1 Aralık 2004 Çarşamba

MEDENİYETLER ÇATIŞMASINDA MÜSLÜMANLARIN YOL HARİTASI İslâm Batı’nın Yalancı ve İkiyüzlü Sistemine Meydan Okuyor

 (Umran Dergisi)

“Hıristiyanlar kendi dinlerini muhafaza edemeyince, Müslümanları da Hak Dinden saptırmaya çalışıyorlar.” Mustafa Hacı- Bulgaristan Müftüsü


Giriş: Neden?

Irak’ın işgali için ileri sürülen gerekçelerin hiçbirinin doğru olmadığı anlaşılmış olmasına ve ileri sürülen gerekçelerin kasıtlı kamuoyu oluşturma amaçlı olduğu bizzat kendileri tarafından itiraf edilmiş olmasına rağmen; Irak işgali ısrarla devam etmekte ve medeni(!) batı dünyasından hiçbir ses çıkmamaktadır. Neden?

Ebû Garib cezaevinde esirlere reva görülen insanlık dışı davranışlar, bizzat kendileri tarafından filme alınmış ve gene kendileri tarafından medyaya sızdırılmıştır. Neden?

Diğer taraftan Müslümanların kutsal bir ibadet ayı olduğu çok iyi bilinen Ramazan ayında, camiler dahil tüm sivil yerleşim bölgeleri bombalanmış ve tanklarla yıkılmıştır. Neden?

Bombalanan bir camideki yaralı ve silahsız oldukları bilinen insanlar öldürülmüş ve görüntüleri kameraya alınmıştır. Neden?

Filistin’de yaşlı, kadın ve çocuk demeden insanlar öldürülmektedir. Neden?

Türkiye’deki medyanın büyük bir kesimi, gerçekleri örtbas etmeye, olup biteni meşru ve doğal göstermeye çalışmaktadır. Neden?

ABD ve AB(Onlar) tarafından başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri ve İslam’la ilgili söylenen her şey, içerdeki bir kısım medya, yazar, aydın, bilim adamı, bürokrat ve siyasetçi(Bunlar) tarafından alkışlanmakta ve canla başla desteklenmektedir. Neden?

Dışardan ABD ve AB Kıbrıs’ı verin diyor; içerden bunlar verip kurtulalım temposu tutuyorlar. Neden?

Dün Onlar, Halifeliği kaldırın dediler; Bunlar, bunun gerekçelerini hazırladılar. Neden? Şimdi Onlar, Halifeliği geri getirin diyorlar; Bunlar, 80 yıl yapıp ettiklerini ve söylediklerini yok farz edip evet halifelik iyidir ve elzemdir diyorlar. Neden?

Dün Onlar İslamî devlet olmaz dediler; Bunlar, çağdaşlığa ve laikliğe aykırıdır gerekçesi ile şevkle icraata başladılar. Şimdi Onlar, Ilımlı İslam Cumhuriyeti olun dedikçe, Bunlar devlet İslam’la barışmalı, İslam’ı dışlayarak bir şey yapılamaz diyorlar. Neden?

Onlar İslam’ı kaldırın, yıkın, yok edin dediler; Bunlar, Kemalizm diye yeni bir din inşa ettiler ve bu dinin âmentüsünü İslam’a nazire olarak 6 okla sembolleştirdiler. Şimdi Onlar, ‘Kemalizm devrini tamamladı, Türkiye’nin önünde engeldir’ diyorlar, Bunlar evet deyip eleştiriye Mustafa Kemal’in Dolmabahçe sarayındaki yatak yorganından başlıyorlar.1 Neden?

Dün Onlar, imparatorluğu tasfiye edebilmek için ulus devlet iyidir dediler; Bunlar, doğrudur deyip imparatorluğu yıkmak için kolları sıvadırlar. Şimdi Onlar, kendi imparatorluklarını kurabilmek için milliyetçiliği kötüleyerek Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşmenin erdeminden bahsediyorlar; Bunlar koro halinde milliyetçiliği yerden yere vurup globalleşmeyi göklere çıkarıyorlar. Neden?

Dün Onlar, Osmanlı sistemini kötüleyip yıkmak istediler; Bunlar, tarihten silip atmak için seferber oldular. Şimdi Onlar, BOP kapsamında model bir ülke olarak Osmanlı misyonunu yüklenip bizim jandarmalığımızı yapın diyorlar; Bunlar, Osmanlının adaletini ve sisteminin iyiliğini anlata anlata bitiremiyorlar. Neden?

Dün Onlar, dinler arası diyalogu gündeme getirdiklerinde; Bunlar zaten bizim tarihimizin bir dinler diyalogu olduğunu orkestra halinde seslendirdiler. Şimdi Onlar dinler arası savaştan bahsediyorlar; Bunlar bu savaşı haklı göstermek için İslamî terör, dini terör söylemini yükseltiyorlar.Neden?

Onlar bize, sizin düşmanlarınız İsrail hariç tüm komşularınızdır, her kötülük onlardan gelmektedir; her türlü cinayet ve eylemin arkasında dün Sovyetler vardı, bugün İran, Irak ve Suriye var derken; Bunlar koro halinde daha gür sesle doğrudur diye bağırıyorlar. Neden?

Onlar Kürtler etnik azınlık, aleviler dini azınlık derken; Bunlar basın bildirileri, her türlü toplantı ile yeri göğü inletiyorlar. Neden?

Dışarıdaki Onları anladık, Onları tanıyoruz, biliyoruz ve Onların bize her türlü kötülüğü reva görmesini, bizim kalkınmamızı ve güçlenmemizi istememelerini anlayabiliyoruz. Çünkü Onlar düşmandır. 1000 yıllık tarihin karşı saflara koyduklarıdır. Peki içerdeki Bunlar kimdir? Dışarıdaki Onlarla aralarındaki bağ nedir? Ortak paydaları nedir? Niçin Bizden ziyade Onlara yakındırlar ve Onlarla işbirliği içinde bulunurlar?

Neden Bunlar halkın isteklerine hep hayır, Onların isteklerine hep evet derler?2 Neden bunlar bu topraklara, bu dine ve bu millete bu denli hınç ve öfke beslerler. Niçin ‘Türkiye yönetimi, Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir’ derler; bunu söyleme cesaretini kimden alırlar?

Bu yazı dizisinde, bu ve benzer soruların cevaplarını araştıracağız. Farklı değer sistemleri arasında bir mücadele olup olmadığını, varsa neler yapılması gerektiğini tartışacağız. Ancak bu sayıda, bir alt yapı çalışması olarak genel bir değerlendirme ve durum tespiti yapılacaktır.

Soğuk Savaş Sonrası İki Evre

Soğuk savaş diye bahsedilen dönemde dünya, ABD ve SSCB patronluğunda iki ana nüfuz bölgesine ayrılmıştı. Bir tarafta NATO, diğer tarafta Varşova Paktı vardı. Her türlü kötülüğün baş sorumlusu olarak, ABD, SSCB patronluğundaki komünizmi gösterirken; SSCB de, ABD patronluğundaki kapitalizmi göstermekteydi. Böylelikle taraflar kendi nüfuz bölgelerindeki halkları korku altında tutarak birlikteliği sağlıyorlardı. Sovyetlerin çöküşü ile Komünist blok dağılmış, ABD tek süper güç olarak rakipsiz kalmıştır. Her iki blokta yer almış toplumlar için gösterilecek bir düşman ortada kalmamıştır.

Sovyetlerin çöküşünden sonraki devreyi, iki evreye ayırmak mümkündür:

Birinci Evre: Berlin duvarının yıkılışından 11 Eylül 2001’e kadar olan dönem: Yeni Dünya Düzeni, Globalleşme(Hümanizm Çağı).

İkinci Evre: 11 Eylül 2001’den sonraki dönem: Medeniyetler Çatışması.

Birinci Evre: Yeni Dünya Düzeni, Globalleşme(Hümanizm Cağı) 

Bu dönem, ABD değerlerinin tüm dünyaya kabul ettirilmesi için her şeyin cazip sloganlarla pazarlandığı bir dönemdir. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlük, serbestlik, bireyin kutsallığı, kardeşlik, diyalog, hoşgörü, din, dil, ırk ve cins ayırımı yok, sınır yok, uluslar arası hukuk ve uluslar arası kurumlar, serbest pazar, özel sektörün kutsallığı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, demokrasi, laiklik, dünya vatandaşlığı ve tek bir evrensel medeniyet.

Evet bütün bunlar; bu dönemde geniş halk kitlelerini, özellikle de, ‘hedef ülke’ diye tabir edilen sömürgeleştirilecek ülkeleri tatlı bir rüya alemine sokup uyutmak için çok cazip sloganlar olarak sıkça kullanılmıştır. Gerçekten de milletler, bu masalın etkisi ile insanlık türküleri söyleyip mutlu olduklarını göstermişlerdir. Dinler arası hoşgörü, dinler arası diyalog toplantıları hem ulusal ve hem de uluslar arası bazda gerçekleştirilmiştir. Diyalog toplantılarına iştirak eden Müslüman camia bu sanal barış dünyasına kendisini iyice kaptırıp kendinden geçmiştir. Oysa bu dönemde Anglikan kilisesi ve Papalık makamı, Ortadoğu ve Asya’nın Hıristiyanlaştırılması için seferberlik ilan etmiştir.3

Diyalog toplantılarının devam ettiği bu dönemde ABD’nin psikolojik savaş merkezi tarafından, birbirini tamamlayacak şekilde hazırlanmış iki çalışma (iki tez, iddia) ardarda kamuoyuna sunulmuştur. Tezlerden biri, Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’, diğeri ise Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ idi.

Önce Fukuyama, Tarihin Sonu tezi ile Batı medeniyetinin insanlığın en son evresi olduğunu, Batı medeniyetinden başka bir medeniyetin var olamayacağını ileri sürmüştür. Fukuyama bu iddiası ile; Batıyı bir tarafta, dünyanın geri kalanını karşı tarafta konumlandırmış oluyordu.

Bu dönemde dikkat çeken bir nokta da, sanayileşmiş toplumların içerisinde toplumsal bazda bir bunalım ve çözülme yaşandığına ilişkin çalışmaların yoğunlaşmış olmasıdır. ABD toplumsal yapısı, Fukuyama tarafından ‘Büyük Çözülme’ çalışması ile gündeme taşınmıştır. Fukuyama’ya göre ABD toplumunda; Suç, Aile, Güven olmak üzere 3 ana grupta meydana gelen bir toplumsal sermaye tükenişi vardır. Suç oranları (şiddet, hırsızlık, kentsel kargaşa) gittikçe artmaktadır. Şiddet kullanma ilk öğretim düzeyine inmiştir. Uyuşturucu, alkol bağımlılığı yaygınlaşmaktadır. Aile hayatı çökmektedir. Evliliğe ilgi azalmakta, ‘birlikte yaşama’ anlayışı öne çıkmaktadır. Birliktelikler, kadın-erkek ikileminden eşcinsel ikilemine doğru kaymaktadır. Gayrı meşrû çocuk sayısı hızla artmaktadır. Kadınlar çocuk yapmak istemediğinden nesil yaşlanmaktadır. Bireyciliğin bir değer olarak ortaya çıkması ile fertler çevrelerine karşı duyarsızlaşmaktadır. Bireyler hiçbir konuda ve alanda sınırlama istememektedir. Bu gelişmenin doğal sonucu olarak fertler, yalnızlaşmakta, birbirlerine, topluma ve kurumlara güvenleri yıkılmaktadır. Özellikle polis, asker ve kiliseye karşı ciddi bir güven bunalımı yaşanmaktadır. Daha da önemlisi ABD’deki farklı ırk ve inançtan insanların birbirlerine karşı güvensizliklerinde ciddi artışlar vardır. Bu güvensizliğin sonucu alt kimlikler öne çıkmakta Amerikalılık bilinci kaybolmaktadır.4,5

İkinci tez, Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezidir. Tezin, Fukuyama’nın çalışması ile yakın ilişkisi vardır. Fukuyama’nın vurguladığı ABD toplumsal yapısındaki çözülme, Huntington’un tezinin temel dayanak noktalarından birini teşkil etmektedir. Huntington tezini, ‘çözülen ABD toplumu nasıl bir arada tutulabilir?’ üzerine kurgulamıştır. Bu amaçla, ABD’nin baştan beri kullandığı çok eski bir formülü (Düşmanı ile var olma, tehlike ve tehdit altında korku ile bütünleşme)6,7 devreye sokmaya çalışmıştır:

“Birleşik devletler hep kendisini bir şeyin karşıtı olarak tanımlamıştır. II.George’un, Avrupa monarşilerinin, Avrupa emperyalizminin, Faşizmin, Komünizmin. Ortada sürekli olarak kendi kimliğimizi şekillendirmemize yardımcı olan bir düşman olmuştur. Kime karşı olduğumuzu bilmez isek, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz?”8

Sovyetlerin çöküşünden sonra halkına takdim edeceği bir düşmanı kalmayan ABD, varlığını devam ettirebilmek için yeni bir düşmana(!) muhtaçtır. Huntington Medeniyetler Çatışması tezi ile ABD’ye yeni bir düşman inşa etmektedir.Tez, medeniyetler arasında diyalogun değil, çatışmanın var olduğunu ve bunun kaçınılmazlığını iddia etmektedir. Huntington çatışma için 6 neden göstermekte ve bunlardan 3’ünü dinle ilişkilendirmektedir:

1. ‘Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşırlar.’

2. ‘20. asrın sonlarından itibaren dünya sekülarizasyondan uzaklaşmakta, din yeniden doğmakladır.’

3. “…Etnisiteden daha fazla din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapmaktadır.”9

Olay din bazına indirilince düşmanın da kim olması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Baş düşman İslam’dır ve İslam medeniyeti ile savaş Irak’ta olduğu gibi kitle imha silahları kullanılarak gerçekleştirilecektir.10

Şirket Devletin Özelleştirme Dayatması

Bu dönemde serbest piyasa kutsanmış, devletçilik her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilmiştir. Özelleştirilme konusunda başta Türkiye olmak üzere tüm ülkelere baskı yapılmıştır. Bununla yetinilmemiş, her alanda yapılacak özelleştirmede mutlaka yabancı ortaklık şartı getirilmesi istenmiştir. ABD’nin bundaki ısrarı yapısından kaynaklanmaktaydı. 1876’da Amerika’daki tekelci sermayenin temsilcisi olarak şaibeli bir şekilde seçilen Başkan Hayes ABD’yi bir şirket devlet olarak tanımlar:

“Amerikan Hükümeti halkın, halk tarafından, halk için yönetimi değildir artık; Amerikan hükümeti şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetildiği bir hükümettir.”11

Şirket Devlet anlayışı, ABD’nin ana felsefesidir. Hiçbir başkan buna karşı çıkamamış, hatta bu anlayışı kuvvetlendirmekle kendini sorumlu tutmuştur.

(Eski ABD başkanlarından Woodrow Wilson) “Madem ki ticaret milli sınırları tanımıyor ve madem ki imalatçı dünyayı Pazar olarak görmek istiyor; onun ülkesinin bayrağı da kendisini takip etmeli ve milletlerin ona kapalı olan kapıları kırılmalıdır: Para babalarının elde ettiği tavizler, dik kafalı milletlerin egemenliklerinin ayaklar altına alınması pahasına da olsa, devletin bakanları tarafından korunmalıdır. Dünyanın hiçbir köşesi bırakılamayacak veya ihmal edilemeyecek şekilde sömürgeler oluşturulmalı veya edinilmelidir.”12

İkinci Dünya savaşından sonra Başkan Truman’ın yaptığı açıklamalar Wilson’unkilerden farklı değildir.11

Bir Şirket Devlet olarak ABD’nin uluslar arası şirketler lehine özelleştirme istemesi, uluslar arası şirketlerle ulusal şirketler ve devletler arasında yeni bir güç savaşının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu da dünyada gerilimi artıran önemli bir başka parametredir. Bu önemli bir fay hattıdır (Birinci Fay Hattı).

İki Yüzlülük ve Çifte Standartçılık: Demokrasi Faydalıdır/ Zararlıdır

Soğuk Savaş sonrasının birinci evresinde demokrasi baş tacıdır. Ancak ikinci evreye geçmeden önce ABD halkı için demokrasinin o kadar da iyi, erdemli bir şey olmadığı seslendirilmeye başlanmıştır. Ancak bu evrede Batı dışı ülkeler için Demokrasi dayatması yapılmakta ve demokratik değerlerin hayata mutlaka geçirilmesinden bahsedilmektedir. Gerçekte bu ülkelere demokrasinin gelmesi mi isteniyordu; yoksa mevcut diktatörlükler bu yola tehdit edilip daha fazla tavize mi zorlanıyordu, orası pek açık değildi. Gerçekte Müslüman coğrafyadaki tüm diktatörlükler Batı’nın ürünüydü.

ABD için ilke çok açıktı:

 “…ABD çıkarlarına uyumlu bir diktatörlük, demokrasiye tercih edilmelidir.”13

Birinci evrenin sonuna doğru ABD politikasına yön verenlerin, koro halinde demokrasiyi karalamaya ve ABD çıkarları için tehlikeli göstermeye çalışmalarının bir nedeni vardı:

  “(Huntington) Kendi kaderini tayın hakkı için yani her grubun kendi yolunu izlemesine izin verilmesi-çeşitli gerekçeler ileri sürülebilir ama bu da toplumun ve devletin gittikçe parçalara bölünmesine ve dağılmasına neden olabilir. Dahası demokrasiler bu sorunu çözmeye uygun değildir. Tam anlamı ile bir demokratikleşme ve demokrasinin işlemesi etnik, dini ve mahalli gruplar arasındaki ilişkileri şiddetlendirebilir... Bu Birleşik devletlerin geleceği ile ilgili olarak çok ciddi sorunları gündeme getirmektedir..”14

ABD’de etkili isimlerden biri olan Robert D. Kaplan, ‘Demokrasi ve hümanizm çağı kapanmıştır. Savaşlar devam edecektir’ demektedir:

“…Eğer dost ile düşman ve demokrasi ile diktatörlük tanımlarına mutlak anlamlar yüklersek, zafer şansı azalır.”15

“.. Demokrasi görüşümüz bile değişmeli. Pakistan, Mısır ve Tunus gibi ülkelerin demokratikleşmesini istemek yerine, zararsız diktatörlüklere ve karışık rejimlerin farklı türlerine bu çabamızda bize destek verdikleri sürece hoşgörüyle yaklaşacağız. Bunda ahlakdışı ya da ikiyüzlü bir şey yok… Savaşlar devam edecek, çünkü liberal elitlerin ötesinde, insanlık her zamanki kadar bölünmüş durumda”.16

Batı, baştan beri sanayileşmemiş ülkelerin tümünde yukarıda öngörülen anlayışa

uygun bir politika izlemiş, kendi çıkarlarını savunacak diktatörleri işbaşına getirmiştir. Bu yüzden de Müslüman coğrafyada hemen her ülkenin halkları ile yönetimleri arasında sorun vardır ve bu sorun, Onlarla-Bunların işbirliği ile bilinçli olarak derinleştirilmektedir.

Soğuk Savaş sonrası dönemin birinci evresinde, özellikle, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinde bir taraftan halka zulmedilmesi sağlanılmış; diğer taraftan da zulme uğrayanların hakları savunulmaya kalkışılmıştır. Bir el ile vurmuşlar, öteki ile korumaya kalkmışlardır. Oysa her iki el de aynı gövdeye aittir. İkince evrede girişilecek işgaller karşısında halk tarafsızlaştırılmak isteniyordu. İçerdeki diktatörler baskı yapıp halkı canından bezdirecek; ABD ise karşı saflara geçip diktatörleri eleştirerek mazlum halkın gönlünü kazanacaktı. Böylece kendi ülkelerindeki zulümden bunalanlar, Batı medeniyetine ve onun temel değerlerine sıcak bakacak, muhalefet etmeyecekti. Nitekim Türkiye’de 28 Şubat Postmodern darbesinden sonra böyle bir süreç yaşanmış; Müslümanların bir kesimi, önceden karşı çıktıkları bir medeniyetin temel değerlerini benimsemeye ve hatta onları İslam’ın değerleri ile özdeş görmeye başlamıştı.17 28 Şubat Postmodern darbesinin getirdiği zihinsel kırılmanın sonucundur ki Milli Görüş hareketinden gelen bir siyası kadro, kayıtsız şartsız AB’ye girmeye çalışmaktadır. Ortada medeniyetler arasında bir buluşma veya diyalog yoktur. Çünkü diyalogda karşılıklı kriterler olur, onlar üzerinden pazarlık yapılır. Uzlaşma bunun uzantısında gelir. Şimdi bize söylenen ‘Avrupa değerlerinin tartışılamaz’ olduğudur. Bizden İstenen, tek yanlı olarak başka bir medeniyete, kendi medeniyet değerlerini terk ederek teslim olmaktır.

ABD ve AB, demokrasiyi, alt kimliklerin uyanmasına sebebiyet verdiğinden dolayı kendileri için zararlı görürken; alt kimliklerin uyanması için azınlık haklarını demokrasinin bir gereği imiş gibi bölünme hakkı olarak başka ülkelere dayatmaktadırlar. Sanayileşmiş ülkeler kendi halklarına üst milliyetçiliği(entegrasyon), sanayileşmemiş ülke halklarına da (hedef ülkelerde) etnik milliyetçiliği(bölünme) tavsiye etmektedir. Bu tam bir ikiyüzlülük ve tam bir çifte standart değil midir?

Kitle İmha Silahları Üretip Satanlar Masum Satın alanlar Suçlu

Birinci evrede, kitle imha silahlarının(biyolojik, kimyasal, nükleer) insanlar tarafından son derece kolay bir şekilde elde edilebileceği ve bu açıdan dünyanın eskisine nazaran daha güvensiz ve tehlikeli olduğu propagandası belli merkezlerden empoze edilmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Bu silahlara sahip bazı(hayalî) terörist grupların var olduğu ısrarla tekrarlandı. Öyle bir hava oluşturuldu ki, her an her şey olabilirdi!

Ancak şu sorular sorulmadı: Kitle imha silahlarını kimler üretip satıyor? Kimler, bu konuda uluslararası hukuka ve BM kararlarına uymuyor? Niçin tehlike üretim aşamasında engellenmiyor? Cevap basitti. Çünkü bu silahlar sanayileşmiş ülkeler tarafından üretiliyordu. Bu silahlara sahip olanların değil de, sahip olmayanların tehlikeli olması nasıl bir mantıktı? Kitle imha silahlarına sahip olduğu söylenen teröristler, eskiden komünistler arasından çıkıyordu; şimdi de Müslümanlar arasından çıkıyor!?

Afganistan ve Irak işgal edilmesine rağmen bu terörist gruplar, ellerindeki bu silahları bir türlü kullanmıyorlar. Neden? Kullanamazlar, çünkü ellerinde böyle silahlar yok. 11 Eylül eylemi ile ABD’yi titretenler(!), büyük bir Müslüman katliamı yaşanırken benzer eylemleri neden yapmıyorlar? Yapamazlar çünkü önceki eylemleri de onlar yapmadı. Ancak birinci evrede kamuoyunun böyle bir tehlikeye şartlandırılması istendi ve ABD Psikolojik savaş makinesi bu amaçla çalıştırıldı.

İkinci Evre: Medeniyetler ya da Değerler Çatışması

Soğuk Savaş sonrasının birinci evresinde bu tezlerin ortaya atılmasının nedeni

başlangıçta pek anlaşılamadı. Çünkü insanlar, Hümanizm şarkıları ile kendilerinden geçmişlerdi. Değişik kesimler, medeniyet çatışması tezine bir hayal ürünü olarak baktılar. Huntington’un tezinin özellikle aydınlardan ve bilim adamlarından tepki göreceği, yadırganacağı bekleniyordu. Yapılmak istenen şey farklıydı; tartışmalar aracılığıyla yeni bir soğuk savaşa kamuoyunu alıştırmak. Kabullendirmek ise sonraki işti. Hümanizm çağının sarhoşluğu içinde olanlara medeniyetler çatışmasını benimsetmek için şok tedavi uygulanacaktı. Bunun için uygun bir ortam, hava oluşturulmalıydı. 11 Eylül sabahı ABD derin devleti, el-Kaide adına yüksek teknolojiyi kullanarak ABD’yi vururken ABD psikolojik savaş makinesi gerekli koşullandırmayı yapmak için zaten hazır bekliyordu: ‘Müslüman coğrafyanın değişik ülkelerinden gelen El Kaide üyesi teröristler İkiz kuleleri yerle bir etmiş, Pentagon’u vurmuş ve ABD başkanını korkutup kaçırtmıştı.’

Dünya şok içerisinde ne olup bittiğini anlayamadan, ‘karanlıktaki prensler’ (derin devlet) adına, korkudan nerede olduğu belli olmayan başkan Bush ortaya çıkıp, ‘100 yıl sürecek bir haçlı savaşını başlattığını’ tüm dünyaya duyuruyordu. ABD’nin hasretle beklenen baş düşmanı İslam nihayet ortaya çıkmış ve medeniyetler savaşını başlatarak Huntington’u haklı çıkarmıştı:

“... Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele modern dünyadaki mücadelenin nihai evrimi olacak.”18

İslam Yayılıyor

Dünyadaki gelir dağılımında tam bir adaletsizlik hakim. Dünyada kişi başına düşen ortalama gelir, 5000$ civarında. Bunun bir tarafında 25000$ ortalama geliri olan ülkeler, diğer tarafında 800$’in altında geliri olan ülkeler var.19 Genelde dünyanın güneyi ve doğusundakiler fakir, kuzeyi ve batısındakiler zengindir. Enerji ve kıymetli madenler açısından güneydekiler zengin, kuzeydekiler fakirdir. Güney teknolojiye sahip değilken kuzey teknolojiye sahiptir. Güneyin zengin kaynakları, kuzeyliler tarafından işletilmekte ve kullanılmaktadır. Çevreyi zenginler kirletmekte, bedeli fakirler ödemektedir. En kirli teknoloji fakirlerin ülkelerinde kurulmaktadır. Diğer taraftan sanayileşmiş ülkeler, sanayileşmemiş ülkeleri sömürmekte ve sömürü çarkının kolay dönmesi için fakir ülkelerdeki diktatörlükleri desteklemektedir. Yerli işbirlikçi zümreler bu desteğe dayanarak, lüks ve israf içerisinde yaşamakta; halkı açlık ve sefalet içerisinde bırakmaktadır. İşkence ve baskıyı her geçen gün artırmaktadırlar. Fikir, düşünce ve inanç özgürlüğü yok gibidir. Bu durum, zengin ülkelerle fakir ülkeler arasında ciddi bir fay hattı (İkinci Fay Hattı) meydana getirmiştir ve bu fay hattında gerilim artmaktadır.

Genel olarak sanayileşmemiş ve batı tarafından sömürülen ülkelerde özel olarak da İslam coğrafyasında, hem yönetimlere hem de Batıya karşı büyük bir kin ve nefret dalgası yayılmaktadır. Bu ülkelerde biri halkla yönetimler (Üçüncü Fay Hattı), diğeri halkla Batılı emperyalistler arasında (İkinci Fay Hattı) olmak üzere birbiri ile ilintili iki ayrı fay hattı oluşmuştur. Birinde meydana gelen kırılma ötekini de tetikleyecektir. Biriken bu kin ve nefret, fay hatlarının çok yüksek bir şiddette kırılmasına sebebiyet verecektir.

Diğer taraftan zengin ülkeler, kendi içlerinde ciddi bir dengesizliği ve adaletsizliği barındırmaktadır. Toplumun bir kesimi aşırı zenginleşirken, önemli bir kesimi de gittikçe fakirleşmektedir. Bu da sanayileşmiş ülkelerdeki zenginlerle fakirler arasında ciddi bir fay hattı(Dördüncü Fay Hattı) oluşturmakta ve her geçen gün bu fay hattında da gerilim artmaktadır.

Diğer taraftan Fukuyama’nın, Brzezinsky’nin, Baudrillard’ın ve Garaudy’nin dikkat çektiği sanayileşmiş ülkelerdeki ahlakî çöküş ve insanın kendisine yabancılaşması, artan bir dozajda devam etmekte; bunun doğal sonucu olarak da bunalım artmaktadır. İslam haricindeki diğer dinler, bu ruhsal çöküntüye cevap verememektedir. Çünkü hayatla bağlantılarını sekülerizm adına kesmişlerdir:

“(Huntington) Batı kültürüne, bazen Hıristiyan ve yıkıcı olduğu için karşı çıkılmaktadır. Mahalli kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman toplumlarda ve Asya toplumlarında görülmektedir. Bütün Müslüman ülkelerde İslamî diriliş kendini göstermekte, hemen hepsinde en belirgin sosyal, kültürel ve entelektüel hareket haline gelmekte, etkisini en çok da politikada göstermektedir. …İslam dünyası, toplumlarının ‘Batı zehiri ile zehirlenmesine’ tepki göstermektedir.”21

Baskı altında tutulan, hakları gasp edilen, aşağılanan, zulme uğrayan ve/veya ruhsal bir çöküntü içinde olan tüm insanların, yönelecekleri ve sığınacakları tek bir merci ve tek bir yol vardır. O da Allah’tır ve İslam’dır. Onun için tüm ezilmiş halklar arasında İslam hızla yayılmaktadır ve yayılacaktır da. Bu nedenle Müslümanlar, batı toplumlarının içerisinde erimemekte tam tersine batılı toplumları etkilemektedirler:

 “(Kotkin, 1992)Batıdaki Müslümanların çoğalmasıyla birlikte Avrupa’da ‘on üçüncü ulus’ ortaya çıktı... Bunun yarattığı korku giderek bütün Batıyı sarıyor... Batı ile Avrupa’daki ‘on üçüncü ulus’ arasındaki sürtüşmenin bundan sonraki aşaması tarihi bir hesaplaşmaya kadar varabilir.”20

 “(Bernard Lewis, 28.7.2004) Bu yüzyılın sonunda Avrupa İslamileşecek. Göç ve demografi bunu göstermekte. Avrupalılar geç evleniyorlar ve çocuk yapmıyorlar ya da az çocukları oluyor. Fakat büyük bir göç söz konusu; Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar, İngiltere’de de Pakistanlılar var. Bunlar erken evlenip çok çocuk yapıyor. Bugünkü eğilime bakılırsa, en geç 21. yüzyılın sonunda Avrupa’nın nüfusunda Müslümanlar çoğunlukta olacak.”22

İslam, zulme meydan okuduğu için dünyadaki ezilenlerin, yoksulların, horlananların ve mazlumların dini olarak yayılıyor.

İslam, bunalımdan çıkış arayanların, iç dengeye kavuşmak isteyenlerin dini olarak yayılıyor.

İslam, annelik zevkini tatmak isteyen, meta olmaktan kurtulmak isteyenlerin dini olarak yayılıyor.

İslam, insanın kendisine yabancılaşmasından korkanların dini olarak yayılıyor.

İslam, fıtratını arayanların dini olarak yayılıyor.

Sonuç: İslam Meydan Okuyor

Batı adaletsizdir, merhametsizdir ve sevgisizdir. Batı tehditçi, darbeci ve özgürlüklere karşıdır. Batı demek sınıfsal ayırım demek, haksızlık ve sömürü demektir. Batı korku ve şiddet üzerine inşa edilmiştir. O nedenle Batı, barışı değil savaşı; düzeni değil kaosu sever. Batı, insan fıtratına açılmış bir savaştır.

Batı yalancı, iki yüzlü ve çifte standartçıdır. Bugünkü bunalımın ana kaynağı sekülerleşmedir. ABD bu çıkmazdan yıllarca devre dışına ittikleri Hıristiyanlığı bir koltuk değneği olarak kullanıp çıkmak istemektedir. Bu amaçlı bir dini söylem, asırlar içerisinde inşa ettikleri seküler sistemin daha hızlı çökmesine yardımcı olacaktır.

İnsan fıtratına uymayan tüm sistemler ve uygulamalar tarihin çöp sepetine atılacaktır. 21. asırda İslam, insanlığın geleceği olacaktır, kurtuluşu olacaktır.

 İslam, insan fıtratına uyan yegane değerler sistemi olduğu için her alanda meydan okuyor:

İslam, insanı bir bütün olarak ele aldığından, en iyi tanıdığından, insan fıtratına uygunluğundan dolayı birey için söylediği her şey, onu huzura ve mutluluğa götürmektedir.

İslam, ferdi, bir taraftan birey olarak ele alıp onun özel hayatını tanzim ederken; diğer taraftan onun toplumsal yönüne hitap edip cemaat olarak yaşamasını öğütlemektedir. Böylelikle insanı, hem bireysel bir varlık hem de toplumsal bir varlık olarak ele alıp inşa etmektedir. Akrabalık hukuku ve komşuluk hukuku ihdas ederek insanın yalnızlaşmasına, yalnızlaştığı için de müstağnileşmesine, benmerkezci olmasına mani olmaktadır. Cemaat içinde onu hem denetliyor hem de güven içerisinde olmasını sağlıyor.

İslam, paylaşmayı öngörüyor. Sermayenin tek elde toplanmasına karşı çıkıyor. Bundan dolayı bugünkü anlamdaki tekelleşmeyi reddediyor. Zenginlerin malında fakirin hakkı olduğunu söyleyip, o hakkı alıp sahiplerine veriyor. Zenginlerin mallarını istedikleri gibi tasarruf etme halkı olmadığını, halkın zararına mal edinilemeyeceğini ve kullanılmayacağını haykırıyor.

İslam, faize, tefeciliğe karşı çıkıyor. Faizi en büyük günahlardan kabul ederek Allah’a açılmış bir savaş olarak değerlendiriyor. Tüketim ekonomisine karşı çıkarak israfı değil tutumluluğu öğütlüyor. ‘Serbest pazar tektanrıcılığı şirk dini’nin ana gelir kaynakları olan tüketim, faiz, uyuşturucu-alkol , fuhuş ve rüşveti gayrı meşru ilan ederek ‘Serbest pazar tektanrıcılığı şirk dini’ne meydan okuyor.

İslam, nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin zulme karşı çıkıyor. Zulmü en ağır suç sayıyor. Dünyanın neresinde bir zulüm varsa onun def edilmesinden kendini sorumlu tutuyor.

İslam, aile hayatını, dede-nine, anne-baba ve çocuk(torun) üçlüsü ekseninde ele alarak nesiller arası bağı, sağlam bir zemine oturtuyor. Onlar arasında yeni bir hukuk ihdas ediyor. Çocukların öldürülmesine engel oluyor, çocuk yapmayı teşvik ediyor.

İslam, kadının tüketim, reklam, pazarlama ve fuhuş sektörünün elinde oyuncak olmasına karşı çıkıyor. Onu, cinsel bir meta, bir haz aracı olmaktan çıkarıp, ayaklarının altında cennet olan kutsal bir varlık, anne olarak konumlandırıyor.

 İslam, kamusal alan, özel alan ayırımı yapmadan tüm hayatı bir bütün olarak ele alıyor, parçalamıyor; bu bütünlük içerisinde hayatı tanzim ediyor. Böylelikle insanları, evde başka, sokakta başka, okulda başka ve kurumda başka davranış sergilemek zorunda bırakmıyor, insandaki bütünlüğü parçalamıyor. Şizofren olmayan, kendisi ile, ailesi ile, akrabası ile, komşusu ile, milleti ile, devleti ile barışık, dengeli, şahsiyetli bir insan unsuru inşa ediyor.

 İslam, İki dünyayı birleştiriyor; dünyayı, ahiretin tarlası yaparak insana ektiklerini biçeceği hesap gününü, ödül ve cezayı hatırlatarak aşırılıklardan kaçınmasını emrediyor. Onu dengeli, mütevazı olmaya çağırıyor. Ona mutluluğa giden yolu ve bu yol üzerindeki mayınları gösteriyor.

İslam, insanın Allah’la ilişkisini düzenleyerek, onu yalnızca Allah’la korkutarak, başka korkuları kalbinden söküp atarak özgürleştiriyor, şahsiyet sahibi yapıp yüceleştiriyor.

Özetle, İslam meydan okuyor ve İslam yayılıyor.

Ve Onlar Müslümanları hedef alarak;

‘Bunlar bizim yaşam tarzımıza karşılar. Bunun için 100 yıl sürecek bir Haçlı savaşını başlattık’ diyorlar.

Biz Müslümanlar da Hz. İbrahim’i örnek alarak, Onun durduğu(İbrahimî Duruş) gibi dimdik durarak;

«Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız.

Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.»(64 Mümtahine 4) diyoruz.

Ve İslam galip gelecektir, zalimler, kafirler,münafıklar istemese de.                              

Kaynaklar

1- Ardıç E. , Atatürk’ün Yatağı Yorganı, Star, 17 Kasım 2004

2- İnan K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yay, İstanbul, 2. Baskı, 1995

3-Turgut S., ‘Gizli Tarikatlar ve Savaş’, Akşam, 21.04.2004.

4-Fukuyama F., Büyük Çözülme, Sabah Kitap, (Çeviri), 1999.

5-Fukuyama F., Güven, Türkiye İş Bankası Yay, (Çeviri), 1998.

6- Chomsky, N. Terörizm Kültürü ABD Terörü, Pınar Yay, İstanbul 11991 s: 221 )

7- Akfırat, A. Özel Savaş Pentagon, Kaynak Yay. İstanbul, 1997 S200-201)):

8- Huntington,S.P., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yay, Ankara, 1997 S.:120 ):

9. Huntington,S.P., age. S:18-21.

10- Huntington, S.P., age. S:86.

11- Ataöv T.,’ ABD; “Şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetimidir” ‘, NPQ, Cilt 6 ,Özel sayı, 2004, S:18-21

12- Garaudy R., Çöküşün Öncüsü ABD, Nehir Yay, İstanbul, 1997, S: 51

13- Akgün B., “Faşizm, Bilim ve Çatışmacı Zihniyet: Huntington, Lewis ve Batının Bitmeyen Düşmanları”, Liberal Düşünce, yıl 9, sayı 35 yaz 2004 S: 109-112. (Soğuk savaşın dorukta olduğu yıllarda Huntington’un yazdığı, Değişmekte Olan Ülkelerde Siyasal Düzen adlı kitaptan alıntı)

14- Huntington,S.P., age S:119

15- Kaplan R.D. , “ Zafer için Her şey Mubah”, Radikal, 14 Ekim 2001.

16- Kaplan R.D. , “ Dış Politika İçe Dönmeli”, Radikal, 23 Eylül 2004.

17-Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı(TGTV), AB Yolunda Türkiye, 10. İstişare toplantısı Tebliğleri, İstanbul, 2004

18-Huntington,S.P., age. S.15-16,18 ):

19 Nas N., ‘Belirsizlik İçinde Denge Aramak Artık Bir Zorunluluktur’, NPQ, Cilt 6 ,Özel sayı, 2004, S:24-26

20- Kotkin, J., ‘Dünya Ekonomisine Yön Veren Kabileler’, NPQ, c.1/3, 1992, s. 50-55 )

21- Huntington, S.P., age S:107

22- Birol Akgün, a.g.y.

1 Ekim 2004 Cuma

Eğitimin Temel Sorunu -II Kıblesiz Bir Eğitim Anlayışı

 (Umran Dergisi)

“Onlar ki verirler dünyaya lâf ile nizâmât. Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.” Ziya Paşa

Geçen sayıda eğitimde nasıl bir insan ve toplum öngörüldüğünü, Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin hükümet programları göz önüne alınarak incelemeye başlamıştık. Geçen sayıda 1920-1950 dönemindeki hükümet programları değerlendirildi. Bu sayıda 1950-2004 dönemi incelenecektir.

I.,II. Menderes Hükümeti (22. 05. 1950-17.05. 1954)

1950 yılına gelindiğinde, yabancılaşmanın sonucu olarak eğitimde yapılan tahribatın büyüklüğünü gören Menderes hükümeti, manevi değerleri, hükümetin programına koyma cesaretini göstermiştir. Milli ve manevi değerler, anane, vatan ve demokrasi eğitimde temel değer olarak alınmıştır:

“Maddi bakımından ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ahlakı sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevi kıymetlere yer vermeyen bir cemiyetin, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akıbetlere sürükleneceği tabiidir. Talim ve terbiye sisteminde bu gayeyi göz önünde bulundurmayan, gençliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insanı kıymetlerle teçhiz edemeyen bir memlekete ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz...Tamamıyla demokratik bir ruh ile ve ilmin son neticelerine göre tespit edilecek geniş ve teferruatlı bir plan içerisinde maarif nimetini memleketin her tarafına müsavi şartlarla yaymayı temin edecek kanun tasarıları... Gençliğimizin vatan ideali etrafında toplanmasını hareket noktası olarak alıyoruz.”1

Kavramlar kullanılırken kodlama yolu seçilerek din kelimesi yerine manevi kelimesinin kullanılması, 1950 öncesindeki baskı-şiddet döneminin, ‘kanunen ve cebren’, zihinlerde meydana getirdiği tahribatın çok önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

1950-1960 döneminde, yapılan devrimlere bağlı olunmasına rağmen halkın milli ve manevi değerlerine yer veren, bu ihtiyaçlarını karşılamayı öne alan bir anlayış görüyoruz.

Menderes hükümetinin her alanda yaptığı reform çalışmaları ile halk yönetimde bir ağırlık olarak hissedilmeye başlanmıştır. Bu dönemdeki CHP muhalefeti, Menderes hareketini bir karşı devrim ve irtica hareketi olarak suçlayarak 27 Mayıs Darbesinin alt yapısını hazırlamıştır. Menderes, halkın ağırlığını TBMM’ye taşımanın bedelini, 27 Mayıs darbesi ile ödemiştir.

I. Gürsel Hükümeti (30.05.1960- 5. 01.1961) 

Yeni gelen darbe yönetimi, Menderes’in demokrasiyi soysuzlaştırdığını iddia ederek; eğitim aracılığı ile demokrasi kültürünün kökleştirilmesini programına almıştır:

“Demokrasinin kökleşmesi, soysuzlaşmamasının teminatı, özlenen iktisadı refahın tahakkuku, büyük kütlelerin, yeni yetişen nesillerin milli eğitimden en geniş ölçüde faydalanmasına bağlıdır. Milli eğitim teşkilat ve programlarımızı, bugünkü istikrarsız halinden kurtarmak, en acele işlerimiz arasındadır... Milli eğitimi durgun halinden çıkarıp yapıcı ve başarıcı bir vasfa ulaştırmak amacımızdır.”1

Menderes hükümeti Milli Eğitimi, milli ve manevi değerler ekseninde ‘demokratik bir ruhla’ ele almayı hedeflemiş olmasına rağmen; darbeci Gürsel Hükümeti programında, örtülü olarak demokrasinin Menderes hükümetlerince soysuzlaştırıldığı ifade edilmektedir. Her iki hükümet programında da temel değerlerden biri olarak demokrasi alınmış olmasına rağmen, kavrama yüklenen anlamların farklı olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraki yıllarda bu kavramsal kargaşanın dozajı giderek artacaktır.

VIII. ve IX. İnönü hükümeti programlarında konumuz açısından(arzu edilen insan ve toplum için esas alınan temel değerler nelerdir?) önemli herhangi bir şey bulunmamaktadır.

Ürgüplü Hükümeti (20.02. 1965-27.10. 1965)

Ürgüplü hükümetinin eğitim politikasında, milliyetçilik bir değer sistemi olarak referans alınmıştır.

“Memleketin ümit ve istikbali olan gençliği, şahsiyet sahibi ve milliyetçi bir ruh içinde yetiştirmek, onların gerek tahsil çağlarında gerekse hayata atılış devresinde ki ihtiyaçlarını karşılamak baş hedefimizdir. Memleket çocuklarının milletimiz ve insanlığa yararlı olması, yurt kalkınması için gerekli bütün vasıfları kazanması hususunda büyük gayret gösterilecektir.”1

I. Demirel hükümeti (27.10.1965-3 .11.1969) 

Demirel hükümetinin milli eğitim politikasında, milli ve manevi değerler Ürgüplü hükümet programına göre daha da öne çekilmiştir. Bunların yanı sıra Demirel, ‘hürriyet ve Demokrasi’ kavramlarını birer değer olarak eğitim politikasına koymuştur:

“Milli Eğitim Politikamızın temeli; vatandaşın bir kül halinde kalkına bilmesine, maddi ve manevi hayatını teçhiz ederek ve milli şuuru hakim kılarak yetişmesine yardım etmektir. Milli eğitim davası, Türkiye’de hürriyet rejiminin ve demokratik düzenin temelini besleyen bir kaynak olduğu kadar, memleket kalkınmasının en güçlü vasıtalarından biridir.”1

27 Mayıs Darbesinin etkisi ile gerek Ürgüplü gerekse Demirel hükümet programında, Menderes’inki kadar açık ve kesin ifadeler bulunmamaktadır. Mesajlar kodlama yapılarak verilmektedir. Ancak Demirel, Milli Eğitim davası içerisine, ‘Türkiye’de hürriyet rejiminin ve demokratik düzenin korunması anlayışını yerleştirmeyi’ koyması, Gürsel’in darbeci Hükümet programındaki ‘Demokrasinin soysuzlaştırılması’ ifadesine, dolayısıyla darbecilere cevap mahiyeti taşımaktadır.

Ancak darbecilerin Demirel’e cevabı, fazla gecikmeden 12 Mart Muhtırası ile gelmiştir. Sistemin ağırlık merkezi, halkın ağırlık merkezini yönetimden bir kez daha tasfiye etmiştir. Bununla beraber Hürriyet ve demokrasi kavramları, bundan sonraki hükümet programlarında etkili olacaktır.

1960-1970 döneminde, darbenin getirdiği kaosa rağmen Milli Eğitimde dini ve milli değerlere önem verilmiştir. Ancak bu dönemde sosyalist ve komünist düşünce gençlik üzerinde etkindir. CHP şemsiyesi altında sol elbise içerisinde yaygınlaşan bu zihniyet, ters etki yaparak dini ve milli değerlerin daha da öne çıkmasını sağlamıştır.

I.- II. Erim Hükümeti (26.03.1971-22.05.1972) 

 Bu darbe ürünü teknokrat hükümetler, Tevhid-i Tedrisat’ın bozulduğunu ileri sürerek dini eğitim ve öğretimi öncelikle mercek altına almışlardır:

“Atatürk’ün eğitimde birlik (tevhid-i Tedrisat) ilkesine aykırı bütün uygulamalara son verilecektir. Din işlerinin yönetimi siyasal ve kişisel çıkar hesaplarının üstünde tutulacak ve laik devlet esaslarına göre ele alınacaktır. Din görevlilerinin meslek içi ve meslek dışı eğitimi bu ilkeler ışığında düzenlenecektir. ”1

Bu dönemde eğitimde temel değer, Atatürk ilkeleridir:

“Her kademedeki öğretim kurumlarında okuyan öğrencilerimizin Atatürk İlkelerine uygun bir anlayış içinde yetişmeleri sağlanırken bu öğrencilerin sol ve sağ aşırı uçlar tarafından zihinlerinin bulandırılmaması ve ön yargılara saptırılmamasına üstün bir dikkat gösterilecek.” 1

Melen Hükümeti (22.05.1972- 15.04.1973) 

Eğitimde temel bir değer olarak Atatürk ilkelerinin yer alması, 12 Mart muhtırasından sonradır. Darbe ürünü Melen teknokrat hükümeti, buna yeni bir kavram olarak Atatürk milliyetçiliğini eklemiştir. Yetiştirilecek insan unsurunda aranacak vasıflar ise; Atatürk İlkeleri, laiklik, sosyal devlet anlayışı, hür, demokratik düzen, milli bir ruh olarak belirlenmiştir:

“Bu tasarı ile aynı zamanda Cumhuriyet hükümetlerinin bugüne kadar çıkarılmış eğitimle ilgili dağınık bütün kanunlarda bir araya getirilmiş ve Türk eğitim felsefesi Türk toplumunun yapısına, çağımızın ileri bilim ve teknoloji gereklerine ve Atatürk milliyetçiliği ilkeleri üzerine oturtulmuş olacaktır...

Bütün öğretim kademelerinde uygulanacak programlar, Atatürk İlkelerine laik ve sosyal devlet esaslarına, hür, demokratik düzene yürekten inanmış milli bir ruh ve heyecan taşıyan vatandaşlar yetiştirilecek şekilde değiştirilecektir.”1

Milliyetçilik yerine Atatürk milliyetçiliği kavramının ihdas edilmiş olması, muhtemelen siyasi hayatta neşvu nema bulan Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Nizam Partisi’nin varlığından dolayıdır. 12 Mart muhtırasından sonra kurulan 3 hükümet programında eğitim sisteminin temelini Atatürk İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği oluşturmuştur. Bu kavramlaştırmaların felsefi boyutu olup olmadığı tartışılmamıştır. Dini ve milli değerlerin kaldırılması ile ortaya çıkan felsefi boşluğun ne ile ve nasıl doldurulacağı pek düşünülmemiştir.

Melen hükümetinin programında, ‘Türk eğitim felsefesinin Türk toplumunun yapısı’ üzerine oturtulacağı ifadesi yer almış olmasına rağmen; yapılan uygulamalar ve getirilen değerlerin Türk toplum yapısı ile uyumluluğu hiç tartışmaya açılmamıştır. 1000 yıl İslam’la yoğrulmuş bir millettin yapısı, dini değerlerden nasıl bağımsız olarak ele alınabilir? Bu taktirde ne tür toplumsal sıkıntıların ortaya çıkacağı ya düşünülmemiş ya da kaostan medet umulmuştur.

Talu Hükümeti(15.04.1973- 26.01.1974) 

Darbe ürünü teknokrat Talu hükümet programında, Atatürk milliyetçiliği yerine Türk milliyetçiliği tabiri kullanılmakta; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti anlayışı ile Atatürk inkılaplarına vurgu yapılmaktadır. Bu hükümetin eğitim politikasında Cumhuriyet kavramı bir değer olarak ilk defa kullanılmaktadır:

“Milli eğitim Politikamız Cumhuriyete, insan hak ve hürriyetlerine, Türk milliyetçiliğine, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti anlayışına sahip Atatürk inkılaplarının koruyucusu bir gençlik yetiştirmek amacına yöneltilecektir. “(1)

I. Ecevit- Erbakan Hükümeti (26.01.1974- 17.11.1974)

CHP, 1973 seçimi sonucu 1950’den beri ilk defa hükümet olmaya çok yaklaşmıştır. Bunun için CHP kendisini AP karşısında mutlaka hükümet olmak zorunda hissetmiş ve kendisi ile çok zıt kutupta olmasına rağmen Erbakan’la koalisyon hükümeti kurmuştur. Muhtemeldir ki Erbakan’ın etkisi ile eğitim politikasında töreler, gelenekler ve milli hasletler birer değer olarak yer almıştır. Bunlara uygun ahlak dersleri ilk ve orta öğretime mecburi ders olarak konulmuştur:

“Çocuklarımıza töre ve geleneklerimize milli hasletlerimize uygun ahlak kaidelerinin öğretilmesi gayesi ile ilk ve orta öğretime mecburi ahlak dersleri konulacaktır. ”1

 12 Mart Muhtırası ile beraber Meslek liselerinin önüne konulan engeller, bu hükümet zamanında kaldırılmıştır.

Irmak Hükümeti (17 .11.1974-31.03. 1975)

Irmak hükümeti programında, eğitim alanında yeni bir ideoloji olarak Atatürkçülük tabiri ilk defa kullanılmıştır. Gençlerin Atatürkçülüğe, milli ve çağdaş uygarlık değerlerine göre eğitilmesi öngörülmüştür:

“Genç kuşakların Atatürkçülük, Anayasamızda ifadesini bulan çağdaş uygarlık bilinç ve anlayışına sahip, üstün yetenekte insanlar olarak yetiştirilmesi için gerekli bütün tedbirler alınacaktır.

…Öğretim programları taklitçilikten kurtarılarak milli koşullarımıza uygun hale getirilecektir... Çocuklarımızı zararlı yayınlardan koruyacak eğitici ve öğrenmeyi özendirici milli ve insanı duyguları güçlendirici yeni bir yayın programı geliştirilecektir.”1

IV: Demirel- Erbakan- Türkeş Hükümeti (31.03. 1975- 21.06. 1977)

V. Demirel - Erbakan- Türkeş Hükümeti (21.07.1977- 5.01. 1978)

Kamuoyunda ‘Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe hükümetleri’ diye anılan AP+MSP+MHP koalisyon hükümeti programında, Erbakan ve Türkeş’in etkisi önemli bir şekilde görülmektedir. Eğitimde milli ve manevi değerler ön plana çıkmıştır:

“Milli eğitimde amacımız; milletimizin bütün fertlerini, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; Atatürk inkılaplarına ve Türk Milliyetçiliğine bağlı; insan haklarına ve milli, demokratik laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş; büyük ve şanlı tarihimizle iftihar eden , milletimizin geleceğine güvenle bakan, her türlü taklitçilikten uzak, milli şahsiyetine müdrik, ilim, teknik ve medeniyet yarışında örnek olmayı hedef alan vatandaşlar olarak yetiştirmektir.

İlk ve ortaöğretimde okutulmakta olan ahlak dersleri, gayesine uygun ve milli ahlak esaslarına göre düzenlenecek ... Müfredat programlarının milli kültürümüze uymayan kısımları değiştirilecek, milletimizin ilme ve insanlığa yaptığı hizmetlerin öğretilmesine önem verilecektir.”1

II. Milliyetçi Cephe hükümetinde eğitim politikası, I. Milliyetçi Cephe hükümetininkine benzerdir. Programda Atatürk inkılapları, Türk milliyetçiliği, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti kavramları yer almamıştır. Ancak dünya görüşü oluşturabilen derslerin muhtevası üzerinde durulmuş, bunların içeriklerinin milli ve manevi değerlere uygun olarak düzenlenmesi hedef seçilmiştir:

“Yeni nesillere dünya görüşü aşılamakta önemle rol oynayan, bilhassa ahlak, sosyoloji, felsefe ve psikoloji gibi derslerin kitapları evlatlarımızın milli inançlarını, manevi değerlerini tahrip edici değil, bilakis milli ve manevi değerlere bağlılığı temin edici şekilde yeniden yazılacaktır.”1

Bu iki koalisyon hükümeti döneminde bütün derslerin özellikle de Ahlak, Sosyoloji, Felsefe ve Psikoloji derslerinin içeriklerinin, milli ve manevi değerleri tahrip etmeyecek şekilde düzenlenmesi hedeflenmiştir. Ayrıca bu hükümetlerin eğitim politikalarında, ilk defa, millete karşı değil devlete karşı görev ve sorumlulukların öğretilmesi benimsenmiştir. Sokakta meydana gelen olayların etkisinde kalınarak otoriter bir devlet anlayışı inşa edilmek istenmiştir.

Milli eğitim politikalarında milli ve manevi değerlere en yoğun bir şekilde vurgu yapan bu hükümetlerdir dersek abartı yapmış olmayız.

III. Ecevit Hükümeti (5.01.1978- 12.11.1979) 

II. Ecevit hükümetinin (21.06.1977-  21.07.1977) programında eğitimde hedeflenen insan unsuruna yer verilmediği için değerlendirilmeye alınmamıştır. Ancak III. Ecevit hükümeti programında, yetiştirilecek insan unsurunun sahip olması gereken özelliklere yer verilmektedir. Programda yeni bir kavram olarak çağdaş milliyetçilik yer almaktadır. Ayrıca milli ve manevi değerlere bağlılık esas alınmakta ve ‘düşünce ayrılıklarına rağmen barış ve özgürlük içinde yaşayabilme bilinci’ verilmek istenmektedir:

“Anayasamızda yer alan birleştirici, çağdaş milliyetçilik bilincine erişmiş, Atatürk ilkelerini ve demokratik anlayışı benimsemiş, ailesine , vatanına, Türk ulusuna ve insanlığa karşı görevlerini ve sorumluluklarını bilen, milli ve manevi değerlere bağlı, düşünce ayrılıklarına rağmen barış ve özgürlük içinde yaşayabilen kuşaklar yetiştirmek, insan haklarına dayalı hür demokratik rejimi, milli birliğimiz ve bağımsızlığımızı güçlendirmek; köklü ve zengin kültürümüzü çağdaş insanlık kültürüyle birlikte geliştirmek; Türk ulusunu çağın uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak, milli eğitimimizin temel amaçlarıdır.”1

Demirel-Erbakan-Türkeş koalisyon hükümetinin eğitim politikası içerisinde, ‘insan haklarına ve devlete karşı görev ve sorumluluklara vurgu yapılırken; III. Ecevit hükümeti programında, ‘Türk ulusuna ve insanlığa karşı görev ve sorumluluklara’ vurgu yapılmış olması dikkat çekicidir. Ecevit, devlet yerine milleti öne çekerek daha sivil anlayışlı bir insan unsurunun yetiştirilmesini amaçlamış görünmektedir.

VI. Demirel Hükümeti (12.11.1979-12.09. 1980)

Bu hükümet, Erbakan ve Türkeş’in dışardan desteklediği bir azınlık hükümetidir. Eğitim politikasında milli unsurlar ağırlıktadır. VI. Demirel hükümeti programında eğitimde etkin olmuş beynelmilelci ve Marksist etkilerin yok edilmesi istenmektedir. Gençlerde Devlete bağlılığın yanı sıra millete de bağlılık istenen bir vasıftır. Fertlerin milli hayat felsefemize sadık bir şekilde yetiştirileceği hedeflenmektedir. Hem ders kitaplarında hem de ders programlarında millilik esas alınmıştır:

“Eğitimimiz, beynelmilelci ve Marksist tesirlerden kurtarılacak, idarede, mevzuatta, ders programları ve kitaplarında, kültürel faaliyet ve neşriyatta, eğitimin milliliği temel ilke olarak korunacak ve itibar görecektir. Öğretmenlerimiz, Cumhuriyet okullarında, Türk çocuklarını milliyetçi bir ruh ve düşünce ile yetiştirecekler, onların gönüllerine ve zihinlerine, Devlete, millete, aileye, milli ve manevi değerlerimize, milletimizin geleceğine sadakat ve sahiplik şuurunu yerleştireceklerdir.

Özerk yüksek öğretim kurumu ve kuruluşları, öğrencilerini Devletimize, insan haklarına dayalı demokratik rejime, milli hayat felsefemize sadık bir şekilde yetiştirmekle mükellef olacaktır, bunu için bütün tedbirleri alacaklardır.”1

Yüksek eğitim kurumlarına üstü kapalı ciddi bir eleştiri vardır. ‘milli hayat felsefemiz’ kavramı ilk kez bu hükümet programında yer almıştır. Ancak bu kavramın içeriği, daha önceki hükümetlerin kullandığı bir çok kavramda olduğu gibi tam belirgin değildir. Kavramlar muğlak bırakıldığı, içerisi doldurulmadığı için öğretilenler bir davranış değişimi meydana getirememiştir.

1970-80 dönemi, muhtıra ile birlikte başlayan koalisyonlar dönemidir. Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket partilerinin devreye girmesi ile dini ve milli değerler, eskiye nazaran, eğitimde ilk defa ciddi bir şekilde yer almaya başlamıştır. Teknokrat hükümetlerinde vurgu Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk inkılapları üzerinedir. Siyasi partilerden oluşan hükümetlerde partilerin kimliğine bağlı olarak milli ve manevi değerler yada çağdaş değerler, evrensel değerler öne çıkmaktadır. Bu dönem içerisinde ‘milliyetçilik’, ‘Türk milliyetçiliği’, ‘Atatürk milliyetçiliği’ ve ‘Birleştirici çağdaş milliyetçilik’ olmak üzere 4 farklı milliyetçilik kavramı kullanılmıştır. Buradan da görülebildiği gibi temel kavramlara yüklenen anlamlar sürekli değiştirilmiş, anlam alanları daraltılmış, bir çok kavram da çarpıtılmıştır. Birbirine karşıt düşüncedeki siyasî partilerin kurdukları hükümetlerdeki eğitim politikaları ana ilkeler olarak birbirine karşıt olmuştur. Kavramlara farklı anlamlar yüklemişlerdir. Hükümet ömrüne(2 ayla 2 yıl) bağlı olarak eğitim politikalarının da sıkça değişmiş olması nedeniyle ülkenin ihtiyacı olan bir insan unsuru yetiştirilememiştir. Bu gelgit politikasında nesillerin kafası karma karışık olmuştur .

Ulusu Hükümeti (20.09.1980-13.12.1983) 

12 Eylül darbesinden önce Türkiye’deki sistem Millî, İslamî ve Marksist eksenli 3 ana hareket tarafından yoğun bir şekilde yıpratılmıştır. Özellikle gençlik kesiminde sisteme karşı büyük bir öfke vardır. Sistemin Ağırlık merkezi kontrolü kaybetmek üzeredir.12 Eylül darbesi yapılarak ve ABD’nin arzu ve direktifleri istikametinde her şey ‘refahtan şımarıp azanların’ isteklerine göre yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Tam 3 yıl süren darbe ürünü Ulusu teknokrat hükümeti, Konsey ve Danışma Meclisi ile birlikte Türkiye’ye yeniden şekil vermek istemiştir. Atatürk milliyetçiliği, anayasaya konarak anayasal bir kavram hüviyetine kavuşturulmuştur. Bu dönemde eğitimin her aşamasında, Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk ilke ve inkılapları ana değer olarak seçilmiş; din de dahil diğer değerlerin tümü, bu iki kavrama destek verecek şekilde yorumlanıp konumlandırılmıştır:

“Milli eğitim ve öğretimde, Atatürk Milliyetçiliğinin yeniden yurdun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır. Bütün öğretim kurumlarında ki öğrencilerin amacı, Atatürk Milliyetçiliği ve ilkeleri ile pekişmiş milli unsur, bilgi ve becerileri kazanmak olmalıdır. Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasına izin vermeyeceğiz.

“…Ülkesi ve milletiyle devletin geleceğini hazırlama görevini üstlenen eğitim kurumlarında ve kuruluşlarında Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insanı, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına saygılı olan; milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren yurttaşlar yetiştirmek başlıca hedeflerimizden biri olacaktır.”1

1970-1980 dönemindeki farklı hükümetlerin eğitim politikalarında yer alan temel kavramların neredeyse tamamı Ulusu hükümet programına girmiştir. Eklektik bir yapı meydana getirilmiştir. Darbeyi yapanlar da darbeye muhatap olanlar da aynı terminolojiyi kullanmaya başlamıştır: ‘Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerleri, Atatürk milliyetçiliği/Türk milliyetçiliği, Atatürk ilke ve inkılapları, çağdaş uygarlık’. Bu kavramları programlarında esas aldıkları için Menderes, Demirel, Erbakan ve Türkeş karşı devrimci olarak suçlanmışlardır. 12 Eylül’le birlikte de tüm partiler suçlu görülüp kapatılmışlardır.

Darbecilerin kullandığı kavramlarla darbeye muhatap olanların kullandığı kavramlar aynı olmasına karşın, darbecilerin kavramlara yükledikleri anlam ve fonksiyonlar farklıdır. Nitekim 12 Mart teknokrat hükümetleri zamanında çıkarılan 14.6.1973 tarih ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, 16.6.1983 tarih ve 2842 sayılı kanunla ciddi bir şekilde değişime tabi tutulmuştur. Milli Eğitim Temel Kanunundaki bir kısım maddeler, Anayasaya yerleştirilen Atatürk milliyetçiliği kavramına göre yeniden tanzim edilmiştir:

“Madde 2: Türk Milli Eğitim sisteminin genel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini,

1- Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlâki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;

2- Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek…”2

Burada dikkat çeken bir husus; fertlerin topluma karşı yalnızca sorumluluğu olacak ve fakat devlete karşı hem görevi hem de sorumluluğu olacaktır. Dolayısıyla otoriter devlet yapısı özlemi daha baskındır.

Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesi, eğitim sisteminin nasıl bir insan yetiştirmeyi amaçladığını açıklamaktadır. Bu maddede geçen “demokrasi”, “laiklik”, “Atatürk milliyetçiliği”, “ahlaki”, “insani”, “manevi”, “kültürel değerler”, “geniş bir dünya görüşü” kavramları; açık seçik ve bilimsel olarak tanımlanmamıştır. Böylelikle sistemin ağırlık merkezindeki iktidar sahiplerinin rahatlıkla at oynatacakları bir alan meydana getirilmiştir.

Milliyetçilik, demokrasi ve din öğretimi, Atatürk Milliyetçiliği kavramına bağımlı hale getirilerek Milli Eğitim Temel Kanunu’nda ciddi anlamsal değişiklikler yapılmıştır: “Atatürk İnkılapları ve Türk Milliyetçiliği” başlığı, “Atatürk İnkılap ve İlkeleri ve Atatürk Milliyetçiliği” şeklinde değiştirilmiştir.

Madde 10’da ise “eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır.” denerek milliyetçiliğin anlam alanı daraltılmıştır.

Madde 11’de demokrasi kavramının anlam alanı daraltılarak muğlaklaştırılmıştır:

“Madde 11: Güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmasında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasi ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasi olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez.”2

Kavramların anlam alanlarını saptırma veya daraltma, din alanında da görülmektedir. Milli Eğitim Temel Yasasının 12. Maddesinde Din Kültürü ve Ahlak öğretimi zorunlu ders haline getirilmiş ve genel amacı ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 29 Mart 1982 tarihli ve 2109 sayılı tebliğler dergisi’nde şöyle ifade edilmiştir:

 “Temel eğitim ve ortaöğretimde öğrenciye, Türk Milli Eğitim Politikası doğrultusunda genel amaçlarına, ilkelerine ve Atatürk’ün laiklik ilkesine uygun din, İslâm dini ve ahlak bilgisi ile ilgili yeterli temel bilgi kazandırmak; böylece Atatürkçülüğün, milli birlik ve beraberliğin, insan sevgisinin dini ve ahlaki yönden pekiştirilmesini sağlamak, iyi ahlaklı ve faziletli insanlar yetiştirmektir.”

30 Ekim 1986 tarih ve 2219 sayılı Tebliğler Dergisi’nde Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin öğretim ilkelerine son şekli verilerek yayınlanmıştır. 7. ilkede “Ders konuları daima Atatürk ilkeleri ile bütünleştirilecektir.” denmektedir.

Böylece Dinin anlam sahası, Allah’ın gönderdiği ilkeler, Atatürk ilkeleri, Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk laikliği ile daraltılmıştır.

1980-1983 döneminde, 1739 sayılı Milli eğitim temel yasasında yapılan değişiklikler ile çok geniş değerler spektrumuna sahip ve fakat ne olduğu pek belli olmayan bir insan unsuru yetiştirilmek istenmiş; ancak yasaya konan kavramların birbiri ile çelişkileri göz önüne alınmamıştır. Zıt kavramlar arasında uyum sağlayabilmek için bir çok kavrama ya yeni anlamlar yüklenmiş yada anlam alanları daraltılmış veya bir kısmının anlamları çarpıtılmıştır. Bunun zihinlerde nasıl bir şizofreni oluşturacağı ya düşünülmemiş yada önemsenmemiştir.

Bu dönemde ağırlık merkezi devlettir. Devlete sadakat millete sadakatten öncedir. Devlet millet için değil, millet devlet için vardır.

Ulusu Hükümetinden sonra gelen hükümetlerin tümü, Milli Eğitim Temel Kanununa atıfta bulunarak milli eğitim politikasını inşa etmek zorunda kalmışlardır. Programlarında insan yetiştirmeyi esas alan ana temalar bundan dolayı değişmemektedir. Hükümetlerin yapısına bağlı olarak bazı değerlere vurgu yapılarak öne çekilmektedir. Bir de mağdur edilmiş olanların hakları geri verilmeye veya bazı hakların alanı genişletilmeye çalışılmıştır.

I. Özal Hükümeti (13.12.1983- 21.121987)

II. Özal Hükümeti (27.12.1987- 9.11.1989)

Akbulut Hükümeti (9.11.1989-3.7.1991) 

Ulusu hükümetinde genel olarak halk yoktur, devlet ve sistem vardır. Sistemin ağırlık merkezi baskındır. İlk seçimlerde halk sözünü söyleyerek sistemin ağırlık merkezi karşısına kendi ağırlık merkezini yerleştirmiş; ANAP(Özal)’ı tek başına iktidar yapmıştır. Özal’a yöneltilen eleştiriler, Menderes ve Demirel’e yöneltilenlerden pek farkı olmamıştır. Muhtemelen bunun etkisi ile I.,II. Özal ve Akbulut hükümetlerinin eğitim politikalarında genel ifadelere yer verilmiştir. Eğitim politikasında Atatürk ilkeleri, milli ve ahlakı değerler ve medenilik temel değerler olarak zikredilmektedir:

“Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın ve gençlerimizin modern ve ileri Türkiye idealine, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, milli ve ahlakı değerlerimizi benimsemiş, bilgili ilmi düşünceye sahip, herkese karşı sevgi, saygı ve müsamaha besleyen medeni birer insan olarak yetişmelerini milli eğitimin esası sayarız.”1

Yılmaz Hükümeti(3 .7. 1991-28.11.1991)

ANAP’ın 3 hükümet programında eğitimde yetiştirilecek insan unsuru açısından fazla dikkate değer bir şey bulunmazken; (ANAP’ın 4. hükümeti) Yılmaz hükümetinin eğitim politikasında milli kültür, laik eğitim ve dini öğretime özel bir vurgu yapıldığı görülmekte ve Eğitim politikasının Milli Eğitim Temel Kanunu doğrultusunda şekillendirileceği belirtilmektedir:

“Milli kimlik, kişilik ahlakı karakter ve yüksek irade gücü kazandıran milli kültürümüzü, her derece ve türde ki örgün, yaygın, sürekli ve hayat boyu eğitim, kurumlarında ve uygulamalarında daha yoğun bir şekilde vermeye ve benimsetmeye çalışacağız. .. Eğitimde laiklik ilkesini, toplumumuzun çeşitliliğinin en büyük kaynaştırıcı ve birleştirici harcı, temeli ve teminatı olarak görüyor ve benimsiyoruz.

Milli birlik ve bütünlüğümüzün harcı olan, yüce duygularla olgunlaşmamızın, yüksek ahlaklı toplum meydana getirmemizin kaynağı olan yüce dinimizin ehil öğretmenlerle öğretilmesi ana amacımızdır. Bu amaçla dini öğretime daha da önem verilecektir...

İktidarımızın hükümet programlarında belirtilen amaçlar, hedefler, ilkeler ve ihtiyaçlar ile Milli Eğitim Temel Kanunu doğrultusunda Milli Eğitimimizin geliştirilmesi için önemli çalışmalar yapılmış ve büyük mesafeler alınmıştır.”1

1983-1991 ANAP’ın tek başına iktidar(1960 dan sonra en uzun ömürlü hükümet) olduğu bir dönem olup bu dönemde, eğitimden ziyade ekonomide geniş ve yoğun reformlar yapılmıştır. Yetiştirilecek insan unsuru ile ilgili eğitim politikasında, millî, manevî ve ahlakî değerler öne çekilmiştir. Yasal olarak bir değişiklik olmamasına karşılık, meydana gelen rahatlıktan dolayı gençlik üzerinde milli ve dini değerlerin etkisi artmıştır.

Demirel- İnönü Hükümeti (28.11.1991 - 3.7.1993)

Tarihi süreçte birbirlerine rakip olmuş iki farklı zihniyetin partilerinin oluşturduğu Demirel-İnönü koalisyon hükümetinin eğitim politikasında, zıtların birliği denebilecek bir değerler armonisi vardır. Çağdaşlık, laiklik, evrensellik, cumhuriyetçilik gibi değerlere özel bir önem verilmiştir:

“Çağdaş, laik, etkin ve yaygın bir eğitim sistemi oluşturulacak ve yürürlüğe konacaktır.

Çağdaş ve etkin eğitim, çağdaş toplumun tartışılmaz gereksinimidir.

Laik, evrensel, cumhuriyetçi, milli kültürü geliştirici, yaratıcı, özgür düşünceye dayalı bir eğitim politikası esastır. Kişilik sahibi, nitelikli insan yetiştirmek amaçtır. Bütün öğrenciler laik dünya görüşüne dayalı kültür derslerini mutlaka ortak olarak göreceklerdir...

Öğretim programları ve ders kitapları evrensel ölçülere, uygun olarak yeniden düzenlenecek, gençlerimize araştırmacı, yaratıcı ve bağımsız bir kişilik kazandırma ön plana çıkarılacaktır.”(1) 

Çiller Hükümeti (3.7.1993- 13.10.1993) Çiller Azınlık Hükümeti (13.10.1995- 3.11.1995)

Demirel sonrasında Çiller tarafından kurulan koalisyon ve azınlık hükümetlerinin eğitim politikalarında, Demirel-İnönü hükümetinin derin izleri vardır:

“Laik, evrensel, cumhuriyetçi, milli kültürü geliştirici, yaratıcı, özgür düşünceye dayalı bir eğitim politikası esastır. Kişilik sahibi, nitelikli insan yetiştirmek amaçtır. Eğitimde kaliteye, çağdaşlığa ve fırsat eşitliğine önem verilecektir.”1

Çoğulcu demokrasi kavramı, yukarıdakilere ek olarak ve de ilk olarak Çiller azınlık hükümet programında yer almıştır:

“Eğitimde; laik, çoğulcu demokrasiyi özümsemiş, milli kültürü geliştirici, düşünme ve algılama yeteneği gelişmiş, dış dünya ve yeni düşüncelere açık, bilim ve teknoloji üretimine yatkın insan gücünün yetiştirilmesini sağlayıcı bir politika izlenecektir.”1

Çiller-Baykal hükümetinin (3.11.1995-10.3.1996) eğitim politikasında konumuz açısından herhangi bir şey bulunmamaktadır.

Yılmaz-Çiller Hükümeti (10.3.1996- 6.7.1996) 

1996 seçimleri sonrasında halk, ağırlığını dini ve milli duyguları öne çeken partiler istikametinde ortaya koyarak ‘Önce ahlak ve maneviyat’ diyen Erbakan’ın önünü açıp Refah Partisini 1.parti yapmıştır. RP’nin bu denli büyük atağı, o dönemdeki ahlakî erozyonla ilgilidir. Bir kısım medya aracılığı ile yürütülen bir çürütme ve çökertme faaliyetine toplumun bir cevabıdır bu sonuç. Mevcut durum, sistemin ANAP hükümetlerine karşı başörtüsü ve din dersleri üzerinden yürüttüğü bir yıpratma kampanyasına, halkın verdiği bir cevap olarak değerlendirilebilir. Ancak yürütülen bu psikolojik savaş sadece seçimi etkilememiş, seçim sonrasında kurulan Yılmaz-Çiller, Erbakan-Çiller hükümetlerinin eğitim politikalarında da etkili olmuştur:

“Eğitimde: Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, milli, manevi ve ahlaki değerlerimizi benimsemiş, bilgili, ilmi düşünceye sahip,herkese karşı saygılı ve hoş görülü, sevgi dolu, laik ve çoğulcu demokrasiyi davranış haline getirmiş, kişisel sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılığı gelişmiş, bilgi ve teknoloji üretimine yatkın ve beceri düzeyi yüksek, kendi kendine yeterli ve güvenli, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amacımızdır.”1

Atatürk ilkeleri, milli, manevi ve ahlaki değerler, laiklik, çoğulcu demokrasi ve toplumsal duyarlılık ana değerler olarak programda yerini almaktadır. Bu hükümet programında bir farklılık olarak eğitimde toplumsal duyarlılık ilk kez gündeme getirilmiştir.

Erbakan-Çiller Hükümeti (6.7.1996- 10.7.1997)

Çiller-Yılmaz hükümet programında ki eğitim politikasından farklı olarak burada çoğulcu demokrasiye ve toplumsal duyarlılığa yer verilmemiştir:

“Eğitimde, milli, manevi ve ahlaki değerlerimizi benimsemiş, bilgili, ilmi düşünceye sahip, herkese karşı saygılı ve hoşgörülü, laik, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amacımızdır.”1

Yılmaz-Ecevit-Cindoruk Hükümeti (30.6.1997- 11.1.1999) 

Erbakan Çiller hükümeti, Askeri cunta ve sivil çetelerin koalisyonu ile gerçekleştirilen 28 Şubat post modern darbesi ile düşürülmüştür. MGK’da Erbakan- Çiller hükümetine dayatılan 18 maddelik bir muhtıra, bundan sonra gelen tüm hükümetlerin eğitim politikalarını görünür bir şekilde etkilemiştir. Bundan sonra gelen tüm hükümetler, 28 Şubat post modern darbesinin ülkeye dayattığı bir çok konuya inanmadıkları ve bunları gerçekleştirmemeyi zihnen kabul ettikleri halde dayatılan konuların bir çoğuna, en azından kavramsal düzeyde, programlarında yer vermişlerdir:

“Eğitimin tüm kademelerinde, Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş, milli , manevi ve ahlaki değerlerimizi benimsemiş, bilimsel düşünceye yetkin, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amaç olacaktır.

Anayasanın 24.üncü maddesinde, din ve ahlak eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılması öngörüldüğünden, ilköğretim ve orta öğretim kurumlarında zorunlu din kültürü ve ahlak öğretimine devam edilecektir. Bunun dışında din eğitimi ve öğretimi, ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. İsteğe bağlı Kuran Kurslarından ve hafızlık eğitiminden Milli eğitim Temel Kanunu çerçevesinde Diyanet işleri Başkanlığı Sorumludur.”1

28 Şubat postmodern darbesinden sonra hükümetler eğitimi, mayınlı bir arazi kabul edip özel hiçbir şey söylememeye özen göstermişlerdir. Bütün bu baskı ortamına rağmen hiçbir hükümet, halka rağmen bazı şeyleri gerçekleştirme cesaretini gösterememiştir. 

Ecevit Azınlık Hükümeti (11.1.1999-28.5.1999)

Ecevit azınlık hükümeti programında konumuz açısından dikkate değer bir şey bulunmamaktadır. 

Ecevit- Bahçeli- Yılmaz Hükümeti (28.5.1999-18.11.2002) 

18 Nisan 1999 seçimlerinde halk, yeterince haklarını koruyamadığı için Refah Partisi’ni cezalandırmış; masaya yumruk vurarak gasp edilen hakları alacağını beyan eden MHP’yi ise ödüllendirmiştir. Ancak MHP meydanlarda verdiği sözlere uygun olarak hükümet programına eğitim politikaları açısından kendi kimliğini yansıtan ciddi hiçbir şey koyduramamış ve pratikte de vaat ettiklerini gerçekleştirememiştir. Bu hükümetin programında eğitimin insan boyutu ile ilgili temel değerlere herhangi bir atıfta bulunulmamaktadır. Yalnızca ilköğretimin 5. sınıfını tamamlayan öğrencilere Kur’ân Kurslarına yazın devam edebilme izni verilmektedir:

“İlköğretimin beşinci sınıfını tamamlayan öğrencilerin, kanuni temsilcilerinin talep etmesi durumunda, Diyanet işleri başkanlığınca yaz tatilinde açılan ve milli eğitim bakanlığının denetim ve gözetimine tabi olan Kuran Kurslarına devam edebilmelerine imkan verici bir düzenleme yapılacaktır”3

Bu hükümet üyelerinin tümü, halkın ihtiyaçlarına karşı bu kadar duyarsız kalmalarının bedelini, ilk genel seçimlerde ağır bir şekilde ödeyip parlamento dışı kalmışlardır.

Gül Hükümeti(18.11.2002-14.3.2003) 

Refah Partisi ve ardından Fazilet Partisi kapatılmış; Milli Görüş hareketinin küllerinden yeni iki parti doğmuştur. AKP, reddi miras yaparak eski söylemlerinin neredeyse tümünden vazgeçtiğini kamuoyuna duyurmuştur. Bu değişimi, hem Gül hükümetinin hem de Erdoğan hükümetinin eğitim politikalarında görmek mümkündür. Gül hükümetinin eğitim politikasında yetiştirilecek insan unsurunda baz alınacak temel değerler; hürriyet, çağdaşlık, demokratik ve evrensel değerler, laikliktir.

 “Hükümetimizin eğitimde temel hedefi, büyük önder Atatürk’ün özdeyişinde ifadesini bulan “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmektir…

Çağdaş ve demokratik milli eğitim reformumuzun hedefi, evrensel standartlara uygun bir yapılanma içinde, Özgür düşünen ve bağımsız karar verebilen, Yeniliklere açık, Özgüven sahibi, Hayata olumlu bakan, Problem çözme, iletişim ve organizasyon yeteneği gelişmiş, Bilim ve teknoloji üretebilen, İçinde yaşadığı toplumun değerlerine duyarlı bireylerin yetişmesine uygun koşulların ve fırsatların üretilmesi ve topluma sunulmasıdır...

Eğitim ve öğretimde evrensel değerleri öne alan, insanı merkeze yerleştiren demokratik ve çağdaş bir yaklaşım benimsenecektir...”4

Hükümet programında Din eğitimi ve öğretimi öngörülmektedir. Ancak takdim biçiminde bir tuhaflık vardır:

“Anayasamızda tanımlanan laiklik ilkesi ve din ve vicdan hürriyetine etkinlik ve işlerlik kazandırılarak, dinin, dini duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla istismar edilmesi veya kötüye kullanılmasını önleyebilecek bir din eğitimi ve öğretimi, Anayasamızda tanımlanan çerçevede etkinlik ve verimliliğe kavuşturulacaktır. Böylelikle, hem vatandaşlarımızın din eğitimi ve öğrenimi alanındaki beklentileri karşılanacak, hem de bu alanda yaşanan suiistimallere son verilmek mümkün olacaktır.”4

Gül hükümetinin eğitim politikasında daha ziyade çağdaşlık, demokrasi, evrensel değerler referans alınmıştır. Milli ve manevi değerlerden söz edilmemektedir. En İlginç olan nokta, insanların içinde yaşadıkları toplumun değerlerine duyarlı olmalarının bağlı değil, yeterli görülmüş olmasıdır.

Erdoğan Hükümeti (18 Mart 2003- ...) 

Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi sonucunda kurulan hükümetin programında Gül hükümetine nazaran daha net ifadeler yer almaktadır. Bununla birlikte eğitimde nasıl bir insan ve nasıl bir toplum hedeflendiğine ilişkin bir görüş yer almamaktadır. Eğitim sisteminin ideolojik kavgalardan arındırılacağı, anayasada tanımlanan çerçevede bir din eğitim ve öğretiminin verileceği, yasak ve sınırlamaların kaldırılacağı, hoşgörünün hakim kılınacağı, milli ve manevi değerlerin korunup kollanacağı; bu arada milli değerlerle evrensel değerler arasında bir entegrasyon yapılacağı belirtilmektedir:

“Eğitim Kalitesinin artırılması, eğitimde fırsat eşitliğinin geçek anlamda sağlanması ve eğitim sisteminin ideolojik kavgaların arenası olmaktan çıkarılması yetkin ve yetenekli bireylerin yetiştirilmesi açısından son derece önemlidir...

Anayasamızda tanımlanan laiklik ilkesi, din ve vicdan hürriyetine etkinlik ve işlerlik kazandırılarak,dinin, dini duyguların veya dince kutsal sayılan değerlerin ve sembollerin siyası veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla istismar edilmesi veya kötüye kullanılmasını önleyebilecek bir din eğitimi ve öğretimi, Anayasamızda tanımlanan çerçevede uygulamaya konulacaktır...

Üniversiteler, her çeşit düşüncenin demokratik bir ortamda, hoşgörü içinde öğretilip tartışıldığı, yasakların ve sınırlamaların olmadığı özgür bir foruma dönüştürülecektir...

Hükümetimiz, milli değerlerin, birey, aile ve toplumu ayakta tutan manevi dinamiklerin korunup geliştirilmesi konusunda azami gayret içerisinde olacaktır. Milli kültürümüzde ki esas yapıyı, üslubu koruyarak evrensel değerlerle milli kültürümüz arasında ki etkileşimi en üst noktaya çıkarmayı amaçlamakta, gerçek bir çağdaş kültür atmosferi oluşturmanın bu yoldan geçtiğine inanılmaktadır. Bu iki alanı, çatışma konusu olmaktan çıkarıp,her iki unsurun zenginliklerinden birlikte yararlanmak, kültür politikamızın temelidir.”5

Erdoğan’ın geçmişte içerisinde bulunduğu siyasi hareketin ‘dini istismar ettiğine’ ilişkin kamuoyuna yaptığı açıklamaları gözönüne alırsak; gerek Gül ve gerekse Erdoğan hükümetlerinin programlarında yer alan ‘dinin, dini duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla istismar edilmesi veya kötüye kullanılmasını önleyebilecek’ gibi ifadelerin özel bir anlamı ve mesajı olması gerekir.

Erdoğan’ın Hükümet programı eğitim politikaları açısından Gül Hükümetine nazaran daha milli bir özellik taşımaktadır.

1997-2003 dönemi kısa ömürlü koalisyonlar dönemidir. Farklı görüşteki siyasi partilerin ardarda gelmesi ile uzun vadeli bir milli eğitim politikasının oluşturulması mümkün olmadığı gibi 28 Şubat postmodern darbesinde yer alan Cunta ve Çetenin vesayeti altında kalmışlardır.

Bugün AKP tek başına hükümet olmuş olmasına rağmen, 28 Şubatın milli eğitimde meydana getirdiği tahribatın hiçbirine mani olabilmiş değildir. Milli eğitim alanında nereye elini atsa savaş naraları atılmakta ve savaş davullar çalmaya başlamaktadır. Bu, iki merkez arasında adı konmamış veya açıklanmamış kıran kırana bir mücadelenin var olduğunu göstermektedir. 

Kıblesiz Bir Eğitim Anlayışı 

Yukarıda cumhuriyet tarihinde gelip geçmiş hükümetlerin programları eğitimde nasıl bir insan unsuru öngörülüyor noktasından ele alınıp irdelenmiştir. 84 yıllık bir dönemdeki hükümetlerin eğitim politikalarında yetiştirilmek istenen insan unsuru için referans aldıkları temel değerlerin yıllara göre dağılımını özet olarak gözönüne aldığımızda, hiç de iç açıcı bir tablo ile karşı karşıya kalmadığımız hemen görülebilir:

          1920: Dini ve milli değerler(Çocuklar dinlerini mekteplerde öğreneceklerdir).

          1923: Milli hars(İslami dönemi içermeyen) ve asri medeniyet değerleri.

          1937: Türklerin ahlakı(Din bu dönemde vicdanlara ve mabetlere hapsedildiğine

            göre ahlakın dayandığı değerler belli değildir).

          1946: Türk İnkılabının ana fikirleri, Türk tarihi mefahiri.

          1948: Demokratik değerler.

          1950: Milli ahlak, ananeler, manevi ve insani kıymetler.

          1960: Demokratik değerler.

          1965: Milliyetçilik.

          1965: Maddi ve manevi değerler ile milliyetçilik.

          1971: Atatürk İlkeleri, laiklik, demokratik değerler, milliyetçilik.

          1972: Atatürk milliyetçiliği.

          1974: Töre ve gelenekler, milli hasletler.

          1973: Cumhuriyet, insan hak ve hürriyetleri, Türk milliyetçiliği, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti anlayışı, Atatürk inkılapları.

          1974: Atatürkçülük, çağdaş uygarlık bilinç ve anlayışı.

          1975: Türk milletinin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerleri, vatan, millet sevgisi, Atatürk inkılapları,Türk milliyetçiliği, insan hakları, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti anlayışı, milli tarih anlayışı.

          1978: Birleştirici,çağdaş milliyetçilik, Atatürk ilkeleri, demokratik değerleri, aile,

vatan, Türk ulusu sevgisi, insanlığa karşı görev ve sorumluluk bilinci, milli ve manevi değerler, çağdaş insanlık kültürü.

          1979: Milliyetçilik, milli ve manevi değerler, devlete, millete, aileye bağlılık.

          1980: Atatürk ilke ve devrimleri, Atatürk milliyetçiliği, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerleri; aile, vatan, millet sevgisi, insan hakları; milli, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı.

          1983: Modernlik, Atatürk ilke ve inkılapları , milli ve ahlakı değerler

          1991: Milli değerler, laiklik.

          1991: Laiklik, evrensellik, cumhuriyetçilik, milli değerler.

          1995: Laiklik, çoğulcu demokrasiyi, milli değerler

          1996: Atatürk ilke ve inkılapları, milli, manevi ve ahlaki değerler, laiklik, çoğulcu

 demokrasi, kişisel sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılık.

          1996: Milli, manevi ve ahlaki değerler, laiklik , Atatürk ilke ve inkılapları.

          1997: Atatürk ilke ve inkılapları, milli , manevi ve ahlaki değerler.

          2003: Laiklik, Milli değerler, evrensel değerler. Demokrasi.

84 yıllık tarihte; 1920-1950 arası 30 yıllık tarih, eğitim açısından bir yabancılaşma dönemi olup her şey batıya endekslidir. Milletin İslam tarihi dönemi toptan reddedilip Orta Asya Türk değerlerine ulaşılarak oradan hareketle yeni bir toplum inşa edilmek istenmiştir. Var olan toplum, sanal bir toplum adına ‘kanunen ve cebren’ değişime zorlanmıştır. Bu dönemde dine ve dinden etkilenen her şeye savaş açılmıştır.

1950-1960 dönemi DP’nin tek başına hükümet olup iktidar olamadığı bir dönemdir. CHP’nin ve bürokrasinin korkunç baskısı altında eğitimde referans alınan temel değerler konusunda ciddi bir şey yapılamamış olmasına karşın, getirilen rahat ortamda millet biraz nefes alabilmiştir.

1960-1970 döneminde AP, darbenin gölgesi altında 4 yıl ancak tek başına hükümet olabilmiş geri kalan dönemde koalisyonlar vardır.

1970-1980 dönemi 12 Mart muhtırasının gölgesinde birbirine karşıt görüşteki partilerin koalisyon hükümetleri dönemi olup 3 aydan 2 yıla kadar değişen bir ömürleri bulunmaktadır.

1980-1983 Darbe hükümeti dönemi olup her şey yeniden yapılandırılmak istenmiştir.

1983-1991 dönemi 12 Eylülün gölgesinde ANAP’ın tek başına hükümet olduğu bir dönemdir.

1991-2003 dönemi ömrü 1 aydan 3 yıla kadar değişen koalisyonlar dönemidir.

Tek başına hükümet olmuş partiler, cunta ve çetelerin sürekli olarak tehdidi altında çalışmak zorunda kaldıklarından, millete verdikleri sözlerin bir çoğunu gerçekleştirememişlerdir. Koalisyon hükümetleri ise asgari müştereklerde birleştikleri için istim üzerinde durmuşlar, darbelerin getirdiği teknokrat hükümetler ise halkın tam karşısında saf tutmuşlardır.

1950 sonrası dönem bir biçimde halkın etkisinin yönetime yansıdığı bir dönemdir. Sistemin ağırlık merkezi karşısında yeni bir ağırlık merkezi olarak halkın ağırlık merkezi oluşmuştur. Sistemin ağırlık merkezi ile halkın ağırlık merkezi arasında çatışma zaman zaman yer altında, zaman zaman yer üstünde olmak üzere değişik şiddette devam etmiştir. Bu dönemde, halkın susturulması için değişik ton ve şekilde darbelerin yapıldığını görmekteyiz. Yönetimde süreksizlik ve istikrarsızlık meydana gelmiştir.

Böylesi istikrarsız bir dönemde ciddi bir devlet politikası oluşamamış, Milli eğitim bir ateş topu gibi elden ele atılmıştır. Hükümetlerin değişmesi ile milli eğitim politikaları değiştiği gibi, aynı hükümet içerisinde bakanın değişmesi ile de politikalar değişmiştir. Eğitimde tam bir kıble tutturulamamıştır.

 84 yıl bir toplumun hayatında o kadar uzun bir süre değildir. Bu süreç içerisinde bir çok kavramın anlam alanları saptırılmış çarpıtılmış içleri boşaltılıp anlamsızlaştırılmıştır. 84 yıl gibi kısa bir sure içerisinde Milli eğitim politikalarının sürekli değişmesi, yetişen nesiller üzerinde kalıcı bir etki yapmamış, onları bir birine zıt değerlerin anaforuna sürüklemiştir.

Sonuç

Toplumların temel değerleri, asırların birikimi ile meydana gelmektedir. Temelinde din, gelenek, görenek ve töreler vardır. Eğitimi milli yapan, fert ve toplumda olumlu istikamette değişim meydana getirebilen bu temel değerlerdir. Kendi toplumsal değerlerini, kültürünü ve medeniyetini aşağılayan, onları hor gören, tarihini ret eden, dini tehlike olarak gören ve öğrenilmesini yasaklayan bir eğitim anlayışı, nasıl olumlu yönde bir değişim meydana getirebilir ve nasıl milli olabilir?

 Türkiye’nin ana sorunu, bu temel değerler konusunda kendisi ile barışık olmamasıdır. Bu barış sağlanmadan Türkiye’ye ne huzur ve güven gelebilir ne de Türkiye, ciddi bir kalkınma gerçekleştirerek uluslararası arenada güç ve söz sahibi olabilir.

Bunun için Türkiye’de ‘Millet devlet içindir’ anlayışı değişmek zorundadır. Gerçekte ‘Devlet millet için’ var olmalıdır. Odağında fert ve toplum olan bir sistem anlayışına geçilmelidir. Gerçekte 1736 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasının 4. ve 5. maddeleri Devleti Millet için öngörmektedir:

“Madde 4. Eğitim kurumları dil,ırk, cinsiyet ve din ayırımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz.”

“Madde 5 Milli eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir.”2

Bu nedenle eğitim sistemimiz Madde 5’e uygun olarak millet eksenli olarak yeniden yapılandırılmalıdır.

Eğitim sistemimiz, milli kültürünü, örfünü, geleneğini ve dinini bilen, yaşayan, yaşatan her türlü düşünceye saygılı, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında köprü kurabilen nesiller yetiştirmelidir.

Eğitim sistemimiz, Anadolu coğrafyasındaki mozayiği iyi kavrayan, farklı toplulukların inanç, örf, adet ve geleneklerine saygılı insanlar yetiştirmelidir.

Eğitim sistemimiz, ezbercilikten uzak, öğrenmesini bilen, okuyan, düşünen, algılama gücü yüksek, karar verme yeteneği olan, yargılayabilen insanlar yetiştirmelidir.

Eğitim sistemimiz, insanların yeteneklerini ortaya çıkarıcı, ona güven verici, taklit ve kopyacılıktan uzaklaştırıcı, üretici insanlar yetiştirmelidir.

Evet eğitim sistemimizin ortasında insan olmalı, insanın mutluluğu hedef alınmalıdır.

Bugün yapılması gereken, fert, toplum, devlet ve sistemin birbiri ile bütünleştiği Büyük Güçlü bir Türkiye’yi inşa edip bunalım geçiren insanlığı kurtarmak üzere yeni ufuklara yelken açmaktır.

Yarın çok geç olmuş olabilir.                      

Dipnotlar

1- Milli Eğitim Bakanlığı Talim Ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Şura Genel Sekreterliği, Hükümet Programlarında Eğitim, Ankara ,(1998)

2- Milli Eğitim Temel Kanunu, M.E.B., Ank. 1995,

3- Ecevit-Bahçeli-Yılmaz Hükümet Programı

4- Gül Hükümet Programı

5- Erdoğan Hükümet Programı

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...