1 Mayıs 2006 Pazartesi

Medeniyetler Çatışmasında Müslümanların Yol Haritası -XIII [En Güzel Tarzda Mücadele -II] SÖZ OLA KESTİRE BAŞI SÖZ OLA KESE SAVAŞI

 (Umran Dergisi)

“Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, dengesi, kararlılığı kalmamıştır.” (14/24-27)

 

Müslümanlar, gerek içerden ve gerekse dışardan ciddi anlamda sıkıştırılmaya ve tahrik edilmeye başlanmıştır. Danıştay kararlarında, cumhurbaşkanının konuşmasında ve 28 Şubat tarzı bir psikolojik savaşın medya aracılığıyla yürütülmesinde yeni bir sürecin başlatılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Batının Şark meselesini çözmek için topyekün saldırıya geçdiği bir dönemde, bu ülkede sorumluluk makamında olanların, sorumluluklarına uygun bir hareket tarzı benimsememiş olması üzüntü vericidir. Keza iktidara gelmek, iktidarda kalabilmek için veya salt aşırı bir kâr için gidilen yolun tehlikesini göremeyip pragmatist, makyavelist politika uygulayanların ve ‘Dün başka bugün başka’ diyenlerin bu ülkenin elimizin altından kayıp gittiğini görememeleri de üzüntü vericidir. Gerçekte bir basiret, bir feraset ve bir dirayet sorunu ile karşı karşıyayız.

Böyle bir durumda herkesi düşündürebilmenin, herkesin ruh dünyasında, düşünce dünyasında uyarıcı şoklar meydana getirebilmenin çarelerini aramak bugün bu ülkeyi, bu milleti seven herkesin boynunun borcudur. Bunun için de yanlışlıklara, kötülüklere, haksızlıklara, adaletsizliklere ve zulme karşı duruşumuz ve bu uğurdaki mücadelemiz basiret, hikmet, feraset içeren bir estetikte, bir güzellikte olmalıdır.

Siz Dışardan Biz(!) İçerden

Osmanlı paşalarından Fuat Paşa, Batılı devlet ricalinin bulunduğu bir toplantıda ‘En büyük devletin Osmanlı Devleti’ olduğunu söylediğinde gülüşmeler olur. Fuat Paşa’nın iddiasının gerekçesi iddiasından daha ilginç ve anlamlıdır: ‘Yıllarca siz dışardan biz içerden yıkmak için uğraşıyoruz da hâlâ yıkılmadı ve ayakta durmaktadır’.

Bugün İslam benzer bir durumla karşı karşıyadır. Batılılar dışardan bizimkiler(!) içerden İslam’a savaş açmışlardır.

Yeni Bir Karikatür Olayı

Batı’da karikatürler üzerinden yürütülen psikolojik savaş devam etmektedir. Savaşın odak noktasına İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.) konmuştur. Katolik Kilisesinin aylık yayın organı ‘Katolik Araştırmaları’(Studi Cattolici)nda Hz. Muhammed’i cehennemde yanarken gösteren bir karikatür yayınlanmıştır:

“Karikatürde, cehennem ateşinin alevleri içinde yanan Hz. Muhammed’i seyreden İtalyan şair Virgil, Dante’ye,   “O Muhammet değil mi?” diye soruyor. Dante’nin yanıtı ise şöyle: “Evet, ikiye ayrıldı, çünkü toplumu da böldü.”1

 Dinler, medeniyetler arası diyalog çalışmaları yapılırken Vatikan’a bağlı Katolik tarikatlarından biri olan Opus Dei’ye mensup bir genel yayın yönetmeninin (Cesare Cavelleri) böyle bir karikatürü yayınlaması anlamlı, düşündürücü değil midir?

Genel yayın yönetmeni kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, asıl niyetin ne olduğunun ipuçlarını veriyor:

“Bu tasviri yayımlamanın, suikastlara sebebiyet vermemesini umuyorum. Eğer böyle bir şey olursa, bu aptalca tavırların perçinlenmesi olur.”1

İşte geçen sayıda dikkat çekmek istediğimiz en temel konulardan biri de buydu.

Diyalog çalışmaları ile Müslümanları uyutup kendileri için daha rahat hareket etme imkanı meydana getirmek istemektedirler. Diğer taraftan karikatür gibi psikolojik tahrik malzemeleri ile Müslümanları şiddete bulaştırarak suçlu göstermeye çalışmaktadırlar. Böylelikle kendi toplumlarına İslam’ı ve Müslümanları ‘vahşi barbar’ olarak sunup yeni ve tehlikeli bir düşman imajı ihdas etmek istiyorlar. Diyalog çalışmalarında da Müslüman temsilcileri suçlayıp suçluluk psikozu içerisine sokarak daha fazla taviz koparmaya çalışıyorlar. Yeni senaryo budur. Bundan böyle bu ve buna benzer senaryoların çokça yazılıp çizileceği ve icra-i sanat edileceği asla unutulmamalıdır.

Cumhurbaşkanı Sezer’in Harp Akademileri’ndeki Konuşması

İçerdeki önemli olay Sezer’in Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmadır.

Konuşma genel olarak incelendiğinde Türkiye’deki yönetici kadroların ve aydın kesimlerin kafalarının ne kadar karışık olduğu ilk dikkati çeken noktadır. Kendi zihinsel dünyalarında, felsefi anlamda, kendileri ile barışık olmadıkları/olamadıkları rahat bir şekilde görülebilmektedir. Ne içinde yaşadıkları ve yönettikleri milletin değer sistemini, ne de küreselleşmenin nihayetinde dayatacağı değer sistemini anlamış gözükmektedirler. Bu kadrolar, 11 Eylül sonrası ABD politikasının dayattığı ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin neye mal olabileceğini görebilmiş değillerdir. 24 ülkenin hem coğrafyasını hem de değerlerini değiştirmek isteyen ABD-İsrail-İngiltere’ye karşı nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği konusunda kafalar berrak değildir. Bu şer ittifakının dayattığı/dayatacağı politikalara karşı hangi değerlerle ve hangi toplumsal mutabakatla(Yumuşak Güç) karşı durabileceklerini pek düşünmüş değillerdir.

Türkiye’deki yönetici kadrolar ile aydınlar yaklaşık yüzyıldır bu ülkeyi, tanımlanmamış, çerçevesi gerektiği gibi belirginleştirilmemiş kavramlarla yönetmeyi bir ilke haline getirmişlerdir. Son derece esnek, isteyenin istediği tarafa çekebildiği, muğlak kavramsallaştırmalar bu ülkenin en büyük hendikapıdır. Bu bağlamda ne din, ne laiklik, ne irtica ve ne de demokrasi açık, anlaşılabilir bir şekilde tanımlanmıştır. Türkiye’de Laiklik ve İrtica bir akrebin kıskaçları gibi kullanılmaktadır. Öteki kategorisine konan herkes, bu iki sihirli değnekle dövülmüştür. Menderes, Demirel, Özal, Erbakan ve Erdoğan bu iki kavramın hışmından kurtulamamıştır. Bugün Cumhurbaşkanı Sezer’in tanımlanmamış bu kavramları kullanarak yaptığı konuşma, spekülasyona sebep olacak mahiyettedir:

“…İrtica siyasete, eğitime ve Devlet’e sızmaya çalışmakta, Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik, başta milliyetçilik ve laiklik gibi toplumun büyük kesimince özümsenmiş değerlerin yıpratılmasına yönelik etkinlikleri sistemli biçimde uygulamaktadır.

Ayrıca, Devlet’in ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla dinin, din duygularının ve kimi objelerin dinsel kural ve yorumlar geliştirilerek sömürülmesi, toplumumuzu kamplara bölmeye yönelik bir girişim olarak duyarlılık yaratmaktadır.

...Anayasamızda yer alan iki önemli öğe, özgürlük ve eşitliktir. Bunların gerçekleşmesi ancak dinsel zorlamaların olmadığı laik toplumlarda olanaklıdır. Bu bağlamda, gerici girişimlere karşı, Anayasa ve demokratik hukuk düzeni çerçevesinde, Devlet’in tüm kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruşları tarafından anayasal düzenimizin temelini oluşturan laikliğin korunması, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasının önlenmesi, ulusal eğitimin bu tür hareketlerin etkisinden kurtarılması ve toplumumuzun gericiliğe karşı bilinçlendirilmesi amacıyla top yekun bir savaşım verilmektedir.2

 Görülebileceği gibi Sezer de din ve irtica kavramlarını yan yana kullanarak ima yoluyla dini irtica olarak göstererek yaklaşık 80 yıllık bir geleneği sürdürmek istediğini göstermiştir. Çünkü 80 yıllık gelenekte irtica İslam için, mürteci Müslüman için kullanılmıştır.

 Sezer, konuşmasında yeni bir din iması yaparak dini, bireysel bir vicdan işi olarak göstermeye çalışmaktadır:

“...Gericiliğe karşı bu savaşımın, halkın dinsel inançlarına karşı çıkmak gibi gösterilmesi de başlı başına bir din sömürüsüdür.

Demokratik laik düzen, inanç sahibi insanlarımızın birey olarak dinsel yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel oluşturmamaktadır.”2

 Acaba bu ülkedeki Millet, İslam’dan başka bir dini mi benimsemiştir? Sezer hangi dinden bahsetmektedir? Aradaki tezadı, nasıl göremedikleri veya görmek istemedikleri anlaşılabilir değildir.

Buradaki ana sorun, dini kendi kafalarına göre tanımlama isteğidir. Sezer ve onun gibi düşünenlerin anlamak istemedikleri nokta, İslam dini kendilerince tanımlanmak istenen dinler kategorisine sığmamaktadır. İslam dini Kur’an’da tanımlanmış, Hz. Muhammed tarafından yaşanır bir şekilde hayata aktarılmış ve asırlar boyu da pratik bir şekilde yaşanmıştır. İslam dininin hayata şekil verdiği dönemlerde, gayri Müslimler bile İslam’ın adaletine teslim olmayı bir kurtuluş olarak görmüşlerdir. “Kardinal külahını görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz” sözü o günlerden mirastır. Sezer gibi düşünenlerin tarihe bakmalarında yarar vardır. Tefekkür edenler için Darü’l-Aceze’deki Cami, Kilise ve Havranın bir arada bulunması, gerçek özgürlük, eşitlik ve adalet için ders alınması gereken bir ibret abidesidir.

Yönetici kadrolar, İslam’ı kendi zihni yapılarına göre tanımlama, şekillendirme, kuşatma, daraltma hakkına sahip olmadıklarını ve bu konulara kulaktan dolma bilgilerle girmemeleri gerektiğini artık anlamalılar. Bu herkesin yararına olur.

Yaşanılan kafa karışıklığı, kutsal kavramını kullanırken de görülmektedir. Bu nasıl bir kutsallıktır ki fert ve toplumun yaşamında hiçbir etkisi yoktur ve de olmayacaktır.

Kafa karışıklığı, din istismarının ve din sömürüsünün nerede başlayıp nerede bittiğinde veya hangi davranış ve düşünce tarzının din istismarı olduğunda da görülmektedir. Din istismarcısı olup olmamak, bu mantığa göre, konjönktüre ve de şahsın durumuna bağlıdır. Demirel, Kenan Evren Kur’an ayetlerini kullandığında bu din istismarı olmamaktadır. Ancak Erbakan veya Erdoğan kullandığında bu din istismarıdır.

Din ve vicdan özgürlüğü, ibadet özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünün laiklik, özgürlük ve eşitlik ile olan ilişkisinde gene bu kesimin kafaları ciddi anlamda karışıktır. Bir taraftan dini vecibelerinizi yerine getirme hakkının laikliğin bir gereği olduğu ifade edilmekte diğer taraftan da Kamusal (y)alan çerçevesinde ibadet özgürlüğünün kısıtlanabileceği söylenebilmektedir:

“… Din, bireylerin manevi yaşamına ilişkin olan inanç bölümündeki kutsal yerinde, sınırsız bir özgürlük tanınarak anayasal güvenceye alınmıştır.

- Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak, toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez; bireyin inanç ve ibadet yaşamına, kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla sınırlamalar konulabilir; dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi yasaklanabilir.”2

Görülebildiği gibi inanç özgürlüğü, tanımlanmamış, kamusal alan tanımlanmamış, laiklik tanımlanmamış, dinin istismar edilmesi, sömürülmesi tanımlanmamıştır. Ve bir milletin hayatı, tanımlanmamış kavramlar anaforunda kıskaca alınmıştır.

 Bu kadar tezatlarla dolu bir zihinsel yapı nasıl oluşmuştur? Ard arda gelen iki cümle arasındaki tezadı görememek nasıl bir zihinsel kırılmanın ürünüdür.

Asırlar Boyunca Değişen Ne?

Sezer’in ibadetlerin kısıtlanabileceğine ilişkin beyanı, bize Mekke döneminde Hz. Ebu Bekir’in yaşadığı bir olayı hatırlatmıştır:

Kureyş’in baskısından bunalan Hz. Ebu Bekir, Habeşistan’a göç etmek üzere yola çıkar. Berkü’l-Gimad denilen yerde Kare Kabilesinin reisi İbnü’d-Düğunne onu karşılar. Ve nereye gittiğini sorar. Hz. Ebu Bekir de kavminin kendisini kovduğunu, başka diyarlara giderek Rabbine daha iyi kulluk etmek istediğini söyler. Bunun üzerine İbnü’d-Düğunne Hz. Ebu Bekir’e:

“Ebu Bekir! Senin gibi bir adam memleketinden çıkmaz ve çıkarılamaz. Sen yoksulları gözeten, akrabasını ihmal etmeyen, yetimlere yardım eden, misafiri en iyi şekilde ağırlayan, afetlere uğrayanlara yardım eli uzatan bir adamsın. Seni himayeme alıyorum. Dön ve Rabbine memleketinde kulluk et”3

diyerek himayesine alır ve birlikte geri dönerek durumu Kureyş ileri gelenlerine bildirir. Kureyş ileri gelenleri, İbnü’d-Düğunne’nin himaye teklifini şartlı kabul ederler:

“Peki, Ebu Bekir’i bırak Rabbine evinde ibadet etsin. Namazını orada kılsın, dilediğini okusun, ama bizi rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıklamasın. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinlerinden döndüreceğinden korkuyoruz”3

Kureyş bu şartlar altında Ebu Bekir’in Dini Özgürlüğünü anayasal koruma altına almayı taahhüt etmiş olmaktadır. Dikkat edilirse ileri sürülen şartlar, Sezer’in gerekçesi ile aynı özlüdür.

Hz. Ebu Bekir başlangıçta bu şartlara uyarak namaz kıldığını Kur’an okuduğunu hiç kimseye göstermez. Ancak daha sonra bahçesine küçük bir mescit yaparak namazları orada kılmaya ve Kur’an’ı orada okumaya başlar. Bireyin vicdanına ve evine hapsedilmek istenen din dışa yansıdığından dolayı Kureyş’in ileri gelenleri, himaye şartlarının bozulduğunu ifade ederek İbnü’d-Düğunne’den gereğini yapmasını isterler. İbnü’d-Düğunne, Hz. Ebu Bekir’den ya anlaşmanın şartlarına uymasını ya da himayesinden çıkmasını ister:

“Senin için yaptığım anlaşmanın şartlarını biliyorsun. Ya anlaşmanın şartlarına riayet ederek sessizce evinde ibadet edersin, yahut da himayemden çıkarsın.

Bir adamla ilgili yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini Arapların duymasını istemem”.3

Hz. Ebu Bekir, İbnü’d-Düğunne’nin şahsında tüm Kureyş’e Allah’a tam teslim olmanın gerektirdiği cevabı verir:

“Senin himayene muhtaç değilim. Allah’ın himayesi bana yeter.”

Batıya Verilen Sözlerin İhlal Edildiğinin Duyulmasını İstemeyiz(!)

İbnü’d-Düğunne Hz. Ebu Bekir’e ‘Bir adamla ilgili yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini Arapların duymasını istemem’ derken duyduğu korku ile, bu gün Türkiye’deki yönetici kadroların Batı’ya verdikleri gizli sözlerin ihlal edilme ihtimali ortaya çıktığında duydukları korku aynıdır. İhtimal, bundan dolayıdır ki dini bireysel bir inanç olarak tanımlayıp laikliğe aşırı vurgu yapan ve de ibadetlerin gerektiğinde sınırlandırılabileceğine ilişkin açıklamalar yapıyorlar.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi şikayet etmek üzere gelen bir grup solcu gençle sohbet ederken gençlere, ‘Türkiye’de laikliğin esas sebebinin’ ne olduğunu sorar. Gençler kitaplarda okudukları bilgilerle cevap verince Celal Bayar, Türkiye’de laikliğin kitaplarda yazılı olmayan ve fakat meriyette olan anlamını açıklar:

“Hayır bunların hiçbiri değil. Biz Lozan’da gizli celsede Batılılara kesin söz verdik; zamanla bu millete Kur’ân’ı unutturacağız diye.’ Bu sözün bekçisi makam olarak benim ve benden sonra gelenler de bu görevi sürdüreceklerdir. İşte laikliğin esası budur; sizlere düşen de bu anlayışa sahip çıkmaktır.”4

Anlaşılan Türkiye’nin yönetici kadroları, Lozan’da verdikleri sözün geçerli olduğunu belli periyotlarla tekrarlayarak Batı’ya olan bağlılıklarını (biatlerini) bildirerek güven tazeliyorlar.

Görülebileceği gibi Türkiye’deki yönetici kadroların bugün söyledikleri ile, asırlar önceki Kureyş’in yönetici kadrolarının söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Sadece söylemlerine yeni elbiseler giydirmişlerdir. Asırlar öncesinin fikirlerini tekrarlayan bu insanlar niçin ‘ilerici’ de bizler niçin ‘gerici’ oluyoruz anlayabilen var mı?

Değişmeyen Kanuniyet/ İlahi Sünnet

Gerçekte yaşananlar ilk İnsan Hz. Adem’le İblis arasında sürüp giden değerler arası mücadelenin günümüzdeki bir tekrarından başka bir şey değildir. Bu mücadele, özü aynı kalmak şartıyla değişik ad ve görüntülerde devam etmektedir ve de devam edecektir. Bu Allah’ın takdir ettiği ilahi bir sünnettir, ilahi bir kanuniyettir ve bu kanuniyette herhangi bir değişiklik söz konusu değildir:

“(Bu,) Senden önce gönderdiğimiz resullerimizin bir sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.” (17/77)

İşte biz insanlık tarihi boyunca sürüp giden bu değerler mücadelesine ilişkin temel yasaları öğrenip içselleştiremediğimiz sürece gerçeği yakalayamayacak, ne olup bittiğini anlayamayacağız. Bugün başımıza gelenlerin çok daha vahimi geçmişte peygamberlerin ve onları izleyen müminlerin başına gelmiştir. Bu gerçek hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. İşte bunun için geçmişte iman edenlerin başına gelenleri, bugünle karşılaştırarak, genel olarak, aşağıda kısaca özetleyerek hatırlatmanın yararlı olacağına inanmaktayız.

Dün: Bölücü/ Bozguncu/ Fesat 

Bugün: Bölücü/ Bozguncu/Ayrılıkçı

Peygamberler toplumlarına Allah’ın gönderdiği yeni değer sistemini getirdiklerinde o an hakim olan değerler hususunda halkın kafasında şüpheler uyanmaya başlamaktadır. Şüphe yeni bir arayış başlatmakta yeni değerlere ilgi artmaktadır. Bundan rahatsızlık duyan müesses sistemin hakim yönetici kadroları yeni sunulan değerlerin doğru ve haklı olup olmadığına bakmadan onu bir fesat, bir bozgunculuk olarak görmektedirler. Yeni düşünceyi ve sahiplerini farklılaşma meydana getirdikleri ve de müesses sistemin refahtan şımarıp azan önde gelenlerinin uykularını kaçırdıklarından dolayı toplumu bölmekle, kargaşalık çıkarmakla suçlamayı en etkin bir silah olarak kullanmayı ilke edinmişlerdir:

“Firavun kavminin önde gelenleri, dediler ki: “Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?” 7/127; Bak: (103-127) 129 11/62 (61-63))

Herkesi her an bölücü olarak yaftalama imkanı veren ve sistem tarafından daima tek yanlı olarak kullanılan 312. Madde gibi nice tuzak maddeler kanunlara bu amaçla konmakta ve de silah olarak kullanılmaktadır.

Dün: İstismarcı/Makam ve Güç Peşinde

Bugün: Din İstismarcısı/Din Sömürücüsü/Siyasal İktidar Peşinde

Yeni gelen değerlere karşı sistemin hakim değerlerinin halk indinde itibar kaybetmesi bir başka silahın kullanılmasına sebebiyet vermektedir. ‘Yeni değerler kutsaldır.’ ‘Bunların günlük hayatla ilişkisi yoktur.’ ‘Bunları günlük hayatın içerisine çekmek onun kutsallığını bozar. Bundan da en çok zararı din görür’. O nedenle dini değerleri günlük hayatın içerisine çekmek bir istismardır. Kutsalları istismar ederek kendilerine makam mevki ve güç elde etmek istemektedirler.

“Onlar: “Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz” dediler.”(10/75-78 Bak: 23/24 )

Böyle bir propaganda ile bir taraftan din cam fanusun içerisine hapsedilip hayatla irtibatı kopartılmakta, diğer taraftan dinin mensupları istismarcı menfaatçi olarak karalanıp halkın gözünden düşürülmeye çalışılmaktadır.

Dün: Geleneksel Hikaye/ Eskilerin Uydurma Masalları

Bugün: İrtica

İnsanlığın gelişim seyrine uygun olarak Birincil /Ana /Temel değerler, ilk insandan bu yana değişmeden kalırken; ikincil değerler değişmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar, bu temel değerleri tarih boyu savunmuş ve her fırsatta dile getirmişlerdir. Tüm zaman ve mekanı kuşatan böyle bir değer sistemi gündeme geldiğinde, cari sistemin refahtan şımarıp azan önde gelenleri tarafından yıpratılabilmesi için o çağın aktüel yıpratma motifleri kullanılmıştır:

“…Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler.” (6/21-31 Bak: 8/ 29-32 16/20-26 26/136-138 46/1-12)

“…Bu, sizi babalarınızın taptıkların(ilahlar)dan alıkoymak isteyen bir adamdan başkası değildir” dediler.

“Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir” dediler.” (34/43)

Bugün dillerine dolayıp her gün tekrar ededurdukları irtica kavramı ile dün kullanılan ‘Eskilerin uydurma masalı’ arasında amaç ve kapsam açısından bir fark yoktur.

Dün:Deli / Aklı yetersiz/Büyücü büyülenmiş/ Şaşırmış Çarpılmış/Şair/ Yalancı

Bugün: Deli/ Akılsız/İnsan bile Değil/ Sapıklar/Sapmış/Yalancı

Gene çağın popüler kavramları kullanılarak yapılan bir başka propaganda ise deli/ aklı yetersiz/büyücü-büyülenmiş/şaşırmış- çarpılmış/şair/yalancı gibi nitelemelerin yapılmış olmasıdır. Birbirleri ile tezat teşkil eden bütün bu vasıfların aynı anda bir insanda bulunmasının mantıki olup olmadığı onlar için önemli değildir. Önemli olan dini mesajın etkisinin kırılabilmesi için gerekeni yapmaktır. Çamur at izi kalır:

“O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.” (23/24-26 Bak:15/16 37/36)

 “Firavun ona: “Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum” demişti.” (17/101 Bak: 6/7 10/12, 76 26/153, 185)

“Kavminin önde gelenlerinden inkâr edenler dediler ki: “Gerçekte biz seni ‘aklî bir yetersizlik’ içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”(7/60,66 Bak: 11/27,54 6/66 38/4)

Dün: Aşağılık/Yanında Bir Melek Olmalı, Olağanüstülük Göstermeli/ Fakirler/ Bizim Kölelerimiz

Bugün: Varoştakiler/ Ayak Takımı/ Kuyruklar/Ağzı Çorba Kokanlar/ Hizmetçilerimiz

Sınıfsal ayırım yapmak, insanları makamlarına mevkilerine ekonomik durumlarına bağlı olarak değerlendirmek Allah’ın yasak kıldığı bir anlayış, bir düşünce ve bir zihniyettir. Sınıfsal ayırım İblis’in isyanındaki temel parametre olup takipçileri tarafından da aynen korunmuştur. Tevhidi dinin ilk müntesipleri genelde müstazaflar (ezilmişler, horlanmışlar, zayıf bırakılmışlar) olmuştur:

 “Kavminden, ileri gelen inkârcılar: “Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz” dedi.”(11/27 Bak:14/10 17/90-94 23/24, 33-38,47 26/154,186,187 54/24, 25 6/8, 9, 109 11/53 13/7 15/7, 8, 14, 15, 27 38/8)

“Dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?”(43/31 Bak: 54/24, 25 38/8 17/93, 94 )

“Dediler ki: “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışız? Kaldı ki, onların kavimleri bize kullukta (kölelikte) bulunmaktadırlar.”(23/47, 24, 33-38)

Dün: Uğursuzlar

Bugün: Sizin Yüzünüzden Geri Kaldık/Uğursuzlar

Özelde Türkiye’de genelde İslam coğrafyasında Müslümanlar iktidarda olmamış olmalarına rağmen geri kalmışlığın tüm suçu onların sırtına yüklenmekte ve hakarete uğramaktadırlar. Tıpkı geçmişte kendi yandaşlarının başına bir olumsuzluk geldiğinde bundan Müslümanları sorumlu tutmaları gibi:

“Dediler ki: “Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.”(27/47 45-53)

Dün: İlahlarınıza/Dininize/Atalarınıza Sahip Çıkın

Bugün: İlahlarınıza/Atalarınıza/ Sisteme Sahip Çıkın

İslam dini, cari sistem tarafından içeriği boşaltılmış ve anlam kaymasına uğramış pek çok kavramı, orijinal muhtevalarına kavuşturacak bir dile sahiptir. Cari sistemin ilahlaştırıp putlaştırdığı pek çok eşya ya da kişiyi bir eşya yahut fani fert düzeyine indirgeyerek her şeyi olması gereken yere oturtmak tavrını alır. Bu; putlaştırmadan menfaat sağlayan, kredileri putlara bağlı olan refahtan şımarıp azan önde gelen Mele ve Mütref takımının aşırı tepkisine sebebiyet verir. O güne kadar fazla önemsemedikleri geleneklerine, atalarına sahip çıkarak çok şiddetli bir psikolojik savaş başlatarak kendilerinin gerçekte inanmadığı ve de takip etmediği ve fakat menfaatleri gereği inanır gibi gözüktükleri ilahlarına ve atalarına sahip çıkmaları için yandaşlarını ve de sistemin cari güçlerini göreve çağırırlar: Bunları susturun, bunları yok edin:

“Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. “(34/43 38/6 43/22-23)

“Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” (40/26)

 “Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de Nesr’i.” (71/23)

Dün: Halkın Davetçiyi Dinlemesine Mani Olma/Davetçiyi Konuşturmama

Bugün: Haberleşme Araçlarına Ambargo/Konuşmalar, Yazılar Kanuna Aykırı

Bütün bu hakaret ve alaya rağmen İslam yayılıyorsa, İslam halk tarafından benimseniyorsa Müslüman tebliğcilerle halk karşı karşıya getirilmek istenir. Halka yanlış bilgi verilerek halk tahrik edilir. Yada davetçilerin mesajlarının halka ulaşmaması için davetçiler, ‘Kanunen ve Cebren’ susturulur. Veya iletişim kanallarına ambargo konur:

“Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar.” (6/26 Bak:7/76, 86, 123 8/36)

Dün: Baskı/Tehdit/İşkence/Hapis/ Sürgün/Öldürme/

Bugün: Baskı/Tehdit/İşkence/Hapis/ Sürgün/Öldürme/

Davetçiler bütün bu engelleyici tedbirlerle durdurulamadıkları taktirde kendilerine topyekün bir savaş açılarak tasfiye edilmek yoluna gidilir. Bu aşamada tehdit, hapis, işkence, sürgün ve öldürme söz konusudur:

“Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (8/30 Bak: 37/ 97 7/82, 88, 124, 127 11/91 18/ 20 14/13 26/167)

“O’na iman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın… Kavminin önde gelenlerinden inkâr edenler, dediler ki: “Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz.” (7/86, 90)

(Babası) Demişti ki: “İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.” (19/46 26/116)

Amaç: Değiştim Dedirterek Sisteme Bağlılık

Geçmişte ve günümüzde uygulanan bu ve buna benzer yöntemlerin amacı, inançlarınızı kalbinizde yaşayın, çevreye yansıtmayın. İnançlarınızın halkın arasında yayılmasına müsaade etmeyiz. Ya susun ya da değiştiğinizi söyleyip sisteme bağlılığınızı açıklayın. Aksi taktirde öcüler yer sizi. Yanı ‘ya kırk katır ya da kırk satır’:

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (7/88 Bak:18/20 )

“İnkâr edenler, resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” (14/10-13)

Görüldüğü gibi İman edenlerin başına geçmişte gelenlerle bugün gelenler veya gelebilecek olanlar arasında bir fark yoktur. Değerler arasındaki mücadelede var olan ilahi sünnet icra edilip durmaktadır.

En Güzel Tarzda Mücadele

Değerler arası mücadelede Müslümanlar nasıl bir yol ve nasıl bir yöntem izlemelidirler. İzlenecek yol, uygulanacak yöntem bizzat Allah tarafından resulleri aracılığıyla insanlara uygulanarak gösterilmiştir. Bu mücadelenin adına da estetik mahiyetinden dolayı ‘En Güzel Tarzda Mücadele’ adı verilmektedir:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (16/125)

En güzel tarzda mücadele derken neyi anlamalıyız? Hangi hareket, davranış, düşünme ve konuşma şekli güzel ve doğrudur: hangileri çirkin ve yanlıştır? Yığınla parametrenin işin içine girdiği ve aralarındaki ilişkinin lineer olmadığı son derece karmaşık bir alandan bahsettiğimiz göz ardı edilmemelidir. Belli bir zaman ve belli bir mekanda ve belli koşullarda güzel olan, başka bir zaman, başka bir mekan ve başka koşullarda güzel, doğru ve yararlı olmayabilir. Mücadeleyi içinde bulunduğu koşullardan bağımsız olarak değerlendirmek yanlış olur. Bununla beraber değişik zaman, mekan ve koşullarda geçerli olabilecek optimal bir yol ve yöntem mevcuttur. Bütün zaman, mekan ve koşullarda geçerli olabilecek bir mücadelenin optimal çizgisini, bilgisi bütün zaman, mekanları ve koşulları kuşatan Âlemlerin Rabbi ve Maliki olan Allah’ın Peygamberler aracılığıyla gönderdiği bilgiye baş vurarak elde etmeye çalışacağız.

Söz Vardır Kestirir Başı Söz Vardır Keser Savaşı

Konunun daha iyi anlaşılabilmesinde aşağıdaki fıkra yararlı olacaktır:

“Padişahın biri, kendi falına baktırıp geleceğinin ne olacağını öğrenmek ister. En iyi fal okuyucuya ödül verileceği duyurularak ülkenin bütün falcıları davet edilir. Falcılar, padişah sarayında toplandıklarında sadrazam falcılardan birinin içeriye gelip fal bakmasını söyler. Falcılar arasında hepsinin hocası olan ve ‘üstad’ diye hitap ettikleri piri fani falcı da bulunmaktadır.

Üstat ‘doğrucu Davut’tur.’ Bildiği, gördüğü gerçekleri sakınmadan, lafı eğip bükmeden herkesin yüzüne karşı söylemekle ünlüdür. Üstadın olduğu bir yerde talebelerinin öncelik alması ayıp olur düşüncesiyle tüm talebeler, üstada ‘sen buyur’ derler.

Üstad Padişahın huzuruna girer ve fakat çıkamaz. Padişah üstadı kellesini alması için cellada teslim eder. Padişah üstadın verdiği bilgiden son derece rahatsız olduğundan odasında öfkeli bir şekilde aşağı yukarı dolaşmaya başlar ve diğerlerinin acele gelmesini emreder. Üstadın kellesinin gittiğini duyan talebeler içeriye girmek istemezler. Çünkü onlara göre üstad olması gerekeni ve doğru olanı söylemiştir. Ve fakat doğru söylediği için de kelleyi vermiştir. Kendilerinin de kellesi kaçınılmaz olarak gidecektir. Sadrazam ise ısrarlıdır ve de falcıları tehdit etmektedir. Çok zor durumda olduklarının farkında olan falcılardan biri, Sadrazama bir şart koşar: ‘Bizim üstad padişaha ne söyledi de kellesi gitti’. Sadrazam, üstadın padişaha ‘Sülalesinin tümünün ölüsünü göreceğini’ söylediğini; bundan dolayı da Padişahın öfkelenerek ‘sen benim sülalemin kökünü kesmek istiyorsun’ diyerek üstadı cellada teslim ettiğini söyler. Soruyu soran falcı biraz düşünür ve ‘tamam ben içeri geliyorum’ der. Padişahın odasından içeri girer ve padişaha keskin bir şekilde baktıktan sonra büyük bir neşeyle ve de yüksek sesle, ‘Padişahım gözünüz aydın’ diye söyler. Büyük bir üzüntü ve öfke içerisinde olan padişah duyduğu bu güzel söz üzerine rahatlar ve acele ile ‘hele söyle ne gördün?’ der. Falcı sakin bir şekilde, ‘emin olmak için el falınıza bakmalıyım.’ der. Padişahın yanına yaklaşır ve el falına bakmaya başlar. Ve her seferinde ‘güzel, çok güzel’ diye kendi kendine söylenir. Padişahın aceleci, merak ve heyecan ihtiva eden sorularına, soğuk kanlı bir şekilde cevap verir falcı: ‘Gözün aydın padişahım!’ ‘Şükürler olsun Padişahım!’ ‘Sülalenizin en uzun ömürlü insanı siz olacaksınız!’

Padişah duyduğu bu müjdeli haberin ne anlama geldiğine bakmadan, onu analiz etmeden, üstadın söylediğinden farklı olup olmadığını düşünmeden rahat bir nefes alır ve sadrazama, falcıyı ödüllendirmesini ve istediği her şeyi vermesini söyler.”

Gerçekte anlam olarak her iki falcı da aynı şeyi söylemiştir. ‘Sülalenizin hepsinin ölüsünü göreceksiniz’ ile ‘Sülalenizin en uzun ömürlü insanı olacaksınız’ arasında anlam olarak bir fark yoktur. Her ikisi de aynı şeyi söylemiş olmasına rağmen biri kelleyi vermiş, ötekisi ise ödüllere gark olmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta ödülü alan falcının, üstadın söylediğini doğru kabul ederek Padişaha yalan söylemeyip, söylenmesi gerekeni beyan etmiş olmasıdır.

En Güzel Tarz Mücadele demek, söylenmesi gerekeni söylemeyip susmak veya yalan söylemek değildir. Öfke ile söylenip bir anlık deşarj olma ise hiç değildir. Kendi kutsallarına saygı bekleyip başkalarının kutsallarına hakaret etmek değildir.

En Güzel Tarz Mücadele, söylenmesi gerekeni, yapılması gerekeni en estetik, en hikmetli ve en basiretli bir şekilde, muhatabın kalbini etkileyebilecek ve etkilenip öğüt alabilecek bir üslupta, bir tarzda ifade etmek veya yapmaktır. Muhatabın kalbinde, vicdanında titreme meydana getirebilmektir. Düşünmesini sağlayabilmektir.

En Güzel Tarz Mücadele, kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmektir. Kendisine zulmedenleri hidayet yoluna bıkmadan, usanmadan, kin gütmeden çağırabilmektir. Bedduacı değil duacı olmaktır. Yılanı deliğinden çıkarabilmektir. Kendi içinde tutarlı olmaktır. Sabrıyla dağ devirmektir. Dengeli ve kararlı olmaktır:

Yunus gibi sözün en güzelini seçip söylemektir:

Söz ola kese savaşı söz ola kesdire başı

Söz ola ağulu aşı balıla yağ ede bir söz


Kelecilerin bişirgil yaramazunı şaşırgul

Sözün us ila düşürgil demegil çağ ide bir söz

 

Gel ahı iy şehriyari sözümüzü dinle bari

Hezarın gevher dinarı kara toprağ ede bir söz

 

Kişi bile söz demini demeye sözün kemini

Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz

 

Yürü yürü yolun ila gafil olma bilin ile

Koy sakın key dilin ile canuna dağ ede bir söz

Yunus Emre

 

Kaynaklar

1-İtalya’da Karikatür Kışkırtması, 16.04. 2006 Milliyet S: 15.

2- Cumhur Başkanı Sezer’in Harp Akademileri’ndeki Konuşması.

3- Kandehlevi M.Y., Hadislerle Müslümanlık, İstanbul, 1980 Cilt 1 S: 279-280.

4- Emre S.A., ‘Milli Görüş Hareketi Nasıl doğdu?’, Umran Şubat 2006, sayı 138 s:78.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...