1 Ağustos 2001 Çarşamba

Sistemin Meşruiyet Arayışı ve Yeni Oluşumlar

 (Umran Dergisi)

Giriş

FP içinde giderek büyüyen bunalım, iki ayrı partinin ortaya çıkması ile, şimdilik sonuçlanmış oldu. Yıllardır aynı çatı altında, Milli Görüş bayrağı altında nice fırtınalara göğüs germiş bir kadro, Erbakan’ın yasaklı kılınması ve ard arda partilerinin kapatılması ile yollarını birbirinden ayırmış oldular. Siyaset arenasında birbirine rakip olarak, birbirleri ile belki de hiç olmadık bir biçimde mücadele ederek belki de geçmişte paylaştıkları bir çok değeri, düşünceyi ve sorumluluğu redederek karşı karşıya gelebilecekleri bir pozisyona girdiler. Gerek Ankara’nın ve gerekse dünyanın karanlık labirentlerinde ‘Büyük Satranç Tahtası Üzerinde’ hazırlanmış oyun ve senaryoları sahnelemek için görev icra eden bir merkezi medyanın, fısıltı gazetesinin, psikolojik savaş uzmanlarının, gri propaganda uzmanlarının ve yığınla ajan provakatörün aktif rol alacağı bir döneme girilmiş bulunuluyor.

Bu süreçte Milli Görüş hareketinde meydana gelen bölünme, bir araç olarak kullanılıp; mevcut partilerin bir kısmı tasfiye edilip, siyasi hayat yeniden şekillendirilmek istenebilir. Sistem, ABD patronajındaki bir globalleşme projesi ve onun Ortadoğu’daki müttefiği İsrail için yeniden restore edilebilir.

Parçalanmış bir siyaset ve ruhen parçalanmış bir toplumsal yapı kolay yönetilebilir bir ülke demektir. ABD patronluğundaki globalleşmeye engel olmayacak, hatta onun Ortadoğu, Balkanlar ve Türki Cumhuriyetlerde jandarmalığını yapabilecek bir Türkiye için yeni oluşumların, ABD için özel bir önemi her zaman olmuştur. Türkiye’de bağımsız politikalar üretecek kadroların ve siyasi yapıların yok edilmesi için bu dönemin anafora dönüştürülerek halkın yanlış yönlendirilmesi ihtimali yüksektir.

Bağımsız, özgür ve onurlu bir Türkiye için verilecek bir mücadelede yeni oluşumların iyi değerlendirilmesi, büyük satranç tahtasının birer piyonu haline getirilmelerine mani olunması için oyunun kurallarına göre oynanması gerekir. O nedenle Milli Görüş hareketinden çıkan ve kendilerine ‘yeni oluşumcular’, ‘yenilikçiler’ adını uygun gören ve partileşme aşamasına gelen bir oluşumun değerlendirilmesinin ayrı bir önemi vardır. Bu hareketin yapacağı her yanlış, uluslararası sisteme ve onun işbirlikçilerine ruhen başkaldırmış bir halkın ümitlerinin heba edilmesine neden olabilecektir.

Yeni Oluşumda Kimlik Krizi

Milli Görüşün yeni oluşumcularının önderleri, siyasi hayatta hem kendilerine yer açabilmek, hem de geldikleri hareketten ayrı olduklarını ispatlayabilmek için sürekli ve rastgele beyanlar vermektedirler. Adeta mazilerini inkar etmektedirler: Milli Görüş hareketi içerisinde iken yaptıkları pek çok işin yanlış olduğunu, bu yanlışlardan dolayı hareketten ayrıldıklarını ve bu yanlışları düzelterek yenilik yapmak istediklerini ısrarla söylemektedirler. Sözlerinde bir yerleri hoşnut etme ve bir yerlere güvence verme iması vardır: ‘Milli değerler anlamında solcuyuz’, ‘Müslüman sol kimlik’, ‘İdeolojik ve marjinal olmamak’, ‘Bizim ana ilkemiz ve FP’den kırılma noktamız gerçekçiliğimizdir’, ‘Bizler birey olarak dindar olmanın gayreti içindeyiz. Bunun ötesinde din temsilciliği, din partisi gibi şeyler kesinlikle yanlış’, ‘Dinci parti ve sadece dindarların partisi olmamak’, ‘Bizler ancak birey olarak dindar olabiliriz, o kadar’, ‘Küreselleşmeye direnemezsiniz. Bunun karşılığı statükoya teslim olmaktır’, ‘Öncelikli hedefimiz ekonomi olacak. Çünkü, ekonomiyi düzeltici tedbir almadan vatandaş, insan hakları ile ilgili söylemlere pek aldırmıyor. Sağlıklı bir büyüme trendi yakalamadan, istediğiniz kadar demokrasi türküsü söyleyin önemli değil’, ‘Parti tezgahında büyüyen, parti ve Erbakan’ın söylem ve sloganları ile yetişenler orada kaldı. Ama kendini geliştiren, eğitim gören, okuyan kesim bizim yanımıza geldi’, ‘Taban tepeden ilerici. FP’ de taban gerçekçi, tavan tutucu kaldı, onun için ayrılık oldu’, ‘Kutsal devlet olmaz diyorlar, ama kendilerinde kutsal insan var’, ‘Biz liberalizme inanıyoruz’, ‘Dine dayalı milliyetçiliği bir kenara koymalıyız’, ‘Erbakan Nazi lideri gibiydi’, ‘Varlığımız askeri rahatlatacaktır’...1-4.

Değişik zamanlarda söylenen bu sözlerden belki ne olmadıklarını, zor olmakla beraber, anlamak mümkündür. Ne olduklarını ise anlamak mümkün olamamaktadır. Düşüncelerinde belli bir felsefi görüşün duruluğu yoktur. Birbirine zıt akımların hoşa gidecek yönlerinin yan yana getirilmesi ile geliştirilmek istenen eklektir bir söylemdir söz konusu olan. Müslüman solculukla ne kast edildiği ve bunun İslam’la irtibatının felsefi düzeyde nasıl kurulduğu pek anlaşılamamaktadır. Keza Din Milliyetçiliği de muğlak bir söylem olarak kafaları karıştırmaktadır. Eğer bu tür söylemlerle yerli güç odaklarına ve ABD’ye ‘değiştik’ mesajı vermek istiyorlarsa; yanlış yapıyorlar. Endişemiz odur ki sular durulduğunda, “ne Musa’ya ne de İsa’ya” yaranabilecekler ve bu sözler bir gün kendilerine hatırlatılacaktır. Bu kardeşlerimiz söylemleri ile, kendilerini siyasi hayata kazandıran bir halk kesimini rencide ettiklerinin farkında değillerdir.

‘Önce ekonomi düzeltilecek sonra insan hakları, özgürlükler gündeme getirilecek; aksi takdirde vatandaş ilgi göstermez’, tarzındaki bakış açıları Türkiye gerçeklerinden yoksun olarak ifade edilmiş sözlerdir. Ekonominin bu duruma düşmesinin müsebbibi baskıcı, tehditçi, özgürlükleri kısıtlayıcı ve darbeci bir zihniyettir. Kalkınma hızı % 8, enflasyon % 5 iken 12 Mart muhtırası gelmedi mi? 12 Eylül’ün de, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün darbecilere ‘ekonomi bozuk iken darbe yaparsanız bunun altından kalkamazsınız’ tarzındaki sözleri ve Demirel hükümetinin 24 Ocak kararlarından sonra yapıldığının hatırlanmasında fayda vardır. Bugün ülkenin IMF’ye teslim olmasının temel sebebi de son 10 yılın en başarılı hükümeti Refah-Yol’u yıkan 28 Şubat postmodern darbesidir. Burada söylemek istediğimiz; yenilikçilerin, ülkeyi bu duruma düşüren darbelere karşı açık bir tavır alıp, insan hak ve özgürlükleri, inanç, düşünce ve fikir özgürlükleri ile ekonomiyi beraber çözüme kavuşturmayı dile getirmeleri gerekirken; tam tersini yaparak ellerine geçen fırsatı kaçırmakta olduklarıdır. DP ve AP’nin başına gelenlerle, RP ve FP’nin başına gelenler arasında özde bir fark yoktur. Bu arkadaşlarımızın, öncelikle Türkiye gerçeklerini ve yakın tarihi çok iyi incelemeleri gerekir.

Ayrıca Türkiye’nin bu hale gelmesinin temelindeki önemli bir parametre de, ahlâki yozlaşma ve insanın kendine yabancılaşmasıdır. Ekonomiye öncelik vermek isteyenlerin bunu hangi insan unsuru ile hangi insan unsuru için yapacaklarını göz önüne almaları gerekir. Önce ekonomiyi düzelteceğiz tarzındaki bir yaklaşım yanlıştır. Ekonomik mücadele ile ahlâki ve kültürel mücadele at başı gitmelidir. Ülkenin hortumlanması, soyulması, yağma edilmesi ahlâki bir sorundur. Ahlâksızlıkla mücadele yeni oluşumun şiarı olmalıdır.

“FP tabanının ilericiliği” ve “tavanının gericiliği” ile neyi kast ettiklerini daha iyi açıklamak zorundalar. Bu millet, İttihat Terakki’den beri bu kavramlarla itham edilip hakarete uğramaktadır. Bu kervana yeni oluşumcuların da katılması, “ilerici-gerici” tartışmasına girmeleri hiç de iyi olmamıştır. Yıllardır bu kavramlarla bir halk haksız bir şekilde rencide edilmiş ve hakarete uğramıştır. Gerek Türkiye’deki, gerek dünyadaki güçlere kendinizi, kimliğinizi reddederek benimsetmeye kalkmanız isteneni sağlamayacaktır. Maziniz, paçanıza yapışmış olarak sizi takip edecektir. Mazinizi felsefi anlamda reddetiğinizde; sadece öz güveninizi kaybetmeyecek, size duyulacak saygıyı da kaybedeceksiniz.

Bugün hata diye ileri sürülüp kendilerince üstlenilmeyen bu konularda, geçmişte ne tür bir davranış sergilediklerini de bu arkadaşlarımız açıklamalı değiller midir? Bütün bu işler olurken onlar bu partide ne odacı, ne çaycı veya ne de kapıcı idiler. Genel başkan yardımcısı, grup başkan vekili, bakan, belediye başkanı değiller miydi? Bu koltuklarda otururken de Erbakan’ı ‘Nazi lideri’ olarak görüyor idiyseler, bir erdemlilik örneği gösterip istifa etmeleri gerekmez miydi? Bir Nazi’nin genel başkan olduğu bir partide bakan koltuğunda oturmanız yakışık aldı mı? Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat sûresini tefekkür, tezekkür ve tedebbür ederek okumalarında fayda vardır.

Ancak geçmişte yapılmış hatalar varsa, kimse suçlanmadan onlardan dersler çıkarıp hatalar düzeltilmelidir. Bunun için özür dilenecekse de halktan dilenmelidir. Af dilenecekse Allah’tan dilenmelidir. Tevbe edilecekse yalnız Allah’a yapılmalıdır.

Yeni Oluşum, Sorunların Kaynağına Yanlış Teşhis Koymamalıdır

Uzlaşma ve anlaşmalar, doğrular etrafında olmalıdır. Doğru ve yanlış, işin özünde vardır. Yanlışı doğru göstermeye çalışmakla, yanlış doğru olmamaktadır. Bugünkü hakim zihniyetin temel varsayımları yanlıştır, kendi içinde tutarlı değildir. Yanlış varsayımlar üzerine inşa edilen bir model, sorunların çözümüne katkı sağlamak bir yana, onları daha da kangrenleştirmektedir. Mevcut zihniyeti savunanlar, bunu göremeyip sorunu şahıslara indirgemekte; onların beceriksizliği veya ihanetine bağlamaktadırlar. Onun için de bu ülke halkı ile sürekli kavgalıdırlar. Neredeyse bütün bir halkı hain, düşman ve tehlike olarak gören bir paranoyaya kapılmışlardır.

Türkiye’de sorunların ana kaynağı tıkanan sistemdir. Türkiye’deki sistem sanal bir halk için inşa edilmiştir. Gerçek halk, sistemin içinde yoktur. Gerçekte yaşayan halka güvenilmemekte, inanılmamaktadır. Halk bir yanda, sistemin elitleri bir yandadır. Halkın seçtikleri ile Türkiye’nin seçkinleri arasında sürekli bir çekişme vardır. Halk darbelerle korkutularak terbiye edilmektedir.

Her seçim zamanı zinde güçler edebiyatı bunun için başlatılmaktadır. Ülke yönetiminde halka çizilmiş sınırlar vardır. O sınırlar içinde kaldıkça halk özgürdür; istediğine rey verebilir, istediğini hükümet edebilir. Halkın talepleri bu hudutları aşarsa ve hükümetler de halkın arzularına uygun hareket etmeye çalışırsa; inançları ne olursa olsun, hükümetten uzaklaştırılmaları için gereken operasyon yapılır. Bu noktada ne demokrasi vardır, ne de ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’. Bu ABD, eksenli bir politikadır. ABD kendi yörüngesinde olan ülke yönetimleri ile ilişkisini hep bu çerçeve dahilinde ayarlamaktadır:

“Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.”5

Bunların mantığında halk ve halkın iradesi yoktur. Halk yönetimde şeklen temsil edilmektedir:

“... Batılı düşünürler hastalığın farkındaydılar ve mevcut rahatsızlığı ‘demokrasi krizi olarak’ teşhis etmekteydiler. Tedavisini de halk kitlelerinin eski klâsik konumlarına çekilmesinde, tekrar pasifize edilmesinde görmekteydiler. Demokrasinin Orwelyen manada yoluna devam edebilmesi, yani ticaret erbabınca belirlenmiş kuralların kritik bile edilmeden kabul gördüğü, her türlü kararı seçkinlerin verip, iş olsun diye halka da onaylattığı, devletin politikasının oluşmasında halkın kesinlikle rol almadığı bir düzenin var olmağa devam edebilmesi için bu zaruri idi.”6

Milli Görüşün yeni oluşumcuları, bu mantığı iyi görmeli ve tahlil etmelidirler. Bu ülkenin ve bu ülke halkının menfaatlerini savunduklarında karşı karşıya kalacakları tehlike budur. Bu durum kıyamete kadar sürüp gidecek önüne geçilmez bir kader değildir. Doğru bir düşünce etrafında halka dayanmayan hiçbir yönetim ve mekanizma gerçekten büyük değildir. Yapılması gereken, halkı hak bir düşünce etrafında organize etmek, halka dayanmak ve halka ihanet etmeden, onu aldatmadan, nimet ve külfeti onunla birlikte paylaşarak dosdoğru yol üzerinde yürümektir.

Yeni Oluşum Felsefi Bir Temele Dayanmalıdır

Milli Görüşün yeni oluşumcuları, partilerini kurarken buna göre yapılanmalı ve örgütsel yapılarını, halkla bütünleşecek şekilde oluşturmalıdırlar. Yapılarını, menfaat şebekeleri ile ajan-provokatörlerden korumalıdırlar. Söylemlerinde daha itinalı olmalıdırlar. Kendilerini ülke siyasetine kazandıran halk tabanını ve siyasi yapıyı rencide edici davranışlardan kaçınmalıdırlar. Bugünün birinci önceliği; korkutulan, ürkütülen, çaresizliğe düşürülen ve özgüvenini kaybetmek üzere olan bir halkı ayağa kaldırabilecek bir atılımı gerçekleştirebilmektir. Ancak bu durumda Türkiye’ye karşı başlatılan postmodern saldırının ve işgalin önüne geçilebilir.

Bunun için söylemler, doğru ve tutarlı olmalı ve felsefi bir temele dayanmalıdır. O nedenle ideolojik olmak zorundadır. Kendi dünya görüşünü şekillendirdiği bir zihni yapı ortaya koyamazsa ve sorunlar o çerçevede aşılamazsa, yeni hareketin konumu açık okyanusda rotasını kaybetmiş bir geminin konumundan farkı olamayacaktır.

Toplumsal sermayeyi tüketen, tüketim toplumları inşa eden, insan fıtratını seks, şiddet ve uyuşturucu bataklığında bozan hakim zihniyetlerle çözüm aramaya kalkışmak, sorunu daha da karmaşıklaştıracaktır. Özdeki sorun, insanın kendine yabancılaşması ve fıtratının bozulmasıdır. Bunun için gerek dünya, gerekse Türkiye’deki bunalım, bir zihniyet sorunu olarak karşımızdadır.

Batı; bu sorunu çözebilmek için yeni toplumsal değerler inşa edebilme kavgasını kendi içinde vermekte, kendini yargılamaktadır. Dünyanın aradığı toplumsal sermaye, kaynak olarak bizde mevcuttur. Yeni oluşumlar, bu gerçeği görerek davranmalı, örgütlenmeli ve sorunları çözmeye bu noktadan başlamalıdır. İnsan fıtratını bozan bir zihniyetin doğal sonucu bunalımdır, sosyal gerilimdir, çalkantıdır. Kendi içinde tutarlı, doğruları olmayan düşünce sistemi ve hareketlerin, toplumu kargaşa ve tezada düşürmesi kaçınılmazdır. Bu temel bir yasa olarak vardır, bunu göremememiz bu gerçeği değiştirmez:

Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara ‘Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Bilakis biz, hanif olarak dosdoğru yaşamış İbrahim’in dinine uyarız. O, Müşriklerden değildi’

Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık ve tezat içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter.

Allah’ın boyası ile boyanın. Boya yönünden Allah’tan daha güzel kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz. (3 Ali İmran 135-138)

Bu ayetlerde şunu görmekteyiz: Her inanç sisteminin kendi içinde mantıksal bir bütünlüğü vardır. Eklektizm, bu bütünlüğü bozarak kararsız, ne yapacağı belli olmayan insanlar üretir. Bu, insanlar arasında güven duygusunu yıkarak kargaşayı körükler. Gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de fert ve kurumlara duyulan güvensizliğin nedeni budur. Ortaya çıkan yeni lider ve kadrolar, bu sorunu aşamadıklarından dolayı hızlı bir şekilde yıpranmaktadırlar. 1990 sonrası siyasete giren kadroların çok hızlı yıpranmasının sebeplerinden biri de budur.

Yeni oluşumcular, eski ihtilalcilerin ve medyadaki bazı kalemşörlerin ısrarla söyledikleri, “Değiştiğinize bizi inandırmalısınız”, “Referansınızın değiştiğini görmeliyiz” tarzındaki sözlerinin ne anlama geldiğine dikkat etmelidir. Açıkça söylenen şudur: Değişmedikçe benimsenmeyecek ve dost olarak kabul edilmeyeceksiniz. Bu da bir kanuniyettir:

‘Onlar, senin kendilerine yaranıp- onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp -uzlaşacaklardı’. (68 Kalem 9)

‘Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o taktirdedir ki seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara meyledecektin. Ama o zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın’ (17 İsra 73-75).

Milli Görüşün yeni oluşumcuları; doktrinler, ideolojiler, inançlar ve medeniyetler arası mücadelenin temel yasasını göz önüne alarak yollarına devam ederlerse; daha gerçekçi politikalar ortaya koyabilir, hem kendilerini, hem de ülkeyi aydınlatabilirler.

Yeni Oluşumun Önündeki Tuzaklar

28 Şubat Postmodern darbesi, halka topyekün bir savaş açarak ülkeyi IMF’nin şahsında ABD’ne teslim olma noktasına getirmiştir. Ülke IMF aracılığıyla postmodern bir tarzda işgal edilmektedir. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasların ortasında bulunan Türkiye’yi ABD kayıtsız şartsız teslim almak istemektedir. Bunun için çok iyi ayarlanmış bir politika ile millet, devletten koparılma aşamasına getirilmiştir. 28 Şubat Postmodern darbesi burada Truva atı görevini bilerek veya bilmeyerek üstlenmiştir. Üretim durdurulmuş, beyin ve sermaye göçü hızlandırılmıştır. Onurumuz ayaklar altına alınmış, şimdi sıra bağımsızlığımıza gelmiştir. Yapılan özelleştirmelerle ülke ekonomisi uluslararası sermayenin kontrolüne geçirilmektedir.

Siyasete ve siyasetçiye açılan savaşla, siyasetçi eliyle siyasetin hareket alanı, dolayısıyla halkın denetleme hakkı elinden alınmak istenmektedir. YÖK türü kurumlaştırmalarla Türkiye, seçilmişlerle değil, atanmışlarla yönetilecektir. Dün DP, AP, RP, FP; bugün SP, BBP ve MHP gibi sisteme kafa tutan halk hareketleri etkisiz hale getirilecek, manevra alanı daraltılacaktır. Halk krizin yoğun baskısı altında yaşam kavgası verirken, sistem daha merkezi hale getirilerek yapılandırılmaktadır. Hangi parti kazanırsa kazansın fark etmeyecek bir yapı kurulma gayreti vardır. Bugünün siyaset erbabının bu işin ruhunu ne kadar kavradığı meçhuldür.

Bir taraftan bu çalışma yapılırken, diğer taraftan MGK bünyesinde daha da ilginç bir çalışma yapıldığı medyada tartışılmaktadır: Sistemden kopan halkın, sisteme yeniden entegrasyonu. 28 Şubatta darbe nedeni kabul edilen tarikat ve cemaatlerin şimdi yeniden devletin saflarına kazandırılma çalışması başlatılmıştır. Bu tarikat ve cemaatler devletin karşısında mı yeralmışlardı yoksa yer almaya mı itilmişlerdi? Kalkancı’nın ve Müslüm Gündüz’ün hangi rolü oynadığı bilinmeyen bir gerçek değildir7. İstendiği zaman tehlike, istendiği zaman dost, istendiği zaman huzurun güvencesi olarak kabul ve ilan etmek tarzındaki bir anlayış, toplumsal barış için tutulan sağlıklı bir yol değildir.

Türkiye’deki hakim yönetici zihniyet, halktan koparak, halka güvenmeyerek ve halkı sürekli baskı altında tutarak meşruiyetini kaybetmiştir. Sistem, ciddi bir temsil ve güven krizi yaşamaktadır bugün.

Devletin elindeki verilere göre halkın mevcut sistemden koptuğu ve var olan kurumlara olan güvenin sıfırlanmak üzere olduğu anlaşılmaktadır:

“28 Şubat sürecinde devlet, vatandaş ile mesafeyi iyice açan politikalar uyguladığı için bugün yalnızları oynuyor. Peki bu mesafenin azaltılması, karşılıklı olarak güvenin yeniden tesisi için hiçbir çalışma yapılmıyor mu? Yapılıyor!

Bu konuda adım atmak herhalde devlete, devletin en üst düzey organlarına düşerdi. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği de böyle bir çalışma içinde. MGK Genel Sekreterliği, Diyanet işleri eski başkan yardımcılarından Hamdi Mert’ten, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri ile mütedeyyin (dindar) kitleyi nasıl barıştırabiliriz, nasıl buluşturabiliriz?’ sorusu çerçevesinde bir çalışma yapmasını istedi. Halen Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde görevli olan Hamdi Mert, yaklaşık üç aydır bu çalışmayı yürütüyor ve yakında çalışmasını MGK’ya sunacak.

Türk Silahlı Kuvvetleri, küçük, minik, hatta mini minnacık bir adım atsın, çözüm aranan problemden eser kalmayacaktır.”7

Devlette bu arayışların başlaması yararlı bir gelişmedir. Ancak askerliği ‘Peygamber Ocağı’ olarak kabul eden ve çocuklarını ‘tekbirlerle’ askere gönderen bir halk ile bu kurum arasındaki güven bunalımının ortaya çıkışının gerçekçi tahlilleri yapılmazsa; bu tahlillere uygun bir yapılanma gerçekleşmezse sorun, sadece ertelenmiş olacaktır. Bu durumun gelecekte de nasıl sonuçlar vereceği bilinemez. Gerçekte yapılması gereken, halkın yaşam felsefesine uygun yeni bir yapılanma ve yeni bir sosyal mukavelenin gerçekleştirilmesidir. İşte bu noktada yeni oluşumların önüne hem fırsatlar ve hem de tuzaklar çıkmaktadır.

1. Tuzak; Çürüyen Bir Sisteme Meşruiyet

Devlet kademelerinde bu arayışların yoğunlaştığı bir dönemde; siyaseten mahkum edilen Tayyip Erdoğan’ın yasağının siyaseten kaldırılıp kaldırılmadığının berraklaştırılması ayrı bir önemi haizdir. Mümtaz’er Türköne’nin analizleri bazı ip uçlarını elde etmemize yardımcı olabilmektedir:

“Halk dramatik bir şekilde yoksullaşıyor. Uzun bir kemer sıkma dönemi sonrası üst üste yaşanan krizler sıradan insanı şaşkına çeviriyor. Dışarıda para ararken içeride 12,5 milyar dolar parayı batık bankalara boca ediyor. Dünya Bankası Türkiye bütçesinin yüzde 30’unun yolsuzluklara gittiğini açıklıyor. Ekonomi yönetimi bütünüyle IMF’ye teslim ediliyor. Genlerinde devlete isyan fikri olmayan halk umutsuzluk içinde bitap düşüyor ve zalim Bolu Beyi’ne haddini bildirecek bir Köroğlu arıyor.

Eğer Köroğlu arayan bir halk varsa ve kendisine yüklenen bu karizmayı bir siyasetçi kuşanıyorsa ve dahi yaşadığı meşruiyet krizinin ciddiyetinin farkında olan derinlerde bir devlet mevcutsa, hikayenin geleceği de belli demektir.

Köroğlu’na bir Ayvaz, bir de abıhayat içmiş yağız bir at lazım: Devlete meşruiyet krizini çözecek bir Faust. Siyasetin diğer aktörlerine de bu tablodan dersler çıkartacak akıl ve izan gerekiyor.”8

Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin, bu krizi aşmak için bir Faust araması; ve önüne çıkan fırsatları bir siyasetçinin değerlendirmesi normaldir. Burada yadırganacak bir durum yoktur. Meşruiyet krizini samimi olarak çözmek isteyenlerin, meşruiyet krizinin sosyolojik ve psikolojik tahlillerini gerçekçi olarak yapıp yapmadıkları; yaptılarsa, sebep olarak neyi gördükleri ve bunun kalıcı çözümü için neleri öngördükleri önemlidir. Meşruiyetin kaynağı olarak halkın görülüp görülmediği, ülke yönetiminde en üst otorite olarak halkın kabul edilip edilmediği, halkın insanca ve Müslüman’ca yaşayıp yaşayamayacağı, itilip kakılmayacağı, seçtiklerinin elinden alınıp idama ve hapse gönderilip gönderilmeyeceği, ülkenin şeffaf ve konuşan bir ülke olarak yeniden yapılandırılıp yapılandırılmayacağı, YÖK gibi derebeyliklerin ne olacağı gibi konulardaki düşüncelerin açık bir şekilde ortaya konması gerekir. Bu ise yeni bir sosyal mukavelenin halk ile imzalanması anlamına gelmektedir. Bu gerçekleşirse, Türkiye derlenir, bütünleşir ve yeniden büyük Türkiye inşa edilebilir.

Yeni oluşumcular sanki merkezi medya aracılığıyla uluslararası sisteme güvence vermeye çalışmaktadırlar. Meşruiyet, çürümüş bir sistemin çürümüş ilişkileri içinde aranmaktadır. Oysa sizi cazip kılan; çürümeye ve bunun müsebbiblerine karşı duruşunuz ve erdemliliği savunmanız idi.

Halk arasında bugün esen rüzgarın manası budur. Bu iyi okunamayıp mevcut statükoyu kuvvetlendirecek, talan düzeninden kopan kitleleri yeniden statükoya ram edecek bir hareket; sadece kendisini bitirmekle kalmaz, halkta derin ruhi kırılmalara da sebep olur. Halk kendisini aldatılmış bir konuma sokarak öz güvenini, yaşam sevinci ve heyecanını kaybeder. Böyle bir halkın varlığı ise, Türkiye’yi yönetenlerin değil, dünyayı dikensiz gül bahçesi gibi yönetmek isteyenlerin işine gelir.

2. Tuzak; Karizmayı Yok Etmek

Eğer böyle bir niyet yoksa, meşruiyet krizi yukarıdaki boyutları ile ele alınmak istenmiyorsa, meşruiyet krizini aşmak için aranan Faust gerçekte Tayyip Erdoğan değildir. Öyle ise Erdoğan’ın karizmasını yok etmek için yeni hamleler beklenmelidir. Trabzon merkezli başlatılan ‘kuvayı milliye hareketinin’ Artvin toplantısında yeni oluşum için söylenenler bu hamlelerden biri olabilir(25, 07, 2001 Mesaj TV Ana Haber).

3. Tuzak; Yeni Oluşumcuları Birbirine  Düşürmek, Siyasal Etkinliklerini Kırmak

Eğer sistemin meşruiyet arayışı yukarıdaki anlamda değilse, başörtülü öğrencileri üniversiteye sokmayan ‘derinlerdeki devlet’, hanımı başörtülü olan birinin başbakanlığına tahammül edebilir mi? Dahası İmam Hatiplileri polis yapmayanlar, İmam Hatipli birinin başbakan olmasını içine sindirebilir mi?

1990’dan bu yana yetişmiş genç, dürüst, çalışkan siyaset erbabını birbirine düşürerek siyaset sahnesinden silmek için oynanan büyük bir oyun da var olabilir. (Neden olmasın. O kadar çok olay yaşadık ki, bu kadar da olamaz diyemiyoruz. İsteyenler bu konuda okunacak çok kaynak bulabilirler.) Nitekim kader birliği yaparak yola çıkmış bu insanları birbirinden ayıracak yayınlar şimdiden yapılmaya başladı bile. Fazilet Partisi içerisinde yenilikçi-gelenekçi ayırımını körükleyen kalemler, şimdi de yeni oluşum içerisinde Fazilet kökenli olanlar-olmayanlar ayırımını körüklemeye başladılar:

“Tayyip Erdoğan’ın genel başkanı olacağı yeni partinin yönetici kadrolarında aritmetik dengede, çoğunluk Fazilet ve Refah kökenli olmamalıdır. Yenilikçilik ve çok geniş bir çevreyi kucaklayacak olmanın somut göstergesi bu olacaktır”9. “Türkiye’nin krizli ortamı ve uluslararası yaşamın olağanüstü karmaşıklaşmış yapısı ve her şeyin çok çabuk eskiyerek ıskartaya çıkabilmesi, karizmatik liderin tek başına yeterli olamayacağını ortaya koyuyor. Şimdi sıra kadroda. Fazilet kökenlileri azınlıkta bırakacak şekilde zenginleşmesi gereken kadroda..”10

Yeni bir siyasi hareket için kolları sıvayıp, 30 yıllık yuvalarını terk eden insanların siyasi düşüncelerinin ne olduğuna bakılmadan, geliş menşelerine bakılarak ikinci sınıf bir vatandaş muamelesine tabi tutulmak istenmesi, yenilikçiliğin güvencesi olarak sunulmaktadır. O nedenle yeni oluşumun kurmayları, ilkeler ve doğrular üzerinde mutabakat aramalıdırlar. Tüm gayrı memnunları toparlayıp yalnızca sayılar üzerinden hesaplar yapılmaya kalkışılırsa bu işin altından nasıl bir çapanoğlunun çıkacağı belli olmaz. AP’den Bilgiç’in, ANAP’tan Turgut Özal ekibinin tasfiye edilmesi hafızalarımızda bütün canlılığı ile durmaktadır. Ebu Müslim Horasanî’nin Emevi yönetimi için söylediklerinin ana mesajına çok dikkat edilmelidir (metinde geçen düşman kelimesi yerine muarız kelimesi konarak metin okunmalıdır):

“Zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular, kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşmanlar dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu:”

Liderin, kendi arkadaş grubundan önce tecrit edilmesi, sonra da sıfırlanması oyunun bir parçası olabilir. Meksika köylü hareketinin lideri Zapata’nın başına gelenler bundan farklı değildi.

4. Tuzak; Davanı Terkederek Geç Yönet

Yeni oluşumu bekleyen ciddi bir tehlike de; Maksim Gorki’nin, Stalin’in zulmünü onaylaması için, Rus tarihinde Korkunç İvan olarak bilinen Çar’ın yaptıklarını övmeye ikna edilmesidir. Meşruiyet krizine giren bir sistem, ideolojik bir söylem geliştirmemek şartıyla Yeni Oluşum’un Türkiye’yi yönetmesini kabul etmiş ve buna da Yeni Oluşumcuları ikna etmiş olabilir. Bunalan bir sistemin bir ara-çözüm olarak böyle bir yola başvurması mümkündür. Başarısız olurlarsa zaten yıpranmış olacak ve kendiliğinden tasfiye edilmiş olacaklardır. Başarılı olduklarında, hiçbir ideolojik söylemde bulunmadıklarına göre sistemi, sistemin temel zihniyetine göre restore etmiş olacaklar, kitleler uyuşturularak yeniden sisteme entegre edilmiş olacaktır. Kendilerine tayin edilen sınırların dışına çıkmaya başladıklarında da Menderes, Demirel ve Özal’a reva görülen uygulama onlara da reva görülecektir. Hükümet etme nedenleri ortadan kalktığı için Milli Görüş’ten geldikleri hatırlanarak eski defterler karıştırılacaktır. Her durumda da kazanan meşruiyetini kaybeden bir sistem olacaktır.

Tarih boyu bu tür uygulamalar hep olmuştur. Büyük inkılâpçılara bu tür teklifler hep yapılmıştır. Bu beşeri mücadelelerin tarihinde karşılaşılan bir durumdur. Bunlar, insan fıtratını bozan, toplumu çürüten, toplumsal sermayeyi tüketen bir sistemi, sistemin mantığı ile yönetmek istememişlerdir. Mekke şehir meclisinin;

“Muhammed, biz seni ezelden beri akıllı, hamiyetli ve sevimli bir adam olarak tanırız. Kimseye kötülük ettiğini görmedik. Senin vaazlarının halk arasında ne gibi tahriklere sebep olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum. Bana açıkça söyle bütün bunların sebebi nedir? Para mı istiyorsun? Sana teminat veriyorum ki şehir istediğin kadar parayı sana toplayacaktır. Arzun kadın da mı? Şehrin en güzel kızlarını kendine zevce olarak al ve seni temin ederim ki seni memnun etmek için hepimiz mutabıkız. Hükümet başkanı mı olmak istiyorsun? Bir tek şartla, hepimiz seni en yüksek başkanımız olarak kabule hazırız: Bundan böyle bizim dini hissiyatımızla, amme vicdanımızla oynama; putlarımızı, biz ve atalarımız arasında onlara tapanların ebedi cehennem ateşinde kalacaklarını söyleme.”11 tarzında yaptığı teklife, Hz. Peygamberin verdiği cevabı Yeni Oluşumcular çok iyi bilmektedir.

Meşruiyet krizine girmiş bir sistemin; toplumsal değerler etrafında yeniden yapılandırılarak güçlü, şeffaf, kalıcı biçimde ve insanca, hakça, adilce yeniden yapılandırılabilmesi için ele geçen bu fırsat bir değişim ve dönüşümü sağlamalıdır. Yeni oluşumun icra edebileceği tarihî misyon böyle bir misyon olmalıdır. Aksi yaklaşım, önlerinde en büyük tuzak olarak hep var olacaktır.

Sonuç: Şer Gözükenin Hayra Dönüştürülmesi

Gönlümüz, Milli Görüş Hareketi’nin bölünmesini hiç tasvip etmemiştir.

Bölünmenin olmaması için Umran’ın, üzerine düşen görevi fazlası ile yerine getirdiği de bir gerçektir. Bölünme sonrasında da Umran ve okurlarına düşen önemli görevler vardır. Şimdiki temel görev, bölünmeden ortaya çıkabilecek zararları en aza indirecek bir duyarlılığı göstermektir.

Türkiye’deki siyasi hayatta mücadele, geçmişte farklı siyasi düşünce mensupları arasında iken; şimdi, aynı siyasi düşüncenin farklı tonları arasında olmaktadır. Kaba bir deyişle cepheler arası değil, cephe içi bir mücadele söz konusudur. CHP-DSP, MHP-BBP, SP-Yeni Oluşum, ANAP-DYP arasında olan mücadeleler böyle bir özelliğe sahiptir. Bu iç mücadele daha acı ve üzüntü vericidir. Daha duygusaldır ve o oranda da acımasız ve merhametsiz olabilmektedir. Taraflar birbirini tasfiye ettiklerinde bölünmüş olan tabanı bir çatı altında toparlayacaklarına inanmaktadırlar.

Milli Görüş’te meydana gelen bölünme, nasıl bir iç çekişme getirecek, bunu şimdiden kestirmek zordur. SP mensuplarının Yeni Oluşumculara karşı tavırları, bugüne kadar olumlu olmuştur. Ümit ederiz ki Yeni Oluşumcular da bu hassasiyeti gösterirler; kendilerine meşruiyet kazandırmak için geçmişi ve SP mensuplarını rencide etmezler. Başlangıçta söyledikleri ise bir sürç-i lisan olarak kalır. Bu ülkede siyasi hayat süprizlerle doludur. Fırtınalı havalarda sığınılacak güvenli limanlara her zaman ihtiyaç vardır.

Bütün tartışmalar kardeşlik hukuku içinde kalmalı, herşey halka yansıtılmamalıdır. Birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde de kimse rencide edilmemelidir. Mücadele Hz. Adem’in iki oğlunun, Habil-Kabil’in mücadelesine dönüşmemelidir. Unutmamak gerekir ki hayat, yalnızca bu dünyadan ibaret değildir ve burada yaptıklarımızın hesabı da eksiksiz görülecektir.

Eğer taraflar, duygusallığa kapılıp bir kardeş kavgasını körüklerlerse; bu ateşi söndürmeye çalışacağımıza, saldırganlıkta ısrar edenlere karşı da kesin tavır alacağımıza ve tüm müslüman camiayı da bu konu da tavır almaya çağıracağımıza kimsenin şüphesi olmasın. Bu bizim inancımızın bir gereğidir:

“Eğer müminlerden iki grup birbirleri ile vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla mücadele edin. Eğer dönerlerse artık aralarını adaletle düzeltin ve her işte adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever.

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulun-düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (49 Hucurat 9-10)

Bugüne kadar partilerin kapatılmaları veya bölünmeleri sonucunda; yeni, genç ve farklı kesimlerden insanlar siyasete girme cesareti göstermişlerdir. Ülke için bu iyi bir kazanımdır. Bölünen taraflar, hem kendi tabanlarını korumak, hem de yeni kitleler kazanmak için daha hazırlıklı ve ülke sorunlarına daha duyarlı argümanlar kullanmışlardır. Bu dönemin de aynı olacağını ve siyasetin daha da kalite kazanacağını ümit ediyoruz. Taraflar, birbirlerini etkileyerek ülkenin şikayetçi olduğu bir çok konunun çözümünü hızlandıracaklardır.

Yeni oluşumcuların başlangıç olarak dile getirdikleri yanlış, derinliği olmayan ve mücadelelerin temel kanuniyetiyle çelişen söylemleri bırakacaklarını temenni ediyoruz.

Milletin haricinde hiçbir yere şirin gözükme gibi bir yanlışın içine girilmemelidir. Doğruların yanında, doğruların savunucusu olarak ezilen milyonların sesi olma yarışına girilmelidir. Bunalımın ana kaynağı olan çürümüş bir zihniyete payanda olacak söz ve davranış içerisinde bulunulmamalıdır. Herkesin bir hesabı vardır şüphesiz, ancak unutmamak lazım ki Allah’ın da bir hesabı vardır ve hesabı en sağlam olan da Allah’tır.

Bizler geleceği bilemeyiz, gelecekle ilgili yalnızca öngörülerde bulunuruz. Ona uygun da tedbirler almaya çalışırız. Bütün tedbir ve uğraşılarımıza rağmen bazen hoşumuza giden bazen de hoşumuza gitmeyen şeyler vuku bulur. Bu olay da böyle olmuştur. Bunun da hayra, ilahi denklemde şimdilik çözemediğimiz bir sırrın ortaya çıkmasına vesile olacağını ve bu ülke için daha hayırlı sonuçlar doğuracağına inanıyoruz:

“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şeyde sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz” (2 Bakara 216)

KAYNAKLAR

1.         Sabah gazetesi, 13. 07. 2001, Milliyet gazetesi, 15.07.2001

2.         Hürriyet gazetesi, 17.07.2001

3.         Hürriyet gazetesi, 12.07.2001

4.         Sarıkaya, M., Müslüman Solcular, 12.07.2001 Hürriyet gazetesi

5.         Chomsky, N., ABD Terörü -Terörizm Kültürü-, Pınar Yayınları, İstanbul, 1191, s. 22

6.         Chomsky, N., Age, s. 43

7.         Karakaya, H., ‘Topyekün Savaştan.. Topyekün Barışa mı? 20.07.2001 Akit gazetesi

8.         Türköne, M., ‘Karizmayı Kuşanmak’, 20.07.2001 Radikal gazetesi

9.         Çandar, Cengiz, ‘Liderin Genel Başkanlık Yolu Açıldı’, 20.07.2001 Yeni Şafak gazetesi

10.       Çandar, C., ‘Asrı-ı Saadet ve Tayyipli Gelecek, 21.07.2001 Yeni Şafak gazetesi

11.       Hamidullah, M., İslam Peygamberi, s. 81.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...