1 Haziran 2006 Perşembe

Şeffaf, Bağımsız ve Muktedir Bir Türkiye İçin Milletin İktidarı

 (Umran Dergisi)

“Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular.  Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (İbrahim Suresi/46)

Giriş

Türkiye tarihinin son 200 yıllık süreci çalkantılar, kargaşa ve bunalımlarla yoğrulmuştur. Toplum, kurak toprağın suya hasreti, susamış canlıların suyu özlem ve öfke ile arayışı gibi, gerçeği, doğruyu, güzeli ve huzuru aramıştır.

Yoğun maddi ve manevi baskılara muhatap olan bu millet, suyu sabırla ve inatla aramaktan vazgeçmemiştir. Eline geçen tüm fırsatları büyük bir basiret ve ferasetle kullanmıştır. Millet bu basireti ve feraseti sayesinde vuku bulan tüm olayları en iyi şekilde değerlendirmiştir. Bu son olayları da en iyi bir şekilde değerlendireceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Olaylar Silsilesi

Danıştay cinayeti, zincirin sadece bir halkasıdır. Ne ilk nede son olacağa benzer. Ancak Türkiye üzerinde oynanan oyunda önemli bir sahnedir, önemli bir aşamadır. Olay, birden bire ortaya çıkmış da değildir. Perde arkasında sürüp giden bir mücadelenin, planlı bir ön hazırlık aşamasından sonra, sahnelenmesidir. Bir arka plan sözkonusudur. Bu yüzden son bir yılda Türkiye’de vuku bulan olayları göz önüne almalıyız:

      Van 100.Yıl Üniversitesi Rektörünün tutuklanması ile tırmanan Hükümet-YÖK çekişmesi. Hükümetle ilgili olmamasına rağmen Başbakanın olaya gereksiz müdahil olması. Baykal ve Cumhurbaşkanının YÖK’ün safında Hükümete cephe alması.

          Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 18 ay olmasına rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminin tartışmaya açılması.

          Güneydoğuda birden bire PKK terör eylemlerinin başlaması. Yeniden Cenazeler dönemine geri dönülmesi. Her geçen gün şiddet eylemlerinin yaygınlaşması.

          Şemdinli olayı ile patlak veren karanlık ilişki ağının sorgulanması ve Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın iddianamede yer alması ile fay hatlarında hareketlenmenin başlaması.

          Sauna ve Bursa Soygun çetelerinin yakalanması.

          AKP binalarına, Ülkü Ocaklarına, Alperen ocaklarına ve Cumhuriyet gazetesine bomba atılması.

          Büyük şehirlere değişik zamanlarda bomba atılması.

          Adî suçların büyük şehirlerde planlı bir şekilde artırılması. Kapkaç olaylarının yaygınlaştırılması ve medya üzerinden güvensizlik oluşturulması.

          Sezer’in Harp Akademilerindeki konuşmasında “topyekün bir savaş”tan bahsetmesi; “ibadetlerin kamusal alan için kısıtlanabileceğini” söylemesi.

        Demirel’in bu konuşmaya destek vermesi ve başörtülülerin Arabistan’da okumalarını teklif etmesi. Kur’ân’ın 230 ayetinin kaldırıldığını ifade etmesi. Başörtüsünü ve 230 ayeti gericilik olarak nitelemesi.

          Danıştay’ın, memurların sokakta başörtüsü takmasını yasaklayan bir karar alması. Başörtülülerin çocuklara kötü örnek olduğunu kararda belirtmesi.

      YÖK Başkanı Teziç’in, başörtüsünün bir ayırımcılık olgusu olduğunu, Sokağın kamusal alan olduğunu ve kadınlığından utanıldığı için başörtüsü takıldığını ifade etmesi.

          Bütün bu tahriklere Başbakan ve Meclis başkanının cevap vermesi.

          Ekonomide aniden dalgalanma meydana gelmesi.

          Hükümeti yalnızlaştırılmaya dönük kartel medyasının yüksek dozlu eleştirel yayınları

          D-8’lerin toplanması ve Erdoğan’ın ‘güçlerimizi birleştirerek uluslararası bir güç olalım’ çağrısı yapması.

          Güneydoğuya 200 bin askerin sevk edilmesi.

          Baykal’ın ‘rejim kırılma noktasında’ çağrısı yapması.

         Son olarak Danıştay’ın basılarak bir kişinin ölümüne 4 kişinin yaralanmasına sebebiyet verilmesi.

       Cenaze töreninde terör yerine hükümetin protesto edilmesi. Bakanların yuhalanması, tartaklanması.

          Gerek Cumhurbaşkanı ve gerekse Genelkurmay Başkanın Hükümete karşı suçlayıcı ifadeler kullanması ve cenazede yapılanlara destek vermeleri.

          Yargı organları başkanlarının Hükümeti ağır bir dille suçlamaları.

İç ve Dış Dinamikler

Olayları analiz ederken ‘niçin şimdi’ ve ‘bu olaydan kim kâr, kim de zarar ediyor’ sorusunu sormak zorundayız. Eylemleri icra edenlerden ziyade ettirenleri bulmalı, keşfetmeliyiz. Kısa, orta ve uzun vadedeki amaçlarını, politikalarını, planlarını ve stratejilerini sorgulamalıyız. Olaya etki eden tüm parametreleri gözönüne almalıyız. Dezenformasyon tuzağına düşmeden yolumuzu aydınlatmalıyız.

Bu soruların ışığında Türkiye’de son bir yılda vuku bulan olayları, iç ve dış faktörleri birlikte ele alıp inceleyeceğiz.

İç Faktörler

Türkiye’de temel sorun, Millet-Devlet, Millet-Sistem ikileminin Osmanlı’nın son 100 yılında başlayıp bu güne kadar varlığını devam ettirmiş olmasıdır. Bu ikilem, ilişkilerin bozulmasına ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu merkez; diğer tarafta sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez. Bu merkezler, bugüne kadar örtüşememiştir. İşte bu, Türkiye’nin ana tezadıdır. Türkiye’deki irili ufaklı pek çok olay, bu çekişmelerin anaforunda meydana gelmektedir. Bu son olayda, bu ana tezadın varlığını çok rahat görebilmekteyiz.

Türkiye’yi Etkileyecek İki İç Olay

Türkiye’nin tarihinde iki mesele her zaman gerilim konusu olmuştur. Birincisi, 30 Ağustos’taki askeri terfiler; ikincisi, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Türkiye bugün de bu iki konunun neden olduğu bir gerilimle karşı karşıyadır. Dolayısıyla son bir yılda olan ve yakın gelecekte olacak olaylarda bu iki konunun etkisi olmuş ve olacaktır da.

30 Ağustos Terfileri

Geçmişte Genelkurmay Başkanı Karadayı sonrası için yığınla operasyon yapılmış, medya üzerinden psikolojik bir savaş yürütülmüş ve Kıvrıkoğlu’na iki kez suikast teşebbüsünde bulunulmuştur.

Şemdinli olayları genelkurmay başkanının seçilmesi öncesinde vuku bulmuş ve Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’la ilişkilendirilmiş bir olaydır. Şemdinli olayları, bazıları tarafından Orgeneral Büyükanıt’ın önünü kesmeye dönük bir olay olarak nitelendirilmiştir. Bazıları da Büyükanıt’ın kendi önünü açmak için böyle bir operasyonu yaptırdığını iddia etmiştir. Ya da birileri böyle bir görüntü vererek Türkiye’yi kamplaştırmaya çalışmaktadır.

Şemdinli iddianamesinden sonra Savcı eleştiriye tabi tutulmuş ve de meslekten ihraç edilmiştir. Sabri Uzun’un ‘Hırsız içerde ise kilit bir işe yaramaz’ sözleri, görevinden alınmasına sebep olmuştur.

Bütün bunlar, Türkiye’deki kurumlar arasında var olan, ikinci derece diye isimlendirdiğimiz tezatların varlığını göstermektedir. Bu tezatların meydana getirdiği fay hatlarında, bu olayların neden olduğu bir enerji birikmesi meydana gelmektedir.

Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Geçmişteki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili Demirel’in ilginç bir tespiti vardır: “Her Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.”

Bugüne kadar, genellikle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 18 ay kala Türkiye gerilime girmiş ve cumhurbaşkanlığını tartışmaya başlamıştır. Cumhurbaşkanının, Sistemin ağırlık merkezindekiler tarafından tayin edilebilmesi için parlamentoya sürekli baskı yapılmıştır. Hükümetin ve parlamentonun ikna edilebilmesi için yığınla gerilim artırıcı olay vuku bulmuştur. Darbe söylentileri yaygınlaştırılmıştır. Parlamentonun o günkü yapısının meşruiyeti tartışılmıştır.

‘Geçmişe Bakmak Yeterli’

12 Mart 1971 sonrasında Orgeneral Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı olabilmesi için üst düzey subaylar parlamentoyu baskı altına alacak tarzda meclise gelmişlerdir.

Kenan Evren sonrası cumhurbaşkanlığı için 18 ay öncesinden tartışmalar başlamış, ANAP’ın tek başına Cumhurbaşkanını seçmemesi için bir dizi operasyon gerçekleştirilmiştir. Hatta darbe bile tartışılmıştır. ANAP Bitlis eski milletvekili Faik Tarımcıoğlu’nun 1989’daki Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili yaptığı değerlendirme bir Türkiye Fotoğrafı ortaya koyması açısından önemlidir:

“İkibin yılına doğru olayların tırmandırılış biçimi göz önünde bulundurulursa Meclis dışından bir Cumhurbaşkanı adayının çıkmasını muhtemel görüyorum. Emekli ya da görev başında olan Genelkurmay Başkanı olabilir diye düşünüyorum. Ama umarım ki Meclis bunu kendi içinde aşar, konsensüs sağlar…

Eğer olaylar bir laik-antilaik çatışmasına gider, bu bir askeri müdahaleyi getirirse o zaman parlamento dışı bir adayın olma ihtimali yükselir. Bunu şöyle bir misalle teyid edebiliriz: 1989 yılında iki önemli olay vardı. Biri mahalli seçimler diğeri ise Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren süresini doldurduğu için yeni Cumhurbaşkanı seçilecekti. Takvime bakın 1988 sonu ve 1989 başı itibariyle Türkiye’de garip olaylar meydana gelmeye başlamıştır.

Bunlardan en önemli olanı benim özel istihbaratıma dayanarak söyleyebilirim. Paris’te özel bir kokteylde denizci emekli kurmay bir albaya Fransız üst düzey bir istihbarat yetkilisi ‘iki ay sonra Türkiye’de türban olayları meydana gelecektir’ demiştir. Gerçekten de bu bilgiden hemen sonra Türkiye’de türban meselesi patlak verdi. Ve bir türban kanunu Meclis’ten hızla geçti. Anayasa Mahkemesi’ne giden kanun yıldırım hızıyla iptal edildi. Bu birdenbire elektriğe basılmış gibi bir reaksiyon doğurdu. Ve Türkiye’de Cuma gösterileri başladı. Her Cuma olayından sonra toplanan kalabalık sanki ceplerinde her zaman bulundurdukları İsrail, Amerikan bayraklarını yakmaya başladılar. Tertipler öyle boyutlara ulaştı ki büyük şehirler ANAP’tan uzaklaşmaya başladılar, irtica mı geliyor, şeriat mı geliyor diye...

Hemen arkasından bir MİT raporu ortalığı karıştırdı. Bu MİT raporunda Özal ve Necdet Üruğ Paşa çok ağır şekilde suçlanıyordu. Üruğ Paşa son derece vasıflı, namuslu, vatansever, mükemmel bir generaldir. Özal da başarılı bir Başbakandı. Bu sebeple ikisinden birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimali çok yüksekti.

Sonra yüksek bürokrasi -ki her zaman bunlar bir konseptle hareket ederler- Yüksek Seçim Kurulu sürpriz bir karar vererek ‘seçime katılmak müeyyideyi mucip değildir’ dedi. Ve bu yüzden özellikle büyük şehirler ANAP’tan kaçtılar. Arkasından Danıştay kanun kuvvetinde bir kararnameyi iptal etti, bu da dönemin hükümetine büyük darbe vurdu. Hemen arkasından Yargıtay ‘tapu tahsis belgeleri geçersizdir’ diye bir karar aldı. Ve tapu tahsis belgesi dağıtan Özal’ı yalancı duruma düşürdüler. Ve ANAP seçimlerde büyük hezimet yaşadı. İyi ki de yaşadı. Çünkü bu hezimet ANAP için hayırlı olmuştur. ANAP yenilmiştir ana rejim kurtulmuştur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru çok daha vahim olaylar bekleniyordu. Çünkü sekiz Cumhurbaşkanın yedisi silah ve asker yoluyla cumhurbaşkanı olmuştur. Birisi sivildir o da silah zoruyla indirilmiştir.

Şimdi 2 bin yılında yeni Cumhurbaşkanı seçilecekse yaşanmış bu olayları göz ardı etmemek gerekiyor. Bugünlerde yaşadığımız ve 28 Şubat süreciyle başlayan bu sıkıntı giderek bende bazı şüpheler uyandırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru müdahaleler olabilir. Veya bu müdahaleler Meclis eliyle yaptırılabilir. Bundan da endişeliyim. Şunu seçeceksiniz diye bir isim empoze edilebilir, Meclis’te o isim cumhurbaşkanı seçilebilir”.1

Kendini Cumhurbaşkanı seçtiren Özal’a o makamda hiç rahat verilmemiştir. Ani ölümünün zehirlenme sonucu olduğu iddia edilmiştir.

Demirel’in Cumhurbaşkanlığının son 18 ayında Cumhurbaşkanlığı tartışmasını, başkanlık sistemini gündeme getirerek bizzat Demirel başlatmıştır.

Ecevit, Cumhurbaşkanlığı seçimine 18 ay kala birden bire kamuoyunun gündemine “Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresinin bir dönem daha uzatılması” düşüncesini sokarak tartışmayı genişletmiştir. Bu dönemde Baykal, “ara rejim” çağrısında bulunarak ortalığı iyice germiştir.

Bugüne geldiğimizde gene aynı aktörlerin sahnede rol aldığını görmekteyiz. Gene Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 18 ay kala tartışmalar başlatılmıştır.

Demirel ve Baykal, bu meclisin yeni cumhurbaşkanını seçmemesini, bu meclisin seçtiği cumhurbaşkanının meşru olmadığını, o nedenle de orada rahat edemeyeceğini seslendirerek ortamı germeye çalışmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışması devam ederken Baykal eskiden yaptığı gibi ara rejim çağrıştıracak şekilde ‘Rejim kırılma noktasına gelmiştir’ ifadesini kullanarak gerilimi artırmıştır.

Diğer taraftan Danıştay, 2002 yılındaki bir başörtüsü davasını 4 yıl bekleterek 2006 yılında sonuçlandırmıştır. Danıştay başörtüsünü sokakta takmayı memurlar için yasaklayan bir karar vermiştir. Gerekçesinde başörtüsü takan vatandaşları tahrik eden, aşağılayan ifadeler kullanmıştır. YÖK Başkanı Teziç yaptığı kavramsallaştırmalarla yangına körükle gitmiştir. Böylelikle başörtüsü geçmişte olduğu gibi bugün de gerilim artırıcı bir malzeme olarak kullanılır olmuştur.

Burada önemli bir soruyu gündeme getirmekte fayda var; 2003’de hükümet olacağı kesinleşen AKP’ye karşı başörtüsünü bir gerilim aracı olarak kullanmak üzere kararın bekletilmesini Danıştay’dan birilerinin talep edip etmediği... Başörtüsü yasağı kararının zamanlamasını kimler yapmıştır? Birileri böyle bir kararın çıkması için Danıştay üyeleri ile görüşmüş müdür? Görüşmüşse kim ve ne istemiştir?

Danıştay saldırısından sonra bu soruların cevabının araştırılmasında çok fayda vardır.

Demirel kendisi ile yapılan bir röportajda(Habertürk), parti genel başkanı olduğu dönemlerdeki konuşmalarının tam tersine, bir çok kavramı çarpıtarak gerilimi artırmayı hedeflemiştir:

“Başörtüsü ayrı bir olay, türban ayrı bir olay. ..Türban sorunu icat edilmiş bir sorundur. Kim sorun var diyorsa, bunu icat etmiştir.

İlle başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git. Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin. Orada okuyun.

Türban özgürlük falan değildir. Bu gericiliktir.

Ama eğer halk derse ki, birisi gelsin memleketi düzeltsin, asker yapsın derseniz, o da gelir.

Cesur kararlar almak isteyen bir başbakan düşünür; “acaba yarın ben bu kararı aldığım için beni asarlar mı” korkusundan kurtulmuş değildir. Niye? Çünkü Türkiye seçilmiş bir başbakanı asmıştır.

 “Yüzde 26 ile yüzde 66 sandalyeye nasıl sahip olabilirsin”. Sayın Özal’ın da durumu böyleydi. Sayın Özal eğer vefat etmeseydi, orada barınabilir miydi? Orada duramazdı.

“Mart 1960, Temmuz 1980 tarihlerinde erken seçim yapılsaydı, Türkiye’de ihtilal olmazdı”…ihtilal olur diye söylemiyorum bunları...”2

Demirel gibi tecrübeli bir siyasetçi bunları, bir dil sürçmesi sonucu söylemiş değildir. Demirel ne dediğini ve neyi hedeflediğini çok iyi bilmekte ve o hedefi elde etmek için de bir yerlere ittifak mesajı göndermektedir. İlhan Selçuk’un başlattığı Demirel başkanlığında yeni oluşum için Demirel havayı bulandırmaktadır, Sezer’le Baykal’la ve daha başkaları ile ortak hareket geliştirmek istemektedir. Başkalarını kendine muhtaç hale getirmek, bu iktidarı benden başka sallayacak kimse yoktur demek istemektedir.

Sezer’in Harp Akademilerinde yaptığı konuşma ile tartışmalar alevlenmiş, ortamın daha da gerilmesi için gerekli zemin hazırlanmıştır. Çünkü ilk defa bir Cumhurbaşkanı ‘topyekün bir savaşı’ seslendirmektedir:

“...Gerici girişimlere karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni çerçevesinde, Devlet’in tüm kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruşları tarafından anayasal düzenimizin temelini oluşturan laikliğin korunması, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasının önlenmesi, ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması ve toplumumuzun gericiliğe karşı bilinçlendirilmesi amacıyla TOPYEKÜN BİR Savaşın verilmektedir.

…Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir; dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi yasaklanabilir.”

Türkiye’de inanç özgürlüğü, kamusal alan, laiklik, dinin istismar edilmesi ve  ömürülmesi kavramları açık bir şekilde tanımlanmamıştır. Bu kadar tanımlanmamış kavramla en yetkili mevkide olan Sezer, topyekün bir savaştan nasıl bahsedebilmektedir?

Türkiye Danıştay baskınına bu psikolojik ortamda girmiştir.

Danıştay Baskınına İlişkin Değerlendirmeler

Danıştay baskını bir bomba tesiri ile Türkiye’yi sarsarken birileri medya üzerinden yürütülecek psikolojik savaşın hazırlığını çoktan yapmıştı bile. Eylemin organizsyonu bizzat hükümete ve Müslümanlara yıkılmıştı.

Sezer, Harp akademilerinde yaptığı konuşmaya uygun olarak Danıştay baskınını değerlendirmiş ve hükümeti açıktan olmasa bile dolaylı olarak suçlu ilan etmiştir:

 “Danıştay’a yapılan bu saldırı aslında laik Cumhuriyet’e yapılan bir saldırıdır. Bu saldırıya neden olanlar tutum ve davranışlarını yeniden gözden geçirmelidirler. Türkiye Devleti, laik, demokratik bir cumhuriyettir. Laikliği çeşitli biçimlerde yorumlayarak, içini boşaltıp demokrasiyi, dolayısıyla devlet rejimini yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. ”3

Anlaşılan odur ki Sezer, olayı Harp Akademilerindeki topyekün savaş çağrısına uygun olarak yorumlamıştır. Devletin en tepesindeki insanın hiçbir araştırma yapmadan, elde herhangi bir belge olmadan doğrudan doğruya hükümeti suçlaması, Müslümanların böyle bir eylemi yaptığı imasında bulunması nasıl yorumlanmalıdır?

Keza Sezer’in rektörleri Köşke davet edip onlarla yaptığı görüşmede, medyaya sızdığı kadarıyla, ‘Rektörlere kampusların dışına çıkın’ demesi ne anlama gelmektedir. Önümüzdeki günlerde üniversiteler gerilim artırmada aktif rol mü alacaklardır? Bu konuya Sezer’in açıklık getirmesi gerekir.

Sezer devletin başı olarak gerilimi düşürecek beyanlarda bulunması gerekirken gerilimi artıracak beyan ve tavır sergilemiştir. Cenazede Hükümet üyelerine karşı girişilen çirkin saldırıları kınamamıştır.

Sezer’in düştüğü hataya ne yazık ki yargı organlarının başkanları da düşmüş olup hep bir ağızdan olayı hükümetin organize ettiğini ima eder ifadeler kullanıp orduyu göreve çağırmışlardır:

“Cumhuriyet tarihimizde kara bir sayfa olarak anılacak olan bu saldırı dolayısıyla, yargı dışında da laik demokratik devlet düzenini koruma görevi ile yükümlü olanlara bu görevlerini tekrar hatırlatır, bu yolda verilen yargı kararlarına karşı kimi siyasiler ve basın organlarının sorumsuzca beyan, kışkırtma ve tutumlarının ağırlıklı etkisi olduğu gerçeğini de kamuoyunun takdirine sunarız.” “...Toplumsal mutabakatı bozanlar suçludur. Onlar kendilerini biliyor.”3

Baykal, gerilim üreten koroya, hükümeti suçlayarak katılmıştır:

“ Çok tehlikeli bir noktaya doğru Türkiye maalesef sürüklenmektedir. Bu tabloya yol açan gelişmelerin sorumluları çok ciddi bir durum değerlendirmesi yapmalıdırlar. Türkiye’de maalesef siyasete kan bulaşmıştır.”2,3

Danıştay baskını üzerine en ihtiyatlı açıklama Genel Kurmay Başkanlığından gelmiştir. Ancak cenaze sonrası Özkök’e sorulan sorulara verdiği cevapta üslubun değiştiği görülmektedir:

“...Gösterilen reaksiyon, halkın duyarlılığı, hakikaten takdir edici... Ancak bu bir tek güne, bir tek olaya bir reaksiyon olarak kalmamalı, daimilik kazanmalı, devamlı olarak herkes tarafından takip edilmeli. Olayı Silahlı Kuvvetler olarak şiddetle tekrar kınıyoruz’’4

Bu ifadeler, kapalı kapılar ardında bir şeylerin değiştiğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.

Dış Etkenler

Bugün düne nazaran bu coğrafyayı daha da etkileyen iki büyük proje vardır:

          ABD’nin uygulamaya koyduğu ve 22 Müslüman ülkenin sınırlarını değiştirmeyi ve böylelikle Avrasya’yı kontrol altına almayı hedeflediği Büyük Ortadoğu Projesi.

          Bu coğrafyada kurulmak istenen Büyük İsrail Projesi.

11 Eylül, bu iki projenin hayata geçirilebilmesi için ABD derin devleti tarafından bizzat organize edilmiştir. Oluşan kaostan yararlanılarak ABD-İsrail-İngiltere(Şer ittifakı), İnsan hakları ve demokrasiyi birer truva atı olarak kullanıp Müslüman coğrafyayı işgal etmeye çalışmaktadır. Afganistan ve Irak’a bu iki truva atı ile girilmiştir. Bu ülkeler, her gün yüzlerce insan öldürülerek Demokratikleştirilmiş(!) ve İnsan haklarına kavuşturulmuştur(!).

Bu iki projenin hayat bulabilmesi için öncelikle bertaraf edilmesi gereken İran ve Suriye’dir. Arkasından sıra Türkiye’ye gelecektir. Büyük İsrail hedefi için, Türkiye, İran, Suriye, Irak’ın bir kısım topraklarını içeren bir Kürdistan, Şer İttifakının kontrolünde kurulmaya çalışılmaktadır. Bu dört ülkenin Kürdistan adı altında parçalanması ile Büyük İsrail’in önündeki engeller kaldırılmış olacaktır.

ABD açısından Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Türki cumhuriyetler için bir ön karakol durumundadır. ABD, Türkiye’yi bu yörelerin jandarması olarak görmekte ve ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünü bir arada tutacak yönetimler istemektedir.

ABD, AKP iktidarının başlangıcından beri Türkiye’yi, Müslüman coğrafyaya Model ülke olarak sunmaktadır. Bu arada Türkiye’deki bazı Müslüman çevrelerin kalbini kazanacak havucu da göstermeyi ihmal etmemektedir: Ilımlı İslam Cumhuriyeti. Bu havuçla ABD, bazı çevrelerin kalbini kazanırken bazı çevrelerin de kin ve nefretini artırmayı sağlamıştır. Bir taşla iki kuş vurmadır bu. Türkiye’de iç gerilim olması, daima ABD’nin işine gelmektedir. Böylelikle daha kolay ittifaklar kurabilmekte, yeni işbirlikçiler kazanabilmektedir.

Genelde büyük düşünen tüm devletler, alternatifli çalışırlar. Birbirine taban tabana zıt gibi gözüken güçlerle, yapılarla ittifak kurabilme elastikiyetindedirler. Onlar için önemli olan çıkarlarıdır. Medyanın, sivil toplum örgütlerinin, siyasi partilerin, ekonomik yapıların her çeşidini kurmak veya var olanlara nüfuz etmek genel bir ilkedir. Devletlerin her kademesine sızmak, oralara yerleşmek doğal faaliyet alanlarıdır. Bir iç cephe oluşturmak, tarihin her aşamasında kullanılan olağan bir mücadele şeklidir. Büyük güçlerin menfaati zedelendiği zaman o ülkede ilk harekete geçirilen bu iç cephedir. Türkiye’deki büyük çalkantılarda bu iç cephenin etkisini görebilmek için herkesin hafızasını yoklaması kafidir. Bunu en iyi görenlerden biri de Kamuran İnan’dır:

“Teslimiyet bizde işin icabı haline gelmiş; asıldır. İstisnaların, kaide dışına çıkanların başına gelmedik kalmıyor. Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına dikilen bir iç cephe vardır. Alışılmışın dışına çıkanlar, karşılarında bu cepheyi bulur...

Büyük güçler hiç bir şeyi tesadüfe bırakmaz. Çok ve uzun kolları vardır. Kendi menfaatlerini korumak, karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi gelişme halinde olan memleketlerde kolay gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki memleket, özellikle Müslüman memleketteki idareler büyük güçlerin desteği ile ayakta durmaktadır; her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerine hizmet ederler. Bu gibi memleketlerdeki darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır. Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun süre, HayIr işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler gider, yerlerine evet diyenler gelir. Bu hep böyle olmuştur. Olmaya da devam ediyor. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydana inen “lider”ler bizde de görülmüştür.

...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. Birçok memlekette -biz dahil- iktidarların nasıl oluştuğu henüz ciddi bir şekilde araştırılmış, açıklık kazanmış değil. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım.”5

ABD, 1 Mart Tezkeresinin reddedilişini henüz hazmedebilmiş değildir. Çünkü bunu yapanlar ABD’ye başkaldırmış ve kendilerine çizilmiş sınırların dışına çıkmışlardır:

“Henry Kissinger: Dostumuz olan ülkeler Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.”6

Tezkerenin reddinden sonra Türkiye’de vuku bulan bir çok olay Türkiye’deki İç Güç Odaklarını ve Hükümeti evet demeye ikna etmek içindir. Bir taraftan Hükümete övgüler yağdırırken, diğer taraftan Hükümetin gizli gündemi olduğunu, Cumhuriyetin, Laikliğin ve Atatürkçülüğün Türkiye’de tehlikede olduğunu dillendiren de ABD’dir.

 Şer ittifakı, Türkiye’de birbiri ile tezat görüntüsü veren, çok yönlü, çok eksenli bir oyun sahnelemeye çalışmaktadır. Türkiye’deki tüm darbelere bakıldığında sol güçler kullanılmış, ancak iktidar sağa teslim edilmiştir. Bugünlerde ihtilal katalizörleri sol kadrolar, ortalıkta dolaşıp dün yok etmek istedikleri Demirel etrafında bir iktidar arayışı içerisindedirler. Son bir yıldır yaşanan olaylara bir de bu açıdan bakılmasında fayda vardır.

 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden sonra Türkiye’de iki kesim, ABD’nin boy hedefi haline gelmiştir: Hükümet ve Askerler. Çünkü her ikisi de 1 Mart Tezkeresinin Parlamentodan geçmesini istememiştir.

Sinagog ve HSBC Bankasının bombalanması ile başta Erdoğan olmak üzere Türkiye’ye özel mesajlar verilmek istenmiştir. İçerde sivil ve askeri bürokrasi ile hükümet arasında yeterince gerilim oluşmadığı ve hükümetin parlamento aritmetiğinde alternatifi bulunmadığı için dış baskılar fazla bir sonuç vermemiştir. ‘Çankaya Meydan Savaşı’ sathı mailine girildiğinde iç gerilimi artırmak için ortam müsait hale gelmiştir. İşte ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı, aradıkları uygun ortamı bulmanın mutluluğu ile büyük provokasyonlara girişmişlerdir.

Şer ittifakı, satrancı gerilim politikası üzerine kurmuştur. Bunun için Türkiye’nin fay hatlarını aşırı enerji ile yüklemeye ve Hükümete karşı ne kadar gayrı memnun varsa satranç tahtasında rol vererek değerlendirmeye çalışmaktadır. Onların bunun farkında olup olmaması önemli değildir. İstikbal beklentisi ile kendilerine biçilen rolü oynamaları önemlidir. Bu satranç tahtasında hangi niyetle olursa olsun yer alanlar, kısa vadede belki bir şeyler kazanacaklardır. Ancak uzun vadede hepsi kaybedecektir. Onlarla birlikte Türkiye de kaybedecektir.

Diğer taraftan Şer İttifakının hedefi sadece hükümet de değildir. Ortadoğu’da kendisine istediği desteği vermeyen ve 1 Mart Tezkeresinin reddini sağlayan Hükümetle sivil ve askeri bürokrasidir. Şer İttifakı Türkiye’nin bu iki gücünü karşı karşıya getirerek, vuruşturarak teslim almaya çalışmaktadır.

Şer İttifakının öncelikli hedefi, her ikisini ikna edip kendine bağımlı hale getirmektir. Tasfiye, ikna gerçekleşmediği taktirde düşünülen ikinci alternatiftir. İkna kısa süreli, tasfiye uzun sürelidir. Şer İttifakının Irak’ta kaybedilen prestijinin düzeltilmesi, uzun vadeye tahammül edemeyebilir. Tasfiye operasyonları, genelde, geleceği gereğince öngörülemeyen süreçlerdir. Müslüman toplumlarda halkın tepkisinin yönünü kestirmek her zaman o kadar kolay değildir.

Şer İttifakı, istediği teslimiyeti sağlayabilmesi için içerdeki tüm fay hatlarına, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Anti Laik, Ilımlı-Radikal, Büyükanıt’a Karşı olanlar-destekleyenler, enerji yüklemek istemektedir. Şer ittifakı, tarafları, “dereyi göstererek çayda boğulmaya”; “ ya kırk katır ya kırk satıra razı etmeye çalışmaktadır.

Postmodern Provokasyonlar: Faili Malum Olaylar

Son bir yıldır yaşanan ve bizim Postmodern Provokasyonlar dediğimiz provokasyonlar arasında bazı ortak özellikler vardır:

        Geçmişteki provokasyonlarda failler meçhul iken Postmodern Provokasyonlarda failler malumdur. (Trabzon’da Papaz cinayeti, Şemdinli hadiseler, Danıştay baskınında olduğu gibi.) Postmodern provokasyonlarda birilerinin yakalanması istenmektedir. Bu birileri ya bizzat eylemleri icra edenlerdir yada eylem mahallinde bulundurulup tuzağa düşürülenlerdir.

          Yakalananlar çok yönlü kişiliğe ve renge sahiplerdir.

          Eylemler profesyoneller tarafından amatörlük görüntüsü verilerek yapılmaktadır.

          Eylemlere kendi arabaları ile gitmektedirler. Üzerlerinde veya arabalarında özel kimlikler, kupürler, krokiler ve silahlar bulunmaktadır. Eylemi bizzat icra ettiği iddia edilenlerin arabalarına ulaşamamakta ve arkadaşları tarafından yalnız bırakılmaktadır.

          Eylem gününden önce eylem mahallinde görüldüğü söylenmektedir. Olaydan sonra hemen görgü şahitleri ortaya çıkıp şahısla ilgili bazı bilgiler vermektedirler.

          Tüm bu eylemlerde asker, emniyet ve mafya bağlantısı söz konusu edilmektedir. Kısa zamanda isimler ve resimler medyada yer almaktadır. Şemdinli, Danıştay baskını, Sauna çetesi, Bursa çetesinde bu çok bariz olarak görülebilmektedir.

          Eylemler, bazı yeni yapılanmalar, yeni kanunlar ve yeni atamalar gibi hayati öneme haiz zamanlarda yapılmaktadır. (Terörle Mücadele Yasası, Mahalli Yönetimler Yasası, Kıbrıs görüşmeleri, AB Uyum Yasaları, 30 Ağustos terfileri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, Erken seçim gibi…)

          ABD-İsrail’in isteklerine olumsuz cevaplar verildiği zamanlara denk düşmektedirler.

          Kartel medyası hep bir ağızdan olayı laikliğe ve Cumhuriyete karşı bir eylem olarak nitelendirip; eylemi hükümet ve Müslümanlarla bağlantılı göstermeye çalışmaktadır.

          Eylem sonrası cenaze törenlerinde mutlaka Müslümanlar, Hükümet ve İran suçlanmaktadır.

          Ordu göreve çağrısı yapılmaktadır.

          Olaylar başörtüsü ve laiklik gibi kritik konuların gündemde tutularak gerilimin arttığı zamanlarda yapılmaktadır.

İç ve Dış Dinamiklerin Örtüşmesi

Hem ABD, hem de İç Güçler, hükümetin Cumhurbaşkanlığı seçimini bu parlamento ile yapmasını istememektedir. Burada bir örtüşme sözkonusudur. Ayrıca ilk genel seçimlerden AKP’nin, ya mağlup olarak çıkması yada bu günkü kadar güçlü çıkmaması konusunda hem fikirler. Burada da bir örtüşme söz konusudur. Buna benzer bir uzlaşmanın Refahyol Hükümetine karşı oluştuğunu hatırlarsak mübalağa yapmadığımız daha iyi anlaşılır.

Yavuz Donat, Milliyet gazetesindeki 2.5.1997 “İşte Rapor”, 3.5.1997 “Amerika, Darbesiz Çözüm” başlıklı yazılarında “Toparlanamayan Türkiye’nin Politik Krizi ” adlı 23 sayfalık bir ABD raporundan söz ederek ABD’nin Refahyol Hükümetini istemediğini, ondan kurtulmak istediğini kamuoyuna duyurmuştur.

Raporda, Refahyol Hükümetinin ardından bir “Milli mutabakat hükümeti kurulması öngörülmekteydi”. “Bu seçim sistemi ile, Refah ilk seçimde %21 ile 30 arasında oy alır” tespiti yapılmakta ve Türkiye’nin kaostan çıkması için de, ‘seçim sistemi reformu’ ve ‘başkanlık sistemi’ alternatifleri tartışılmakta ve de; “Türkiye’nin kaostan çıkması için en iyi yol (başkanlık sistemi) olarak önerilmekteydi.”

ABD, bu raporu dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ve Genelkurmay Başkanı Karadayı’ya vererek operasyon için gerekli izni vermişti.

Bugün de seçim sisteminin değiştirilmesi ve başkanlık sistemi tartışmalarının yeniden gündeme getirilmesine geçmişin penceresinden baktığımızda bir İç ve Dış İttifakın oluştuğunu söyleyebiliriz. Acaba bugün ABD bazı makamlara geçmişteki gibi bir rapor vermiş midir?

Şer ittifakı, Türkiye’nin bir iç bunalıma sürüklenebilmesi için bir iç cephenin oluştuğu kanaatindedir. Fay hatlarını daha da enerji ile yükleyebilmek için Danıştay baskınını düzenlemesi en kabul edilebilir bir ihtimaldir. (Daha farklı alternatifler düşük bir ihtimaldir) Böylelikle hem iç cepheye katılabilecek grupların sayısını artırmış, hem de Hükümeti iyice köşeye sıkıştırmıştır.

Bununla beraber Şer İttifakı, içerde kendisine destek verecek olanların da bir güç olarak karşısına çıkmasını istememektedir. Faili malum olaylarda Asker-emniyet ve mafya ilişkili bir görüntü verilmesi, şantaj amaçlı olup ‘hükümetle anlaşır sizi deşifre ederim’ anlamına da gelebilir. Asker-emniyet-mafya ilişkili görüntü bir taraftan Hükümete uzatılan bir havuçtur da.

Olaylardaki bir başka ilginçlik Şemdinli olaylarının Büyükanıt’la irtibatlandırılması, Danıştay olayının ise emekli general Veli Küçük’le irtibatlandırılmasıdır.

1960’lı yıllardan beri ordu içerisinde değişik grupların var olduğu bilinmektedir. Veli Küçük’ün Türkeş ekolunun önemli isimlerinden biri olduğu söylenir. Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’la aynı ekolden olup olmadığını bilmemekteyiz. Eğer farklı ekollerden ise olaylara verilmek istenen görüntü ekollerin birbirini tasfiye etmek istedikleridir. Böylece Şer ittifakı, kendi karşısındaki oluşabilecek cepheyi, hem bölmekte hem de bir çatışmanın içerisine sürüklemektedir. Eğer olayın böyle bir boyutu var ise Şer ittifakı, geçmişte bu komutanlarla çalışmış bazı insanları kontrolü altına alıp onlara işleri ihale ederek icra ettirmektedir. Bu da içerde çok daha kanlı çatışmaların meydana geleceği anlamına gelmektedir. (Son olaylar zayıf bir ihtimalde olsa ekoller arası bir savaşta olabilir.)

Cumhurbaşkanlığı için başlatılan olaylarla (Faik Tarımcıoğlunun ifade ettiği) 1989 yılı seçimlerinde ANAP’ın oy kaybına uğraması sağlanmıştır. 28 Şubat Postmodern Darbesi ile yapılacak ilk seçimde %21 ile %30 arasında rey alabilecek bir RP’nin önü kesilmiş Refah Partisinin oy oranı %15’lere geriletilmiştir:

“General Özkasnak: 28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır.”

Bugün de oynanan oyun aynıdır. Fazla ayrıntıya girmeden AKP için oynanacak oyun, RP için oynanan oyunun benzeri olabilir. Parti içerisinde Şener’in çıkışları ve Kartel medyası ile Baykal’ın Şener’e övgüler yağdırması, Türkiye sathında vuku bulan olaylar ve ABD’den gelen yüksek dozajlı eleştiriler ile geçmişte olanlar örtüşmektedir.

Bütün bu olaylarla hedeflenen amaçlardan biri de, Hükümetin Türkiye’yi yönetemediğini, Türkiye’nin kötü yönetildiği kanısını oluşturmaktır. Hükümet, bunalım yada gerilimi kontrol altına alamadığı sürece ülke nereye gidiyor sorusu sorulacaktır. Bu da Hükümete destek veren kitlelerin kopmasına ve ilk genel seçimlerde AKP’nin ciddi oy kaybına uğramasına sebebiyet verecektir.

Erken seçimle hedeflenen bir CHP-MHP koalisyonu yada CHP-Merkez sağ koalisyonudur. Baykal’ın çıkışları böyle bir planın sinyallerini vermektedir

Sonuç: Milletin İktidarı

Türkiye Postmodern Provokasyonlar dönemine girmiştir. Gerilim politikası devam ettirilmek istenecektir. Bunu başta hükümet ve dini hassasiyeti yüksek olan Müslümanlar olmak üzere herkesin çok iyi okuması ve anlaması gerekir. Ülkenin bu ortamdan minimum zarar görerek çıkması için herkes üzerine düşeni yapmalıdır.

Bu ülkeye ve bu millete karşı çıkan güç odaklarının oyununu bozacak güç milletin kendisidir. Bunun için millet bütün komplolara, bütün tuzaklara ve bütün ihanetlere karşı bilgilendirilmelidir. Ülkenin karşı karşıya kaldığı plan ifşa edilerek oyun bozulmalıdır.

Bu konuda sivil ve asker bürokrasi ikna edilmelidir.

Bu oyuna karşı direnebilen bürokratlar korunmalı, desteklenmelidir.

Sezer’in Ecevit’e Anayasa fırlatmasının bu ülkeye kaça mal olduğu halka anlatılmalıdır. Rektörlere ‘Kampusların dışına çıkın’ ifadesinin ne anlama geldiğini açıklaması kendinden istenmelidir. ‘Kampusların dışına çıkmanın’ bu ülkeye maliyetinin ne olacağı sorulmalıdır.

İlhan Selçuk-Demirel-Baykal ittifakının icra ettiği gerilim politikasının maliyeti anlatılmalıdır. Geçmişte İ.Selçuk’un Demirel’e karşı yapıp ettikleri, yazıp çizdikleri gündeme getirilmelidir. Demirel’in dün söyledikleri ile bugün söyledikleri bir sistem profili olarak ortaya konmalıdır.

 Hükümet, içerdeki baskıdan yılarak Şer İttifakına; Şer İttifakına karşı da içerdeki güç odaklarına teslim olmamalıdır. Ancak Şer İttifakının içerdekilerle ittifakını bozacak politikalar geliştirmelidir.

Bunun için Hükümet, yaptığı bazı yanlış uygulamalardan süratle vazgeçmelidir. Bazı stratejik alanlardaki özelleştirilmeler durdurulmalıdır. Yerel Yönetimler Yasası ya askıya alınmalı yada revize edilmelidir. Geçmişe dönük eleştirel söylem bırakılmalıdır. Kıbrıs politikası yeniden gözden geçirilmelidir.

Bu provokasyonlardan dolayı Terörle Mücadele Yasası aceleye getirilip bu milletin boynuna geçirilen bir kement haline dönüştürülmemelidir.

Seçimler zamanında yapılmalıdır. Seçimi erkene çekmek için girişilecek provokatif hareketler deşifre edilmelidir.

Hükümet mensupları tahrik edici söz ve icraatlara laf yetiştirme alışkanlıklarından vazgeçip ileri-geri konuşmamalıdırlar:

Yapılıp edilenlerin amaç ve hedeflerini keşfetmeden oluşturulmak istenen yangına kendileri de benzin sıkmamalı, satranç tahtasında bir piyon olmamalıdırlar.

Son olaylar, kimlerin bu ülkenin kalkınmasını, güçlenmesini istediğini, kimlerin de sürünmesini istediğini açığa çıkarmıştır. Kimlerin karanlıktan yana kimlerin de aydınlıktan yana olduğu anlaşılmıştır:

“Allah, rızasına uyanları bununla(Kur’an) kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nûra çıkarır. Onları dosdoğru yola da yöneltip iletir.”(5/16 )

“Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nûra çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, orda sürekli olarak kalacaklardır.”(2/257)

Yönetimler, meşrû zeminlerde darbesiz, entrikasız, hilesiz el değiştirmelidir.

Yapılması gereken, devletin emrine milleti değil, milletin emrine devleti vermektir.

Devlet millet için vardır, millet devlet için var değildir.

Unutmamak gerekir ki; “İnsanI yaŞat kİ devlet yaŞasIn.”

Unutmamak gerekir ki; bir gece iki gündüz arasındadır.

Unutmamak gerekir ki; her gecenin bir gündüzü vardır.

Unutmamak gerekir ki; kula kulluk dönemi bitecektir.

Notlar

1-         Tarımcıoğlu, F., “Geçmişe Bakmak Yeterli”, Aksiyon, İstanbul sayı 172,1998, s. 31

2-         Yeni Şafak, 18.05.2006.

3-         Cnn türk 17.05.2006, Hürriyet 18.05.2006

4-         Cumhuriyet, 20.05.2006.

5-         İnan K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş, İstanbul (1995), s 28,35

6-         Chomsky, N. ABD Terörü, Pınar Yayınları, İst. (1991) s 22-23

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...