(Umran Dergisi)
“Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır.” (İbrahim Suresi/46)
Giriş
Türkiye tarihinin son 200
yıllık süreci çalkantılar, kargaşa ve bunalımlarla yoğrulmuştur. Toplum, kurak
toprağın suya hasreti, susamış canlıların suyu özlem ve öfke ile arayışı gibi,
gerçeği, doğruyu, güzeli ve huzuru aramıştır.
Yoğun maddi ve manevi baskılara muhatap olan bu millet, suyu sabırla ve inatla aramaktan vazgeçmemiştir. Eline geçen tüm fırsatları büyük bir basiret ve ferasetle kullanmıştır. Millet bu basireti ve feraseti sayesinde vuku bulan tüm olayları en iyi şekilde değerlendirmiştir. Bu son olayları da en iyi bir şekilde değerlendireceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Olaylar Silsilesi
Danıştay cinayeti, zincirin
sadece bir halkasıdır. Ne ilk nede son olacağa benzer. Ancak Türkiye üzerinde
oynanan oyunda önemli bir sahnedir, önemli bir aşamadır. Olay, birden bire
ortaya çıkmış da değildir. Perde arkasında sürüp giden bir mücadelenin, planlı
bir ön hazırlık aşamasından sonra, sahnelenmesidir. Bir arka plan sözkonusudur.
Bu yüzden son bir yılda Türkiye’de vuku bulan olayları göz önüne almalıyız:
• Van 100.Yıl Üniversitesi Rektörünün tutuklanması ile
tırmanan Hükümet-YÖK çekişmesi. Hükümetle ilgili olmamasına rağmen Başbakanın
olaya gereksiz müdahil olması. Baykal ve Cumhurbaşkanının YÖK’ün safında
Hükümete cephe alması.
• Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 18 ay olmasına rağmen
Cumhurbaşkanlığı seçiminin tartışmaya açılması.
• Güneydoğuda birden bire PKK terör eylemlerinin başlaması.
Yeniden Cenazeler dönemine geri dönülmesi. Her geçen gün şiddet eylemlerinin
yaygınlaşması.
• Şemdinli olayı ile patlak veren karanlık ilişki ağının
sorgulanması ve Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın iddianamede yer alması
ile fay hatlarında hareketlenmenin başlaması.
• Sauna ve Bursa Soygun çetelerinin yakalanması.
• AKP binalarına, Ülkü Ocaklarına, Alperen ocaklarına ve Cumhuriyet
gazetesine bomba atılması.
• Büyük şehirlere değişik zamanlarda bomba atılması.
• Adî suçların büyük şehirlerde planlı bir şekilde
artırılması. Kapkaç olaylarının yaygınlaştırılması ve medya üzerinden
güvensizlik oluşturulması.
• Sezer’in Harp Akademilerindeki konuşmasında “topyekün bir
savaş”tan bahsetmesi; “ibadetlerin kamusal alan için kısıtlanabileceğini”
söylemesi.
• Demirel’in bu konuşmaya destek vermesi ve başörtülülerin
Arabistan’da okumalarını teklif etmesi. Kur’ân’ın 230 ayetinin kaldırıldığını
ifade etmesi. Başörtüsünü ve 230 ayeti gericilik olarak nitelemesi.
• Danıştay’ın, memurların sokakta başörtüsü takmasını
yasaklayan bir karar alması. Başörtülülerin çocuklara kötü örnek olduğunu
kararda belirtmesi.
• YÖK Başkanı Teziç’in, başörtüsünün bir ayırımcılık olgusu
olduğunu, Sokağın kamusal alan olduğunu ve kadınlığından utanıldığı için başörtüsü
takıldığını ifade etmesi.
• Bütün bu tahriklere Başbakan ve Meclis başkanının cevap
vermesi.
• Ekonomide aniden dalgalanma meydana gelmesi.
• Hükümeti yalnızlaştırılmaya dönük kartel medyasının yüksek
dozlu eleştirel yayınları
• D-8’lerin toplanması ve Erdoğan’ın ‘güçlerimizi
birleştirerek uluslararası bir güç olalım’ çağrısı yapması.
• Güneydoğuya 200 bin askerin sevk edilmesi.
• Baykal’ın ‘rejim kırılma noktasında’ çağrısı yapması.
• Son olarak Danıştay’ın basılarak bir kişinin ölümüne 4
kişinin yaralanmasına sebebiyet verilmesi.
• Cenaze töreninde terör yerine hükümetin protesto edilmesi.
Bakanların yuhalanması, tartaklanması.
• Gerek Cumhurbaşkanı ve gerekse Genelkurmay Başkanın
Hükümete karşı suçlayıcı ifadeler kullanması ve cenazede yapılanlara destek
vermeleri.
• Yargı organları başkanlarının Hükümeti ağır bir dille suçlamaları.
İç ve Dış Dinamikler
Olayları analiz ederken ‘niçin
şimdi’ ve ‘bu olaydan kim kâr, kim de zarar ediyor’ sorusunu sormak zorundayız.
Eylemleri icra edenlerden ziyade ettirenleri bulmalı, keşfetmeliyiz. Kısa, orta
ve uzun vadedeki amaçlarını, politikalarını, planlarını ve stratejilerini
sorgulamalıyız. Olaya etki eden tüm parametreleri gözönüne almalıyız.
Dezenformasyon tuzağına düşmeden yolumuzu aydınlatmalıyız.
Bu soruların ışığında Türkiye’de son bir yılda vuku bulan olayları, iç ve dış faktörleri birlikte ele alıp inceleyeceğiz.
İç Faktörler
Türkiye’de temel sorun, Millet-Devlet, Millet-Sistem ikileminin Osmanlı’nın son 100 yılında başlayıp bu güne kadar varlığını devam ettirmiş olmasıdır. Bu ikilem, ilişkilerin bozulmasına ve iki ayrı ağırlık merkezinin oluşmasına vücut vermiştir. Bir tarafta halkın değer sisteminin oluşturduğu merkez; diğer tarafta sistemin değerlerinin oluşturduğu merkez. Bu merkezler, bugüne kadar örtüşememiştir. İşte bu, Türkiye’nin ana tezadıdır. Türkiye’deki irili ufaklı pek çok olay, bu çekişmelerin anaforunda meydana gelmektedir. Bu son olayda, bu ana tezadın varlığını çok rahat görebilmekteyiz.
Türkiye’yi Etkileyecek İki İç Olay
Türkiye’nin tarihinde iki mesele
her zaman gerilim konusu olmuştur. Birincisi, 30 Ağustos’taki askeri terfiler;
ikincisi, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Türkiye bugün de bu iki konunun neden
olduğu bir gerilimle karşı karşıyadır. Dolayısıyla son bir yılda olan ve yakın
gelecekte olacak olaylarda bu iki konunun etkisi olmuş ve olacaktır da.
30 Ağustos Terfileri
Geçmişte Genelkurmay Başkanı Karadayı sonrası için yığınla operasyon yapılmış, medya üzerinden psikolojik bir savaş yürütülmüş ve Kıvrıkoğlu’na iki kez suikast teşebbüsünde bulunulmuştur.
Şemdinli olayları
genelkurmay başkanının seçilmesi öncesinde vuku bulmuş ve Kara Kuvvetleri
Komutanı Büyükanıt’la ilişkilendirilmiş bir olaydır. Şemdinli olayları,
bazıları tarafından Orgeneral Büyükanıt’ın önünü kesmeye dönük bir olay olarak
nitelendirilmiştir. Bazıları da Büyükanıt’ın kendi önünü açmak için böyle bir
operasyonu yaptırdığını iddia etmiştir. Ya da birileri böyle bir görüntü
vererek Türkiye’yi kamplaştırmaya çalışmaktadır.
Şemdinli iddianamesinden
sonra Savcı eleştiriye tabi tutulmuş ve de meslekten ihraç edilmiştir. Sabri
Uzun’un ‘Hırsız içerde ise kilit bir işe yaramaz’ sözleri, görevinden
alınmasına sebep olmuştur.
Bütün bunlar, Türkiye’deki kurumlar arasında var olan, ikinci derece diye isimlendirdiğimiz tezatların varlığını göstermektedir. Bu tezatların meydana getirdiği fay hatlarında, bu olayların neden olduğu bir enerji birikmesi meydana gelmektedir.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
Geçmişteki Cumhurbaşkanlığı
seçimleri ile ilgili Demirel’in ilginç bir tespiti vardır: “Her Cumhurbaşkanlığı
seçiminden önce orduda rahatsızlıklar artar.”
Bugüne kadar, genellikle,
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 18 ay kala Türkiye gerilime girmiş ve
cumhurbaşkanlığını tartışmaya başlamıştır. Cumhurbaşkanının, Sistemin ağırlık
merkezindekiler tarafından tayin edilebilmesi için parlamentoya sürekli baskı
yapılmıştır. Hükümetin ve parlamentonun ikna edilebilmesi için yığınla gerilim
artırıcı olay vuku bulmuştur. Darbe söylentileri yaygınlaştırılmıştır.
Parlamentonun o günkü yapısının meşruiyeti tartışılmıştır.
‘Geçmişe Bakmak Yeterli’
12 Mart 1971 sonrasında
Orgeneral Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı olabilmesi için üst düzey subaylar
parlamentoyu baskı altına alacak tarzda meclise gelmişlerdir.
Kenan Evren sonrası cumhurbaşkanlığı için 18 ay öncesinden tartışmalar başlamış, ANAP’ın tek başına Cumhurbaşkanını seçmemesi için bir dizi operasyon gerçekleştirilmiştir. Hatta darbe bile tartışılmıştır. ANAP Bitlis eski milletvekili Faik Tarımcıoğlu’nun 1989’daki Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili yaptığı değerlendirme bir Türkiye Fotoğrafı ortaya koyması açısından önemlidir:
“İkibin yılına doğru
olayların tırmandırılış biçimi göz önünde bulundurulursa Meclis dışından bir
Cumhurbaşkanı adayının çıkmasını muhtemel görüyorum. Emekli ya da görev başında
olan Genelkurmay Başkanı olabilir diye düşünüyorum. Ama umarım ki Meclis bunu
kendi içinde aşar, konsensüs sağlar…
Eğer olaylar bir
laik-antilaik çatışmasına gider, bu bir askeri müdahaleyi getirirse o zaman
parlamento dışı bir adayın olma ihtimali yükselir. Bunu şöyle bir misalle teyid
edebiliriz: 1989 yılında iki önemli olay vardı. Biri mahalli seçimler diğeri
ise Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren süresini
doldurduğu için yeni Cumhurbaşkanı seçilecekti. Takvime bakın 1988 sonu ve 1989
başı itibariyle Türkiye’de garip olaylar meydana gelmeye başlamıştır.
Bunlardan en önemli olanı
benim özel istihbaratıma dayanarak söyleyebilirim. Paris’te özel bir kokteylde denizci
emekli kurmay bir albaya Fransız üst düzey bir istihbarat yetkilisi ‘iki ay
sonra Türkiye’de türban olayları meydana gelecektir’ demiştir. Gerçekten de bu
bilgiden hemen sonra Türkiye’de türban meselesi patlak verdi. Ve bir türban
kanunu Meclis’ten hızla geçti. Anayasa Mahkemesi’ne giden kanun yıldırım hızıyla
iptal edildi. Bu birdenbire elektriğe basılmış gibi bir reaksiyon doğurdu. Ve
Türkiye’de Cuma gösterileri başladı. Her Cuma olayından sonra toplanan
kalabalık sanki ceplerinde her zaman bulundurdukları İsrail, Amerikan
bayraklarını yakmaya başladılar. Tertipler öyle boyutlara ulaştı ki büyük
şehirler ANAP’tan uzaklaşmaya başladılar, irtica mı geliyor, şeriat mı geliyor
diye...
Hemen arkasından bir MİT
raporu ortalığı karıştırdı. Bu MİT raporunda Özal ve Necdet Üruğ Paşa çok ağır
şekilde suçlanıyordu. Üruğ Paşa son derece vasıflı, namuslu, vatansever,
mükemmel bir generaldir. Özal da başarılı bir Başbakandı. Bu sebeple ikisinden
birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimali çok yüksekti.
Sonra yüksek bürokrasi -ki
her zaman bunlar bir konseptle hareket ederler- Yüksek Seçim Kurulu sürpriz bir
karar vererek ‘seçime katılmak müeyyideyi mucip değildir’ dedi. Ve bu yüzden
özellikle büyük şehirler ANAP’tan kaçtılar. Arkasından Danıştay kanun
kuvvetinde bir kararnameyi iptal etti, bu da dönemin hükümetine büyük darbe
vurdu. Hemen arkasından Yargıtay ‘tapu tahsis belgeleri geçersizdir’ diye bir
karar aldı. Ve tapu tahsis belgesi dağıtan Özal’ı yalancı duruma düşürdüler. Ve
ANAP seçimlerde büyük hezimet yaşadı. İyi ki de yaşadı. Çünkü bu hezimet ANAP
için hayırlı olmuştur. ANAP yenilmiştir ana rejim kurtulmuştur. Çünkü
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru çok daha vahim olaylar bekleniyordu. Çünkü
sekiz Cumhurbaşkanın yedisi silah ve asker yoluyla cumhurbaşkanı olmuştur.
Birisi sivildir o da silah zoruyla indirilmiştir.
Şimdi 2 bin yılında yeni Cumhurbaşkanı seçilecekse yaşanmış bu olayları göz ardı etmemek gerekiyor. Bugünlerde yaşadığımız ve 28 Şubat süreciyle başlayan bu sıkıntı giderek bende bazı şüpheler uyandırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru müdahaleler olabilir. Veya bu müdahaleler Meclis eliyle yaptırılabilir. Bundan da endişeliyim. Şunu seçeceksiniz diye bir isim empoze edilebilir, Meclis’te o isim cumhurbaşkanı seçilebilir”.1
Kendini Cumhurbaşkanı
seçtiren Özal’a o makamda hiç rahat verilmemiştir. Ani ölümünün zehirlenme
sonucu olduğu iddia edilmiştir.
Demirel’in
Cumhurbaşkanlığının son 18 ayında Cumhurbaşkanlığı tartışmasını, başkanlık
sistemini gündeme getirerek bizzat Demirel başlatmıştır.
Ecevit, Cumhurbaşkanlığı
seçimine 18 ay kala birden bire kamuoyunun gündemine “Süleyman Demirel’in
Cumhurbaşkanlığı süresinin bir dönem daha uzatılması” düşüncesini sokarak
tartışmayı genişletmiştir. Bu dönemde Baykal, “ara rejim” çağrısında bulunarak
ortalığı iyice germiştir.
Bugüne geldiğimizde gene
aynı aktörlerin sahnede rol aldığını görmekteyiz. Gene Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine 18 ay kala tartışmalar başlatılmıştır.
Demirel ve Baykal, bu
meclisin yeni cumhurbaşkanını seçmemesini, bu meclisin seçtiği cumhurbaşkanının
meşru olmadığını, o nedenle de orada rahat edemeyeceğini seslendirerek ortamı
germeye çalışmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışması devam ederken
Baykal eskiden yaptığı gibi ara rejim çağrıştıracak şekilde ‘Rejim kırılma
noktasına gelmiştir’ ifadesini kullanarak gerilimi artırmıştır.
Diğer taraftan Danıştay,
2002 yılındaki bir başörtüsü davasını 4 yıl bekleterek 2006 yılında
sonuçlandırmıştır. Danıştay başörtüsünü sokakta takmayı memurlar için
yasaklayan bir karar vermiştir. Gerekçesinde başörtüsü takan vatandaşları
tahrik eden, aşağılayan ifadeler kullanmıştır. YÖK Başkanı Teziç yaptığı
kavramsallaştırmalarla yangına körükle gitmiştir. Böylelikle başörtüsü geçmişte
olduğu gibi bugün de gerilim artırıcı bir malzeme olarak kullanılır olmuştur.
Burada önemli bir soruyu
gündeme getirmekte fayda var; 2003’de hükümet olacağı kesinleşen AKP’ye karşı
başörtüsünü bir gerilim aracı olarak kullanmak üzere kararın bekletilmesini
Danıştay’dan birilerinin talep edip etmediği... Başörtüsü yasağı kararının
zamanlamasını kimler yapmıştır? Birileri böyle bir kararın çıkması için
Danıştay üyeleri ile görüşmüş müdür? Görüşmüşse kim ve ne istemiştir?
Danıştay saldırısından sonra
bu soruların cevabının araştırılmasında çok fayda vardır.
Demirel kendisi ile yapılan
bir röportajda(Habertürk), parti genel başkanı olduğu dönemlerdeki
konuşmalarının tam tersine, bir çok kavramı çarpıtarak gerilimi artırmayı
hedeflemiştir:
“Başörtüsü ayrı bir olay,
türban ayrı bir olay. ..Türban sorunu icat edilmiş bir sorundur. Kim sorun var
diyorsa, bunu icat etmiştir.
İlle başı bağlı okumak istiyorsan,
başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git. Arabistan’da falan öyle
yerler vardır, oraya gidin. Orada okuyun.
Türban özgürlük falan
değildir. Bu gericiliktir.
Ama eğer halk derse ki,
birisi gelsin memleketi düzeltsin, asker yapsın derseniz, o da gelir.
Cesur kararlar almak isteyen
bir başbakan düşünür; “acaba yarın ben bu kararı aldığım için beni asarlar mı”
korkusundan kurtulmuş değildir. Niye? Çünkü Türkiye seçilmiş bir başbakanı
asmıştır.
“Yüzde 26 ile yüzde 66 sandalyeye nasıl sahip
olabilirsin”. Sayın Özal’ın da durumu böyleydi. Sayın Özal eğer vefat
etmeseydi, orada barınabilir miydi? Orada duramazdı.
“Mart 1960, Temmuz 1980 tarihlerinde erken seçim yapılsaydı, Türkiye’de ihtilal olmazdı”…ihtilal olur diye söylemiyorum bunları...”2
Demirel gibi tecrübeli bir
siyasetçi bunları, bir dil sürçmesi sonucu söylemiş değildir. Demirel ne
dediğini ve neyi hedeflediğini çok iyi bilmekte ve o hedefi elde etmek için de
bir yerlere ittifak mesajı göndermektedir. İlhan Selçuk’un başlattığı Demirel
başkanlığında yeni oluşum için Demirel havayı bulandırmaktadır, Sezer’le
Baykal’la ve daha başkaları ile ortak hareket geliştirmek istemektedir.
Başkalarını kendine muhtaç hale getirmek, bu iktidarı benden başka sallayacak
kimse yoktur demek istemektedir.
Sezer’in Harp Akademilerinde yaptığı konuşma ile tartışmalar alevlenmiş, ortamın daha da gerilmesi için gerekli zemin hazırlanmıştır. Çünkü ilk defa bir Cumhurbaşkanı ‘topyekün bir savaşı’ seslendirmektedir:
“...Gerici girişimlere
karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni çerçevesinde, Devlet’in tüm kurum ve
kuruluşları ile sivil toplum kuruşları tarafından anayasal düzenimizin temelini
oluşturan laikliğin korunması, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasının
önlenmesi, ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması ve
toplumumuzun gericiliğe karşı bilinçlendirilmesi amacıyla TOPYEKÜN BİR Savaşın
verilmektedir.
…Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir; dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi yasaklanabilir.”
Türkiye’de inanç özgürlüğü,
kamusal alan, laiklik, dinin istismar edilmesi ve ömürülmesi kavramları açık bir şekilde
tanımlanmamıştır. Bu kadar tanımlanmamış kavramla en yetkili mevkide olan
Sezer, topyekün bir savaştan nasıl bahsedebilmektedir?
Türkiye Danıştay baskınına bu psikolojik ortamda girmiştir.
Danıştay Baskınına İlişkin Değerlendirmeler
Danıştay baskını bir bomba
tesiri ile Türkiye’yi sarsarken birileri medya üzerinden yürütülecek psikolojik
savaşın hazırlığını çoktan yapmıştı bile. Eylemin organizsyonu bizzat hükümete
ve Müslümanlara yıkılmıştı.
Sezer, Harp akademilerinde
yaptığı konuşmaya uygun olarak Danıştay baskınını değerlendirmiş ve hükümeti
açıktan olmasa bile dolaylı olarak suçlu ilan etmiştir:
“Danıştay’a yapılan bu saldırı aslında laik
Cumhuriyet’e yapılan bir saldırıdır. Bu saldırıya neden olanlar tutum ve
davranışlarını yeniden gözden geçirmelidirler. Türkiye Devleti, laik,
demokratik bir cumhuriyettir. Laikliği çeşitli biçimlerde yorumlayarak, içini
boşaltıp demokrasiyi, dolayısıyla devlet rejimini yıkmaya kimsenin gücü
yetmeyecektir. ”3
Anlaşılan odur ki Sezer,
olayı Harp Akademilerindeki topyekün savaş çağrısına uygun olarak
yorumlamıştır. Devletin en tepesindeki insanın hiçbir araştırma yapmadan, elde
herhangi bir belge olmadan doğrudan doğruya hükümeti suçlaması, Müslümanların
böyle bir eylemi yaptığı imasında bulunması nasıl yorumlanmalıdır?
Keza Sezer’in rektörleri
Köşke davet edip onlarla yaptığı görüşmede, medyaya sızdığı kadarıyla, ‘Rektörlere
kampusların dışına çıkın’ demesi ne anlama gelmektedir. Önümüzdeki günlerde
üniversiteler gerilim artırmada aktif rol mü alacaklardır? Bu konuya Sezer’in açıklık
getirmesi gerekir.
Sezer devletin başı olarak
gerilimi düşürecek beyanlarda bulunması gerekirken gerilimi artıracak beyan ve
tavır sergilemiştir. Cenazede Hükümet üyelerine karşı girişilen çirkin
saldırıları kınamamıştır.
Sezer’in düştüğü hataya ne
yazık ki yargı organlarının başkanları da düşmüş olup hep bir ağızdan olayı
hükümetin organize ettiğini ima eder ifadeler kullanıp orduyu göreve
çağırmışlardır:
“Cumhuriyet tarihimizde kara bir sayfa olarak anılacak olan bu saldırı dolayısıyla, yargı dışında da laik demokratik devlet düzenini koruma görevi ile yükümlü olanlara bu görevlerini tekrar hatırlatır, bu yolda verilen yargı kararlarına karşı kimi siyasiler ve basın organlarının sorumsuzca beyan, kışkırtma ve tutumlarının ağırlıklı etkisi olduğu gerçeğini de kamuoyunun takdirine sunarız.” “...Toplumsal mutabakatı bozanlar suçludur. Onlar kendilerini biliyor.”3
Baykal, gerilim üreten
koroya, hükümeti suçlayarak katılmıştır:
“ Çok tehlikeli bir noktaya
doğru Türkiye maalesef sürüklenmektedir. Bu tabloya yol açan gelişmelerin
sorumluları çok ciddi bir durum değerlendirmesi yapmalıdırlar. Türkiye’de
maalesef siyasete kan bulaşmıştır.”2,3
Danıştay baskını üzerine en
ihtiyatlı açıklama Genel Kurmay Başkanlığından gelmiştir. Ancak cenaze sonrası
Özkök’e sorulan sorulara verdiği cevapta üslubun değiştiği görülmektedir:
“...Gösterilen reaksiyon,
halkın duyarlılığı, hakikaten takdir edici... Ancak bu bir tek güne, bir tek
olaya bir reaksiyon olarak kalmamalı, daimilik kazanmalı, devamlı olarak herkes
tarafından takip edilmeli. Olayı Silahlı Kuvvetler olarak şiddetle tekrar kınıyoruz’’4
Bu ifadeler, kapalı kapılar ardında bir şeylerin değiştiğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Dış Etkenler
Bugün düne nazaran bu
coğrafyayı daha da etkileyen iki büyük proje vardır:
• ABD’nin uygulamaya koyduğu ve 22 Müslüman ülkenin
sınırlarını değiştirmeyi ve böylelikle Avrasya’yı kontrol altına almayı
hedeflediği Büyük Ortadoğu Projesi.
• Bu coğrafyada kurulmak istenen Büyük İsrail Projesi.
11 Eylül, bu iki projenin
hayata geçirilebilmesi için ABD derin devleti tarafından bizzat organize
edilmiştir. Oluşan kaostan yararlanılarak ABD-İsrail-İngiltere(Şer ittifakı),
İnsan hakları ve demokrasiyi birer truva atı olarak kullanıp Müslüman
coğrafyayı işgal etmeye çalışmaktadır. Afganistan ve Irak’a bu iki truva atı
ile girilmiştir. Bu ülkeler, her gün yüzlerce insan öldürülerek
Demokratikleştirilmiş(!) ve İnsan haklarına kavuşturulmuştur(!).
Bu iki projenin hayat
bulabilmesi için öncelikle bertaraf edilmesi gereken İran ve Suriye’dir.
Arkasından sıra Türkiye’ye gelecektir. Büyük İsrail hedefi için, Türkiye, İran,
Suriye, Irak’ın bir kısım topraklarını içeren bir Kürdistan, Şer İttifakının
kontrolünde kurulmaya çalışılmaktadır. Bu dört ülkenin Kürdistan adı altında
parçalanması ile Büyük İsrail’in önündeki engeller kaldırılmış olacaktır.
ABD açısından Türkiye,
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Türki cumhuriyetler için bir ön karakol
durumundadır. ABD, Türkiye’yi bu yörelerin jandarması olarak görmekte ve
ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünü bir arada tutacak yönetimler istemektedir.
ABD, AKP iktidarının
başlangıcından beri Türkiye’yi, Müslüman coğrafyaya Model ülke olarak
sunmaktadır. Bu arada Türkiye’deki bazı Müslüman çevrelerin kalbini kazanacak
havucu da göstermeyi ihmal etmemektedir: Ilımlı İslam Cumhuriyeti. Bu havuçla
ABD, bazı çevrelerin kalbini kazanırken bazı çevrelerin de kin ve nefretini
artırmayı sağlamıştır. Bir taşla iki kuş vurmadır bu. Türkiye’de iç gerilim
olması, daima ABD’nin işine gelmektedir. Böylelikle daha kolay ittifaklar
kurabilmekte, yeni işbirlikçiler kazanabilmektedir.
Genelde büyük düşünen tüm devletler, alternatifli çalışırlar. Birbirine taban tabana zıt gibi gözüken güçlerle, yapılarla ittifak kurabilme elastikiyetindedirler. Onlar için önemli olan çıkarlarıdır. Medyanın, sivil toplum örgütlerinin, siyasi partilerin, ekonomik yapıların her çeşidini kurmak veya var olanlara nüfuz etmek genel bir ilkedir. Devletlerin her kademesine sızmak, oralara yerleşmek doğal faaliyet alanlarıdır. Bir iç cephe oluşturmak, tarihin her aşamasında kullanılan olağan bir mücadele şeklidir. Büyük güçlerin menfaati zedelendiği zaman o ülkede ilk harekete geçirilen bu iç cephedir. Türkiye’deki büyük çalkantılarda bu iç cephenin etkisini görebilmek için herkesin hafızasını yoklaması kafidir. Bunu en iyi görenlerden biri de Kamuran İnan’dır:
“Teslimiyet bizde işin icabı
haline gelmiş; asıldır. İstisnaların, kaide dışına çıkanların başına gelmedik
kalmıyor. Devletin menfaat ve onurunu korumakta kararlı olanların karşısına
dikilen bir iç cephe vardır. Alışılmışın dışına çıkanlar, karşılarında bu
cepheyi bulur...
Büyük güçler hiç bir şeyi
tesadüfe bırakmaz. Çok ve uzun kolları vardır. Kendi menfaatlerini korumak,
karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar.
Stratejik ve ekonomik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve
idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi gelişme
halinde olan memleketlerde kolay gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın
ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli
sayıdaki memleket, özellikle Müslüman memleketteki idareler büyük güçlerin
desteği ile ayakta durmaktadır; her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının
menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerine hizmet ederler. Bu
gibi memleketlerdeki darbeleri tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak
görmek yanlıştır. Bunların arkasında, genellikle, dış menfaat bulunmaktadır.
Büyük güçlerin, uzun süre, HayIr işitmeye tahammülü yoktur. HayIr diyenler
gider, yerlerine evet diyenler gelir. Bu hep böyle olmuştur. Olmaya da devam
ediyor. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydana
inen “lider”ler bizde de görülmüştür.
...Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan büyük güçler, menfaatleri bulunan memleketlerde Evet’çilerin iktidar olmasını kolaylaştırıyor. Birçok memlekette -biz dahil- iktidarların nasıl oluştuğu henüz ciddi bir şekilde araştırılmış, açıklık kazanmış değil. “Gizli kuvvetlerin gücünü ihmal etmemek lazım.”5
ABD, 1 Mart Tezkeresinin
reddedilişini henüz hazmedebilmiş değildir. Çünkü bunu yapanlar ABD’ye
başkaldırmış ve kendilerine çizilmiş sınırların dışına çıkmışlardır:
“Henry Kissinger: Dostumuz olan ülkeler Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.”6
Tezkerenin reddinden sonra
Türkiye’de vuku bulan bir çok olay Türkiye’deki İç Güç Odaklarını ve Hükümeti
evet demeye ikna etmek içindir. Bir taraftan Hükümete övgüler yağdırırken,
diğer taraftan Hükümetin gizli gündemi olduğunu, Cumhuriyetin, Laikliğin ve
Atatürkçülüğün Türkiye’de tehlikede olduğunu dillendiren de ABD’dir.
Şer ittifakı, Türkiye’de birbiri ile tezat
görüntüsü veren, çok yönlü, çok eksenli bir oyun sahnelemeye çalışmaktadır.
Türkiye’deki tüm darbelere bakıldığında sol güçler kullanılmış, ancak iktidar
sağa teslim edilmiştir. Bugünlerde ihtilal katalizörleri sol kadrolar,
ortalıkta dolaşıp dün yok etmek istedikleri Demirel etrafında bir iktidar arayışı
içerisindedirler. Son bir yıldır yaşanan olaylara bir de bu açıdan bakılmasında
fayda vardır.
1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden sonra
Türkiye’de iki kesim, ABD’nin boy hedefi haline gelmiştir: Hükümet ve Askerler.
Çünkü her ikisi de 1 Mart Tezkeresinin Parlamentodan geçmesini istememiştir.
Sinagog ve HSBC Bankasının
bombalanması ile başta Erdoğan olmak üzere Türkiye’ye özel mesajlar verilmek
istenmiştir. İçerde sivil ve askeri bürokrasi ile hükümet arasında yeterince
gerilim oluşmadığı ve hükümetin parlamento aritmetiğinde alternatifi
bulunmadığı için dış baskılar fazla bir sonuç vermemiştir. ‘Çankaya Meydan
Savaşı’ sathı mailine girildiğinde iç gerilimi artırmak için ortam müsait hale
gelmiştir. İşte ABD-İsrail-İngiltere Şer ittifakı, aradıkları uygun ortamı
bulmanın mutluluğu ile büyük provokasyonlara girişmişlerdir.
Şer ittifakı, satrancı
gerilim politikası üzerine kurmuştur. Bunun için Türkiye’nin fay hatlarını
aşırı enerji ile yüklemeye ve Hükümete karşı ne kadar gayrı memnun varsa
satranç tahtasında rol vererek değerlendirmeye çalışmaktadır. Onların bunun
farkında olup olmaması önemli değildir. İstikbal beklentisi ile kendilerine
biçilen rolü oynamaları önemlidir. Bu satranç tahtasında hangi niyetle olursa
olsun yer alanlar, kısa vadede belki bir şeyler kazanacaklardır. Ancak uzun
vadede hepsi kaybedecektir. Onlarla birlikte Türkiye de kaybedecektir.
Diğer taraftan Şer
İttifakının hedefi sadece hükümet de değildir. Ortadoğu’da kendisine istediği
desteği vermeyen ve 1 Mart Tezkeresinin reddini sağlayan Hükümetle sivil ve
askeri bürokrasidir. Şer İttifakı Türkiye’nin bu iki gücünü karşı karşıya
getirerek, vuruşturarak teslim almaya çalışmaktadır.
Şer İttifakının öncelikli
hedefi, her ikisini ikna edip kendine bağımlı hale getirmektir. Tasfiye, ikna
gerçekleşmediği taktirde düşünülen ikinci alternatiftir. İkna kısa süreli,
tasfiye uzun sürelidir. Şer İttifakının Irak’ta kaybedilen prestijinin
düzeltilmesi, uzun vadeye tahammül edemeyebilir. Tasfiye operasyonları,
genelde, geleceği gereğince öngörülemeyen süreçlerdir. Müslüman toplumlarda
halkın tepkisinin yönünü kestirmek her zaman o kadar kolay değildir.
Şer İttifakı, istediği teslimiyeti sağlayabilmesi için içerdeki tüm fay hatlarına, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Anti Laik, Ilımlı-Radikal, Büyükanıt’a Karşı olanlar-destekleyenler, enerji yüklemek istemektedir. Şer ittifakı, tarafları, “dereyi göstererek çayda boğulmaya”; “ ya kırk katır ya kırk satıra razı etmeye çalışmaktadır.
Postmodern Provokasyonlar: Faili Malum Olaylar
Son bir yıldır yaşanan ve
bizim Postmodern Provokasyonlar dediğimiz provokasyonlar arasında bazı ortak
özellikler vardır:
• Geçmişteki provokasyonlarda failler meçhul iken Postmodern
Provokasyonlarda failler malumdur. (Trabzon’da Papaz cinayeti, Şemdinli
hadiseler, Danıştay baskınında olduğu gibi.) Postmodern provokasyonlarda
birilerinin yakalanması istenmektedir. Bu birileri ya bizzat eylemleri icra
edenlerdir yada eylem mahallinde bulundurulup tuzağa düşürülenlerdir.
• Yakalananlar çok yönlü kişiliğe ve renge sahiplerdir.
• Eylemler profesyoneller tarafından amatörlük görüntüsü
verilerek yapılmaktadır.
• Eylemlere kendi arabaları ile gitmektedirler. Üzerlerinde
veya arabalarında özel kimlikler, kupürler, krokiler ve silahlar bulunmaktadır.
Eylemi bizzat icra ettiği iddia edilenlerin arabalarına ulaşamamakta ve
arkadaşları tarafından yalnız bırakılmaktadır.
• Eylem gününden önce eylem mahallinde görüldüğü
söylenmektedir. Olaydan sonra hemen görgü şahitleri ortaya çıkıp şahısla ilgili
bazı bilgiler vermektedirler.
• Tüm bu eylemlerde asker, emniyet ve mafya bağlantısı söz
konusu edilmektedir. Kısa zamanda isimler ve resimler medyada yer almaktadır.
Şemdinli, Danıştay baskını, Sauna çetesi, Bursa çetesinde bu çok bariz olarak
görülebilmektedir.
• Eylemler, bazı yeni yapılanmalar, yeni kanunlar ve yeni
atamalar gibi hayati öneme haiz zamanlarda yapılmaktadır. (Terörle Mücadele
Yasası, Mahalli Yönetimler Yasası, Kıbrıs görüşmeleri, AB Uyum Yasaları, 30
Ağustos terfileri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, Erken seçim gibi…)
• ABD-İsrail’in isteklerine olumsuz cevaplar verildiği
zamanlara denk düşmektedirler.
• Kartel medyası hep bir ağızdan olayı laikliğe ve
Cumhuriyete karşı bir eylem olarak nitelendirip; eylemi hükümet ve
Müslümanlarla bağlantılı göstermeye çalışmaktadır.
• Eylem sonrası cenaze törenlerinde mutlaka Müslümanlar,
Hükümet ve İran suçlanmaktadır.
• Ordu göreve çağrısı yapılmaktadır.
• Olaylar başörtüsü ve laiklik gibi kritik konuların gündemde tutularak gerilimin arttığı zamanlarda yapılmaktadır.
İç ve Dış Dinamiklerin Örtüşmesi
Hem ABD, hem de İç Güçler,
hükümetin Cumhurbaşkanlığı seçimini bu parlamento ile yapmasını istememektedir.
Burada bir örtüşme sözkonusudur. Ayrıca ilk genel seçimlerden AKP’nin, ya
mağlup olarak çıkması yada bu günkü kadar güçlü çıkmaması konusunda hem
fikirler. Burada da bir örtüşme söz konusudur. Buna benzer bir uzlaşmanın
Refahyol Hükümetine karşı oluştuğunu hatırlarsak mübalağa yapmadığımız daha iyi
anlaşılır.
Yavuz Donat, Milliyet gazetesindeki 2.5.1997 “İşte
Rapor”, 3.5.1997 “Amerika, Darbesiz Çözüm” başlıklı yazılarında “Toparlanamayan
Türkiye’nin Politik Krizi ” adlı 23 sayfalık bir ABD raporundan söz ederek
ABD’nin Refahyol Hükümetini istemediğini, ondan kurtulmak istediğini kamuoyuna
duyurmuştur.
Raporda, Refahyol
Hükümetinin ardından bir “Milli mutabakat hükümeti kurulması öngörülmekteydi”.
“Bu seçim sistemi ile, Refah ilk seçimde %21 ile 30 arasında oy alır” tespiti
yapılmakta ve Türkiye’nin kaostan çıkması için de, ‘seçim sistemi reformu’ ve
‘başkanlık sistemi’ alternatifleri tartışılmakta ve de; “Türkiye’nin kaostan
çıkması için en iyi yol (başkanlık sistemi) olarak önerilmekteydi.”
ABD, bu raporu dönemin
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ve Genelkurmay Başkanı Karadayı’ya vererek
operasyon için gerekli izni vermişti.
Bugün de seçim sisteminin
değiştirilmesi ve başkanlık sistemi tartışmalarının yeniden gündeme
getirilmesine geçmişin penceresinden baktığımızda bir İç ve Dış İttifakın
oluştuğunu söyleyebiliriz. Acaba bugün ABD bazı makamlara geçmişteki gibi bir
rapor vermiş midir?
Şer ittifakı, Türkiye’nin
bir iç bunalıma sürüklenebilmesi için bir iç cephenin oluştuğu kanaatindedir.
Fay hatlarını daha da enerji ile yükleyebilmek için Danıştay baskınını
düzenlemesi en kabul edilebilir bir ihtimaldir. (Daha farklı alternatifler
düşük bir ihtimaldir) Böylelikle hem iç cepheye katılabilecek grupların
sayısını artırmış, hem de Hükümeti iyice köşeye sıkıştırmıştır.
Bununla beraber Şer
İttifakı, içerde kendisine destek verecek olanların da bir güç olarak karşısına
çıkmasını istememektedir. Faili malum olaylarda Asker-emniyet ve mafya ilişkili
bir görüntü verilmesi, şantaj amaçlı olup ‘hükümetle anlaşır sizi deşifre
ederim’ anlamına da gelebilir. Asker-emniyet-mafya ilişkili görüntü bir
taraftan Hükümete uzatılan bir havuçtur da.
Olaylardaki bir başka
ilginçlik Şemdinli olaylarının Büyükanıt’la irtibatlandırılması, Danıştay
olayının ise emekli general Veli Küçük’le irtibatlandırılmasıdır.
1960’lı yıllardan beri ordu
içerisinde değişik grupların var olduğu bilinmektedir. Veli Küçük’ün Türkeş
ekolunun önemli isimlerinden biri olduğu söylenir. Kara Kuvvetleri Komutanı
Büyükanıt’la aynı ekolden olup olmadığını bilmemekteyiz. Eğer farklı ekollerden
ise olaylara verilmek istenen görüntü ekollerin birbirini tasfiye etmek
istedikleridir. Böylece Şer ittifakı, kendi karşısındaki oluşabilecek cepheyi,
hem bölmekte hem de bir çatışmanın içerisine sürüklemektedir. Eğer olayın böyle
bir boyutu var ise Şer ittifakı, geçmişte bu komutanlarla çalışmış bazı
insanları kontrolü altına alıp onlara işleri ihale ederek icra ettirmektedir.
Bu da içerde çok daha kanlı çatışmaların meydana geleceği anlamına gelmektedir.
(Son olaylar zayıf bir ihtimalde olsa ekoller arası bir savaşta olabilir.)
Cumhurbaşkanlığı için
başlatılan olaylarla (Faik Tarımcıoğlunun ifade ettiği) 1989 yılı seçimlerinde
ANAP’ın oy kaybına uğraması sağlanmıştır. 28 Şubat Postmodern Darbesi ile
yapılacak ilk seçimde %21 ile %30 arasında rey alabilecek bir RP’nin önü
kesilmiş Refah Partisinin oy oranı %15’lere geriletilmiştir:
“General Özkasnak: 28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır.”
Bugün de oynanan oyun
aynıdır. Fazla ayrıntıya girmeden AKP için oynanacak oyun, RP için oynanan
oyunun benzeri olabilir. Parti içerisinde Şener’in çıkışları ve Kartel medyası
ile Baykal’ın Şener’e övgüler yağdırması, Türkiye sathında vuku bulan olaylar
ve ABD’den gelen yüksek dozajlı eleştiriler ile geçmişte olanlar örtüşmektedir.
Bütün bu olaylarla
hedeflenen amaçlardan biri de, Hükümetin Türkiye’yi yönetemediğini, Türkiye’nin
kötü yönetildiği kanısını oluşturmaktır. Hükümet, bunalım yada gerilimi kontrol
altına alamadığı sürece ülke nereye gidiyor sorusu sorulacaktır. Bu da Hükümete
destek veren kitlelerin kopmasına ve ilk genel seçimlerde AKP’nin ciddi oy
kaybına uğramasına sebebiyet verecektir.
Erken seçimle hedeflenen bir CHP-MHP koalisyonu yada CHP-Merkez sağ koalisyonudur. Baykal’ın çıkışları böyle bir planın sinyallerini vermektedir
Sonuç: Milletin İktidarı
Türkiye Postmodern
Provokasyonlar dönemine girmiştir. Gerilim politikası devam ettirilmek
istenecektir. Bunu başta hükümet ve dini hassasiyeti yüksek olan Müslümanlar
olmak üzere herkesin çok iyi okuması ve anlaması gerekir. Ülkenin bu ortamdan
minimum zarar görerek çıkması için herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
Bu ülkeye ve bu millete
karşı çıkan güç odaklarının oyununu bozacak güç milletin kendisidir. Bunun için
millet bütün komplolara, bütün tuzaklara ve bütün ihanetlere karşı
bilgilendirilmelidir. Ülkenin karşı karşıya kaldığı plan ifşa edilerek oyun
bozulmalıdır.
Bu konuda sivil ve asker
bürokrasi ikna edilmelidir.
Bu oyuna karşı direnebilen
bürokratlar korunmalı, desteklenmelidir.
Sezer’in Ecevit’e Anayasa
fırlatmasının bu ülkeye kaça mal olduğu halka anlatılmalıdır. Rektörlere ‘Kampusların
dışına çıkın’ ifadesinin ne anlama geldiğini açıklaması kendinden istenmelidir.
‘Kampusların dışına çıkmanın’ bu ülkeye maliyetinin ne olacağı sorulmalıdır.
İlhan Selçuk-Demirel-Baykal
ittifakının icra ettiği gerilim politikasının maliyeti anlatılmalıdır. Geçmişte
İ.Selçuk’un Demirel’e karşı yapıp ettikleri, yazıp çizdikleri gündeme
getirilmelidir. Demirel’in dün söyledikleri ile bugün söyledikleri bir sistem
profili olarak ortaya konmalıdır.
Hükümet, içerdeki baskıdan yılarak Şer
İttifakına; Şer İttifakına karşı da içerdeki güç odaklarına teslim olmamalıdır.
Ancak Şer İttifakının içerdekilerle ittifakını bozacak politikalar
geliştirmelidir.
Bunun için Hükümet, yaptığı
bazı yanlış uygulamalardan süratle vazgeçmelidir. Bazı stratejik alanlardaki
özelleştirilmeler durdurulmalıdır. Yerel Yönetimler Yasası ya askıya alınmalı
yada revize edilmelidir. Geçmişe dönük eleştirel söylem bırakılmalıdır. Kıbrıs
politikası yeniden gözden geçirilmelidir.
Bu provokasyonlardan dolayı
Terörle Mücadele Yasası aceleye getirilip bu milletin boynuna geçirilen bir
kement haline dönüştürülmemelidir.
Seçimler zamanında
yapılmalıdır. Seçimi erkene çekmek için girişilecek provokatif hareketler
deşifre edilmelidir.
Hükümet mensupları tahrik
edici söz ve icraatlara laf yetiştirme alışkanlıklarından vazgeçip ileri-geri
konuşmamalıdırlar:
Yapılıp edilenlerin amaç ve
hedeflerini keşfetmeden oluşturulmak istenen yangına kendileri de benzin
sıkmamalı, satranç tahtasında bir piyon olmamalıdırlar.
Son olaylar, kimlerin bu ülkenin kalkınmasını, güçlenmesini istediğini, kimlerin de sürünmesini istediğini açığa çıkarmıştır. Kimlerin karanlıktan yana kimlerin de aydınlıktan yana olduğu anlaşılmıştır:
“Allah, rızasına uyanları
bununla(Kur’an) kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle
karanlıklardan nûra çıkarır. Onları dosdoğru yola da yöneltip iletir.”(5/16 )
“Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nûra çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, orda sürekli olarak kalacaklardır.”(2/257)
Yönetimler, meşrû zeminlerde
darbesiz, entrikasız, hilesiz el değiştirmelidir.
Yapılması gereken, devletin
emrine milleti değil, milletin emrine devleti vermektir.
Devlet millet için vardır,
millet devlet için var değildir.
Unutmamak gerekir ki; “İnsanI
yaŞat kİ devlet yaŞasIn.”
Unutmamak gerekir ki; bir
gece iki gündüz arasındadır.
Unutmamak gerekir ki; her
gecenin bir gündüzü vardır.
Unutmamak gerekir ki; kula kulluk dönemi bitecektir.
Notlar
1- Tarımcıoğlu, F., “Geçmişe Bakmak Yeterli”, Aksiyon, İstanbul
sayı 172,1998, s. 31
2- Yeni Şafak, 18.05.2006.
3- Cnn türk 17.05.2006, Hürriyet 18.05.2006
4- Cumhuriyet, 20.05.2006.
5- İnan K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş, İstanbul (1995), s
28,35
6- Chomsky, N. ABD Terörü, Pınar Yayınları, İst. (1991) s 22-23
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder