemdir.
Türkiye’deki sistem sanal bir halk için inşa edilmiştir. Gerçek halk, sistemin
içinde yoktur. Gerçekte yaşayan halka güvenilmemekte, inanılmamaktadır. Halk
bir yanda, sistemin elitleri bir yandadır. Halkın seçtikleri ile Türkiye’nin
seçkinleri arasında sürekli bir çekişme vardır. Halk darbelerle korkutularak
terbiye edilmektedir.
Her seçim zamanı zinde güçler edebiyatı bunun için
başlatılmaktadır. Ülke yönetiminde halka çizilmiş sınırlar vardır. O sınırlar
içinde kaldıkça halk özgürdür; istediğine rey verebilir, istediğini hükümet
edebilir. Halkın talepleri bu hudutları aşarsa ve hükümetler de halkın
arzularına uygun hareket etmeye çalışırsa; inançları ne olursa olsun,
hükümetten uzaklaştırılmaları için gereken operasyon yapılır. Bu noktada ne
demokrasi vardır, ne de ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’. Bu ABD,
eksenli bir politikadır. ABD kendi yörüngesinde olan ülke yönetimleri ile
ilişkisini hep bu çerçeve dahilinde ayarlamaktadır:
“Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen
genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını
kendileri hararetle takip etmelidirler.”5
Bunların mantığında halk ve halkın iradesi yoktur.
Halk yönetimde şeklen temsil edilmektedir:
“... Batılı düşünürler hastalığın farkındaydılar ve
mevcut rahatsızlığı ‘demokrasi krizi olarak’ teşhis etmekteydiler. Tedavisini
de halk kitlelerinin eski klâsik konumlarına çekilmesinde, tekrar pasifize
edilmesinde görmekteydiler. Demokrasinin Orwelyen manada yoluna devam edebilmesi,
yani ticaret erbabınca belirlenmiş kuralların kritik bile edilmeden kabul
gördüğü, her türlü kararı seçkinlerin verip, iş olsun diye halka da
onaylattığı, devletin politikasının oluşmasında halkın kesinlikle rol almadığı
bir düzenin var olmağa devam edebilmesi için bu zaruri idi.”6
Milli Görüşün yeni oluşumcuları, bu mantığı iyi görmeli ve tahlil etmelidirler. Bu ülkenin ve bu ülke halkının menfaatlerini savunduklarında karşı karşıya kalacakları tehlike budur. Bu durum kıyamete kadar sürüp gidecek önüne geçilmez bir kader değildir. Doğru bir düşünce etrafında halka dayanmayan hiçbir yönetim ve mekanizma gerçekten büyük değildir. Yapılması gereken, halkı hak bir düşünce etrafında organize etmek, halka dayanmak ve halka ihanet etmeden, onu aldatmadan, nimet ve külfeti onunla birlikte paylaşarak dosdoğru yol üzerinde yürümektir.
Yeni Oluşum Felsefi Bir Temele Dayanmalıdır
Milli Görüşün yeni oluşumcuları, partilerini kurarken
buna göre yapılanmalı ve örgütsel yapılarını, halkla bütünleşecek şekilde
oluşturmalıdırlar. Yapılarını, menfaat şebekeleri ile ajan-provokatörlerden
korumalıdırlar. Söylemlerinde daha itinalı olmalıdırlar. Kendilerini ülke
siyasetine kazandıran halk tabanını ve siyasi yapıyı rencide edici
davranışlardan kaçınmalıdırlar. Bugünün birinci önceliği; korkutulan, ürkütülen,
çaresizliğe düşürülen ve özgüvenini kaybetmek üzere olan bir halkı ayağa
kaldırabilecek bir atılımı gerçekleştirebilmektir. Ancak bu durumda Türkiye’ye
karşı başlatılan postmodern saldırının ve işgalin önüne geçilebilir.
Bunun için söylemler, doğru ve tutarlı olmalı ve
felsefi bir temele dayanmalıdır. O nedenle ideolojik olmak zorundadır. Kendi
dünya görüşünü şekillendirdiği bir zihni yapı ortaya koyamazsa ve sorunlar o
çerçevede aşılamazsa, yeni hareketin konumu açık okyanusda rotasını kaybetmiş
bir geminin konumundan farkı olamayacaktır.
Toplumsal sermayeyi tüketen, tüketim toplumları inşa
eden, insan fıtratını seks, şiddet ve uyuşturucu bataklığında bozan hakim
zihniyetlerle çözüm aramaya kalkışmak, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır.
Özdeki sorun, insanın kendine yabancılaşması ve fıtratının bozulmasıdır. Bunun
için gerek dünya, gerekse Türkiye’deki bunalım, bir zihniyet sorunu olarak
karşımızdadır.
Batı; bu sorunu çözebilmek için yeni toplumsal değerler inşa edebilme kavgasını kendi içinde vermekte, kendini yargılamaktadır. Dünyanın aradığı toplumsal sermaye, kaynak olarak bizde mevcuttur. Yeni oluşumlar, bu gerçeği görerek davranmalı, örgütlenmeli ve sorunları çözmeye bu noktadan başlamalıdır. İnsan fıtratını bozan bir zihniyetin doğal sonucu bunalımdır, sosyal gerilimdir, çalkantıdır. Kendi içinde tutarlı, doğruları olmayan düşünce sistemi ve hareketlerin, toplumu kargaşa ve tezada düşürmesi kaçınılmazdır. Bu temel bir yasa olarak vardır, bunu göremememiz bu gerçeği değiştirmez:
Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara ‘Yahudi ya da
Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Bilakis biz, hanif
olarak dosdoğru yaşamış İbrahim’in dinine uyarız. O, Müşriklerden değildi’
Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru
yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık ve tezat içine düşerler.
Onlara karşı Allah sana yeter.
Allah’ın boyası ile boyanın. Boya yönünden Allah’tan
daha güzel kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz. (3 Ali İmran 135-138)
Bu ayetlerde şunu görmekteyiz: Her inanç sisteminin
kendi içinde mantıksal bir bütünlüğü vardır. Eklektizm, bu bütünlüğü bozarak
kararsız, ne yapacağı belli olmayan insanlar üretir. Bu, insanlar arasında
güven duygusunu yıkarak kargaşayı körükler. Gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de
fert ve kurumlara duyulan güvensizliğin nedeni budur. Ortaya çıkan yeni lider
ve kadrolar, bu sorunu aşamadıklarından dolayı hızlı bir şekilde
yıpranmaktadırlar. 1990 sonrası siyasete giren kadroların çok hızlı
yıpranmasının sebeplerinden biri de budur.
Yeni oluşumcular, eski ihtilalcilerin ve medyadaki
bazı kalemşörlerin ısrarla söyledikleri, “Değiştiğinize bizi inandırmalısınız”,
“Referansınızın değiştiğini görmeliyiz” tarzındaki sözlerinin ne anlama geldiğine
dikkat etmelidir. Açıkça söylenen şudur: Değişmedikçe benimsenmeyecek ve dost
olarak kabul edilmeyeceksiniz. Bu da bir kanuniyettir:
‘Onlar, senin kendilerine yaranıp- onlarla uzlaşmanı
arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp -uzlaşacaklardı’. (68 Kalem 9)
‘Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan
yere bize isnat etmen için seni, neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar
ve ancak o taktirdedir ki seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni
sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara meyledecektin. Ama o zaman,
hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra
bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın’ (17 İsra 73-75).
Milli Görüşün yeni oluşumcuları; doktrinler, ideolojiler,
inançlar ve medeniyetler arası mücadelenin temel yasasını göz önüne alarak
yollarına devam ederlerse; daha gerçekçi politikalar ortaya koyabilir, hem
kendilerini, hem de ülkeyi aydınlatabilirler.
Yeni Oluşumun Önündeki Tuzaklar
28 Şubat Postmodern darbesi, halka topyekün bir savaş
açarak ülkeyi IMF’nin şahsında ABD’ne teslim olma noktasına getirmiştir. Ülke
IMF aracılığıyla postmodern bir tarzda işgal edilmektedir. Ortadoğu, Balkanlar
ve Kafkasların ortasında bulunan Türkiye’yi ABD kayıtsız şartsız teslim almak istemektedir.
Bunun için çok iyi ayarlanmış bir politika ile millet, devletten koparılma
aşamasına getirilmiştir. 28 Şubat Postmodern darbesi burada Truva atı görevini
bilerek veya bilmeyerek üstlenmiştir. Üretim durdurulmuş, beyin ve sermaye göçü
hızlandırılmıştır. Onurumuz ayaklar altına alınmış, şimdi sıra bağımsızlığımıza
gelmiştir. Yapılan özelleştirmelerle ülke ekonomisi uluslararası sermayenin
kontrolüne geçirilmektedir.
Siyasete ve siyasetçiye açılan savaşla, siyasetçi
eliyle siyasetin hareket alanı, dolayısıyla halkın denetleme hakkı elinden
alınmak istenmektedir. YÖK türü kurumlaştırmalarla Türkiye, seçilmişlerle
değil, atanmışlarla yönetilecektir. Dün DP, AP, RP, FP; bugün SP, BBP ve MHP
gibi sisteme kafa tutan halk hareketleri etkisiz hale getirilecek, manevra
alanı daraltılacaktır. Halk krizin yoğun baskısı altında yaşam kavgası
verirken, sistem daha merkezi hale getirilerek yapılandırılmaktadır. Hangi
parti kazanırsa kazansın fark etmeyecek bir yapı kurulma gayreti vardır.
Bugünün siyaset erbabının bu işin ruhunu ne kadar kavradığı meçhuldür.
Bir taraftan bu çalışma yapılırken, diğer taraftan MGK
bünyesinde daha da ilginç bir çalışma yapıldığı medyada tartışılmaktadır:
Sistemden kopan halkın, sisteme yeniden entegrasyonu. 28 Şubatta darbe nedeni kabul
edilen tarikat ve cemaatlerin şimdi yeniden devletin saflarına kazandırılma
çalışması başlatılmıştır. Bu tarikat ve cemaatler devletin karşısında mı
yeralmışlardı yoksa yer almaya mı itilmişlerdi? Kalkancı’nın ve Müslüm
Gündüz’ün hangi rolü oynadığı bilinmeyen bir gerçek değildir7. İstendiği zaman
tehlike, istendiği zaman dost, istendiği zaman huzurun güvencesi olarak kabul
ve ilan etmek tarzındaki bir anlayış, toplumsal barış için tutulan sağlıklı bir
yol değildir.
Türkiye’deki hakim yönetici zihniyet, halktan koparak,
halka güvenmeyerek ve halkı sürekli baskı altında tutarak meşruiyetini
kaybetmiştir. Sistem, ciddi bir temsil ve güven krizi yaşamaktadır bugün.
Devletin elindeki verilere göre halkın mevcut
sistemden koptuğu ve var olan kurumlara olan güvenin sıfırlanmak üzere olduğu
anlaşılmaktadır:
“28 Şubat sürecinde devlet, vatandaş ile mesafeyi
iyice açan politikalar uyguladığı için bugün yalnızları oynuyor. Peki bu
mesafenin azaltılması, karşılıklı olarak güvenin yeniden tesisi için hiçbir
çalışma yapılmıyor mu? Yapılıyor!
Bu konuda adım atmak herhalde devlete, devletin en üst
düzey organlarına düşerdi. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de
böyle bir çalışma içinde. MGK Genel Sekreterliği, Diyanet işleri eski başkan
yardımcılarından Hamdi Mert’ten, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri ile mütedeyyin
(dindar) kitleyi nasıl barıştırabiliriz, nasıl buluşturabiliriz?’ sorusu
çerçevesinde bir çalışma yapmasını istedi. Halen Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde
görevli olan Hamdi Mert, yaklaşık üç aydır bu çalışmayı yürütüyor ve yakında
çalışmasını MGK’ya sunacak.
Türk Silahlı Kuvvetleri, küçük, minik, hatta mini
minnacık bir adım atsın, çözüm aranan problemden eser kalmayacaktır.”7
Devlette bu arayışların başlaması yararlı bir gelişmedir. Ancak askerliği ‘Peygamber Ocağı’ olarak kabul eden ve çocuklarını ‘tekbirlerle’ askere gönderen bir halk ile bu kurum arasındaki güven bunalımının ortaya çıkışının gerçekçi tahlilleri yapılmazsa; bu tahlillere uygun bir yapılanma gerçekleşmezse sorun, sadece ertelenmiş olacaktır. Bu durumun gelecekte de nasıl sonuçlar vereceği bilinemez. Gerçekte yapılması gereken, halkın yaşam felsefesine uygun yeni bir yapılanma ve yeni bir sosyal mukavelenin gerçekleştirilmesidir. İşte bu noktada yeni oluşumların önüne hem fırsatlar ve hem de tuzaklar çıkmaktadır.
1. Tuzak; Çürüyen Bir
Sisteme Meşruiyet
Devlet kademelerinde bu arayışların yoğunlaştığı bir
dönemde; siyaseten mahkum edilen Tayyip Erdoğan’ın yasağının siyaseten
kaldırılıp kaldırılmadığının berraklaştırılması ayrı bir önemi haizdir.
Mümtaz’er Türköne’nin analizleri bazı ip uçlarını elde etmemize yardımcı
olabilmektedir:
“Halk dramatik bir şekilde yoksullaşıyor. Uzun bir
kemer sıkma dönemi sonrası üst üste yaşanan krizler sıradan insanı şaşkına
çeviriyor. Dışarıda para ararken içeride 12,5 milyar dolar parayı batık
bankalara boca ediyor. Dünya Bankası Türkiye bütçesinin yüzde 30’unun
yolsuzluklara gittiğini açıklıyor. Ekonomi yönetimi bütünüyle IMF’ye teslim
ediliyor. Genlerinde devlete isyan fikri olmayan halk umutsuzluk içinde bitap
düşüyor ve zalim Bolu Beyi’ne haddini bildirecek bir Köroğlu arıyor.
Eğer Köroğlu arayan bir halk varsa ve kendisine
yüklenen bu karizmayı bir siyasetçi kuşanıyorsa ve dahi yaşadığı meşruiyet
krizinin ciddiyetinin farkında olan derinlerde bir devlet mevcutsa, hikayenin
geleceği de belli demektir.
Köroğlu’na bir Ayvaz, bir de abıhayat içmiş yağız bir
at lazım: Devlete meşruiyet krizini çözecek bir Faust. Siyasetin diğer
aktörlerine de bu tablodan dersler çıkartacak akıl ve izan gerekiyor.”8
Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin, bu krizi aşmak
için bir Faust araması; ve önüne çıkan fırsatları bir siyasetçinin
değerlendirmesi normaldir. Burada yadırganacak bir durum yoktur. Meşruiyet
krizini samimi olarak çözmek isteyenlerin, meşruiyet krizinin sosyolojik ve
psikolojik tahlillerini gerçekçi olarak yapıp yapmadıkları; yaptılarsa, sebep
olarak neyi gördükleri ve bunun kalıcı çözümü için neleri öngördükleri
önemlidir. Meşruiyetin kaynağı olarak halkın görülüp görülmediği, ülke
yönetiminde en üst otorite olarak halkın kabul edilip edilmediği, halkın
insanca ve Müslüman’ca yaşayıp yaşayamayacağı, itilip kakılmayacağı,
seçtiklerinin elinden alınıp idama ve hapse gönderilip gönderilmeyeceği,
ülkenin şeffaf ve konuşan bir ülke olarak yeniden yapılandırılıp
yapılandırılmayacağı, YÖK gibi derebeyliklerin ne olacağı gibi konulardaki
düşüncelerin açık bir şekilde ortaya konması gerekir. Bu ise yeni bir sosyal
mukavelenin halk ile imzalanması anlamına gelmektedir. Bu gerçekleşirse,
Türkiye derlenir, bütünleşir ve yeniden büyük Türkiye inşa edilebilir.
Yeni oluşumcular sanki merkezi medya aracılığıyla
uluslararası sisteme güvence vermeye çalışmaktadırlar. Meşruiyet, çürümüş bir
sistemin çürümüş ilişkileri içinde aranmaktadır. Oysa sizi cazip kılan; çürümeye
ve bunun müsebbiblerine karşı duruşunuz ve erdemliliği savunmanız idi.
Halk arasında bugün esen rüzgarın manası budur. Bu iyi okunamayıp mevcut statükoyu kuvvetlendirecek, talan düzeninden kopan kitleleri yeniden statükoya ram edecek bir hareket; sadece kendisini bitirmekle kalmaz, halkta derin ruhi kırılmalara da sebep olur. Halk kendisini aldatılmış bir konuma sokarak öz güvenini, yaşam sevinci ve heyecanını kaybeder. Böyle bir halkın varlığı ise, Türkiye’yi yönetenlerin değil, dünyayı dikensiz gül bahçesi gibi yönetmek isteyenlerin işine gelir.
2. Tuzak; Karizmayı Yok
Etmek
Eğer böyle bir niyet yoksa, meşruiyet krizi yukarıdaki boyutları ile ele alınmak istenmiyorsa, meşruiyet krizini aşmak için aranan Faust gerçekte Tayyip Erdoğan değildir. Öyle ise Erdoğan’ın karizmasını yok etmek için yeni hamleler beklenmelidir. Trabzon merkezli başlatılan ‘kuvayı milliye hareketinin’ Artvin toplantısında yeni oluşum için söylenenler bu hamlelerden biri olabilir(25, 07, 2001 Mesaj TV Ana Haber).
3. Tuzak; Yeni Oluşumcuları
Birbirine Düşürmek, Siyasal
Etkinliklerini Kırmak
Eğer sistemin meşruiyet arayışı yukarıdaki anlamda
değilse, başörtülü öğrencileri üniversiteye sokmayan ‘derinlerdeki devlet’,
hanımı başörtülü olan birinin başbakanlığına tahammül edebilir mi? Dahası İmam
Hatiplileri polis yapmayanlar, İmam Hatipli birinin başbakan olmasını içine
sindirebilir mi?
1990’dan bu yana yetişmiş genç, dürüst, çalışkan
siyaset erbabını birbirine düşürerek siyaset sahnesinden silmek için oynanan
büyük bir oyun da var olabilir. (Neden olmasın. O kadar çok olay yaşadık ki, bu
kadar da olamaz diyemiyoruz. İsteyenler bu konuda okunacak çok kaynak
bulabilirler.) Nitekim kader birliği yaparak yola çıkmış bu insanları
birbirinden ayıracak yayınlar şimdiden yapılmaya başladı bile. Fazilet Partisi
içerisinde yenilikçi-gelenekçi ayırımını körükleyen kalemler, şimdi de yeni
oluşum içerisinde Fazilet kökenli olanlar-olmayanlar ayırımını körüklemeye
başladılar:
“Tayyip Erdoğan’ın genel başkanı olacağı yeni partinin
yönetici kadrolarında aritmetik dengede, çoğunluk Fazilet ve Refah kökenli
olmamalıdır. Yenilikçilik ve çok geniş bir çevreyi kucaklayacak olmanın somut
göstergesi bu olacaktır”9. “Türkiye’nin krizli ortamı ve uluslararası yaşamın
olağanüstü karmaşıklaşmış yapısı ve her şeyin çok çabuk eskiyerek ıskartaya
çıkabilmesi, karizmatik liderin tek başına yeterli olamayacağını ortaya
koyuyor. Şimdi sıra kadroda. Fazilet kökenlileri azınlıkta bırakacak şekilde
zenginleşmesi gereken kadroda..”10
Yeni bir siyasi hareket için kolları sıvayıp, 30
yıllık yuvalarını terk eden insanların siyasi düşüncelerinin ne olduğuna
bakılmadan, geliş menşelerine bakılarak ikinci sınıf bir vatandaş muamelesine
tabi tutulmak istenmesi, yenilikçiliğin güvencesi olarak sunulmaktadır. O
nedenle yeni oluşumun kurmayları, ilkeler ve doğrular üzerinde mutabakat
aramalıdırlar. Tüm gayrı memnunları toparlayıp yalnızca sayılar üzerinden
hesaplar yapılmaya kalkışılırsa bu işin altından nasıl bir çapanoğlunun
çıkacağı belli olmaz. AP’den Bilgiç’in, ANAP’tan Turgut Özal ekibinin tasfiye
edilmesi hafızalarımızda bütün canlılığı ile durmaktadır. Ebu Müslim
Horasanî’nin Emevi yönetimi için söylediklerinin ana mesajına çok dikkat
edilmelidir (metinde geçen düşman kelimesi yerine muarız kelimesi konarak metin
okunmalıdır):
“Zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak
tuttular, kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını
yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşmanlar dost olmadı. Ama uzaklaştırılan
dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu:”
Liderin, kendi arkadaş grubundan önce tecrit edilmesi, sonra da sıfırlanması oyunun bir parçası olabilir. Meksika köylü hareketinin lideri Zapata’nın başına gelenler bundan farklı değildi.
4. Tuzak; Davanı Terkederek
Geç Yönet
Yeni oluşumu bekleyen ciddi bir tehlike de; Maksim
Gorki’nin, Stalin’in zulmünü onaylaması için, Rus tarihinde Korkunç İvan olarak
bilinen Çar’ın yaptıklarını övmeye ikna edilmesidir. Meşruiyet krizine giren
bir sistem, ideolojik bir söylem geliştirmemek şartıyla Yeni Oluşum’un
Türkiye’yi yönetmesini kabul etmiş ve buna da Yeni Oluşumcuları ikna etmiş
olabilir. Bunalan bir sistemin bir ara-çözüm olarak böyle bir yola başvurması
mümkündür. Başarısız olurlarsa zaten yıpranmış olacak ve kendiliğinden tasfiye
edilmiş olacaklardır. Başarılı olduklarında, hiçbir ideolojik söylemde
bulunmadıklarına göre sistemi, sistemin temel zihniyetine göre restore etmiş
olacaklar, kitleler uyuşturularak yeniden sisteme entegre edilmiş olacaktır.
Kendilerine tayin edilen sınırların dışına çıkmaya başladıklarında da Menderes,
Demirel ve Özal’a reva görülen uygulama onlara da reva görülecektir. Hükümet
etme nedenleri ortadan kalktığı için Milli Görüş’ten geldikleri hatırlanarak
eski defterler karıştırılacaktır. Her durumda da kazanan meşruiyetini kaybeden
bir sistem olacaktır.
Tarih boyu bu tür uygulamalar hep olmuştur. Büyük
inkılâpçılara bu tür teklifler hep yapılmıştır. Bu beşeri mücadelelerin
tarihinde karşılaşılan bir durumdur. Bunlar, insan fıtratını bozan, toplumu
çürüten, toplumsal sermayeyi tüketen bir sistemi, sistemin mantığı ile yönetmek
istememişlerdir. Mekke şehir meclisinin;
“Muhammed, biz seni ezelden beri akıllı, hamiyetli ve sevimli bir adam olarak tanırız. Kimseye kötülük ettiğini görmedik. Senin vaazlarının halk arasında ne gibi tahriklere sebep olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum. Bana açıkça söyle bütün bunların sebebi nedir? Para mı istiyorsun? Sana teminat veriyorum ki şehir istediğin kadar parayı sana toplayacaktır. Arzun kadın da mı? Şehrin en güzel kızlarını kendine zevce olarak al ve seni temin ederim ki seni memnun etmek için hepimiz mutabıkız. Hükümet başkanı mı olmak istiyorsun? Bir tek şartla, hepimiz seni en yüksek başkanımız olarak kabule hazırız: Bundan böyle bizim dini hissiyatımızla, amme vicdanımızla oynama; putlarımızı, biz ve atalarımız arasında onlara tapanların ebedi cehennem ateşinde kalacaklarını söyleme.”11 tarzında yaptığı teklife, Hz. Peygamberin verdiği cevabı Yeni Oluşumcular çok iyi bilmektedir.
Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin; toplumsal değerler etrafında yeniden yapılandırılarak güçlü, şeffaf, kalıcı biçimde ve insanca, hakça, adilce yeniden yapılandırılabilmesi için ele geçen bu fırsat bir değişim ve dönüşümü sağlamalıdır. Yeni oluşumun icra edebileceği tarihî misyon böyle bir misyon olmalıdır. Aksi yaklaşım, önlerinde en büyük tuzak olarak hep var olacaktır.
Sonuç: Şer Gözükenin Hayra Dönüştürülmesi
Gönlümüz, Milli Görüş Hareketi’nin bölünmesini hiç
tasvip etmemiştir.
Bölünmenin olmaması için Umran’ın, üzerine düşen görevi fazlası ile yerine getirdiği de bir
gerçektir. Bölünme sonrasında da Umran ve
okurlarına düşen önemli görevler vardır. Şimdiki temel görev, bölünmeden ortaya
çıkabilecek zararları en aza indirecek bir duyarlılığı göstermektir.
Türkiye’deki siyasi hayatta mücadele, geçmişte farklı
siyasi düşünce mensupları arasında iken; şimdi, aynı siyasi düşüncenin farklı
tonları arasında olmaktadır. Kaba bir deyişle cepheler arası değil, cephe içi
bir mücadele söz konusudur. CHP-DSP, MHP-BBP, SP-Yeni Oluşum, ANAP-DYP arasında
olan mücadeleler böyle bir özelliğe sahiptir. Bu iç mücadele daha acı ve üzüntü
vericidir. Daha duygusaldır ve o oranda da acımasız ve merhametsiz
olabilmektedir. Taraflar birbirini tasfiye ettiklerinde bölünmüş olan tabanı
bir çatı altında toparlayacaklarına inanmaktadırlar.
Milli Görüş’te meydana gelen bölünme, nasıl bir iç
çekişme getirecek, bunu şimdiden kestirmek zordur. SP mensuplarının Yeni
Oluşumculara karşı tavırları, bugüne kadar olumlu olmuştur. Ümit ederiz ki Yeni
Oluşumcular da bu hassasiyeti gösterirler; kendilerine meşruiyet kazandırmak
için geçmişi ve SP mensuplarını rencide etmezler. Başlangıçta söyledikleri ise
bir sürç-i lisan olarak kalır. Bu ülkede siyasi hayat süprizlerle doludur.
Fırtınalı havalarda sığınılacak güvenli limanlara her zaman ihtiyaç vardır.
Bütün tartışmalar kardeşlik hukuku içinde kalmalı,
herşey halka yansıtılmamalıdır. Birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde de
kimse rencide edilmemelidir. Mücadele Hz. Adem’in iki oğlunun, Habil-Kabil’in
mücadelesine dönüşmemelidir. Unutmamak gerekir ki hayat, yalnızca bu dünyadan
ibaret değildir ve burada yaptıklarımızın hesabı da eksiksiz görülecektir.
Eğer taraflar, duygusallığa kapılıp bir kardeş
kavgasını körüklerlerse; bu ateşi söndürmeye çalışacağımıza, saldırganlıkta ısrar
edenlere karşı da kesin tavır alacağımıza ve tüm müslüman camiayı da bu konu da
tavır almaya çağıracağımıza kimsenin şüphesi olmasın. Bu bizim inancımızın bir
gereğidir:
“Eğer müminlerden iki grup birbirleri ile vuruşurlarsa
aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye
kadar saldıran tarafla mücadele edin. Eğer dönerlerse artık aralarını adaletle
düzeltin ve her işte adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları
sever.
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını bulun-düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (49 Hucurat 9-10)
Bugüne kadar partilerin kapatılmaları veya bölünmeleri
sonucunda; yeni, genç ve farklı kesimlerden insanlar siyasete girme cesareti göstermişlerdir.
Ülke için bu iyi bir kazanımdır. Bölünen taraflar, hem kendi tabanlarını
korumak, hem de yeni kitleler kazanmak için daha hazırlıklı ve ülke sorunlarına
daha duyarlı argümanlar kullanmışlardır. Bu dönemin de aynı olacağını ve
siyasetin daha da kalite kazanacağını ümit ediyoruz. Taraflar, birbirlerini
etkileyerek ülkenin şikayetçi olduğu bir çok konunun çözümünü
hızlandıracaklardır.
Yeni oluşumcuların başlangıç olarak dile getirdikleri
yanlış, derinliği olmayan ve mücadelelerin temel kanuniyetiyle çelişen
söylemleri bırakacaklarını temenni ediyoruz.
Milletin haricinde hiçbir yere şirin gözükme gibi bir
yanlışın içine girilmemelidir. Doğruların yanında, doğruların savunucusu olarak
ezilen milyonların sesi olma yarışına girilmelidir. Bunalımın ana kaynağı olan
çürümüş bir zihniyete payanda olacak söz ve davranış içerisinde
bulunulmamalıdır. Herkesin bir hesabı vardır şüphesiz, ancak unutmamak lazım ki
Allah’ın da bir hesabı vardır ve hesabı en sağlam olan da Allah’tır.
Bizler geleceği bilemeyiz, gelecekle ilgili yalnızca
öngörülerde bulunuruz. Ona uygun da tedbirler almaya çalışırız. Bütün tedbir ve
uğraşılarımıza rağmen bazen hoşumuza giden bazen de hoşumuza gitmeyen şeyler
vuku bulur. Bu olay da böyle olmuştur. Bunun da hayra, ilahi denklemde şimdilik
çözemediğimiz bir sırrın ortaya çıkmasına vesile olacağını ve bu ülke için daha
hayırlı sonuçlar doğuracağına inanıyoruz:
“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şeyde sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz” (2 Bakara 216)
KAYNAKLAR
1. Sabah
gazetesi, 13. 07. 2001, Milliyet gazetesi, 15.07.2001
2. Hürriyet
gazetesi, 17.07.2001
3. Hürriyet
gazetesi, 12.07.2001
4. Sarıkaya,
M., Müslüman Solcular, 12.07.2001
Hürriyet gazetesi
5. Chomsky,
N., ABD Terörü -Terörizm Kültürü-, Pınar
Yayınları, İstanbul, 1191, s. 22
6. Chomsky,
N., Age, s. 43
7. Karakaya,
H., ‘Topyekün Savaştan.. Topyekün Barışa
mı? 20.07.2001 Akit gazetesi
8. Türköne,
M., ‘Karizmayı Kuşanmak’, 20.07.2001
Radikal gazetesi
9. Çandar,
Cengiz, ‘Liderin Genel Başkanlık Yolu Açıldı’, 20.07.2001 Yeni Şafak gazetesi
10. Çandar,
C., ‘Asrı-ı Saadet ve Tayyip’li Gelecek’, 21.07.2001 Yeni Şafak gazetesi
11. Hamidullah,
M., İslam Peygamberi, s. 81.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder