(Umran Dergisi Haziran 2018 Yazısıdır)
Türkiye’deki seçimlerde sadece iç dinamiklerin asıl rolü oynaması/oynayabilmesi için, sonuç ne olursa olsun, Türkiye’nin iç dinamiklerini birleştirip bütünleştirecek âdil bir söyleme, dile ve politikaya ihtiyaç vardır. O nedenle seçimleri bir kavga, gerilim ortamından kurtarmak gerekmektedir. Huzurlu bir seçim ortamı oluşturmak, başta siyasiler olmak üzere genel olarak tüm toplumun, özel olarak da STK’ların görevidir.
Türkiye; cumhurbaşkanı, milletvekili ve yerel yönetimler olmak üzere üç seçimi gerçekleştireceği yeni bir seçim dönemine girmiştir. Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri 24 Haziran 2018 tarihinde gerçekleşecektir. Yerel yönetimlerin seçimleri ise muhtemelen 2019 yılına sarkacaktır. Her halükârda bir ya da bir buçuk yıl içerisinde Türkiye üç seçim yaşayacaktır.
Bölgenin kan gölüne döndüğü ve dünyanın çok sert soğuk savaş
dönemini yaşadığı, Şer İttifakı (ABD-Siyonizm-İngiltere-İsrail) tarafından yeni
dünya düzeni için üçüncü dünya savaşının Ortadoğu’dan çıkarılmak ve
bölgenin paramparça edilmek istendiği bir dönemde, Türkiye’deki seçimler iç,
bölgesel ve küresel dinamiklerin etkileşiminde gerçekleşecektir. Şer
İttifakının(ABD-Siyonizm-İngiltere-İsrail) Türkiye’deki seçimlere bigâne
kalması mümkün değildir. Bununla beraber bölgesel dinamiklerden, AB, Rusya,
İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Küresel dinamiklerden Çin, dozajı farklı da
olsa değişik nedenlerle, Türkiye’deki seçimlerle ile ilgilenecektir. Dünyada ve
Bölgede savaşan projeler, bunu zorunlu kılmaktadır.
Bu üç seçimde sadece iç dinamiklerin asıl rolü
oynaması/oynayabilmesi için, sonuç ne olursa olsun, Türkiye’nin iç
dinamiklerini birleştirip bütünleştirecek âdil bir söyleme, dile ve
politikaya ihtiyaç vardır. O nedenle seçimleri bir kavga,
gerilim ortamından kurtarmak gerekmektedir. Huzurlu bir seçim ortamı
oluşturmak, başta siyasiler olmak üzere genel olarak tüm toplumun, özel olarak
da STK/Gönüllü kuruluşlar/cemaatlerin görevidir. Bunun için kullanılacak dil
ve söylem önem kazanmaktadır.
Bu yazıda, bölgede savaşan projeleri, bugünkü siyasi dilin arka plânı, tarihi kökeni, Müslümanların kullanması gereken dilin mahiyetini belirlemede etkili olan/olması gereken adalet, mizan ve kıst kavramlarını ve bu kavramlara dayalı bir dil kullanmanın ve söz söylemenin nasıl olması gerektiği konusu ele alınıp değerlendirilecektir.
Bölgede Savaşan Projeler
Son gelişmeleri göz önüne aldığımızda Şer İttifakı
(ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm), PKK, PYD/YPG, DAEŞ gibi terör örgütlerini
kullanarak, öncelikle Irak ve Suriye’yi bölmeye çalışmaktadır. ABD’nin,
Türkiye’ye rağmen PYD/YPG’yi “stratejik ortak” ilân edip düzenli orduya geçmesi
için eğitmesi ve ağır silahlarla donatmasının sebebi budur.
Ancak Irak ve Suriye’nin bölünmesi, sadece yerel bir vaka
olarak ele alınıp değerlendirilirse hata yapılır. Daha sonrası için hedef,
İran, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan’dır. Bölgede vuku bulan
olaylar, bölgede çatışan projeler kapsamında ele alınıp değerlendirilmelidir.
Bölgede Türkiye, İran, Suriye ve Irak görünürde terör
örgütleri (PKK, PYD/YPG, DAEŞ) ile savaşıyor; gerçekte bu dört ülke, terör
örgütleri üzerinden Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) ile
savaşıyor. Ancak bu gizli savaşın adı henüz konmamıştır. Hem küresel hem
de İslâm coğrafyasında hâkimiyet kurma amaçlı çatışan projeleri, aşağıdaki gibi
sınıflandırabiliriz:
- “21.
Yüzyıl ABD Yüzyılı”(PNAC, ABD),
- “Büyük
Ortadoğu Projesi”(BOP; ABD-İsrail –İngiltere- Siyonizm),
- “100
Yıllık Haçlı Savaşları Projesi”(ABD-Vatikan)
- “Küresel
Savaş Projesi”/”Üçüncü Dünya Savaşı Projesi”(ABD-İsrail–İngiltere-
Siyonizm),
- “Tek
Dünya Devleti/Tek Dünya Hükümeti” (Siyonizm),
- “Büyük
İsrail Projesi”( BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli),
- “2.
Sevr Projesi”(AB),
- “Avrasya’nın
Hıristiyanlaştırılması/‘Dinler Arası Diyalog’) Projesi”(Vatikan),
- ‘NATO’nun
Evrenselleşmesi ve İslâm Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi’,
- “Serbest
Piyasa”-”Özelleştirme projesi”(ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB),
- “İslâm'ın
İslâm'la Savaştırılması Projesi”(RAND Raporu: Dört Müslüman Tip, 2009-H.
Clinton’ın Kriptosu, 2009-Pandth’in Komisyonu),
- “Çok
Kutuplu Ortadoğu Projesi”; “Ayrı, Dengeli Güç Odakları Oluşturma ve Bölge
Güçlerinin Birbirini Dengelemesi Projesi”(ABD),
- “Kadife
Darbeler Zinciri Projesi”,
- “Rusya’nın
Küresel Güç Olma Projesi”,
- “Sıcak
Denizlere İnme- Eski Müttefikleri Kazanma Projesi”(Rusya),
- “Çin’in
Küresel Güç Olma Projesi”,
- “Düşmanla/Rakiple
Güvenlik Alanının Dışında Hesaplaşma Projesi”(ABD/Çin/Rusya):
“Vekâlet Savaşları,”
- “Yeni
Osmanlı Projesi-Bölgesel Güç Olma Projesi”(Türkiye),
- “Etnik-Mezhepsel
Fay Hatları Oluşturma Projesi- Kaos Projesi” (ABD/ AB/ Rusya/
Çin/Siyonizm),
- “Şia
Savunma Hattı Projesi”(İran-Irak-Suriye-Lübnan),
- “Şia
Eksenini Parçalama, Yayılmasını Engelleme ve Sünni Bir Eksen Meydana
Getirme Projesi” (Suudi Arabistan/Katar/Türkiye/ Mısır)/(Sünni Arap
Yönetimleri + İsrail)
- “İsrail
Suudi Arabistan Ekseni Oluşturma Projesi”( ABD-İsrail–İngiltere-Siyonizm).
- “Ilımlı
İslâm Projesi”( ABD-İsrail –İngiltere- Siyonizm)
Uzun zamandır bölge ülkelerini bölmek ve birbiri ile
savaştırmak, böylelikle İsrail’i rahatlatabilmek ve genişlemesini sağlamak,
enerji havzalarına el koymak, Filistin meselesini göz ardı edebilmek, hatta bir
küresel savaş çıkarmak için Türkiye’yi provoke ederek kullanabilmek
hedeflenmektedir.[1]
İsrail meclisi, Netanyahu’ya, “İran’a savaş açma yetkisi” vermiştir. İsrail, Filistin’de her geçen gün katliamlarını artırmakta ve yaygınlaştırmaktadır. Ayrıca İsrail, her geçen gün, Suriye’de bir bölgeyi bombalayarak “güvenli bölge” adı altında Suriye topraklarını işgal edip yayılmaktadır. Şer İttifakı yanı başımızdaki Ermenistan’da seçimler üzerinden bir kadife darbe gerçekleştirmiştir. Böylece Türkiye’nin güneyinde olduğu gibi şimdi de Türkiye’nin kuzeyinde Türkiye, İran ve Rusya’nın ortasına yerleşmeye çalışmaktadır. Türkiye, bu kuşatma hareketini görmek ve yarmak zorundadır. Türkiye, böyle bir atmosferde seçime gitmekte, iki seçimi birlikte yapmaktadır. Türkiye bu seçim sürecini kardeşlik içinde tamamlamalıdır. Bunun için de, kullanacağımız dil ve üslup önemlidir.
Tarihten Miras Kalan Bir Hastalık: “Karalayıcı İttihat
Terakki Dili”
Osmanlı’da İttihatçılar tarafından inşa edilip
yaygınlaştırılan siyasi bir mantık vardır: “Muhatabı suçla”, “karala”, “küçük
gör”, “küçük düşür”, “tehdit et” ve “yok et”. Millî Mücadele sonrasında Büyük
Millet Meclisinde gücü eline geçiren, İttihat Terakki’nin ikinci derecede
kadrosu, yapılacak olan reformları, inkılâpları meşru gösterebilmek sorunu ile
karşı karşıya idi. Askeri güç elindeydi; ama bu yeterli değildi. Yapılacak
devrimlere sahip çıkacak bir tabana da ihtiyaç vardı. Batı kültür ve medeniyeti
değerleri üzerine inşa edilen bir sisteme sahip çıkacak seküler, laik bir
toplum kesimi inşa etmek, yeni yönetimin en temel sorunlarından biriydi.
Bu yeni taban, Osmanlı’nın kötülenmesi, karalanması
temelinde yapılacak bir propaganda ile elde edilmeye çalışıldı. 9.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yılı
nedeniyle yaptığı bir konuşmada (9.10.1999), Osmanlının şuurlu bir şekilde,
kasti olarak suçlandığını, karalandığını, bunun ana politika olduğunu ifade
etmiştir: “Cumhuriyetin ilk dönemlerinde rejimin oturması için Osmanlı
aleyhinde bir söylem geliştirilmişti; artık bu tehlike geçmiştir; çünkü
Cumhuriyet kendi nesillerini yetiştirmiştir; Osmanlıyı suçlamamızın bir manası
kalmamıştır. Osmanlı ile barışmak gerekir.”
Cumhuriyet dönemi ile birlikte yeni sistemin oturtulabilmesi
ve daha başarılı gösterilebilmesi için Osmanlı, özellikle son Sultan
Vahdettin, ilkokuldan üniversiteye kadar okutulan tarih kitaplarında, “korkak”,
“İngiliz iş birlikçisi” ve “hırsız” olarak tanıtılmıştır. “Sevr Antlaşmasını
kabul edip imzalayan bir vatan haini” olarak takdim edilmiştir. Mustafa
Kemal, Nutuk’ta Vahdettin’i ihanetle ve menfaatperestlikle
suçlamaktadır: “Saltanat ve Hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış,
şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler
araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve
korkak, yalnız padişahın iradesi altında ve onunla beraber şahıslarını
esirgeyebilecek herhangi bir duruma razı...”
Eski Başbakan Bülent Ecevit, ahir ömründe, resmi tarihin bu
iddialarına karşı çıkmıştır: “O bir hain değildir. Bazı hoş olmayan şeyleri
mecburen yapmıştır. Bu arada ülke için çok iyi şeyler de yapmıştır. ‘Kurtuluş
Savaşı’na açıktan olmasa bile belirgin şekilde destek oldu. İstanbul’dan
ayrılacağı zaman devletin elinde külliyetli altın ve para vardı. O, çok az bir
miktar aldı. İstese tümünü alabilirdi. Saygıdeğer bir davranışta bulundu.”[2] Ecevit’in
bu açıklamasına o zamanki Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
destek vererek resmi tarih tezini yalanlamıştır: “Atatürk, Vahdettin'in
yaveridir. Birlikte Berlin'e gittiler... Genelkurmay'ın, Atatürk ve
Vahdettin'in telgraflarına yer veren yayını vardır. O kitapta Atatürk, Nutuk'ta
yazdıklarından farklı şeyler söylüyor.”[3
Cumhuriyet tarihi boyunca kanunlar bir baskı ve susturma
aracı olarak kullanılmış ve yeni yönetime karşı söylenen her şey ihanet
muamelesi görmüştür. Dönemin Başvekili İsmet İnönü’nün 1925 yılında
Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşma, bu karalayıcı, suçlayıcı, itham edici
zihniyetin tam bir özetidir: “Tevhid-i Tedrisatı düşündüğümüz zaman,
avamfiribâne iğfalâta vesile yapılacağını tahmin etmiyor değildik. Bizim için
bunların hepsi malûm idi... Bu gibi itirazların ne gibi netayici olacağını hep
biliyorduk… Mugalatalara, tezvirlere boyun eğmek, itiraf-ı acz olurdu.
İnkılâplar kâdir ve kâhirdir... O fiili tecelliye kadar biz bu hakikati
kanunen, cebren, inkılâpla telkin ve onu tatbik edeceğiz... Hedefe varmak için
her cahilâne itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir.”[4]
Serbest Fırka’yı kuran ve kurduranlar, Mustafa Kemal dâhil,
o gün için devlet gücünü elinde bulunduranlardı. Halkın, Halk Fırkası’na karşı
Serbest Fırka’ya büyük teveccüh göstermesi, Serbest Fırka’nın sonunu getirmiş;
suçlama, karalama, tehdit ile parti kapattırılmıştır: “Ahmet Ağaoğlu:
…Anarşi ve irtica bize yanaşmazdı!.. Fakat ısrar olundu! Küfür, tahkir, isnat
yağdırdılar; vatansızlıkla, ecnebiperestlikle itham edildik!” “Fethi
Okyar: O halde, neden arkadaşlar, neden fırkamızı behemehâl Gazi’ye karşı bir
fırka olarak göstermek istiyorlar? Bunu söylemek Türkiye’de muhalif bir
fırkanın vücut bulmasını muhal kılmak demektir. Efendiler bu hakikaten
muhaldir.”[5]
Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin genetik yapısına işlemiş
olan, karalama, ihanetle suçlama, Mustafa Kemal - İnönü kavgasında da kendisini
göstermiş, Mustafa Kemal öldükten sonra İnönü paralardan Mustafa Kemal’in resimlerini
kaldırtmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi içinden çıkıp Demokrat Partiyi kuran bir
kadro, 1946 ve 1950 seçimlerinden sonra aynı şekilde suçlanmış/o da suçlamış,
tehdit edilmiş/ o da tehdit etmiş ve karalanmıştır/ o da karalamıştır.[6] İttihat
Terakki ile başlayan geçmişi ve rakipleri tehdit, karalama ve ihanetle suçlama
yaklaşımı, Cumhuriyet döneminde yetişen bir neslin karakteristik özelliği
olmuştur. Bugün meydanlarda kullanılan siyasi dilin böyle bir geçmişi
vardır.
Adalet, Kıst, Mizan
Müslümanlara göre Allah, insanlara gönderdiği Kitap
ve Peygamberlerle, insanlara huzura, mutluluğa ve kurtuluşa erişebilecekleri yolları
bildirmiştir. Bu noktada Kur’an’da birçok anahtar, odak kavram yer almaktadır.
Mizan, adl ve kıst kavramları, Kur’an ve Sünnette yer alan hem anahtar
hem de odak kavramlar olup anlam alanları, etkileşim alanları çok geniştir.
Adl (adalet,
denge), a-da-le kökünden gelen adl, Arap dilinde eşlik ve
denge anlamına gelmektedir. “Adl, denkliği, basiretle idrak olunanı; ıdl ise,
duyularla idrak olunanı ifade etmektedir”. Kur'an terminolojisinde, “her şeyi
denge noktasında tutmak” ve “yerli yerine koymak” anlamında olup zulmün karşıtı
anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'de türevleriyle birlikte 30'dan fazla yerde geçer.
Adalet kavramı sözlükte; “insaflı ve doğru
olmak, doğru davranmak, zulmetmemek, eşit olmak, eşit tutmak, her şeye hakkını
vermek, düzeltmek, mutedil olmak, her şeyi yerli yerinde yapmak, istikamet ve
hakkaniyet” anlamlarına gelirken; ıstılahı/dinî terim olarak; ifrat ve tefrit
arasında orta yolu takip etmek, hak yol üzere dosdoğru olmak, dinen haram
kılınan şeyleri terk etmek, farzları yapmak, içi ve dışı, özü, sözü, fiil ve
davranışları eşit olmak, haklıya hakkını, haksıza cezasını vermek, suç ve
cezada eşit davranmak, şirk, küfür, nifak ve zulmü terk etmek, anlamlarına
gelmektedir. “Adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengedir.” [7]
Âdil; “Adaletli ve insaflı olan,
hakla hükmeden, haklıya hakkını haksıza cezasını veren, bu prensibi herkese
uygulayan, her şeyi yerli yerinde yapan, hak ve hukuka riâyet eden, dürüst ve
doğru olan insana denir”[8].
Adalet kavramı Kur’an’da; 1-Fidye (2 Bakara 48), 2-Kıymet,
denk, eşit (5Mâide 95), 3-Şirk Koşmak (6 Enam 1), 3-Haktan sapmak(27 Neml 60),
4-Düzeltmek, ölçülü bir biçim vermek (82 İnfitâr 6-7), 5-Tevhîd (16Nahl 90) ve
6-Karakter bütünlüğü (5 Maide 95, 106; 65 Talak2) anlamlarında
kullanılmaktadır.[9]
Kur’an, hayatın her sahasında, tüm işlerde adaletin hâkim
olmasını, adalet üzere davranılıp, hareket edilmesini emretmektedir. Kur’an’da
adalet kavramının geçtiği ayetleri, ana konularına göre aşağıdaki gibi tasnif
edebiliriz:
- Sözde/Konuşmada/Üslupta
Adalet (7 Araf 159; 6 Enam 152)
- Hükümde/Yargılamada/Şahitlikte
Adalet (4 Nisa 58; 5 Maide 8, 9, 42; 49 Hucurat 9; 4 Nisa 135; 65Talak
2,3)
- Aile
İçinde Adalet (4 Nisa 2,3, 127, 129)
- Ticari
İlişkilerde Adalet (2 Bakara 282; 6 Enam 152; 11 Hud 84-88; 26 Şuara
177-191; 17 İsra 14-39)
- İlahi
Adalet/Ahiret Adaleti (10 Yunus 4, 47,54; 21 Enbiya 47; 7 Araf 8,9; 23
Müminun 102,103; 101 Karia 6-11).
Kur’an’a göre adaletin uygulanmasında karşılaşılan ana
engeller, temel faktörler şunlardır:
- Yakınları
Kayırma (4 Nisa 135; 6 Enam 152),
- Heva
ve Hevese Uyma (4 Nisa 135; 42 Şura 15; 38 Sad 26),
- Kin
ve Öfke Duyma (5 Maide 8),
- Din
ve İnanç Farkı (60 Mümtehine 8,9),
- Korku,
- Ahireti
unutma (38 Sad 26).
Mizan kelimesinin
kökü, ve-ze-ne olup “tartmak, miktarını ölçmek” demektir. “Vezn”, genellikle,
“terazi ile ölçmek” için; “keyl” “kileyle ölçmek, buğday arpa gibi tanelileri
bir kapla ölçmek” için kullanılır. Vezn, “eşyanın yekdiğerine oranla miktarı
veya miktarının tanınması”, “denkleştirme” işlemidir.[10]
Mizan’ın sözlük anlamı, “terazi, ölçü ve tartı aleti” iken;
dinî ıstılahı anlamı, “mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adalet
ölçüsüdür” (21 Enbiya 47; 101 Kârıa 6-9) .[11] Mizan
kelimesi, hem “ölçü” hem de “ölçü aleti” anlamına gelmektedir. Mizan,
denkleştirmenin yapıldığı alettir.
Kâinat, Allah’ın tayin ettiği bir mizan, bir kanuniyete göre
yaratılmıştır: “Göğü yükseltmiş, mizanı koymuştur. Sakın
mizanda 'haksızlık ve taşkınlık yapmayın.' Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve
tartıyı noksan tutmayın.” (55 Rahman 7-9). Ayette bir taraftan kâinattaki
mizana, “genel denge kanununa”, vurgu yapılırken; diğer taraftan doğrudan
doğruya insana hitap edilerek ‘mizanda haksızlık ve taşkınlık yapılmaması’,
‘tartının adaletle tutulup doğrultulması, noksan yapılmaması’ emredilmektedir.
Mizanın bozulmaması, adaletin inşa edilip korunması, ana bir
görev ve sorumluluk olarak insanın omuzlarına yüklenmiştir. Şura 17’de; “Kitabı
ve mizanı hak olarak indiren Allah'tır.”; İsra 35’te ise, “Ölçtüğünüz zaman
tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi
bakımından daha güzeldir.” denmekle; insanın hayatını, Kitap’la birlikte
bildirilen mizana göre tanzim etmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Bu dünyada hayatın tanzim edilmesi için gönderilen mizana
uygun davranıp davranmamaya göre, öte dünyada/ahirette ilahi bir mizan kurulup
insanlar yargılanacaktır (101 Karia 6-11).
Kıst’ın, sözlük anlamı, “zulüm, adalet, mizan, hisse,
nasıp, rızık, miktar, ölçü”dür (11). Zıt anlamlı kelime grubundandır.
Yaygın kullanım anlamı, “insaf, merhamet ve adaletle verilen veya alınan,
bölüştürülen nasiptir”. Kıst, mizanın iki kefesinin denkleştirildikten
sonra bölüştürülen nasiplerdir. Çoğu kez adl ile eş anlamlı olarak
kullanılmaktadır. “Vasat olma”, “orta yolda gitme”, “her türlü
aşırılıklardan sakınma” söz konusudur. Kur’an’da kıst ve
türevleri, iki yerde zulüm ve 23 yerde adalet anlamında olmak üzere 25 defa
geçmektedir.[12]
Kıst ve türevleri Kur’an’da, “Allah'ın îmân edip sâlih amel işleyenlere adaletle karşılık vereceği” (10 Yunus 4), “kıyamette insanların arasında adaletle hükmedileceği” (10 Yunus 47,54), “amelleri tartmak için adalet terazileri kurulacağı” (21 Enbiya 47), “kutsal kitapların insanların adaleti yerine getirmeleri için gönderildiği” (57 Hadid 25), “ölçü ve tartının adaletle yapılması” (11 Hud 85, 55 Rahman 9), “insanlar arasında adaletle hükmedilmesi emri (5 Maide 42; 49 Hucurat 9) ve “Allah'ın âdil insanları sevdiği” (60 Mümtehine 8) şeklinde geçmektedir.
Ana Tezat, Bunalımın Temel Nedeni
Kur’an-ı Kerim’e göre hayat ve kâinat, mizan, kıst ve adalet
üzerine kurulmuştur ve toplumlarda, barış ve huzur, ancak mizan, kıst ve
adaletle ayakta durabilir, korunabilir: “Andolsun, biz peygamberlerimizi
apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla
birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar
için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve
peygamberlerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin
(ortaya çıkarsın).” (57 Hadid 25).
Kur’an’a göre Allah, Hz. Davud’un şahsında halifelik görev
ve sorumluluğunun çerçevesini iman edenlere bildirmektedir: “Ey
Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar
arasında hak ile hükmet, hevaya uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır.
Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar
için şiddetli bir azab vardır.” (38 Sad 26).
Öyleyse, iktidarların, yönetimlerin, yöneticilerin ana görev
ve sorumluluğu, Allah’ın koyduğu mizanı korumak, kıst ve adaleti tüm insanlar
için hâkim kılmaktır. Kuran ve sünnetin öngördüğü, mizan, kıst ve adalet,
partilere, mezheplere, dinlere, cemaatlere, vakıflara, STK’lara ve “bizden olan
ve olmayana” göre değişmez, değişmemelidir. Bu gün için ana mesele,
hayat, tüm insanların hakkını, hukukunu koruyan, kollayan tevhidi değerlere
göre mi tanzim edilecek; yoksa belli bir zümrenin, sınıfın menfaatlerini
koruyup kollayan seküler değerlere ( heva-hevese) göre mi tanzim edilecektir?
Hz. Âdem ile İblis arasında başlayan mücadeleden bu yana
tarihi şekillendiren ana dinamik, insanların hayatlarını tanzim edecek olan
temel değerleri, ölçüleri kim koyacak, kim tespit edecektir, sorusudur.
Kur’an-ı Kerim bu soruyu nirengi noktası olarak görmekte ve buna dikkat
çekmektedir (74 Müddesir 18-24).
Tüm insanların hakkını, hukukunu koruyacak temel değerleri,
birincil, ana değerleri insan nefsinden, heva-hevesinden bağımsız olacak tarzda
kim ortaya koyabilir? Bu sorunun cevabı, İslâmî düşünce ile seküler düşünceyi
birbirinden ayırmaktadır. İslâmî düşünce, bu soruyu Allah olarak
cevaplandırırken; seküler düşünce, insan olarak cevaplandırmaktadır. Seküler
düşüncenin, hayata hâkim olması ile birlikte, yaşanan hayat ile insan fıtratı
çatışmakta, hem bireysel hem de toplumsal bunalım meydana gelmekte ve de
yaygınlaşmaktadır.
Mizanın bozulması, adaletin bozulmasına, o da toplumların ifsadına ve de helâkine sebebiyet vermektedir (7 Araf 81-84; 10 Yunus 83; 11 Hud 84-85). Bu ayetlerde ismi geçen tüm toplumlar, mizanı bozdukları, zulme saptıkları için helâk olmuşlardır. Lut kavmi, eşcinsellikten (7/81-84); Firavun ve ordusu, zulümden (10/83) ve Medyen halkı ise genel olarak mizanı, kıstı ve adaleti bozduklarından dolayı helâk olmuşlardır. Bu ilahi sünnettir. Allah’ın sünnetinde bir değişiklik olmaz. Şartlar uygun hale geldiğinde ilahi irade tecelli etmektedir.
Dilde, Sözde Ve Sevgide Adalet ve Mizan
Hayatın ve kâinatın huzur içerisinde idame etmesi, fesadın
ortaya çıkıp yaygınlaşmaması, bireysel ve toplumsal bunalımın meydana
gelmemesi; tevhidi değerlere dayalı hak, hukuk, fıtrat, mizan, adl ve kıst gibi
bazı temel kavramların merkezde olduğu bir düşünce ve hayat tarzının esas
alınması ile mümkündür. Tevhidi değerlere dayanmayan bir mizan ve adalet
anlayışı, melez değer sistemine o da sosyal şizofreniye sebebiyet vermektedir.
Bunun doğal tezahürü bireysel ve toplumsal bunalımdır.
Ailede, toplumda, siyasette, tüm beşeri ilişkilerde, sevgi
ve saygıda, kin ve nefrette ifratın yaşanmasının sebebi, mizanın ve adaletin
bozulmasıdır: “Hz. Muhammed(s): Sevdiğini, ölçülü sev; gün gelir düşman
olabilirsin. Sevmediğini de ölçülü sevme, gün gelir dost olabilirsin.”[13]
Dil, bir iletişim aracıdır. Kullanılan kelimeler, kavramlar
muhataplar arasındaki ilişkiyi ya kuvvetlendirir ya da bozar. Ailede, toplumda,
siyasette, tüm beşeri ilişkilerde, dilin bozulmasının temel sebebi de, mizanın
ve adaletin bozulmasıdır: “Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Hiçbir
nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman
-yakınınız dahi olsa- âdil olun. Allah'ın ahdine de vefa gösterin. İşte
bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.” (6 Enam
152). Bu ayette, “söz söylemek”, “ölçü- tartı”, “adalet”, “Allah'ın ahdi” ve
“öğüt” kavramları ile birlikte kullanılmaktadır. Dolayısıyla dil ve sözün, bu
kavramlarla özel bir ilişkisi vardır ve bundan dolayı da dile özel bir
sorumluluk yüklenmektedir.
Dil sorumluluk duyularak kullanılmalı, kelimeler ve cümleler
buna uygun olmalıdır. Özellikle fitne ve fesat dönemlerinde dil ve söz çok daha
önemlidir: “Hz. Muhammed (s): Fitnelerden sakının! Dille ona karışmak, kılıçla
karışmak gibidir.”[14] Kullanılan
dil, ya fitnenin yaygınlaşmasına yardım eder ya da söndürülmesine. Birçok
kötülüğün, şerrin kaynağı yanlış ve kötü dildir: “Hz. Peygamber (s):
Muhakkak ki âdemoğlunun/ insanoğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir/
dilindendir.”[15] “…Bir
kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli bir şey verilmiş değildir!”[16] “…İnsanları
burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?”[17].
Unutmamak gerekir ki insanı ateşe; ülkeyi,
toplumu kargaşaya sürükleyen, kin ve nefret etrafa saçan, kötü bir dilden
başkası değildir. O nedenle dil güvenliği, Müslüman’ın temel özelliklerinden
biridir. Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu,
güvenilir kimsedir: “Hz. Muhammed (s): En üstün iman, insanların
senden emin olmasıdır. En üstün Müslümanlık, dilinden ve elinden insanların
selâmette kalmasıdır. En üstün hicret, günahlardan kaçmadır. En üstün cihat,
Allah yolunda şehit edilmendir… En üstün züht, kalbinin sana verilenle huzur
bulmasıdır. Allah'tan isteyeceğin en üstün dilek, din ve dünya hakkında afiyet
istemendir.”[18].
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.
Mümin de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri
kimsedir.”[19]
O nedenle Hz. Muhammed; “Allah katında amellerin en
sevimlisi dili muhafaza etmektir.”[20].
“Doğru söz söylemektir”; “doğruyu söylemektir.”[21] diyerek
ümmetini uyarmıştır. İnsanın bütün uzuvlarını etkileyen, onların üzerinde baskı
kuran önemli azalardan biri insanın dilidir: “Hz. Peygamber (s.): Âdemoğlu
sabahladığı zaman tüm azaları dile hatırlatarak sabahlarlar ve derler ki:
'Bizim hakkımızda Allah'tan kork! Zira sen doğru olursan, biz de doğru oluruz.
Eğer sen inhiraf edersen, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız'.”[22] Hz.
Peygambere (s.) göre insanın en çok birbirini etkileyen iki organı kalbi ile
dilidir: “Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Kalbi de, dili doğru
olmadıkça doğru olmaz.” [23]
Kalp ve dilin bu ilişkisinden dolayı bir müminle mümin
olmayanın kalpleri ve dilleri birbirlerinden farklıdır: “Hz. Peygamber (s.):
Mümin bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman
kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; Münafığın dili kalbinin
önündedir; bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.”[24].
Dil aynı zamanda müminin dışa yansıyan ve dışta etkili olan, olması gereken
yönüdür. Mümin, İslâm’ı şahsında temsil eden kişidir. Üzerinde bu açıdan ağır
bir sorumluluk vardır. Bu sorumluluğu yerine getirmek zorundadır. Bundan dolayı
Hasan Basri, 'Dilini korumayan bir kimse, dinini hakkıyla bilmiş değildir.'
demiştir.
Bizim mücadelemiz, yanlışlıklara ve kötülüklere karşıdır.
Biz, kötülük yapanlara da ve yaptıklarına da karşıyız. Ancak kötülük yapanları
kötülüklerinden vazgeçirmek için onlara şefkat ve merhametle davranmak, kalp ve
ruh dünyalarına girerek kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak, bizim inancımızın
bir gereğidir. Biz insanları kaybetmeye değil, kazanmaya talibiz
Sahabe döneminde Müslümanlar arasında geçen bir olay üzerine sahabeden Ebudderda’nın(ra) olaya müdahale ederken kullandığı ifadeler, kötülükler, yanlışlıklar karşısında hem kullanacağımız dilin, hem de ortaya koyacağımız tavrın nasıl olması gerektiğine ilişkin çok güzel bir örnektir: “Ebudderda, günah işlemiş bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işlemiş adama sövüp sayıyorlardı. Ebudderda: Hey, onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız, diye seslendi. Onlar: Çıkarırdık elbet, dediler. Ebudderda: Öyleyse kardeşinize sövmeyin de size sıhhat ve afiyet veren Allah’a hamd edin” dedi. Ebudderda’ya: Ona sen kızmıyor musun? dediler. Ebudderda: Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.”[25] İbn Mesut(ra) ise bu tür ortamlarda takınılması gereken tavrı çok anlamlı ve düşündürücü bir şekilde özetlemiştir: Bir kardeşinizi günah işlerken gördüğünüz zaman, Allah'ım ona lanet et, onu, sürüm sürüm süründür, diyerek kardeşinizin aleyhine şeytana yardımcı olmayın, Allah'tan onu düzeltmesini isteyin.”[26] Öyleyse Türkiye’nin dili yıkmayı değil, yapmayı; kaybetmeyi değil, kazanmayı; savaşı değil, barışı hedeflemelidir.
Türkiye’nin Dili Savaşı Değil, Barışı Hedeflemelidir
Cumhuriyet tarihi boyunca hükümetler, partiler değişmiş; fakat
Cumhuriyet neslinin genlerine yerleşen/yerleştirilen kavgacı siyaset mantığı
değişmemiştir. Cumhurbaşkanı Başbakan, iktidar-muhalefet ilişkileri,
genellikle, hep bu zeminde gelişmiştir. Bununla beraber geçmiş siyasi
tartışmalarda bir seviye vardı. Bugün siyasî partiler
arasındaki iktidar kavgası, mahalle kabadayılarının kavgasına benzemekte;
kullandıkları dil, kabadayıların ve kahve kültürünün benzeri hatta daha ileri
safhası olabilmektedir.
Seçim zamanlarında kullanılan suçlayıcı, itham edici,
karalayıcı, aşağılayıcı siyasi dil, son yıllarda siyasetin doğal dili haline
gelmeye başlamıştır. Ne yazık ki, bugün taraflar, karşı görüştekileri
aşağılayan, hakaret eden ve hatta ihanetle suçlayan bir dil kullanmaktadır.
Kullanılan bu dil, çirkin, seviyesiz ve ürkütücüdür.
Kullandıkları ifadelerin etkisi, sadece parti yöneticileriyle sınırlı
kalmamaktadır. Siyasilerin tüm konuşmaları, öncelikle kendi tabanlarını
etkilemekte, aynı dili taban da kullanmaya başlayınca seviye düşmekte, toplumda
gerilim yükselmekte ve toplumsal ilişkiler bozulmaktadır. Yapılan çalışmaların,
fedakârlığın, takdiri ve mükâfatlandırılması, iki makam tarafından
yapılmaktadır: 1- Hakk, 2-Halk. Ancak bu noktada yöneticilerin daima
akılda tutması gereken bir gerçek vardır: Halkın rızasını kazanmakla Hakk’ın
rızasını kazanmak her zaman mümkün olmayabilir. Hakk’ın rızası ile halkın
rızası, her zaman örtüşmez, örtüşemez. Halkın razı olduğu, söz ve eylemlerden
Hakk razı olmayabilir. Türkiye’de herkes, özellikle sorumluluk sahibi, güç ve
yetki sahibi herkes, bu denkleme dikkat etmek zorundadır.
Unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek de, bu seçimlere
bir buçuk milyon genç, yeni seçmen olarak katılmaktadır. Yeni nesil sert,
kırıcı, hakaret edici, suçlayıcı, buyurgan, emredici bir dilden
hoşlanmamaktadır. Bu nedenle gerek bölgesel ve gerekse iç barışın
sağlanabilmesi için öncelikle başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm
devlet ricalinin, siyaset erbabının ve gönüllü kuruluşların dili, “en güzel
tarzda mücadele” ilkesine uygun olmalıdır.
Yunus Emre’nin aşağıdaki mısralarında olduğu gibi dilin
önemini bilerek, her alanda -özellikle siyasi alanda-yapıcı ve inşa edici bir
dil kullanılmalıdır. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı/ Söz
ola ağulu aşı, balıla yağ ede bir söz/ (…)/
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini.”
İnsanın yapısında hem iyi özellikler, hem de kötü özellikler
iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler, insanın kötülük cephesine hitap ederek
hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. İman edenler ise her şeyi ters
yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için insanın
iyilik cephesine açık, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup ile hitap
ederler. Onun için Kur’an, “Onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık
ve etkileyici söz söyle.” (4/63) demektedir. Bu ilke, sadece mazlumlar için
değil aynı zamanda zalimler için de geçerlidir (20/43-47).
Hayatın ve kâinatın huzur içerisinde idame etmesi, fesadın
ortaya çıkıp yaygınlaşmaması, hak, hukuk, fıtrat, mizan, adl ve kıst gibi bazı
temel kavramların merkezde olduğu bir düşünce ve hayat tarzının esas alınması
ile mümkündür. Bugün Türkiye’nin ana sorunu, tevhidi değerlere dayanan
bir mizanın ve adaletin olmayışıdır. Türkiye’de ki mevcut melez değer sistemi,
sosyal şizofreniye neden olmakta, mizan, kıst ve adaleti bozmaktadır.
Türkiye’de yıllar süren kargaşanın, istikrarsızlığın, bunalımın ve
kavganın arkasında bu gerçek yatmaktadır.
Türkiye’nin dili, Hz. Peygamberin, “Sevindirin, nefret ettirmeyin,
kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” “Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin,
nefret ettirmeyin.”[27] ilkesine
uygun olmalıdır. Türkiye’nin dili, kin ve nefretle bozulmamalı, sözün en
güzelini kullanmayı hedeflemeli (17/53) ve herkesin kutsalına saygı
göstermelidir (6/108). Bu nedenle en güzel tarzda bir mücadele, öncelikle
Müslümanlar arasındaki ilişkilere yansımalıdır. Müslümanlar, başkalarına karşı
af edici ve merhametli davranırken mümin kardeşlerini de unutmamalıdırlar.
Öncelikle mümin kardeşine karşı en fazla affedici, merhametli ve şefkatli
davranmalıdır. Sonra bu, dış çevreye doğru tüm insanları kuşatacak tarzda
genişletilmelidir.
Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail, 2. Sevr, Kaos ve Küresel
Savaş projeleri kapsamında ümmet, tamamen etnik ve mezhebi parçalara bölünerek
çatıştırılmak istenmektedir. Ardından bölgenin paylaşılması
öngörülmektedir. Suriye’de İsrail’in 40 km’lik bir güvenlik alanı ilân
edip işgale girişmesi, ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, Siyonist
İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamlar ve Filistin halkına uyguladığı
soykırım, bölgeyi, İslâm coğrafyasını ve tüm dünyayı bekleyen tehlikenin ayak
sesleridir. Depremin “s” ve “p” dalgaları gibi işaret fişekleri, öncü
işaretleridir.
O nedenle bugün Türkiye’nin görevi, paramparça edilmek
istenen İslâm coğrafyasına önderlik etmek olmalıdır. Türkiye’nin böyle bir
sorumluluğu vardır. Türkiye, İslâm ülkeleri ile arasındaki sorunları, bu
sorumluluk çerçevesinde ele alarak çözmek zorundadır. Geçmişe takılıp kalmak,
bugün için yapılabilecek en büyük hatadır. Bugün Türkiye, öncelikle
içeride tek ses, tek yürek olmalı; kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmeyi
öncelemelidir. Bugün Türkiye, kendisini öldürmek isteyen kardeşlerine
karşı Hz. Yusuf gibi davranmalı; Yusuf gibi, “Bugün size karşı sorgulama-kınama
yoktur.” diyebilmelidir. Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır.
Bugün, birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma ve dayanışma içerisinde
olma zamanıdır (5/2; 58/9).
Bugün, Ortadoğu’nun içine girdiği süreçte kendisini Müslüman
olarak kabul eden, Allah’a ve Ahiret gününe iman eden herkesin, özellikle,
Müslüman Türk, Kürt, Arap, Fars, Çerkez, Boşnak ve Arnavut… kardeşlerimizin
takınacakları ortak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için
şahsiyetli bir duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır
(49/9-10).
Henüz Vakit Varken! Ve: “Resûlullah (s): “Allah’ım! Senden işte (dinde) sebat etmeyi, doğruluğa da azmetmeyi istiyorum. Keza nimetine şükretmeyi, Sana güzel ibadette bulunmayı talep ediyor, doğruyu konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalp diliyorum. Allah’ım, senin bildiğin her çeşit şerden sana sığınıyorum, bilmekte olduğun bütün hayırları senden istiyorum, bildiğin günahlarımdan sana istiğfar ediyorum!” [28].
[1] Can, B., İslâm
Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve
“Küresel Savaş”, Umran, Eylül 2017. Can, B., İslâm Coğrafyası
ve Küresel Savaş-1: Küresel Savaş Türkiye Üzerinden mi(!)? Çıkarılmak
İsteniyor, Umran, Ekim 2017.
[2] Ecevit, B.,
“Vahdettin Hain Değildi”, Zaman, 16.07.2005.
[3] Kaplan,
S., Hürriyet, 18.07.2005.
[4] Vatandaş.
C., Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2015.
[5] Ağaoğlu A.,, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 226. Okyar, O., Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1997, s.86.
[6] Yıldız,
A., İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Yayınları, İstanbul,
2000, s.162,178.
[7] Ünal A., Kur’an’da
Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s.277-282. Dini
Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006,
s. 8, 377. 450. Akyüz, V., Kur’an’da Siyasi Kavramlar,
Kitabevi, İstanbul, 1997,s. 108-123.
[8] Dini
Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006,
s. 8, 377.
[9] Ünal A., Kur’an’da
Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, s.277-282. Akyüz,
V., Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi, İstanbul, 1997,s.
108-123.
[10] Ünal
A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990,
s.277-282.
[11] Ünal
A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990,
s.277-282. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 2006, s. 8, 377.
[12] Ünal
A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990,
s.277-282. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 2006, s. 8, 377.
[13] Tirmizî,
Birr: 60.
[14] Ibn-i Mâce,
Fiten: 12; Camiu’s Sagir(Suyuti), 580. (3:125, Hadîs No: 2907).
[15] Taberânî, İbn
Ebî Dünya, Beyhakî; Camiu’s Sagir(Suyuti), 803. [2:79, Hadîs No: 1381].
[16] Deylemî.
[17] İbn-i Mâce,
Hâkim.
[18] Camiu’s
Sagir(Suyuti), 614- (1:523, Hadîs No: 1066).
[19] Tirmizî, İman
12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105).
[20] Camiu’s
Sagir(Suyuti), 122- (1:167 Hadîs No: 201).
[21] Camiu’s
Sagir(Suyuti), 515- (1:461 Hadîs No: 912). Camiu’s Sagir(Suyuti), 631- (1:535
Hadîs No: 1095).
[22] Camiu’s
Sagir(Suyuti), 631- (1:535 Hadîs No: 1095).
[23] Tirmizî.
[24] Harâitî.
[25] Kandehlevi,
Y., Hadislerle Müslümanlık, Kalem Yayınevi, İstanbul, c:3 (1980),
s. 1029.
[26] Ebû Dâvud,
Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).
[27] Ebû Dâvud,
Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).
[28] Tirmizî, Daavât 22, (3404); Nesâî, Sehv 61.