(Umran Dergisi)
Giriş
Kirlenme, yozlaşma ve yabancılaşma; bir ülkede
tavandan tabana doğru toplumun tüm kesimlerini içine alarak yayılıyorsa, o
ülkede hak, hukuk, adalet yok olmaya mahkumdur. Toplumu bir arada tutan değer
sistemi zayıflamakta, bozulmakta, görevini ifa edemez duruma gelmektedir.
Mevcut değer sistemi, insan fıtratı ile uyuşmuyorsa bu süreç daha da hızlı
gerçekleşir. Zulüm, haksızlık, gasp, rüşvet, soygun vurgun günlük yaşamda
doğallık kazanır, kanıksanır. Toplum, fizyolojik tetanos olmuş gibi davranır,
tepkisizleşir. Tepkisiz bir toplumda sosyal denge altüst olur. Değişik gelir
grupları arasındaki farklılıklar uçuruma dönüşür. Bir taraf aşırı
zenginleşirken, diğer taraf aşırı fakirleşir. Bir taraf refahın getirdiği baş
döndürücü bir çılgınlığı, sefahatı yaşarken; diğer taraf yiyecek ekmek, yatacak
yer bulamaz.
Ülkeyi yöneten güçler, refahtan şımarıp azan önde
gelenler, ülkenin imkanlarını sonuna kadar hoyratça kullanmada hiçbir
sınırlayıcı kıstas, ölçü veya değer tanımazlar. Tüm dünyanın kendi
benleri(nefsleri) etrafında şekillendiği vehmine kapılırlar. Aşırı kâr tutkusu,
daha yüksek yaşam standardı isteği, onların yaşamlarının ana gayesi haline
gelir. Bu gayeye ulaşmada engel saydıkları her şeyi düşman, tehlike ve bir
tehdit unsuru olarak görür veya gösterirler. Bunlar, hiçbir ahlakî müeyyide ile
kendilerini bağımlı hissetmezler. Onlar her inançtandır ve fakat hiçbir inanca
sahip değillerdir. Daha yüksek kâr elde etme uğruna herşeyi kullanmakta,
istismar etmekte, tahrif ve tahrip etmekte mahirdirler. Bunların vatan ve
millet sevgisi, aşırı kâr güdüleri tatmin olabildiği sürece var gözükür. Zorda
kaldıklarında yurt dışına kaçmaları ya da tüm imkanlarını yurt dışına
çıkarmaları sevgilerinin bir ölçüsüdür.
Karşılarında güç istemezler. Bu nedenle de halkın
uyanmasından, hakkını aramasından son derece rahatsız olurlar. Bunu kendileri
için tehlike ve tehdit olarak görürler. Dolayısıyla böyle bir uyanış
engellenmeli ve gerekirse yok edilmelidir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler,
halkın uyanışını engellemek için sivil ve askeri bürokrasiyi kullanmakta
beceriklidirler. Medya onların elinde tam bir uyuşturma ve yıkım silahı olabilir.
Korku ve dehşet salarak yönetmek onların yönetim felsefesidir.
Ülkemizde 28 Şubat Postmodern Darbesi’yle başlayan
süreç, böyle bir dönemdir. Refahtan şımarıp azan önde gelenlerin aşırı kâr elde
etme imkanlarının tehlikeye düşmesi, üretim ve pazar alanlarını kimseyle
paylaşmak istememeleri sürecin başlatılmasının önemli iç nedenlerinden biridir.
Bu süreçte etrafa korku ve dehşet saçılmıştır. İhbar
ve karalama mekanizması ile, engel olarak gördükleri herkesi karalamışlardır.
Kurdukları veya yanlış yöne sevk ettikleri paravan örgütlerle, halkı kamplara
ayırmışlardır. Sonra da aynı örgütleri deşifre ederek, insanların birbirine
olan güvenlerini yıkmaya çalışmışlardır. Halkın bireyselleştirilerek korkutulup
pasifize edilmesi ve her türlü sivil toplum örgütüne karşı güvenin yıkılmak
istenmesi bu dönemin en tipik karakteridir. 28 Şubat postmodern darbesi; halkın
seçtiklerinin tasfiye edilmesi, halkın sindirilmesi, tayin edilen sınırlar
dışına çıkmaması ve sistemin muktedirlerinin işaret ettiği istikamette rey
kullanması gerektiğine ilişkin yapılan periyodik operasyonlardan biridir. Halkı
sürekli korku altında tutma sürecinin adıdır.
Halktan kopuk bir yönetici zümre, hükümranlıklarını
hile, entrika, karalama, tehdit, tedhiş ve terör yoluyla dehşet ve korku salarak
idame ettirmek istemiştir. Bundan sonra da aynı yol ve yöntemi
kullanacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.
Zaman zaman yapılan temizlik hareketleri, ‘hamamın namusunu’ kurtarma girişiminden öteye gidemez. Büyük bir samimiyetle yapılmak istenen operasyonların önü, daha baskın yöntemlerle kesilir. Ancak bu arada yıprananların yerine yenileri yerleştirilerek, halkın güveni yeniden kazanılmaya çalışılır. Kirliliğin temel nedeni, sistemin dayandığı temel felsefedir. Öncelikle bu konu tartışılmadıkça, insanlar doğruyu, güzeli özgürce arayamadıkça, ülkenin aydınları şifrelerle, kodlarla yazıp konuştukça; sistemin değerleri içine sıkıştırılarak yapılan tüm arayışlar, iyi niyetle de olsa, sonuç vermeyecektir. Sanal bir halk için inşa edilen bir sistem, yaşayan halka dar gelmekte, onu bunaltmaktadır. Bu nedenle de ülke, korkular, bunalımlar ve darbeler ülkesi olmuştur.
İbrahimî Duruş
Böylesi müslüman ülkelerde bunalımdan çıkmanın bir
yolu var mıdır? Bunalımdan kurtulmak için ne yapılmalıdır? Evet bunalımdan çıkmanın
bir yol vardır. Bu yol, öncelikle bireysel bazda arınıp, yalnızca Allah’tan
korkup diğer tüm korkulardan kurtulmaktır. Sonra da cemaat şuuru içinde halkı
korkularından arındırarak özgür bir ortama kavuşturmak için birlik ve dayanışma
içinde mücadele etmektir.
Bunun için yalnızca Allah’a yönelerek, yalnızca O’na
kulluk yaparak, yalnızca O’na ibadet ederek, yalnızca O’nu İlah, Rab edinerek
ve yalnızca O’ndan korkarak diğer tüm korkulardan arınıp İbrahimî bir duruş,
bir tavır, bir davranış ve bir direnç gösterilmelidir. Korkunun kol gezdiği,
güvenin yıkıldığı, insanın meta olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın,
maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada kurtuluşun tek reçetesi, Hz.
İbrahim’in, sapmış olan kendi halkına karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı
koyuştur. Bir tarafta babası ile birlikte bir halk, diğer tarafta yalnızca
Allah’a inanıp dayanan, güvenen ve de yalnızca Allah’tan korkan Hz. İbrahim
vardır. Hz. İbrahim, muvahhid kimliği ile tek başına bir ümmet olarak, babasına
ve babasının şahsında yerleşik putperest bir sisteme karşı çıkmaktadır:
“Hani İbrahim, babası Azer’e
(şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve
kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ (6 Enam 74)”
Hz. İbrahim’in
içinde yaşadığı toplum, putperest bir toplumdur. Böylesi toplumlarda putlar,
aynı zamanda yönetimin bir parçasıdır. Toplumda hakim olan güç merkezleri,
refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsane mitler oluşturarak
toplumu yönetmeyi temel ilke edinmişlerdir. Bu sistemlerde putlar, ibadet
edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de
oluştururlar:
“İbrahim dedi ki: ‘Siz
gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak
putları ilahlar edindiniz. Sonra da kıyamet günü, bir kısmınız bir kısmınızı
inkar edip tanımayacak ve bir kısmınız bir kısmınıza lanet edeceksiniz. Sizin
barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız da yoktur.” (29 Ankebut 25)
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında
bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol
edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve
isimlendirilmişlerdir:
“Bu(putlar), sizin ve
atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre ) isimlendirdiğiniz (kuru ve
keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil
indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin heva olarak arzu ettiklerine
uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”(53
Necm 23)
Tarihsel süreci
incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili
hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında,
Allah’ın da varlığı dahil olmak şartıyla, her şeyi tartışabilirsiniz ve fakat
putları tartışamaz, onlar hakkında refahtan azan önde gelenlerin hoşuna
gitmeyecek hiçbir fikir beyan edemezsiniz. Refahtan şımarıp azan önde gelenler,
bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir
yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar. İşte bunun için Hz. İbrahim:
“Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk
koşmakta olduklarınızdan uzağım, gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü
gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim. O beni doğru
yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip tartışmaya mı
girişiyorsunuz?
“Sizin ona şirk
koştuklarınızdan ben korkmuyorum, Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Hem
siz, O’nun kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri
Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan
korkarım? Şu halde güvenlik içinde olmak bakımından iki taraftan hangisi daha
hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz.” (6 Enam 79-81)
diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki ayetlerde konumuz açısından şu noktalar
önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan
korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların
hafızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda.
Bundan dolayı putların otoritesini sarsacak her
düşünce, her fikir tehlikeli addedilir. Farklı düşünenler yıpratma, tecrit etme
ve korkutma ile sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrahim, babasını putlardan
vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba,
putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur:
“(Babası )Demişti ki: ‘İbrahim,
sen benim ilahlarımdan yüz mü çevirmektesin? Eğer bu tutumuna bir son
vermeyecek olursan, andolsun seni taşa tutarım; uzun bir süre de benden
uzaklaş.”
“(İbrahim): Sizden de,
Allah’tan başka taptıklarınızdan da kopup ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum.
Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olamayacağım.” (19 Meryem 46,48)
Mevcut sistemin refahtan şımarıp azan önde gelenleri,
putların otoritesini sarsacak, dolayısıyla kendi hükümranlıklarını zedeleyecek
inanç, düşünce ve davranışlara hiç tahammüllü olamamışlardır. O nedenle, Hz.
İbrahim’in putlar hakkındaki düşüncelerini anlatmadaki kararlılığı karşısında,
onu yakmak girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir:
“Dediler ki Eğer bir şey
yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun. Biz de dedik ki: Ey
ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol. Ona bir düzen (tuzak) kurmak
istediler, fakat biz onları daha çok kayba uğrayanlar kıldık.”(21 Enbiya 68-70)
Bir insan; inançlarından dolayı, babasının da dahil
olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenmiştir. Yerleşik değerlerin
(putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma
yöntemiyle susturulmak istenmiştir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü
ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete
karşı tahammülsüzdürler. Tarihte Hz. İbrahim’in yakılma teşebbüsü bunun en
canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüz Türkiye’sinde yapılanlar ise,
Kahramanmaraş, Çorum, Malatya, Taksim ve Sivas olayları ve daha niceleri,
refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında
yönetebilmek için tarihte yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Sivas’ta
insanların diri diri yakılması için her türlü organizasyonu yapanlarla,
Taksim’de insanları toplu olarak katledenler, refahtan şımarıp azan önde
gelenlerin içinde yer aldığı aynı yapının, aynı zihniyetin insanları olduğu
unutulmamalıdır. Bir gün bu gerçek ortaya çıkacaktır. Sivas olaylarının tertip
ve tahrikçileri açıklandığında, halktan kopuk sistemlerin ne denli zalim
olabildiği daha iyi anlaşılacaktır.
Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Benzer senaryolar her an uygulama safhasına konulabilir. Buna, bugünlerde göz ardı edilmemesi gereken bir olgu olarak bakılmalıdır. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silah olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir:
“Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz
kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak.
Halk, malının, canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna
inandırılırsa, muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz
kalmayı tercih eder, yapılanları hoş karşılamasa bile zaruri bulabilir.
Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır...
Gerçekleri saklamak, olabildiğince çarpıtmak, basını bir güzel yoğurup istenilen tarzda biçimlendirerek halkı uyutmasını sağlamak terör kültürü ile yoğurulmuş sistemlerin sıradan faaliyetlerindendir”1
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka
söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan bir çok kavram, ilke unutulur. Her şey
tevil edilerek bir çok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya
saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mübahlaşır:
“Nuh dedi ki: Rabbim,
gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka
bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.”( 71
Nuh 21-22)
Refahtan
şımarıp azan önde gelenler, genelde, gelenek, görenek, örf ve adetlere savaş
açmış olmalarına; bunları gerici unsur olarak görmüş olmalarına karşılık;
putları söz konusu olduğunda ne kadar katı, bağnaz, gelenekçi ve tutucu
oldukları hemen görülebilir. Sömürü çarkının bozulup menfaatlerinin
zedeleneceğini hissettikleri anda, putlarına aşırı bağlılık gösterilerine
girişir, herkesi bağlılık yeminine çağırırlar:
“Bu, sizi babalarınızın
tapmakta olduklarından (ilahlarından) alıkoymak isteyen bir adamdan başkası
değildir dediler. Ve dediler ki: Bu düzülüp uydurulmuş bir yalandan başka bir
şey de değildir.”(34 Sebe 43)
“Ve dediler ki: Kendi
ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne Yeğus’u, ne
Ye’uk’u ve de Nesr’i. Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de
o zalimlere sapıklıktan başkasını arttırma.”(71 Nuh 23-24)
Yukarıda geçen ayetler(19/46-48, 21/68-70, 71/ 21-24)
daha dikkatlice incelendiğinde korkuya neden olan üç ana unsurun olduğunu
görürüz: Canlı varlığın tehlikede olması,
neslin tehlikede olması, inancın tehlikede olması. Etkileşim sırasına göre
tanzim edersek insan, genel olarak, önce inancı için, sonra çocuğu (gelecek
nesiller için ), sonra da kendisi için tehlikeye atılır. O nedenledir ki gerek
Hz. Nuh ve gerekse Hz. İbrahim, bu üç ana unsuru göz önüne alarak Allah’a dua
etmişlerdir:
“(Nuh) Rabbim, beni,
annemi-babamı, mümin olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden
kadınları bağışla. Zalim olanlara yıkımdan başkasını arttırma.”(71 Nuh 28)
“(İbrahim) Bu şehri güvenli
kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut. Rabbim, beni
namazında sürekli olan kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz duamı kabul buyur.
Rabbimiz, sorgu başa dikileceği gün, beni, anne-babamı ve müminleri
bağışla.”(14 İbrahim 35,40,41)
Bu üç unsur içinde en etkili olan ise, inancın geleceği sorunudur. Hz.
İbrahim putperest bir düzene karşı mücadelesinde kendi varlığını, inancın
devamı kanuniyeti içinde eritip, bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının
gerektirdiği duruşu, tavrı sergilemiştir:
“Gerçek şu ki, ben bir
muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden
değilim.”(6 Enam 79)
Yalnızca Allaha kulluk etmenin, yalnızca O’na ibadet
etmenin, yalnızca O’nu İlah ve Rab edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın ve
yalnızca O’ndan istemenin doğal sonucu olarak Hz. İbrahim, böyle bir tavır, bir
duruş ortaya koymaktadır. Bu nedenle Allah, tüm müminlere Hz. İbrahim’i örnek
olarak göstermektedir:
“İbrahim ve onunla birlikte
olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.
“Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir’. And olsun, onlarda sizler için, Allah’ı ve Ahiret gününü umut etmekte olanlar için güzel bir örnek vardır. Kim de yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, Ğaniydir, Hamiddir” ( 60 Mümtahine 4,6)
İbrahimî Özellikler
Allah, Hz. İbrahim’i müminlere örnek olarak gösterdiğine göre acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kuran-ı Kerim’den Hz. İbrahim’in en temel özelliklerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
n Nuh’un milletinden(37/83)
n Seçilmiş önder, elçi, peygamber (2/124,130
16/120,121)
n Yalnızca Allah’tan korkan(15/51-59, 6/80,81,
51/28,29)
n Muvahhid ve
tek başına bir ümmet (16/120,121)
n Hanif (3/67)
n Allah’ın
dostu (4/125 26/ 77-93)
n Allah’a itaat ve ibadet eden (7/131, 16/120, 21/73)
n Doğru yolda olan(6/84 37/99,100 )
n Kitap verilen (29/27 53/36,37)
n Hikmet sahibi(26/83)
n Delil verilen(6/ 83,75)
n İlim sahibi (19/43)
n Rüşd sahibi (21 /51)
n Akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde gerçeği aramada
kullanan(6/74-83, 15/54,55, 19/42, 37/95,96)
n Mutmain olmak isteyen (2/259,260, 6/75)
n İyi bir tartışmacı(37/ 83-113, 21 57-69 , 2/258)
n Kendisini Allah’a vermiş(11/75)
n Salihlerden(16/122, 29/ 27, 26/83,84)
n Şükredici(16/121)
n Denenmiş(2/124, 37/103-106)
n Dua eden(2/127-129, 14/35,41 60/5)
n Düşünen ve düşünmeye davet eden(26 /75,76, 29/19
n Neslini düşünen (2/127-129, 29/ 27)
n Ahiret yurdunu düşünen(38/46)
n İyi davranan(6/84)
n Kuvvetli(38/45)
n Basiretli(38/45)
n İhlaslı(38/45)
n Sabırlı(9/ 114)
n Ümit dolu(15/55,56)
n Yumuşak huylu(9/ 114, 11/75)
n Kalb-i selim sahibi(37/ 84)
n Ahde vefalı (53/36,37)
n İnsanlara örnek(60/4,6)
n Müslüman, müşriklerden olmayan (2/131, 6/161,
16/120,123, 37/107-111)
n Allah’ın düşmanlarını veli edinmeyen, onlardan kopup
uzaklaşan(9/114, 43/26, 60/4, 19/48,49 21/67 )
n Allah’ın rahmetini kazanmış(11/73, 12/6, 19/47)
n Derecesi yüksek(6/83)
n Kendisine güzellik ve mükafat verilmiş (16/122,
29/27)
Görülebileceği gibi, Hz. İbrahim’in en temel, en
belirgin vasfı, putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına
karşın inancından ve bu uğurdaki mücadelesinden vazgeçmemiş olması ve bu
uğurdaki kararlılığıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya
kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür o. O
nedenle Kuran-ı Kerim onu hem tekil, muvahhid,
hem de çoğul, ümmet, olarak
tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir:
“Gerçek şu ki, İbrahim tek
başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden
değildi.”(16 Nahl 120)
Hz. İbrahim’in ateşe atılırken söylediği ‘Allah bana
kâfidir’ ve kavmi ile tartışmasında söylediği ‘ben sizin ilahlarınızdan
korkmuyorum’, ‘sizden ve sizin ilahlarınızdan kopup ayrılıyorum’ sözleri, onun
teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanısıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde
eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür
olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan
arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir.
Hz. İbrahim’in bu temel vasfını Kur’an’daki korku
ayetleri ile birlikte değerlendirerek yalnızca Allah’tan korkanların, İbrahimî
vasıflarını ortaya koyacağız.
Yalnızca Allah’tan korkan bir mümin, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassasiyeti gösterir. Kuran-ı Kerim’de Allah korkusu ile bağlantılı olarak zikredilen Allah’tan korkanların özellikleri ya da davranış şekillerini (İbrahimî Özellikler) aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
n Yalnızca Allah’tan korkmak(33 Ahzab 37, 16 Nahl
51,52, 5 Maide 44, 3 Al-i İmran 175)
n Allah’tan gerektiği gibi ve O’nun şanına yaraşır bir
şekilde korkmak(5 Maide 11, 3 Al-i İmran 102)
n Yalnızca Allah’a kulluk, ibadet etmek(11 Hud
26,50,61,84, 1 Fatiha 4)
n Allah’tan başka ilah ve rab edinmemek(11 Hud
26,50,61,84)
n Allah’ı dinlemek(5 Maide 108, 16 Nahl 2)
n Allah’a güvenmek (5 Maide 11, Al-i İmran 102)
n Allah’a yaklaşmaya yol aramak(5 Maide 35)
n Peygambere itaat etmek (43 Zuhruf 63, 26 Şuara
110,131,150)
n Günahtan sakınmak(2 Bakara 203)
n Allah’ın ayetlerini alaya almamak (2 Bakara 231)
n Haddi aşmamak ve bu konuda yardımlaşmamak(5 Maide
2,4, 59 Haşr 7)
n Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmamak(11 Hud 84)
n Adil olmak(5 Maide 2,8 2 Bakara 180)
n Sözü doğru söylemek(33 Ahzab 70)
n Helal kazanç(5 Maide 4, 88)
n Faiz yememek(2 Bakara 278)
n Eşcinsel olmamak(11 Hud 78, 15 Hicr 68,69)
n Cinayet işlememek(5 Maide28)
n Mescitleri imar etmek(9 Tevbe 18)
n Şahitlikte adil davranmak(2 Bakara 282,283)
n Vasiyette adil olmak(2 Bakara 180)
n Borçluya iyi davranmak(2 Bakara 282,283)
n Emanete ihanet etmemek(2 Bakara 282)
n Eşlerin haklarına riayet etmek [Ailevi geçimsizlik(
4 Nisa 35, 128), kadınlar arasında adalet (4 Nisa 3), eşlere güven(2 Bakara
189), boşanmış eşlerin hakları(2 Bakara 231, 241), çocuğun memeden kesilmesi(2
Bakara 233)nde]
n Müslümanların birlik ve dayanışmasını sağlamak(8
Enfal 1,46 3 Al-i İmran 103)
n Dini alay ve eğlence konusu edinenleri veli
edinmemek(5 Maide 57)
n Kafir ve münafıklara boyun eğmemek ve veli olarak
kabul etmemek(33 Ahzab 1, 5 Maide 57)
n Allah uğrunda mücadele etmek(5 Maide 35, 8 Enfal 60)
Yalnızca Allah’tan Korkmak
Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması
durumunda genelde insanlar, özelde müminler, inancını yaşatmak için tüm
imkanlarını seferber ederek ölüm de dahil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu
insanlık tarihinde genel bir kanuniyet olarak hep var olmuştur. Müminler ise bu
noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın
huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı ahiret için bir
hazırlık, bir tarla gibi görürler.
Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mümini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. O hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızasını kaybetme müminin asıl korkusudur. Rahmetli Necip Fazıl, Allah korkusunu,
“Bu yük Senden Allah’ım,
Çekeceğim naçarım !
Senden Sana sığınır,
Senden Sana kaçarım!”
diyerek en güzel şekilde ifade etmektedir.
Bir çok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda,
müminin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular
anaforunda yaşanan geçici rejim bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı
haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte
yalnızca Allah’tan korkmaktan kastettiğimiz, kalıcı haliın Allah korkusu ile
tayin edilmesidir. Bu nedenle mümin, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm
ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz.
İşte bu yüzdendir ki Allah, müminleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak
korkularından arındırmak ister:
“Öyleyse benden, yalnızca benden korkun.
Göklerde, yerde ne varsa onundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan
başkasından mı korkup sakınıyorsunuz.”(16 Nahl 51,52)
“Öyleyse insanlardan
korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”(5
Maide 44)
Allah; Kuran-ı Kerim’in değişik yerlerinde,
kafirlerden, zalimlerden, müşriklerden ve onların ilahlarından, kınayıcıların
kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini müminlere hatırlatmaktadır(5
Maide 3,54, 6 Enam 81,82). Yalnızca Allah’tan korkmanın mümin olma şartı ile
birlikte ifade edilmesi, mümin olmaktan ne anlamamız gerektiğini de
berraklaştırmaktadır:
“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben’den korkun.”(3 Al-i İmran175).
Allah’tan Gerektiği Gibi Korkmak
Allah korkusu; ferdin tüm anlayışını, davranışını,
yaşantısını, eylemlerini ve ilişkilerini Allah’ın koyduğu, sınırlarını
belirlediği ilkelere, kurallara göre yapmak, tanzim etmek demektir. Sadece
dille tekrarlanıp duran ve fakat davranışlara yansımayan bir Allah korkusu,
gerçekte fertte mevcut olmayan bir korku demektir. Korkan, devamlı ağlayıp
duran kimse de değildir. Eğer Allah korkusundan bahsediliyorsa, davranışlara
yansıyan bir yönü mutlaka var olmalıdır.
Allah’tan korkmak, onun azabından ve onun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten neşet eden teyakkuz halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Gazzali, kalpde vuku bulan korkunun derecesine bağlı olarak davranışları düzeltmeyi, iffet, vera, takva, sıddîk ve mukarreb şeklinde bir tasnife tabi tutmuştur2:
“Amellerde eseri olan nesnelerden olan korkunun en az
derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden men etmektir. Kişiyi mahzurlu şeylerden men
etmekten meydana gelen harekete VERA denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine
haramın katılması mümkün olan nesnelerden de sakınacaktır. Ve böylece
kesinlikle haram olmadığını bilen mübahlardan da sakınacaktır. Bu harekete
TAKVA adı verilir. Zira takva demek, kendisini şüpheye daldıranı bırakıp
şüphesize doğru gitmek demektir. Bu hareket, bazen, kendisini zararsız bir
takım hareketleri, zararlının korkusundan terk etmeye de sürükler. Bu durum
takvada doğruluktur... Bunun sahibine SIddîk demek uygun olur.
Takva, doğruluğa; vera da takvaya, iffet de veraya
dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden imtina etmekten
ibarettir. Madem ki, durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak
suretiyle azalarda tesir eder. Men olmak sebebiyle ona İFFET ismi verilir.
İffet, şehvetin isteğinden men olunmak demektir. Bundan daha yücesi veradır.
Takva ise veradan daha üstündür. Çünkü o, hem mahzurludan, hem de şüpheliden
men olunmanın ismidir. Onun arkasından sıddîk ve mukarreb ismi vardır.”
Böylesi bir değişim, marifete, aklın ve kalbin
temizliğine ve imanın durumuna bağlı olarak vuku bulur. Bu dört şarta
bağlılıktan dolayı Allah’tan gerektiği gibi ancak peygamberler, alimler ve
temiz akil sahipleri korkmaktadır:
“ Ki onlar (o peygamberler),
Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah
dışında hiç kimseden korkmayanlardır.”(33 Ahzab 39)
“Kulları içinde ise, Allah’tan
ancak alim olanlar içleri titreyerek korkar...”(35 Fatır 28)
“Ey temiz akıl sahipleri,
Allah’ tan korkup sakının.” (5 Maide 100)
“Ey iman etmekte olan temiz
akıl sahipleri, Allah’tan korkup sakının.”(65 Talak 10)
Ayetlerden de görülebileceği gibi müminlerin, temiz
akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları istenmektedir. Bu boyutuyla
müminin temel davranışlarından birincisi, Allah’ın şanına yaraşır şekilde
Allah’tan korkmasıdır:
“Ey iman edenler, Allah’tan
nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman
olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”(3 Al-i İmran 102)
Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek,
Allah’ın adını yükseltmek, onun emir ve yasaklarına riayet ederek gösterdiği
yolda yürümektir. Onun dışında edinilen tüm ilah ve rabların hükümranlığına son
vermektir:
“Benden başka ilah yoktur,
şu halde benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”(16 Nahl 2)
Bir mümin için; şeytanın taraftarları ile işgal
edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilah ve rab olmadığını deklare etmek
demek, zulme karşı Hz. İbrahim gibi meydan okumak demektir. İşte böyle bir
durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrahim’in ateşe atılırken ‘Allah
bana kâfidir’ diyebilme güç, irade ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da,
Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gerektiği gibi korkup O’na
yaklaştıracak vesileler aramaktır:
“Ey iman edenler, Allah’tan
korkup sakının ve sizi ona yaklaştıracak vesile arayın; O’nun yolunda cihad
edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (5 Maide 35).
Ancak bu durumda müminler, iffet halinden sıddîk
haline doğru sürekli bir yükseliş içerisinde bulunabilirler:
“Ancak namaz kılanlar hariç;
Ki onlar, namazlarında süreklidirler.
Ve onların mallarında
belirli bir hak vardır;
Yoksul ve yoksun olanlar
için.
Onlar, din gününü de tasdik
etmektedirler.
Onlar, Rablerinin azabına
karşı daimi bir korku duymaktadırlar.
Şüphesiz Rablerinin
azabından emin olunamaz.
Ve onlar, ırzlarını
korurlar;
Ancak kendi eşleri ya da sağ
ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar bunlardan dolayı kınanmazlar.
Fakat bunun ötesini
arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
Bir de onlar, kendilerine
verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.
Şahitliklerinde dosdoğru
davrananlardır. Namazlarını titizlikle koruyanlardır.
İşte onlar, cennetler içinde
ağırlananlardır.” (70 Mearic 22-35)
Buradaki ayetlerin tümü namaz kılanların temel vasıflarını
anlatmaktadır.
Ancak 27-28. ayetlerde ‘Rablerinin azabına karşı daimi
bir korku duymaları’ ile ‘Rablerinin azabından emin olunamaz’ tarzında yer alan
iki hüküm, bütün bu özelliklere hayat veren, onları canlı bir şekilde yaşanır
kılan ve sürekliliği sağlayan ana unsurlardır. Bir müminin en temel,
vazgeçilemez vasfı, ‘Rabbin azabından emin olmama’ ile ‘Rabbin azabına karşı
daimi bir korku içinde bulunma’ halidir. Bu, Allah’tan gerektiği gibi korkmak
demektir. Bu ana frekans yoksa, pek çok düşünce ve davranış, şeklî olmaktan
öteye gidemeyecektir:
“Dini yalanlamakta olanı
gördün mü?
İşte yetimi itip kakan,
yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.
İşte (şu) namaz kılanların
vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,
Onlar gösteriş yapmaktadırlar, ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler.”(107 Maun 1-7)
Adil Olmak
Allah’tan gerektiği gibi korkan bir mümin, öncelikli
olarak adildir; adaletin mülkün temeli olduğunu bilir ve onun gereğini en güzel
bir şekilde yerine getirir:
“Ey iman edenler, adaletli
şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutanlar olun. Bir topluluğa olan
kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan
korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”(5
Maide 8)
Hukukun üstünlüğü, ancak adalet ile sağlanır. Adalet
herkes için, her zaman ve her yerde hakim kılınmalıdır. Allah’ın bize
emrettiği, kendi aleyhimize dahi olsa ayakta tutulması gereken en temel olgulardan
biridir adalet. Herkesi içermeyen bir hukuk ve adalet anlayışı, bir sistemin en
ciddi çıkmazlarından biridir.
Yakın tarihimizde ve 28 Şubat postmodern darbe
sürecinde yaşananlar, bunun en canlı kanıtı olarak tarihe geçecektir. Daha
önceleri suç kabul edilmeyen, fakat 28 Şubat’tan sonra suç olarak telakki
edilen bazı düşünce veya fiiller, medya aracılığı ile gerçekleştirilip
gerçekleştirilmediği cezalandırmada önemli olmaktadır. Neden? Çünkü
cezalandırılması istenen fertler önce tespit edilmekte, sonra da ona uygun
kanun ihdas edilmektedir. Bu, ‘sanıkların idamına, tanıkların bilahare
dinlenmesine karar verilmiştir’ diyen İstiklal Mahkemesi veya ‘Biz adamı önce
asar, sonra yargılarız’ diyen İnönü’nün mantığıdır. 28 Şubat postmodern darbe
süreci bu adaletsiz anlayışı yeniden hortlatmıştır.
Ayrıca direktiflerle, ‘andıçlamalarla’ medya, yargı ve
ekonomik girişimleri nasıl yönlendirdikleri, bugün artık bilinen gerçeklerdir. ‘Paraşüt’,
‘balina’, ‘kasırga’, ‘bufalo’ ve ‘duman operasyonları’ ile ortaya çıkan, sadece
ülkenin nasıl soyulduğu değildir; aynı zamanda 28 Şubat’ın amacı, mantığı ve de
yapılanışıdır. Bu dönem aydınlatılabildiği oranda Türkiye huzura kavuşacak ve
yolunu daha rahat bulabilecektir.
İslam coğrafyası Allah korkusuna dayanan bir adalet
anlayışına sahip olduğu dönemlerde, yönetimler, halkı ile bütünleşmiş olarak
dünyaya önderlik yapmış, huzur ve mutluluğu dünyaya yaymıştır. Çünkü Allah’tan
gerektiği gibi korkmak onları, adaletsizlikten, haddi aşmaktan, tarafgir
davranmaktan ve bu alanlarda dayanışma içinde bulunmaktan alıkoymuştur:
“...Bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup sakının. Gerçekten Allah sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”( 5 Maide 2)
Sözü Doğru Söylemek
Yalnızca Allah’tan ve gerektiği gibi korkan müminler,
söz, davranış ve tutumlarında doğru olmalı, doğruyu söylemeli ve doğrunun
yanında yer almalıdırlar:
“Ey iman edenler, Allah’tan
korkup sakının ve sözü doğru olarak söyleyin.
Ki O (Allah), amellerinizi
ıslah etsin ve size günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat
ederse, artık o en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.”(33 Ahzab 70,71)
Gerçek kurtuluş, Allah’tan korkup sakınma, Allah ve
Rasûlüne itaat ve sözü doğru olarak söylemekle ilişkili olarak ifade
edilmektedir burada. Halka doğru bilgi vermek, halkı yanıltmamak, manipüle
etmemek, yanlış yönlendirmemek, yapmayacağı veya yapamayacağı şeyleri
söylememek, dün başka, bugün başka dememek, muhalefet ve iktidarda iken farklı
şeyler söylememek, hep bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Zulmün kol gezdiği bir ülkede halk, genel olarak
kandırılma ve korkutulma esasına göre yönetilmeye çalışıldığı için ülke, bir
türlü bunalımın içinden çıkarılamaz. Özünde Allah’tan korkup sakınma olmayan
bir söylem alışkanlığı, nasıl olsa unuturlar ve alışırlar yanlış varsayımı,
doğal olarak bu sonucu doğurur. Bu anlayıştaki insanların ülkeyi yönetmesi veya
liderlik konumuna yükselmesi kaçınılmaz olarak fesadın yayılmasına, harsın,
neslin ve de ekonominin bozulmasına neden olmaktadır:
“İnsanlardan öylesi de
vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine
rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi
yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise,
fesadı sevmez.
Ona: ’Allah’tan kork’
denildiği zaman, onu büyüklük gururu günaha sürükleyerek alıp kuşatır.
Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.
İnsanlardan öylesi de vardır
ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefsini satın alır. Allah
kullarına karşı şefkatli olandır.
Ey iman edenler, hepiniz topluca İslam’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”(2 Bakara 204-208)
Mücadele ve Sabır
Türkiye’nin huzura kavuşabilmesi, kalkınma hamlesini
gerçekleştirebilmesi ve uluslararası alanda etkin olabilmesi, öncelikle bu
insan unsurunun yönetiminden kurtulmasına bağlıdır. İnsanın şeref ve
haysiyetini ayaklar altına alan, halkı hor ve hakir gören, inanç ve düşünce
hürriyetine tahammül edemeyen, sanal bir halk için yaşayan, gerçekte var olan
bir halkı boyunduruk altına almaya çalışan bu anlayışı ve bu insan unsurunu
mutlaka değiştirmeliyiz. Eğer yalnızca ve gerektiği gibi Allah’tan korkuyorsak
bu sorunu aşmalıyız. Halkın hakkını gasp edenleri deşifre ve tecrit etmeliyiz:
“Ey iman edenler, sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden, dininizi alay ve oyun konusu edinenleri
ve kafirleri veliler edinmeyiniz. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan
korkup–sakının.
Onlar, siz birbirinizi
namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun konusu edinirler. Bu gerçekten onların
akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.”(5 Maide 57, 58)
Bu hak gaspçılarını etkisiz hale getirmenin yolu
mücadeledir. İnatla, sabırla ve meşruiyet içinde yürütülecek bir mücadele ile
bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir.
Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak,
O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrahimî duruşu göstererek;
ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak
zulme son verilebilir:
“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya
geldiğiniz zaman, dayanıklılık gösterin ve Allah’ı da çokça zikredin. Umulur ki
kurtuluş bulursunuz. Allah ve Resûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize
düşmeyin; çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah,
sabredenlerle beraberdir.
Bir de yurtlarından refahtan şımarıp azıtarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve halkı Allah’ın yolundan engelleyenler gibi olmayın. Allah, onların yapmakta olduklarını çepeçevre kuşatandır.”(8 Enfal 45-47)
DİPNOTLAR
1- Noam Chomsky, Terörizm
Kültürü/ABD Terörü, Pınar yay., İst, 1992, s.221
2- İmam Gazali, İhyau
Ulumi’d-Din, Aslan yay., s.9-10