1 Temmuz 2001 Pazar

Her Gecenin Bir Gündüzü Vardır

 (Umran Dergisi)

28 Şubat Postmodern Darbesi’nin Meyvaları

28 Şubat postmodern darbesinin bu ülke toprağına ektiği tohumlar, meyvelerini vermeye başlamıştır. Dış bir projenin yerli aktörler aracılığıyla uygulanmasının kısa, orta ve uzun vadeli sonuçları alınmaya başlanmıştır.

Cevaplanması Gereken Sorular

28 Şubat postmodern darbe süreci, hala devam ederken, geriye nasıl bir Türkiye bırakmıştır? Herkes yarınından emin midir? Geleceğe ümitle bakabilmekte midir? Ülke daha da iyiye mi gitmiştir? 28 Şubat sürecinde ülkenin yağmalanması bir tesadüf mü, yoksa oyunun bir parçası mıdır? Önce DYP sonra da ANAP’ın üzerine gidilmesi ile siyasetin bu denli yıpratılması ne anlama gelir? Halka hesap verme durumunda olan siyasi kadrolar yerine halka hesap verme durumunda olmayan atanmış kadrolarla ülkeyi yönetmeye kalkmak uzun vadede Türkiye’ye mi yoksa Batılı güçlere mi yarar?

Üzerinde iyice düşünülmesi ve ulusça objektif bir biçimde cevaplarının verilmesi gereken sorulardır bunlar. Toplum olarak bu soruların cevaplarını özgür bir biçimde tartışarak bulabilmeliyiz ki geleceğe dönük dersler çıkarıp yolumuzu aydınlatabilelim. Bu tartışma yapılabilirse; bu sürecin gizli kalmış yönleri daha iyi gün ışığına çıkartılabilir. O zaman da ulusça nasıl bir oyuna getirildiğimizi daha iyi anlama fırsatını yakalayabileceğiz. Her darbeden sonra halkın ne kaybettiği ve uluslar arası güçlerin ne kazandığı daha iyi görülebilecektir. ABD yerli bazı güçleri nasıl yanlış enformasyonla, yanlış istikamete yönlendirdiği, yanlış eylem tarzlarına sokarak kendi halkı ile karşı karşıya getirdiği; sonra da kullandığı bu güçlere karşı halkın kurtarıcısı olarak ortaya çıktığı görülebilecektir. Çok yönlü bir komplonun içinden bu ülkeyi çıkarabilmek için başta ülke aydınları olmak üzere herkesin ve her kesimin, bu süreç üzerinde tekrar ve tekrar düşünmesi gerekir.

Her darbede olduğu gibi 28 şubat post modern darbesinde de ülke daha kötüye gitmiştir. 28 şubat post modern darbesi, kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri olan ABD destekli bir dış projedir. Bu projenin kısa vadeli hedefi Refah-Yol hükümetini yıkmak ve RP’yi kapatarak Milli Görüş hareketine göz dağı vermekti. Bu arada uluslar arası denkleme istenmeyen bir parametre olarak giren D8’ler projesini atıl hale getirmek ve bunlarla yapılmış olan anlaşmaları engellemekte kısa vadeli hedefler arasında sayılabilir. Özellikle Türkiye’nin bağımsız enerji politikası izlemesi anlamına gelen İran’la yapılan doğal gaz anlaşmasını işlevsiz kılmanın ayrı bir önemi vardı.

ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolün dışına çıkarmaya çalışan yönetimlere ne yapılabileceğini ülke ve dünya kamu oyuna göstermek, 28 Şubatın arkasında ki süper gücün asıl hedeflerinden biri olmuştur. Gene RP ve DYP’nin tasfiyesi bu projenin hedefleri arasındadır. RP ve FP bu nedenle kapatılmıştır. Her iki partinin kapatılmasındaki gerekçelerin basitliğinin özel bir anlamı vardır. Halka gözdağı vermektir özdeki amaç, dolaylı olarak da halkla alay etmek vardır. “Biz adamı önce asar sonra yargılarız” (İnönü) anlayışına benzer olarak şimdi de “Biz siyasî bir davayı hukuki bir çerçeveye oturtmak çalışıyoruz” denmektedir. Her ikisinde de bir tehdit ve alay vardır. Zihniyet aynı zihniyettir. Şartlar değiştiği için yöntemlerde değişmiştir. Şairin deyişi ile

“Eskiden, önce ağlatırlardı ananı sonra konuştururlardı seni

Şimdi şartlar değişti, önce konuştururlar seni sonra ağlatırlar ananı”.

Halkın Susturulması Yönetimden Dışlanması ve Yeis

28 Şubat süreci, yürüttüğü psikolojik savaşla halkı korkutarak ve de yönlendirerek 18 Nisan seçimlerinin seyrini değiştirmiştir. % 25 ile % 35 arasında rey alması beklenen RP’nin önü kesilmiştir. Bununla beraber, yoğun baskıya rağmen, 18 Nisan seçimlerinde FP’nin % 15 rey almış olması, 28 Şubatın asıl sahiplerini memnun etmemiştir. FP’nin kapatılması ve tezgahlanan bölünme tuzağı ile Milli Görüş hareketi paramparça edilmek istenmektedir.

Yürütülen kampanya, yalnızca Milli Görüş sahiplerini hedef almış gibi gösterilmek istenmektedir. Bu oyunun görünen bir yüzüdür. Oyunun perde arkasında ise, hedef tahtasında, uyanan ve yönetimde söz sahibi olmak isteyen bir halk vardır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’ün de uzun vadeli hedefleri arasında uyanan bir halkın susturulması, sindirilmesi ve teslim alınması vardı. CHP’nin bünyesinden çıkmış DP hareketi ve onun devamı olan AP hareketi, halkın sesi oldukları için tehlikeli görülmüş ve susturulmuşlardı. 28 Şubat da, halkın tehdit edilerek kendisine tayin edilen çizgiye geriletilmesi eylemidir. General Özkasnak’ın 18 Nisan seçimleri ile ilgili söylediği sözlerin başka bir anlamı yoktur. Bütün bu darbelerin sonucu maddi ve manevi olarak mağdur edilen bir halktır. Seçme hürriyeti elinden alınmış ve belli bir zümrenin arzusuna uygun tercih yapma gibi bir esaret ortamına sürüklenmiş bir halk. Bu, ABD yönetimlerince eskiden beri uygulanan bir politikadır:

“Ülke halkını, devletin bir numaralı düşmanı olarak görmesi, saf dışı bırakmaya çalışması, baskı altına alıp kontrol etmesi ve tüm bu işleri seçkinlerin çıkarı için yapması normaldir.”1

ABD kongresinde General Maxwell Taylor’ın, Güney Vietnam’da yürütülen acımasız bir terörün amacını şu cümlelerle açıklaması oldukça düşündürücüdür:

“Özgürlük savaşının maliyetinin yüksek ve başarısızlığa mahkum olduğunu göstermek istedik.”2

Türkiye’deki halkı susturmaya dönük tüm darbelerin arkasında ABD’nin var olması bir tesadüf değildir. Türkiye’ye biçilen rolün dışına Türkiye’yi çıkarmaya çalışan yönetimlere, ne yapılabileceğini ülke ve dünya kamuoyuna göstermek, 28 Şubatın arkasındaki ABD’nin en önemli amaçlarındandır. İşin üzücü yanı ise; ABD’nin bu hedefine ulaşması için yerli unsurları kullandığını açıklamış olmasına rağmen, her seferinde taraftar bulabilmiş olmasıdır:

“(Washington) İşini bu yoldan ve gözüne kestirdiği ülkelerin zengin seçkinlerinin aracılığıyla yürütüyordu. Hal böyle olunca sonuç alabilmek için diplomatik yollara başvurmak yerine zora müracaat ediyordu”3

Bu ülkenin halkı, her seferinde kendi çocukları aracılığı ile cezalandırılmış olmasından dolayı üzgün, kırgın ve ümitsizlik içinde olmuştur. 28 Şubat yeis ortamını en uzun süreli sürdürebilen bir hareket olarak tarihe geçecektir.

Her darbeden sonra oluşturulan muhbirlik sistemi ile halk birbirine düşürülerek toplumsal dayanışma için gerekli her türlü güven duygusu yıkılmak istenmiştir. Böylelikle halk bireyselleştirilerek daha kolay kontrol edilebilecektir. Herkesin birbirinden şüphelendiği bir Türkiye, belki kolay kontrol edilebilirdi; ama huzurlu, mutlu ve kalkınma heyecanı içerisinde olamazdı. 28 Şubattan geriye kalan geleceğinden endişeli bir halktır.

Meslek liselerine karşı girişilen budama operasyonu da, gerçekte fakir halkın yönetim üzerinde söz sahibi olabilme yollarını kesmekten ibaretti. Uzun vadede mesleki ve teknik eğitime vurulan darbenin şiddeti daha iyi anlaşılacak ve bu ülkenin fakir halkının önünün, dolaylı olarak, nasıl kesildiği daha iyi kavranacaktır.

Türkiye üzerinde oynanan bir başka oyun ise, siyaset alanının daraltılarak ülkenin seçilmemiş bürokratlar aracılığı ile yönetilmek istenmesidir. Siyaset ve siyasetçiler alabildiğine aşağılanarak halkın gözünden düşürülüp TBMM'nin ülke yönetiminde hareket alanı daraltılmak istenmektedir. Görünürde kısıtlama siyasetçiye getirilmektedir. Oysa halka hesap verme mecburiyetinde olan siyasetçiden yönetim hakkının alınıp atanmış insanlara verilmesi, dolaylı olarak halkın denetim hakkının elinden alınması demektir. Hedeflenen bütün etkin kurumların YÖK’leştirilmesidir. YÖK yönetiminin istediği anda ülkeyi nasıl bir gerilim ortamına sürükleyebildiği yakın tarihte görülmüştür. Kamran İnan’ın deyişi ile ‘yabancıların etkisine çok kolay girebilen’ bu kurumlar, yabancıların tüm isteklerine “evet” derken, kendi halkının isteklerine de hep “hayır” demektedirler4. Son günlerde oynanan oyun böyle bir oyundur. Uzun vadede halkın her türlü yönetme hakkını elinden almaya dönük bir girişimdir. Bunlar halkı üzmekte, karamsarlığa ve yeise düşürmektedir.

Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yeis

Her darbeden sonra ülke yağmalanmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk meşruiyet kazanacak tarzda yaygınlaşmıştır. Price Waterhouse Coopers danışmanlık şirketinin yolsuzluk indeksinde Türkiye 35 ülke arasında 4. sırada yer almaktadır. Toplanan vergilerin % 36’sı (9.5 katrilyon) yolsuzluklara gitmektedir. Odalar Birliği raporunda 10 yılda 195 milyar doların hortumlandığı ifade edilmektedir. Hortumlanan ve fona devredilen 13 bankanın zararı 12. 5 milyar dolardır. Kamu bankalarının görev zararı 20 milyar dolardır. İhalelerdeki yolsuzlukların tahmini değeri 2. 1 milyar dolardır. Ekonominin hatalı yönetiminden dolayı fazladan ödenen iç borç faizi 8. 6 milyar dolardır. Ülke riski nedeniyle fazladan ödenen dış borç faizi 6. 5 milyar dolardır.

Ülkenin imkanları halktan alınıp belli bir azınlığın eline verilmiştir. Halk fakirleşirken belli bir azınlık zenginleşmiştir. Gelir dağılımında adaletsizlik vardır. Zenginlerle fakirler arasında ki makas daha da açılmıştır. Birleşmiş milletler yoksulluk indeksine göre Türkiye nufusunun % 20’si açlık sınırının altında yaşamaktadır. Türk-iş verilerine göre; nüfusun % 58’i yoksulluk sınırında, % 32’si yoksulluk çizgisinin altında yaşamaktadır. Türkiye’nin en zengin % 1’ini oluşturan 43 bin aile (650bin kişi)’nin aylık kazançları Türkiye’deki % 45’lik kesimin eline geçen aylık kazanca eşittir. Türkiye’deki en fakir % 10 milli gelirin sadece % 2’sini; en zengin % 10 ise milli gelirin % 30’unu almaktadır. Hayatından memnun olanların sayısı Türkiye’de % 19 iken AB’de bu oran % 82 olmaktadır. ANAR araştırma şirketinin verilerine göre ekonominin daha kötüye gideceğini düşünenlerin oranı % 48; geleceğinden ümidini kesmiş olanların oranı ise % 45’dir. Gelir dağılımı bozukluğunda dünya sıralamasında beşinci sırada bulunmaktayız. Bengaldeş, Gana, Gine, Hindistan, Nepal, Moğolistan, Pakistan, Vietnam, Tanzanya ve Ruanda Türkiye’den daha iyi durumdadır5-6.

Beyin, Sermaye Göçü ve Yeis

İşte ihtilallerin geriye bıraktığı bir Türkiye, böyle bir Türkiye’dir. Ard arda yaşanan iki ekonomik krizden sonra ülke, İMF üzerinden ABD’nin boyunduruğuna tam anlamı ile sokulmuştur. ABD’nin adı konulmamış bir eyaleti gibiyiz. Halk ümitsiz ve yorgundur. İçine kapanmıştır. Sessizliğe bürünmüştür. Tam böyle bir dönemde gizli eller, bir taraftan içerde baskıyı artırırken; diğer taraftan yetişmiş insan unsurunu, ABD ve AB’ye göçe zorlamakta ve teşvik etmektedir. Türkiye’nin son dönemlerinde yetişmiş insan unsuru ve de sermaye birikimi elinden kaçmak üzeredir. Nüfusu gittikçe yaşlanan, doğum oranı gittikçe düşen ve toplumsal sermayesi çözülen sanayileşmiş ülkeler, sanayileşmemiş ülkelerden yetişmiş insan unsurunu göçe teşvik etmektedirler7. Yetişmiş insanımızın göçe teşvik edilmesi ve de zorlanmasının bununla ilgisi olup olmadığını zaman gösterecektir. Ama üzerinde düşünülmeye değerdir.

Türkiye uluslar arası tahkime imza koymuştur. ‘Taşınmaz mallarını yabancı devletlere satışa’ çıkarmıştır. Türkiye’nin değişik yörelerinde, özellikle GAP’ta, yabancı şirketler, paravan yerli şirketler aracılığıyla arazi satın almaktadır. Yabancı sermayenin ülkeye gelmesi için her türlü teşvike başvurulmaktadır. Türk Telekom gibi pek çok kamu kuruluşunun, yabancı şirketlere satışı yapılmak istenmektedir. Bütün bunların olup bittiği bir Türkiye’de yerli müteşebbisler, renklere ayrılarak psikolojik baskı altında tutulmakta, teşebbüs heyecanı ve gücü kırılmaktadır. Serbest piyasanın var olduğu söylenen bu ülkede, yabancılar yurt içine çekilmeye çalışılırken; yerliler yurt dışına göçe zorlanmaktadır. Birileri, ümitsizlik duygularını ülke sathında yaygınlaştırırken; birileri de, insanları hicret adı altında göçe teşvik ederek buna katkıda bulunmaktadır. Son yıllarda yetişmiş müteşebbisler ile parlak beyinler, bu ülkede yaşanmaz saplantısı içine sokulmuşlardır. Dün, ‘Dünyada başka Türkiye yok’ diyenler; bugün, ‘Dünya Türkiye’den ibaret değildir’ demektedirler. Bu Türkiye için çok tehlikeli bir süreçtir. Türkiye’nin altına çok büyük bir fay hattı, son derece ince ve uzun vadeli bir stratejinin ürünü olarak döşenmektedir. Türkiye sandviç tekniği ile dilimlenmeye ve esir edilmeye çalışılmaktadır.

TÜBİTAK başkan yardımcısı Prof. Dr. Cemal Saydam: “Daha önce yurt dışına gönderdiğimiz 26 kişi geri dönmedi. Yurt dışındaki imkanlar daha cazip geldi. Gençlerimizi ülkemize geri çekebilmemiz için kendilerine gereken her türlü desteği vermeliyiz”8 tarzında yaptığı açıklama; genç beyinlerin bu ülkede yaşama ve kendi insanına hizmet etme şevk ve heyecanını kaybettiğini göstermektedir. Ayrıca ABD vatandaşı olmak için yeşil karta müracaat edenlerin sayısında geçen yıla oranla % 900 bir artış olmuştur. Geçen yıl 165 bin olan müracaat sayısı bu yıl 1 milyon 700 bine ulaşmıştır9. Bunların üniversite mezunu, dil bilen yetişmiş insan olduklarını göz önüne aldığımızda, ülkenin darbelerle, vurgun, soygun ve talanla ne denli bir kaosun içine sürüklendiğini daha iyi anlayabiliriz. Bütün bunlar, ülkenin altına döşenmiş olan fay hattında ki asıl depremin birer öncüleri olabilir.

Siyah Adam, Fil, Beyaz Adam ve Türkiye

Fillerin ehilleştirilmesinde kullanılan bir yöntem, Türkiye’ye uygulanmaktadır bugün:  Filleri yakalayıp ehilleştirmek için, tuzak olarak, üstü kapalı geniş bir çukur açılır. Fil tuzağa doğru sürülüp çukurun içine düşürülür. Çukurun içine düşmüş olan fil, önce siyah bir adam tarafından sürekli dövülüp aç ve susuz bırakılır. İyice hırpalandığı ve kurtuluş ümidinin kaybolduğu bir anda, oyunun baş aktörü, beyazlara bürünmüş beyaz bir adam, ortaya çıkar. Beyaz adam siyah adamı, tam da fili döverken, filin gözleri önünde evire çevire döver. Siyah adam ortamdan uzaklaştırıldıktan sonra; kurtarıcı beyaz adam, file su ve yiyecek vererek yaralarını tedavi eder. Kurtarıcı beyaz adam, fili çukurdan çıkarıp boynuna esaret zincirini takar. Fil de kurtarıcısına olan vefa borcunu ona ömür boyu hizmet ederek öder.

Bu ülkede de bazı siyah adamlar halkı sürekli dövüyor. Açlığa, yoksulluğa ve korku içerisinde yaşamaya mahkum ediyor. Yasaklar zinciri ile nefes alamaz bir hale getiriyor. Yolsuzluk, vurgun, soygun ve talanla herkesin birbirine, kurumlara, yönetime ve devlete olan güvenini yıkıyor. İş yok, aş yok, huzur yok, güven ortamı yok ve de ilke yok. Bazı siyahlar da batıyoruz, her şey bitti, bu ülkede yaşanmaz ve ‘Dünya Türkiye’den ibaret değildir’ diyerek insanları göçe teşvik ediyor. Başka bazı siyah adamlar da, ‘Milli Mücadele yıllarında mandacılığı savunanlar haklı idi; o zaman ABD mandasını kabul etseydik, şimdi kalkınmış insanca yaşayan bir ülke olurduk’ demekte ve ABD’nin bir eyaleti olmanın yararına ilişkin propaganda yapmaktadırlar. Karamsarlığın ülke üzerine bir karabasan gibi çöktüğü bir anda, beyaz giysiler içerisinde ortaya çıkan kurtarıcı, bazı siyah adamları insan hakları, özgürlükler, demokrasi adına eleştiriye başlıyor, zaman zaman da tokatlıyor. Kaostan çıkmak için her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu belirtiyor. Büyük bir özveri gösterisi olarak da; yaraları saracak, ülkeyi çukurdan çıkaracak ve gerekli tımarı yapıp zinciri takacak bakıcılar da gönderiyor.

Yıllardır oynanan oyun bu oyundur. Sadece kullanılan siyah adamlar değişmekte, ülke her geçen gün beyaz kurtarıcılara daha fazla bağımlı hale getirilmektedir. Bir taraftan beyin ve sermaye göçü teşvik edilirken; diğer taraftan Batı ve ABD mandacılığına toplum alıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ülke halkı, zihnen, bu yollarla teslim alınmaya çalışılmaktadır. İşte 28 Şubattan geriye kalan Türkiye, böyle bir Türkiye’dir.

Refah-yol hükümetini yıkabilmek için meydanlara inenler, yasal gerekçeler hazırlayanlar, kraldan daha fazla kralcı olanlar, meşruiyeti halkta değil de, belli güçlerde arayanlar, bugünkü Türkiye’nin baş sorumlularıdır. Adil, hür, serbest bir piyasa ortamından rahatsız olup belli insan unsurunu tasfiye etmek için her türlü tahrike baş vuranlar, bugünkü Türkiye’nin baş sorumlularıdır. Siyasî iktidarı seçim yerine darbeyle almayı hedefleyenler, dün başka, bugün başka sloganıyla halka sırt çevirenler ve Türkiye’yi sadece aile fotoğrafındakilere ait zannedenler bugünkü tablonun baş mimarlarıdır. Umarız ki bugünkü tablo karşısında pişman olmuşlardır. Çıkıp halktan özür dilemeleri ve oynanan oyunlarla ilgili ifşaatta bulunmaları, bu ülkeye ve gelecek nesillere yapabilecekleri en büyük iyiliktir.

Hüsrana Rıza Verme... Çalış... Azmi Bırakma

Her gün yapılan zam ve vergilere rağmen işlerin düzelmemesi, halkın daha da fakirleşmesi, geleceğinden ümitsiz olması, tüm kurumlara olan güvenin yıkılması ve bunun her geçen gün daha da derinleşmesi; hem daha büyük göçlerin yaşanacağının hem de büyük bir sosyal patlamanın kapıda olduğunun işaretleri olarak algılanmalı ve değerlendirilmelidir. Kötülüğü icra edenlere ve ümit yok edicilerine, aklı başında olan herkes karşı çıkmalıdır. Türkiye çökerse herkes altında kalabilir. Bu ülkenin halkının % 95 Müslümandır ve Müslüman oluşun verdiği bir bilinçle buna karşı koymalıdır. Her ne kadar ‘Dünya Türkiye’den ibaret değilse’ de ‘Başka bir Türkiye’nin olmadığını’ ve bu ülkenin gerçek sahiplerinin çilekeş bir halk olduğunu bilmeliyiz. Bunun için bu milletin üzerine çökertilen ümitsizlik bulutlarını dağıtmalıyız. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın yolu buradan geçer:

“Ye’s öyle bataklıktır ki; düşersen boğulursun.

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar

Lanetleme bir ukde-i hatır ki: çözülmez.

En korkulu cani gibi ye’sin yüzü gülmez!

Hüsrana rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!”10

İnsan Ne Zaman Yeise Düşer?

Yeis, istek ve arzunun tükenmesi, karamsarlığın ve kötümserliğin insan zihnine yerleşerek direnme, mücadele etme enerjisinin ortadan kalkmasıdır. Ümidin zıddıdır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen kunut kavramı ile benzer anlama sahiptir. Yeis ve kunut yaklaşık olarak 16 yerde geçer Kur’ân’da. İnsan yapısında ki olumsuz karar merkezlerinin bir özelliğidir.

İnsan ne zaman yeise kapılır? Ümitsizlik bataklığına saplanır? Kur’ân’ın beyanına göre insan elindeki imkanları, gücü, makam veya mevkii kaybettiğinde, elindeki imkanlar azalmaya başladığında, umduğunu bulamadığında, genel bir davranış şekli olarak, ümitsizlik karanlığına dalabilir. İnsan yapısında var olan nankörlük öğesinin bir yan ürünüdür. Şeytan ve taraftarlarının, insana hitap ve nüfuz etme kanalıdır:

“Fakat insan; ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, onu nimetlere koysa: “Rabb’im bana ikramda bulundu” der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen der ki: ‘Rabb’im bana ihanette bulundu’ (89 Fecr 15-16)

Burada insanın iki farklı şekilde imtihana tabi tutulduğunu görmekteyiz: Birincisi, kendisine nimet verilerek; ikincisi ise, elindeki nimetler kısıtlanarak yapılan bir imtihan sürecidir. Elindeki imkanların kısılması veya kaybedilmesi karşısında insanın tavrı, ‘Allah’ın kendisine ihanet etmesi’ şeklinde vuku bulmaktadır. Bir isyan halı söz konusudur. Karşı karşıya kalınan olumsuzluk durumundaki mesajın ne olduğuna bakmadan doğrudan Allah suçlanmaktadır. Oysa Allah, insanları varlık ve yoklukla imtihan ederek eğitmekte, huzur ve mutluluk dolu bir toplumsal yaşam için gerekli olgunlaştırmayı yapmaktadır. Dünyada sahip olunduğu sanılan güç, kuvvet, kudret ve imkanların nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu insana göstererek; huzur, mutluluk ve dünya ve ahiret saadeti için paylaşımın gerekliliğini, bu imtihanlarla insana öğretmektedir. Nitekim yukarıdaki ayetlerin devamında, kavgasız, huzurlu bir toplumsal yaşam için gerekli olan imkanların paylaşımına özel vurgu yapılmaktadır:

“Hayır; aksine, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası, sınır tanımaz bir tarzda yiyorsunuz. Malı da ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz”(89 Fecr 17-20)

Allah insana nimet vererek ve de ondan onu geri alarak bizzat insanın nefsine, aklına ve kalbine hitap etmekte, onu düşünmeye davet etmekte ve böylelikle eğitmek istemektedir. Bazıları, bu sınavı başarı ile geçmekte; bazıları da, ilahi hikmet üzerinde düşünmeden isyana saplanmaktadır. Kur’ân, bu ince noktaya iman edenlerin dikkatini çekmektedir.

“Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde de hemen umutsuzluğa kapılı verirler.

Onlar görmüyorlar mi ki, Allah, dilediğine rızkı yayıp genişletir ve kısar da. Hiç şüphe yok bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yol oğluna da. Allah’ın yüzünü istemekte olanlara bu daha hayırlıdır ve felaha erenler de onlardır.

İnsanların mallarından artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyerek vermekte olduğunuz zekat ise, işte sevabını ve gelirlerini kat kat artıranlar onlardır.” (30 Rum 36-39)

Bu ayetlerde, insana verilen nimetlerin genişletilip kısılmasında ilahi bir işaretin olduğuna dikkat çekildikten sonra; yakınlara, yoksullara ve yolda kalmış olanlara verilmesinin daha hayırlı ve daha kurtarıcı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca insanın karşılaştığı bu imtihanın bir uyarı olduğu, bu ikazı yapmakla da Allah’ın insana lütufta bulunduğu göz önüne alınmalıdır.

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. umulur ki, dönerler diye, Allah onlara yapmakta olduklarının bir kısmını taddırmaktadır.” (30 Rum 41)

Nankörlük ile yeis arasında sıkı bir ilişki olup yeis, nankörlüğün doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Nankörlükte ileri düzeye gitmiş bir insan, kazanç ve kayıp zamanlarında birbirine taban tabana zıt davranışlar sergileyebilmektedir. Kendisine verilmek istenen mesajı iyi okuyamaya bilir ve mesajdan nasibini alamayabilir:

“Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırıp da sonra bunu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umudunu kesmiş bir nankördür.

Andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırırsak, kuşkusuz: ‘Kötülükler benden gidiverdi’ der. Çünkü o şımarıktır, böbürlenendir.

Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır.” (11 Hud 9-11)

Mesajı gerektiği gibi okuyamayanlar, yeis ile şımarma ve kibir arasında salınım yapar dururlar. Onun için bu insanlar istikrarsızdır. İfratla tefrit arasında bocalar dururlar. Davranışları tezatlarla doludur:

“İnsan nimet ve mutluluk istemekten bıkıp usanmaz. Ama kendisine fenalık dokunur dokunmaz hemen ümitsiz, beklentisiz, yıkılmış biri haline geliverir. Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlaka: ‘Bu benim hakkımdır. Ve ben kıyamet saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabb’ime döndürülsem bile, O’nun katında benim için daha güzel olanı vardır.’ der. Ama andolsun biz, o kafirlere yapmakta olduklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız.

İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş kapsamlı ve derinlemesine bir dua sahibidir”. (41 Fussilet 49-51)

Bu aşamada en ciddi sorun mesajı gereği gibi okuyamayıp ondan gerekli dersi çıkaramamaktır. Bu imtihan sürecinin bizden istediği tekamülü başaramamaktır. Müslüman olmanın gerektirdiği onurlu duruşu, (İbrahimî Duruş) ortaya koyamamaktır.

Zulme karşı, zalime karşı hakkın ve haklının yanında olabilme gücünü ve iradesini gösterebilmektir yapılması gereken. Halkı bir bütün olarak kucaklayabilmek, yoksulların yoksulluğunu paylaşabilmek, pastayı adil olarak bölüşebilmek, nimeti ve külfeti birlikte paylaşabilmektir bizden istenen. Bu sınavın bize vermek istediği mesaj budur. Sapmadan ve Allah’tan başka kimseden korkmadan sırat-i müstakim üzerinde yürüyebilmektir mesaj. Bu, yaratılıştan bugüne kadar değişmeden uzanan ilahi bir sünnettir:

“Andolsun, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik de onları dayanılmaz zorluk(yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye. Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytanda onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi.

Derken kendilerine hatırlatılanı (Allah’ın rızasına uygun yaşamayı) unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin bolluk, güç, sağlık, servet kapılarını açıverdik. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle sevince kapılıp şımarınca, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.

Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (6 Enam 42-45)

28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında iç içe yaşadığımız pek çok olay, nimet ve külfet, sevinç ve ızdırab üzerinde bu ülkedeki herkes, ama herkes yukarıdaki ayetler çerçevesinde düşünmeli ve otokritiğini yapmalıdır. Ülkeyi korku anaforuna sokanların ibret verici sonları, refahtan şımarıp azan güç ve iktidar sahiplerinin toplum içine çıkamaz hale gelişleri üzerinde düşünmelidir. Nimet ve külfetle imtihan edilmenin sırrına vakıf olarak, insan ve Müslüman olma ortak paydası etrafında bu ülke halkını yeniden bütünleştirmeliyiz. Birbirimizi anlamaya çalışmalıyız.

Yeis ve Allah’ın Rahmeti

Gerek bu ülkede yaşanmaz deyip ümitsizlik yayan, halkın dayanma, yaşama ve mücadele azmini kıran siyahi adamlara karşı, gerekse halka zulmeden halkı açlığa yoksulluğa, işsizliğe mahkum eden siyahi adamlara karşı ve gerekse her türlü entrikanın içinde olup da ortalığa kurtarıcı olarak çıkan beyaz adamlara karşı; Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp halka ümit, heyecan ve mücadele etme ve direnme sabrını aşılamalıyız. Bu ülke aydının önündeki en öncelikli görev, bu gün için budur:

“De ki: ‘Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.’

Biz senden önce, şehirler halkına kendilerine vahyettiğimiz adamlar dışında başka güçleri ve varlıkları elçi olarak göndermedik. Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar? Korkup sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?

Öyle ki peygamberler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu günahkarlar topluluğundan zorlu azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır...” (12 Yusuf 108-111)

Baskının şiddetine bağlı olarak peygamberlerin bile umutsuzluk ortamına girmeye başladığını göz önüne aldığımızda bugün için insanların ümitsizliğe düşmesi doğal karşılanmalıdır. Ne abartılmalı ne de küçümsenmelidir bu durum. Yukarıdaki ayetler konunun ne kadar önemli ve de hassas olduğunu göstermektedir. Yalnız Allah’ın yardımına inanarak, güvenerek, onu umarak ve de yalnızca Allah’tan korkarak bu ümitsizlik ortamından çıkabiliriz. Halkı uyararak, aydınlatarak ona ümit aşılayarak karanlıktan aydınlığa çıkabiliriz.

Allah’ın rahmeti sonsuz ve sınırsız olup süreklidir. O, ancak kendisince gerçek boyutu bilinen bir ilme göre rahmetini kısar ve genişletir. O affedip bağışlayandır, esirgeyendir ve koruyandır. İnsanın gerçek dostu sırdaşı odur. Onun rahmeti her şeyi kuşatır. En ümitsiz olduğumuz, yardıma muhtaç olduğumuz bir anda yardımı, rahmeti ve bereketi gelir gereğince kulluk yaparsak:

“Allah odur ki, ümidinizi kesmenizin ardından size yağmuru gönderir, ümitsizliğe düşmenizin ardından sizin için rahmetini yayıp saçar. O, en içten ve güvenilir dosttur; O, övgüye en layık kudrettir.” (42 Şura 28)

Allah’ın Rahmetinden Ümidini Kesenleri Veli Edinmeme

Ne kadar hata yapıp haddi aşıp nefislerimize zulmetmiş olsak da Allah’ın affedici, bağışlayıcı, esirgeyip koruyucu oluşundan ve rahmetinden hiçbir zaman ümidimizi kesmemeliyiz. Çünkü Allah’ın rahmetinden küfre sapmış olanlardan başkası ümit kesmez:

“Rabb’inin rahmetinden ümidini kesenler, sapmış karanlığa gömülmüşlerden başka kim olabilir”. (15 Hicr 56)

“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şu bir gerçek ki, Allah’ın rahmetinden ümidi kesmek, küfre batmış bir topluluktan başkasının yapacağı şey değildir.” (12 Yusuf 87)

Bundan dolayı olmalıdır ki, Allah ümitsizlik zehrini etrafına şırınga edenleri veli (dost ve sırdaş) etmememizi istemekte, bunlara karşı gazabını dile getirmektedir:

“Ey iman edenler! Şöyle bir topluluğu veli edinmeyin ki, Allah onlara gazap etmiş, onlar da sonsuzluk yurdundan ümitlerini kesmişlerdir. Onların durumu, kabirlere gömülen kafirlerin ümitlerini kesmiş olmalarını andırmaktadır.” (60 Mümtahine 13)

İşte bugünkü en öncelikli görevlerden birisi de, kendisi ümitsizliğe düşmüş ve çevresine ümitsizlik, korku yayan insanlara karşı uyanık olunması ve onların veli edinilmemesidir.

Sonuç 

Bütün bu ayetleri göz önüne aldığımızda son yıllarda başımıza gelen musibetlerde bizim payımızın ne olduğunu inceden inceye, derinden derine düşünmemiz gerekir. Herkes bu öz eleştiriyi kendi nefsinde yapmalıdır. Unutulmamalıdır ki birbirimizi aldatabiliriz, ancak huzurunda hesap vereceğimiz Allah’ı asla. Başımıza gelenlerle bize verilmek istenen mesajı iyi okumalıyız. Dünyevileşme hastalığına yakalanıp yakalanmadığımızı, ihtiraslarımızın kurbanı olup olmadığımızı düşünmeliyiz. Lüks, israf içine dalıp, gururlanıp gururlanmadığımızı, güç ve iktidara ulaşmak için akla karayı, doğru ile yanlışı ve hakla batılı karıştırıp karıştırmadığımızı, dünyaya yalnızca kendi nefsimizin penceresinden bakıp bakmadığımızı tartışmalı, hatalarımızdan dolayı tövbe edip Allah’a sığınmalıyız. Allah’ın pınarında(Kur’ân) yıkanıp arınmalıyız.

Ancak bu durumda ümitvar olur, ümit saçar ve kurtarıcı olabiliriz.

Ancak bu durumda karanlığı kovup, aydınlığı getirebiliriz

Ancak bu durumda halka kurtuluş yolunu gösterebiliriz:

 

“Doğduk ‘yaşamak yok size!’ derlerdi beşikten;

Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten!

Telkin-i hayat etmedi asla bize bir ses;

Yurdun ezeli yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

‘Devlet batacak!’ çığlığı beyninde öter de,

Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde!

‘Devlet batacak!’ İşte bu öldürdü şebabı;

Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tabi?

Afakına yüklense de binlerce mehalik,

Batmazdı bu devlet ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kafi ona can vermeye bir nefha-i iman;

Davransın ümidin, bu ne heybet, bu na hırman?

Mazide ki hicranları susturmaya başla;

Evladına sağlam bir emel mayesi aşla,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”10

KAYNAKLAR

1.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 50

2.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 58

3.         Chomsky, N., ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, (1991) S: 20

4.         İnan, K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, (1995)

5.         http://www.gso.org.tr/savurganlik_ekonomisi. htm

6.         http://dr.erkut.sitemynet.com/

7.         Fukuyama, F., Büyük Çözülme, Sabah Yayınları, İstanbul, (1999) S: 14

8.         Milliyet Gazetesi, 21 Haziran 2001.

9.         Milliyet Gazetesi, 25 Haziran 2001.

10.       Ersoy, M. A., Safahat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, (1990)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...