Prof. Dr. Burhanettin Can – Umran Dergisi/Eylül 2025-373. Sayı
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?
Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (25/Furkân, 43)
Heva, insanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir yapının düşünme ve davranma hâlini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının etkin unsur şeklindeki dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin hayvani şehvetinden doğan bir eğilim olarak, nefsin süslü ve kötü arzulara uymasını sağlayan, insanı her türlü isyana götüren, her türlü belanın, rezilliğin, kötülüğün kaynağı olan, ilmin ve hidayetin zıddı olan şeytani bir değer sistemi ve bundan gücünü alan bir duygu ve davranış hâlidir. Heva, İblis’in/şeytanın karargâhıdır.
Heva kelimesinin semantik alanında etkileşim içerisinde olduğu çok önemli temel bir kavram olarak ilah kelimesi yer almaktadır. Kur’ân, hevasına uyanlarla hevasını ilahlaştıranlar arasında özel bir ayırım yapmakta; her iki insan unsurunun düşünce, tutum ve davranışlarını değerlendirmektedir. Hevasına uyan ve hevasını ilahlaştıran insan unsurlarının her biri, içlerinde farklı insan unsurlarını barındıran birer kümedir, her biri geniş birer spektrumdur.
Heva kavramıyla ilah kavramı arasındaki ilişkinin ve bunun farklı insan unsurları üzerindeki etkisinin gerçek boyutlarıyla anlaşılabilmesi için Kur’ân ve Sünnet bağlamında ilah kavramının genel bir analizinin yapılmasında fayda vardır. Geçen yazıda insan bünyesinde var olan ve şeytanın karargâhı hevanın farklı insan grupları üzerindeki etkisi, hevasına uyanlar kapsamında ele alındı. Bu yazıda ise ilah kavramıyla birlikte hevasını ilahlaştıran insan unsuru değerlendirilecektir.
İlah
İlah kelimesinin bir sözlük anlamı bir de ıstılahi anlamı vardır. Konunun anlaşılması bağlamında her ikisinin ele alınması şarttır. İlahın Türkçe sözlüklerdeki anlamı, mabut, tanrıdır. Mabudun anlamı ise iki boyutludur: “1- Kendisine ibadet edilen, tapınılan, kulluk edilen varlık, Allah. 2- Putperestlerde put, ilah. Tanrı, kâinatın ve bütün varlıkların yaratıcısı, Allah; tanrı, tapılan, ibadet edilen varlık, ilah. Putlara, ateşe, şeytana tapanların mabudu put, şeytan ve ateştir. Hak mabut tektir. O da her şeyi yaratan yüce Allah’tır”.[1]
Kur’ân’da ilah kelimesi, 111 defa tekil, 2 defa ikil, 15 defa çoğul olarak geçmekte ve Allah’ın isim sıfatı şeklinde kullanılmaktadır.[2] Kur’ân’da ilah kavramına bu kadar yer verilmesinin çok özel bir anlamı olduğuna dikkat edilmelidir. İlah kelimesinin kökü elif, lam ve he’dir. Bu kelimenin Arapça karşılığı aldığı eklere bağlı olarak farklı anlamlar kazanmıştır: Şaşırma ve afallama, sığınma veya irtibata geçerek huzur bulma, ferdin başına gelen bir musibet veya belaya uğramaktan korkması ve başkalarının onu himayeye alması, bir başkasına şevkinden ona yönelmesi, anasını kaybeden deve yavrusunun anasını bulduğunda onunla sarmaş dolaş olması, örtünüp gizlenme, yükselme.[3]
Kökü “Elif, lam ve he” olan ilah kelimesinin bazı ekler alarak kazandığı bu geniş anlam kümesinden hareketle Mevdudi, ilah kelimesinin ıstılahi anlamının “mabut” olduğunu gerekçeleri ile birlikte açıklamaktadır: “1- İbadet bağlamında insan düşüncesinde ilk devinim kendi ihtiyacından doğmaktadır. İnsan, ihtiyaçlarını karşılayıp tehlike ve musibetlerden kendisini koruyabileceğini ve ıstırap hâlinde onu teskin edebileceğini zannetmedikçe, herhangi bir varlığa tapınmayı, ibadet etmeyi aklından bile geçirmez. 2- Kişinin, herhangi bir varlığı ihtiyaçlarını karşılayıcı olarak algılaması için hem mertebe hem de güç ve kuvvet itibarıyla o varlığın kendisinden üstün olduğuna kesinlikle inanması gerekir. 3- Tapınma düşüncesi, ancak herhangi bir varlığın şahsiyeti ve gücü veya onun ihtiyaçları görme ve kişiyi etkileme keyfiyeti üzerinde bir gizemlilik olduğu zaman oluşmaktadır. İlah kelimesi, bünyesinde yücelikle birlikte gizemliliği ve şaşırtıcılığı da beraber taşımaktadır. 4- İhtiyaç durumunda gereksinimlerini karşıladığına, tehlikelerden kendisini koruduğuna, üzüntü anında kendisini teselli ettiğine ve sükûnet verdiğine inandığı bir şeye, insanın büyük bir iştiyakla yönelmesi kaçınılmaz bir olgudur.”[4]
Bu açıklamalardan görülebileceği gibi ilahın mabut anlamında kullanılmasının sebebi, ilah kelimesinin kökeninde, ihtiyaçları görme, himaye etme, teselli ve sükûnet verebilme, yücelik ve üstünlük, mabudun ihtiyaçları görebildiği ve himaye edebildiği beklentisini doğurabilecek yetki ve güce sahip olabilme, şahsiyetinin gizemli olması ve ortalıkta bulunmaması, insanın ona iştiyak duyması anlamlarının bulunmasıdır.
İlahın değişik boyutlarını daha iyi görebilmek için, cahiliye dönemindeki Arap düşüncesinde ilah kavramına yüklenen anlamların göz önüne alınmasında fayda vardır. Kur’ân’da, bu konudaki ayetlerin analizinden cahiliye dönemindeki ilah düşüncesinin, çok boyutlu bir uzaya sahip olduğu ifade edilebilir. (6/En’âm, 80, 81; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 54, 55; 16/Nahl, 20-22, 51-53; 19/Meryem, 81,82; 28/Kasas, 88; 36/Yâsîn, 22, 33, 74, 75; 39/Zümer, 3; 46/Ahkâf, 27-28).
Birinci boyut: “Bir kişinin olağanüstü anlamda, bir varlığı kendi hami ve yardımcısı, sorunlarının halledicisi, gereksinimlerinin karşılayıcısı, niyazlarının işiticisi, menfaatlendiricisi ve zararlarının gidericisi olarak görmesinin sebebi; ona göre, söz konusu varlığın kâinat nizamının üzerinde şöyle ya da böyle bir yaptırım gücüne, bir otoriteye sahip olmasındandır.”[5] Dolayısıyla ilah kabul edilen varlıkların, onların dualarını işiten ve onlara yardım etmeye güç yetiren olağanüstü bir otorite ile birlikte olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılmaktadır.
İkinci boyut: İlah kabul edilen varlıkların, kendilerini himayelerine alarak her türlü bela ve musibetten koruyacağı, korku ve zararlarını gidereceği kabul edilmektedir.
Üçüncü boyut: Allah, cin, melek, yontulmuş taşlar, put, güneş, ay gibi gök cisimleri, ölüp gitmiş insanlar, yaşayan insanlar ve insanının nefsi/hevası ilah kabul edilmektedir.
Dördüncü boyut: İlah kabul edilen varlıkların, sorunlarını çözmesi, ihtiyaçlarını karşılaması istenmekte ve bu amaçla onlara niyazda bulunulmaktadır.
Beşinci boyut: En yüce bir ilahın/tanrının varlığına inanmalarına rağmen, bu yüce ilahın emrinde olan, onun yanında sözü geçen, etkili olabilen, onunla bir şekilde ortak olan, daha alt otoritelerin/güçlerin/ilahların/tanrıların var olduğuna inanırlar.
Altıncı boyut: Bu alt ilahlar merkeze alınarak her türlü iş, onların vasıtasıyla, onlar adına yürütülebilir.
Yedinci boyut: Herhangi bir kazanç sağlama ve zarardan koruma konusunda bu alt ilahlardan şefaat etmeleri istenir ve şefaatlerinin de üst ilah tarafından kabul edildiğine inanılır.
Sekizinci boyut: Bu alt ilahların önünde “tazim ve tekrim merasimleri tertiplenir” ve onlara adak adanarak onların şefaatleri, yardımları, destekleri istenir.
Dokuzuncu boyut: İlahlar bir şekilde darıltılıp küstürülür, onların inayetinden mahrum kalınırsa, bunu yapanların hastalık, kıtlık, can ve mal kaybına, diğer afetlere uğrayacaklarına ve bir şekilde cezalandırılacağına inanılır.
Onuncu boyut: İnsanın nefsinin veya diğer varlıkların ilahlaştırılmasının sebebi, sadece “fayda veya zarar vermeye kadir oldukları ve himaye gücü taşıdıkları için” değildir. Ana sebep, otorite sayılanların koydukları kanunlara, hükümlere, emir ve yasaklamalara mutlak olarak itaat edilmesi, helal kıldıklarının helal, haram kıldıklarının haram olarak benimsenmesidir.
On birinci boyut: “Ulûhiyetin temel esası egemenliktir. Bu egemenlik, ister kâinat nizamı üzerinde olağanüstü bir nitelik arz eden bir anlamda düşünülsün isterse dünya hayatında, insanın onun hükmü altında olduğu ve yalnızca o hükümlere uymak zorunda bulunduğu manasında alınsın, değişmez.”[6]
On ikinci boyut: Cahiliyenin hâkim olduğu dönemlerde, bu sahte ilahların hüküm ve yasak koyma yetkilerine sahip olduğu ve bunlardan daha üstün, kendisine başvurulacak ya da izin alınacak bir başka otoritenin olmadığı, baskın bir düşünceydi.
Yukarıdaki değerlendirmelerin uzantısında ilah kavramını şöyle tanımlayabiliriz: Kendisine tapınılmaya, ibadet edilmeye, kulluk yapılmaya layık, gözlerden uzak, esrarengiz, olağanüstü özellikleri olan yüksek güç ve otorite sahibi olarak insanları kontrolü/hükmü altına alıp onları koruyan, güvenliklerini sağlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, üzüntü ve sıkıntılarını gidererek onlara iç huzuru ve sükûnet veren, dualarını kabul eden, zor ve sıkıntılı zamanlarda onların yardımına/imdadına koşan, emir, hüküm ve sözleri dinlenip uygulamaya sokulan her varlık, kişi ya da güçtür. Bu varlık, Allah, melek, cin, insan, insan nefsi, put, hayvan, ölmüş bir insan ve herhangi bir nesne olabilir.
Buna göre iki farklı ilah türü vardır: Hak olan ilah Allah, Batıl olan ilah Allah’ın dışında yukarıdaki özelliklerin kendisine atfedildiği her şey, melek, cin, insan, insan nefsi, put, hayvan, ölmüş bir insan ve herhangi bir nesne olabilir. İlah kelimesinin sözlük anlamlarını ve cahiliye dönemindeki kullanılışları ile Kur’ân’da geçtiği ayetleri göz önüne aldığımızda, ulûhiyetin özünde hâkim olmanın bulunduğu kolaylıkla görülebilir. Bu sebeple Kur’ân, Allah’ın mutlak hâkim, yegâne otorite, güç, kuvvet ve egemenlik sahibi olduğu konusunda çok kesin bir tavır almakta; Allah’tan başkasının ilahlığını reddetmekte, mutlak egemenliğin, hâkimiyetin Allah’a ait olduğuna özel bir vurgu yapmaktadır.
Hz. Peygamber’e (s.) gönderilen Kur’ân’da Allah’tan başkasını ilah kabul etmek şirk sayılmış ve bu zihniyete çok açık bir savaş ilan edilmiştir (4/Nisâ, 48). Kur’ân’a göre Allah’ın izni olmadan, Allah’ın koyduğu yasalarla, ilkelerle uyumlu olmayan, onlarla çatışan, marufu münker, münkeri maruf, helali haram, haramı helal yapan, hakla batılı karıştıran her düşünceyi, davranışı, kanunu, yönetmeliği, örf-âdet-gelenek-göreneği meşru görenler, savunanlar, Allah’a ilahlıkta ortak koşanlardır. Bu konuda Kur’ân, Allah’ın ilahlığı konusunda çok açık, net, kesin bir tavır ortaya koymakta ve tavizsiz bir yol haritası çizmektedir. (2/Bakara, 165; 9/Tevbe, 31; 6/En’âm, 46, 101, 102; 16/Nahl, 17-22; 17/İsrâ, 42-43; 21/Enbiyâ 22; 23/Mü’minûn, 91; 25/Furkân, 2, 3, 42-44; 27/Neml, 60-64; 28/Kasas, 70-72; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 5-6; 42/Şûrâ 21; 43/Zuhruf, 84; 46/Ahkâf 4-5).
- Kâinatı ve bütün canlıları yaratan Allah’ın egemenliği (kudret ve otorite) /hâkimiyeti, mutlak hak olup asla bölünemez.
- Kâinattaki her şey fıtrat yasalarına göre Allah tarafından yaratılıp, fıtrat yasalarına göre tek otorite ve yüksek güç Allah tarafından yönetilmektedir.
- Allah’ın yaratılış yasalarında hiçbir tezat yoktur.
- Allah’ın mutlak hâkimiyeti ve egemenliği hiçbir varlıkla paylaşılmamaktadır.
- Allah, kâinatın koruyucusu, yöneticisi ve mutlak hâkimi tek ilahtır, ondan başka da hiçbir ilah yoktur ve ulûhiyette onun hiç ortağı ve yardımcısı da yoktur.
- Tüm hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, Allah’ın emrindedir.
- Bütün canlıların yaşamaları için gerekli her şey Allah tarafından fıtrat yasalarına uygun olarak yaratılıp canlılara sunulmaktadır. Bu sebeple rızıklandırma, hastalık ve sıhhat verme, öldürme ve yaşatma yetkileri Allah’ın elinde olup onun dışında hiçbir varlıkla paylaşılmış değildir.
- İnsanların ihtiyaçlarını karşılama, sorunlarını çözme, onları koruma ve kollama, yardımlarına koşma, kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi Allah’ın kontrolündedir.
- İnsanların dualarını duyan, dualarına icabet eden, dualarını kabul veya reddeden, evrenin yaratıcısı Allah’tır.
Kur’ân’da ilah kavramının semantik alanındaki birçok kavramla oluşturduğu çok geniş bir etkileşim ağı mevcuttur. Bunu ayetler düzleminde, ağırlık merkezlerine göre şöyle özetleyebiliriz:
- Allah’tan başka ilah yoktur: (1/1-7; 2/133, 163, 255; 3/2, 6, 18, 62; 4/87, 171; 5/73; 6/19, 46, 74, 102, 106; 7/59, 65, 73, 85, 118, 138-140,158; 9/31, 129; 10/90; 11/14, 50, 61, 84; 13/30; 14/52; 15/96; 16/2, 22, 51; 17/22, 39, 42, 56, 57; 18/14, 15, 110; 19/65, 81; 20/8, 14, 88, 98; 21/21-25, 29, 43, 87, 99, 108; 22/34; 23/23, 32, 91, 116, 117; 25/3, 68; 26/29, 213; 27/26, 60-64; 28/38, 70-72, 88; 35/3; 36/23, 74; 37/35, 86; 38/5, 65; 39/6; 40/3, 37, 62, 65; 41/6; 43/45, 84; 44/8; 46/19, 28; 47/19; 50/26; 51/51; 52/43; 59/22, 23; 64/13; 73/9; 114/3).
- Allah kendisine tapılan, ibadet/kulluk edilen tek olan ilahtır: (4/117; 7/59, 65, 73, 85, 194; 10/104; 11/50, 54, 61, 84; 16/20-22, 36; 17/22, 39; 18/81, 110; 20/14; 22/34; 23/23, 47, 117; 36/74; 38/5-6; 39/17; 40/66).
- Allah dua edilen, yalvarılan bir ilahtır (16/20-22; 17/56; 26/213; 28/88; 40/65; 72/18; 94/8).
- Allah emrine itaat edilen bir ilahtır (2/133; 4/80; 7/54; 11/59, 97; 13/18; 16/120; 18/69; 22/34; 29/46; 37/7).
- Allah kendisinden yardım/şefaat istenen bir ilahtır (1/5; 2/107, 150, 160, 250; 4/45; 7/128, 197; 8/9-10; 9/116; 10/18; 12/18; 36/23; 39/43-44).
- Allah kendisine tekbir getirilen/büyük görülen/hamd edilen bir ilahtır (2/133; 22/34, 37; 28/70; 29/46; 74/3).
- Allah kendisinden korkulan bir ilahtır (6/80; 11/54; 16/2, 51).
- Allah sevilen bir ilahtır (2/165; 3/31; 9/24; 29/25).
- Allah sığınılan bir ilahtır (72/6; 114/1, 3).
- Allah tevekkül edilen bir ilahtır (9/129; 13/30; 63/13; 73/3).
- Allah yalnız kendisine kulluk edilmesi gereken bir ilahtır (2/21, 22; 4/36; 17/23; 20/14; 21/92; 36/60, 61; 51/56).
- Allah yalnızca kendisine yönelinmesi gereken bir ilahtır (2/142; 3/95; 13/27; 16/20; 31/15; 37/17; 38/24, 30, 44; 39/8, 17; 40/13; 41/6; 42/13; 50/8, 32; 60/4; 73/8; 94/8).
- Allah en çok zikredilmesi gereken bir ilahtır (3/191; 13/28; 20/14; 33/21, 35, 41; 39/45; 43/13, 36; 62/10; 73/8).
- Allah’tan başka ilah aranmamalıdır (7/140).
- Allah ile beraber başka ilah edinilmemelidir (6/137; 19/44, 81; 21/98; 36/74; 39/3; 46/27-28).
- Allah ile beraber başka ilah edinmenin hükmü vardır (17/22, 39; 26/ 213; 28/88).
- Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı (21/22; 23/91).
- Evrenin tek ilahı Allah’ı aciz ve etkisiz bırakacak hiçbir güç yoktur (6/102; 11/20; 34/22; 43/84; 51/51; 64/13).
- Allah peygamber gönderen tek ilahtır.
- Allah’tan başka ilah edinenler, Allah’ın halis kullarını kandıramazlar (37/161-163).
- Allah’tan başka ilah edinenler ve ilahları cehennemin odunudur (21/29, 98-99); 26/93-94).
- Peygamberler “Allah’a kulluk edin, Allah’tan başka ilah/rab edinmeyin ve tağuttan sakının” diye gönderilmişlerdir. (3/79, 80; 16/2, 36; 21/25; 41/14); Hz. Nûh (7/59; 11/25, 26; 23/23); Hz. Hûd (7/65, 73; 11/50, 54-56, 61; 27/45; 46/21-22); Salih (7/73; 11/61; 27/45); Hz. İbrahim (14/35, 36; 19/44; 29/16, 17; 43/26, 27; 43/27; 60/4); Hz. Lût (26/161-163); Hz. Şuayb (11/84, 85; 29/36); Hz. Yûsuf (12/39); Hz. Musa (7/138-140; 20/97, 98; 26/23-29; 40/35-42; 79/24); Hz. Harun (20/82-92); Hz. İlyas (37/124-126); Hz. İsa (3/51, 62; 5/72, 73, 116, 117; 19/36); Hz. Muhammed (6/19, 56, 64, 164; 7/158; 10/3, 104; 11/2; 12/108; 13/30; 15/94; 17/56; 18/110; 37/181; 38/65; 39/11, 64-66; 41/6; 51/51).
- Peygamberleri ve melekleri ilahlaştırmak küfürdür (3/79-80; 5/116).
- Allah’tan başka ilah edinenler yanlış yoldadır (12/39; 21/24; 36/23; 52/43).
- Allah’la beraber/Allah’tan başka ilah edinmenin bedeli vardır (6/19; 15/96; 16/51; 17/22, 39; 18/14-15; 21/22; 23/91, 117; 27/60-64; 28/71-72).
- Allah’la birlikte başka bir ilaha yalvarmak menedilmiştir (28/88).
- Allah’tan başka ilahlara tapmanın bir delili yoktur (21/24).
- Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik edenler vardır (3/18).
- Allah’tan başka ilahlık iddiası olanlar şunlardır: Firavun (10/83; 26/29; 28/4, 38; 79/20-24). Nemrut (2/258). Samiri (20/88; 7/148, 152). Hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili ilahlık iddiaları (3/61, 80; 5/17, 72, 75, 116-117; 9/31; 19/37-39; 43/65). Hevasını ilah edinenler (25/43; 45/23; 91/10). Gök cisimlerini, güneş ve ayı ilah edinenler (41/37; 27/24). Lât, Uzzâ ve Menât (53/19, 20). Ba’l (37/125). Ved, Suvâ, Yeğûs, Ye’ûk, Nesr (71/23). Yontulmuş taşlar/şeyler (37/85). Cinler (6/100; 37/158, 159; 34/40, 41; 72/6). Melekler (3/80; 43/19, 20. Putlar (26/71; 43/20; 7/192).
- Sahte ilahların hiçbir gücü yoktur (4/153; 11/101; 16/51; 17/56-57; 18/15; 25/3; 36/74, 75; 39/11),
- Ashâb-ı Kehf “Allah’tan başkasına tapmayız!” diyerek mağaraya sığınmıştır (18/14-15).
Allah yarattığı varlığın zaaflarını çok iyi bildiği için Kur’ân’da, “Allah’tan başka ilah olmadığına” farklı ağırlık merkezleri öne çekilerek ısrarla vurgu yapılmıştır.[7]
- “La ilahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur (47/Muhammed, 19).
- La ilahe illa ene: Benden Başka ilah yoktur (16/Nahl, 2).
- La ilahe illa ente: Senden başka ilah yoktur (21/Enbiya, 87).
- La ilahe illa hu: Ondan başka ilah yoktur (44/Duhan, 8).
- Huvallahü’l-vahid: O Allah tektir (39/Zümer, 4).
- İlahüne ilahün vahid: İlahımız bir tek ilahtır (16/Nahl, 22).
- İlahüküm ilahün vahid: İlahınız bir tek ilahtır (2/Bakara, 163).
- İnne ilaheküm levahid: Gerçekten ilahınız bir tek ilahtır (37/Sâffât, 4).
- Ennema ilahüküm ilahün vahid: İlahınız ancak bir tek ilahtır (41/Fussilet, 6).
- İnnema hüve ilahün vahid: O, ancak bir tek ilahtır (4/Nisâ, 171; 6/En’âm, 19).
- İnnemallahü ilahün vahid: Gerçekten Allah, ancak bir tek ilahtır (4/Nisa,171).
- Mâ min ilahîn illa ilahün vahid: Bir tek ilahtan başka ilah yoktur (5/Mâide, 73).
- Mâ leküm min ilahin ğayruhu: Sizin için ondan başka ilah yoktur (7/A’râf,73),
- Mâ min ilahin illallah: Allah’tan başka ilah yoktur (3/Âl-i İmrân, 62),
- E ilahün ma’Allah: Allah ile birlikte başka ilah mı var? (27/Neml, 63).
- Allahü la ilahe illa hu: Allah’tan başka ilah yok sadece o vardır (64/Teğâbun, 13).
- Hüvallahüllezi la ilahe illa hû: O Allah ki ondan başka ilah yoktur (59/Haşr, 23).
- Hüvellezî fissemâi ilahün ve fi’l ardı ilahün: Gökte tek ilah odur, yerde tek ilah odur (43/Zuhruf, 84).
Hamdi Yazır Kur’ân’daki bu ifadeleri göz önüne alarak, “La ilahe illa hu, mukallitlerin tevhidi; La ilahe illa ente, ariflerin tevhidi ve La ilahe illa ene, Allah’ın tevhidi” olduğunu ifade etmiştir.[8] Bu etkileşim ağının değişik boyutları ile analiz edilmesi ayrı bir çalışmanın konusudur. İlah kavramı ile ilgili yapılan bu incelemenin uzantısında, hevasını ilah edinmenin ne denli tehlikeli bir yaklaşım olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Hevasını İlah Edinenler
Kur’ân’ın hevasını ilah edinenlerle ilgili kullandığı kavramlardaki sertlik, konunun öneminin bir göstergesidir. Bu bağlamda Allah’tan başkasını ilah edinenlerin peygamberlere karşı kullandıkları ifadeler de serttir: “Seni gördükleri zaman, seni yalnızca alay konusu edinmektedirler: ‘Allah'ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu?’ ‘Eğer biz onlara karşı kararlılık göstermeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptırmış olacaktı.’ Azabı görecekleri zaman, kim yol bakımından daha sapıkmış, onlar öğreneceklerdir. Kendi istek ve tutkularını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve aşağıdırlar.” (25/Furkân, 41-44).
Furkân Suresi 41-44. ayetlerinde nefsini ilah edinenlerin, peygamberlere karşı tavrı ve Kur’ân’ın bunu değerlendirmesi şu şekilde özetlenebilir: Peygamberle alay ederler, yapılan tebliği/sözü işitmezler, aklını kullanmazlar, hayvan gibidirler, hatta yol bakımından daha şaşkın ve aşağıdırlar.
Elmalılı Hamdi Yazır, hevasını ilah edinen insanların, hayvandan da daha aşağı olmasını şu şekilde yorumlamıştır: “Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır, ne getirilen bir delili tanır, söz dinlerler ne de akli delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişçe daha sapkındırlar. Çünkü evcil hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarf ederler. Hak ve hayır inancı olmayanda haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rablerini tanımazlar. O’nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan sevabı istemez, en büyük zarar olan azaptan korunmazlar. Yurtlarına bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar. Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait delillerden, ona ait güzelliklerden, onun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki.”[9]
Câsiye Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde de hevasını ilah edinenlerin ahirete inanmadıkları dile getirilmektedir: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45/Câsiye, 23). “Dediler ki: ‘Bütün olup biten, bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' dehrin akışından başkası yıkıma (helake) uğratmıyor.’ Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; onlar, yalnızca zannediyorlar.” (45/Câsiye 24; 47/Muhammed, 16). Bu ayetler kapsamında nefsini ilah edinenlerin tutum ve tavırları ile onlara uygulanacak hükümleri şöyle özetleyebiliriz:
Allah’a, bu dünyanın sonu olduğuna ve ahiretin yeni bir hayat olduğuna inanmamaktadırlar. Hevasını ilah edinmiş bu insan unsurunu, Allah özel bir ilimle saptırmıştır. Allah onların “kulakları ve kalpleri üzerine mühür vurmuş”, “gözleri üstüne perde çekmiştir.” Düşünce üretebilmek için gerekli tüm algı mekanizmaları Allah tarafından devre dışı bırakılmıştır. Bu sebeple geri dönüşleri yoktur. Ayetlerde geçen hevasını ilah edinmiş insan unsuruna, daha önceki ayetlerde (45/Câsiye, 16, 17) peygamber ve kitap gönderildiği, ilim verilerek yol gösterildiği ve fakat bağy yüzünden ihtilafa düşüp saptıkları ifade edilmektedir. Bu topluluğun içinde bulunduğu durum anlatıldıktan sonra, özellikle Hz. Peygamber’e bunların hevalarına uymaması noktasında özel bir uyarı yapılmaktadır: “Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma.” (45/Câsiye, 18).
Bu insanlara ilim verilmesine rağmen, heva cephesinin son derece önemli kötü bir özelliği olan bağy yüzünden ihtilafa düşmüşler ve sapmışlardır. Dolayısıyla hevasını ilah edinen bu insan unsuru, bilgisiz bir insan unsuru olmayıp, sahip oldukları ilmi, zan üzerinde geliştirip saptırarak insanları saptıran, şeytanın emir ve direktifleri istikametinde kullananlardır.
Hevasına uyarak tüm işlerinde ifrata varan ve Allah’ı zikretme konusunda âdeta ‘kalpleri mühürlenmiş’ insanlar da hevasını ilah edinmiş insanlar sınıfına dâhil edilebilir. Allah, bu insan unsurunu zalim diye nitelendirip cehennemde çok özel yerleri olduğunu ifade etmekte ve bu zalimlere itaat edilmesini yasaklamaktadır: “Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (18/Kehf, 28, 29).
İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük isteği bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, şehvet tutkusu, hevanın ilahlaştırılmasının bir sonucu olup birbirlerini karşılıklı etkilemektedirler. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelmektedir. Bu sebeple Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir (53/Necm, 23, 24).
Hevaya Uymanın Sonuçları
İnsan yapısında biri, her türlü iyiliğin, güzelliğin merkezi olup insanı hep iyiliğe ve güzelliğe sevk etmek isteyen fıtrat merkezi, diğeri de her türlü kötülüğün merkezi olup insanı hep kötülüğe, çirkinliğe sevk etmek isteyen heva merkezi vardır. Bunların etkisine bağlı olarak insanın kalp ve nefsi şekillenmekte ya hep iyi-güzel ya hep kötü-çirkin ya da melez değerlerin etkisi ile şizofren davranışlar icra etmektedir.
Hevaya uyma ile hevasını ilahlaştırma, davranışlar üzerinde etkili olmaktadır. Hevasını ilahlaştırma sonucu, her türlü kötülük ve çirkinlik insan hayatına hâkim olurken; hevasına uyma, melez değer sistemlerinin etkisi ile sosyal şizofreniye sebebiyet vermekte, iyilik ve kötülükler, güzellik ve çirkinlikler iç içe geçmekte, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir insan unsuru ortaya çıkmaktadır. Eğer zamanında tedbir alınmazsa bu insan unsuru, hevasını ilahlaştıran bir insan unsuruna dönüşebilmektedir. Hevasına uyan/hevasını ilahlaştıran insan unsurunun tutum ve davranışları şöyle özetlenebilir:
- Hevasına uyanlar, hevasını ilahlaştırabilirler (25/Furkân, 43; 45/Câsiye, 23).
- Allah’a ortak koşarlar (6/En’âm, 148, 150).
- Allah’tan başka varlıklara taparlar/ibadet ederler (6/En’âm).
- Ayetleri tekzip ederler, yalanlarlar (6/En’âm, 148, 150; 54/Kamer, 3).
- Ahirete inanmazlar (6/En’âm, 150),
- Allah’ı anmaları kendilerine unutturulmuştur (18/Kehf, 28).
- Haddi aşarlar (18/Kehf, 28).
- Kibre saplanırlar (2/Bakara, 87).
- Peygamberleri yalanlarlar (2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70).
- Peygamberleri öldürmek isterler ve de öldürürler (2/Bakara, 87; 5/Mâide 70).
- Kur’ân’dan yüz çevirirler (23/Mü’minûn, 71).
- Sapıktırlar (28/Kasas, 50).
- Zalimler/mütecavizdirler (2/Bakara, 145; 6/En’âm, 119; 28/Kasas, 50).
- Doğru yolu bulamazlar, ona ulaşamazlar (28/Kasas, 50).
- Halkı dalâlete düşürürler (6/En’âm, 119).
- Haram şeyleri yerler/haram olanları helal kabul ederler (6/En’âm, 119).
- Allah yolundan saparlar (38/Sâd, 26).
- Hesap gününü unuturlar/unutturmaya çalışırlar (38/Sâd, 26).
- Adil değiller, hak hukuka riayet etmezler, Hak’tan yüz çevirirler (4/Nisâ, 135).
- Kitap ehlinin bir kısmı sapanların hevalarına uyarlar (5/Mâide, 77).
- İnsanları saptırmak ve doğru yoldan ayırmak için uğraşırlar (5/Mâide, 77).
- Kötü amelleri kendilerine süslü gösterilmiştir (47/Muhammed, 14).
- Tüm dünyayı fesada vermek için uğraşırlar (23/Mü’minûn, 71).
- Kıbleyi önemsizleştirip değiştirmek isterler (2/Bakara, 145).
- Kulakları ve kalpleri mühürlenir, gözlerine perde çekilir (47/Muhammed, 14; 45/Câsiye, 23).
- Allah bir ilim üzere onları saptırdığı için doğru yolu bulamazlar (45/Câsiye, 23)
- Peygamberi ve Kur’ân’ı dinler gibi yaparlar fakat dinlemezler (47/Muhammed, 16).
- Alçaklığa saplanırlar (7/A’râf, 176)
- “Üzerine varsan dilini salan soluyan, bıraksan yine dilini salan soluyan köpekler” gibidirler (7/ A’râf, 176).
“Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan ve şereflerini getirmiş bulunmaktayız, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çevirmektedirler.” (23/Mü’minûn, 71).
Hevasına Uyanlara Karşı Mücadele/Psikolojik Savaş
Genelde hevasına uyanlar, özelde de hevasını ilahlaştıranlarla ilgili Kur’ân ayetlerinde, onlara karşı verilecek mücadele ve ortaya konacak tavır çok açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu ayetlerde iki farklı boyutun bulunduğu görülmektedir. 1- Allah, doğrudan doğruya onlara hitab etmekte ve uygulayacağı cezayı belirtmektedir. 2- Dolaylı olarak da peygamberler uyarılarak hevasına uyanlara ve hevasını ilahlaştıranlara karşı takınmaları gereken tavır ortaya konmaktadır.
Bu iki boyutun tanımladığı düzlemde, hevasını ilah edinenler, hevasına uyanlar evrensel kümesinin bir alt kümesidir. Bundan sonra her ikisini kapsamasından dolayı hevasına uyanlar tabiri kullanılacaktır. Hevasına uyanlara karşı verilecek mücadele, takınılacak tavır aşağıdaki gibi özetlenmektedir.
Hevasına uyanlara itaat edilmemeli ve de onlara tâbi olunmamalıdır:
Hadlerini aştıkları için hevasına uyanların Allah’ı anmaları, bizzat Allah tarafından kendilerine unutturulmuştur. Bu insan unsuruna, iman edenler itaat etmemelidir (18/Kehf, 28). Bu insan unsurunun fitne, fesadından dolayı iman edenlerin moralleri bozulmamalı, onların hevalarına uymamalı, onlara tâbi olunmamalı. Onları tecrit etmeli, safları ayrıştırmalı, dosdoğru bir istikamet üzere olarak Allah’ın onların da Rabbi olduğu hatırlatılmalı. Haklarında hükmü onun vereceğini, bu dünyada tüm insanların imtihan edildiğini, yaptıkları işlere göre ahirette ihtilaf konularının kendilerine açık bir şekilde hatırlatılarak kendilerinden hesap sorulacağını belirterek iradelerinin çözülmesine çalışmalıdır (42/Şûrâ, 15; 5/Mâide, 48).
İman edenler hevasına uyanlardan uzak durmalı, onlara mesafe koymalıdır. Çünkü Allah onları musibete uğratacaktır:
Allah’ın indirdiği ahkâmla hükmedilmesine karşı çıkan bu insan unsuru, iman edenleri fitneye düşürmek için çalışan ve uğraşan bir insan unsurudur. O sebeple ilişkiler buna göre ayarlanmalı ve araya bir mesafe konmalıdır. İman edenlerin unutmaması gereken şey, bu insan unsuru fasık olup yaptıkları bazı işlerden dolayı kazandıkları günahlar sebebiyle Allah onları musibete uğratacaktır (5/Mâide, 48, 49).
Hıristiyan ve Yahudilerin hevalarına uyanlara Allah'tan ne bir dost ne de bir yardımcı vardır:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslâm’ı din kabul etmemekte, o sebeple de başta Hz. Muhammed olmak üzere iman edenlerden razı olmamışlar ve de olmayacaklardır. İman edenlerden olup da Yahudi ve Hıristiyanların hevalarına uyanlar, Allah’tan ne bir dost ne de yardımcı bulamayacaklardır (2/Bakara, 120; 5/ Mâide, 77).
Hevalarına uyarak Allah’a şirk koşanlar, şaşkın, cahil, mütecaviz ve mücrim olanlardır:
Hevasına uyanlar şaşırmış, yolunu kaybetmiş insan unsurudur. Hidayetten nasipleri olmayan, ahirete inanmayan, ayetleri yalan sayan, Allah’a rab olarak başka varlıkları denk gören, bunu savunan, ilmi olmayan ve zan ile hareket eden cahil, mütecaviz ve mücrimlerdir. Bunlar ve bunlara uyanlar için Allah'tan ne bir veli ne de bir koruyucu vardır (6/En’âm, 56, 119, 148-150; 13/Ra’d 37; 45/Câsiye 18).
Hevasını ilah edinenler, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş olup yol bakımından hayvandan daha şaşkın ve aşağıdırlar:
Şeytanın karargâhı olan hevadaki yazılıma, değer sistemine, şeytanın iğva ve vesveselerine teslim olanların tüm algı mekanizmaları, şeytanın çağrılarının dışındaki çağrılara, söylemlere, yol göstermelere, ikazlara kapalıdır. Çünkü kulakları ve kalpleri mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiştir. Akıllarını gerçekçi bir şekilde kullanma şansları, imkânları olmadığı için yol bakımından hayvandan daha aşağı mertebededirler. Bundan dolayı bunlara vekil olunamaz (25/Furkân, 43, 44; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16).
Hevasına uyanlar, yol bakımından sapık ve zalim olan kimseler olup helak olacaklardır:
Allah Hz. Âdem’den itibaren değişik zaman ve mekânlarda yaşayan ve yoldan çıkmış insan topluluklarını uyarıp korkutarak Allah’ın dosdoğru yoluna ulaştırmak için peygamberler göndermiştir. Bu insanların büyük bir kesimi, gönderilen peygambere tâbi olmamış, hevalarına uyarak onu yalanlamışlar, ona zulmetmişler ve bir kısmını da öldürmüşlerdir. O sebeple bu insanlar, tutturdukları yol bakımından sapık ve zalim kimselerdir. Allah bunları dalâlete düşürecek, hidayete eriştirmeyecek, bu insanlar helak olacaklar, onlara yardım edecek kimseyi bulamayacaklar ve ahiretteki karşılıkları ise cehennem olacaktır (14/İbrahim, 42-44; 20/Tâ-Hâ, 16; 28/Kasas, 47-50; 30/Rûm, 29).
Sonuç: İman Edenler Hevalarına Uyanlara ve Hevalarını İlah Edinenlere Karşı Çok Açık Bir Mücadele Vermelidirler
Hak ve batılın mücadelesi, Hz. Âdem ile İblis arasında başlamış bir mücadele olup kıyamete kadar devam edecektir. Bu mücadele Kur’ân ve Sünnet düzleminde incelendiğinde, sınırsız ve topyekûn bir mücadeledir. Hedef tüm dünyanın İslâmlaşması, İslâm’ın tüm dünyada hâkim bir konuma getirilmesidir. Bunun için yeryüzünden, hevasına uyanların ve hevasını ilah edinenlerin sebep olduğu fitne-fesadın-zulmün kökünün kazınması gerekmektedir: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193). “Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir.” (8/Enfâl, 39).
Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek müminler topluluğu, öncelikle kendi hevalarına uymamalı, taraf tutmamalı, hak ve adaletin tüm insanlar için uygulanacak Allah’ın bir kanunu olduğunu unutmamalıdırlar. Aksi takdirde hesap gününde ödeyecekleri bedel çok ağır olacaktır: “Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.” (38/Sâd, 26).
Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek olan müminler topluluğu, öncelikle tüm insanların iman edenler sınıfına dâhil olması için tebliğ görevini kesintisiz bir şekilde icra etmeli, Allah’ın emrettiği şekilde dosdoğru bir istikamet tutturmalıdır. Tebliğci insan unsuru, tebliğin muhatabı olan ve kendi hevalarına uyan insan unsurunun hevalarına uymamalıdır. Hak ve adaletin hâkim olması için herkesin Rabbi Allah’ın bir kanunu olduğunu tebliğci insan unsuru asla unutmamalıdır: “Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: ‘Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda karşılıklı delillere dayalı bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de onadır.’” (42/Şûrâ, 15).
Bu görev ve sorumluluğu üstlenecek müminler topluluğu, genelde her konuda, özel olarak da “kendisi, anne-babası ve yakınlarıyla ilgili konularda” adaleti ayakta tutacak adil şahitler olarak davranmalıdır. Adalete zarar verecek tarzda kendi hevalarına uymamalı, Allah’ın her şeyi bildiğini ve kaydettirdiğini asla unutmamalıdır: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (4/Nisâ, 135).
Tüm dünyadan fitne ve fesadın kökünü kazıyıp hakkı hâkim kılma, davanın nirengi noktasıdır. Davanın temeli olan Hak değer sistemi, Allah tarafından gönderilen peygamberler ve onlara verdiği kitaplar aracılığıyla tüm insanlara bildirilmiştir. Başta bilgin-yöneticiler (Rabbâniyyûn), yüksek bilginler (Ahbâr) olmak üzere tüm iman edenler, Allah’ın indirdiği, gönderdiği bu hak değerlerin hayata hâkim kılınarak adaletle tüm insanlar arasında uygulanmasından sorumludurlar. Allah'ın kitabını korumakla görevlidirler. Bu görev ve sorumluluğu yerine getirmeyenler, getirmek için cihat etmeyenler ya “kâfir” ya “fasık” ya da “zalim”dirler: “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler ve yüksek bilginler de Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahitler olduklarından (onunla hükmederlerdi). Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır. Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır. İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.” (5/Mâide 44, 45, 47)
Bugün tüm iman edenler, İslâm dünyasındaki uygulamalara bu açıdan bakmalı ve adil bir değerlendirme yapmalıdır. İki milyarı aşan bir İslam dünyasının içinde bulunduğu durum hak, hukuk, adalet açısından özel olarak analiz edilmeli ve Allah’ın indirdiklerini hâkim kılacak uzun vadeli bir strateji ve bu stratejiyi uygulayabilecek çok özel bir insan unsuru yetiştirilmelidir. Bunun olabilmesi için hiç kimsenin heva ve hevesine uyulmamalı, hatır ve gönül için iş yapılmamalı; en güzel hükmün Allah’a ait olduğu asla unutulmamalıdır: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur’ân'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku) larına uyma! Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları sebebiyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide, 48, 49, 50)
Eğer gereği yapılmaz, hevasına uyanlara tâbi olunursa, onların memnun olmaları önemsenir ve Allah’ın indirdiği ahkâmdan kopulur, uzaklaşılır, onun hâkim olması için yapılması gerekenler yapılmazsa ilahi sünnetin tecellisi, helak olmak şeklinde vuku bulabilir: “Şüphesiz, kıyamet-saati yaklaşarak-gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim. Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra helak olursun.” (20/Tâ-Hâ, 15-16).
Kim hevasına uyup azar, dünyevileşir, sekülerleşirse, onun barınma yeri cehennemdir. Buna karşılık kim Rabbinin makamından korkar ve nefsini de hevadan sakındırır, arındırırsa onun da barınma yeri cennettir: “Artık kim taşkınlık edip-azarsa ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevadan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (79/Nâzi’ât, 37-41).
[1] Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul. Fikret Karaman, İsmail Karagöz, İbrahim Paçacı, Mehmet Canbulat, Ahmet Gelişgen, İbrahim Ural, Dinî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 308-309, 400.
[2] Fikret Karaman vd. age., s. 308-309.
[3] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, Kur’ân’ın Dört Temel Terimi, İlâh-Rab-Din-İbadet, Özgün Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 21-42.
[4] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.
[5] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.
[6] Seyyid Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, age., s. 21-42.
[7] Fikret Karaman vd. age., s. 308-309, 400.
[8] Fikret Karaman vd. age., s. 308-309.
[9] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, cilt: 6, s. 71.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder