1 Eylül 1998 Salı

Örtünmenin Fıtri Temelleri - III: MÜCADELE ORTAMINDA GİYSİLERİN SEMBOLLEŞMESİ

 (Umran Dergisi)

Geçen sayılarda tesettürün fitri temellerini ve tesettüre düşmanlık veya karşı oluşun nedenlerinin bir kısmını incelemiştik. Bu sayıda tesettüre karşı oluşun bir başka boyutunu ve giyisilerin mücadelede sembol haline gelişini inceleyeceğiz.

Medeniyete Giden Yol Çıplaklıktan Geçer (!)

Geçen sayıda İbn. Haldun’un mağlup toplumların, galip toplumları taklit etme konusundaki psikolojilerini incelemiştik. İbni Haldun’un “gerilemenin gerçek sebeplerini araştırmayan mağlup toplumlar, galip toplumların kılık, kıyafetlerini taklit ederek sorunu çözeceklerini sanırlar” tarzındaki tesbiti; Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin temelde düştüğü en ciddi hatadır. İnançların şekillendirdiği tesettüre ve aile mahremiyetine müdahale ederek başlatılan bir medenileşme projesi, halkın desteğinden mahrum kalmış, halkla yönetim zıtlaşmasını başlatmıştır. Daha sonraları zıtlaşma, uzlaşmaz tezada dönüşerek yönetimin yalnızlaşmasına, halktan kopmasına neden olmuştur. Halk’tan kopan tüm yönetimler doğal olarak diktatörleşirler ve şiddete başvururlar: “Madem sevmiyorlar öyleyse korksunlar” anlayışı yönetime hakim olur.

III. Selimle başlayan, II Mahmut’la devam ettirilen ve Cumhuriyet yöneticilerinin de benimsediği hareket tarzının başarısızlığa uğramasının temeldeki nedeni budur. Bilim ve teknolojiye sahip olabilmek için Bilim ve teknolojide ileri ülkelerin yaşam felsfesi ile giyim kuşam anlayışını benimsemek gerekir tarzındaki yanlış varsayım, bugün içinde bulunduğumuz sıkıntıların ana sebebidir.

Osmanlının son dönem aydınlarından Abdullah Cevdet, İçtihad dergisini Cenevre’de çıkardığı yıllarda müslüman halkın kalkınması için çarelerin neler olabileceği konusunda müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler arasında bir anket yapmıştır. Soruyu bir Fransız edebiyatçı, “Kur’an’ı kapa, kadınları aç!” diye cevaplandırmıştır.

Abdullah Cevdet bu cevaptan hareketle aile reformu sorununu, “Hem Kur’an’ı hem kadınları aç” şeklinde bir sloganla ele alır.1-2 Berkes’in tesbitine göre 1908 devriminden sonra peçe ve çarşafa karşı ilk savaşı açanın Abdullah Cevdet olduğudur.2

Falih Rıfkı’nın hatıralarından Kemalist hareketin benzer bir çizgisini izlediği anlaşılmaktadır.3

“Kadını kurtaracaktı. Kurtarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi. İlk yapılan işlerden biri, İstanbul tramvayları ile vapurlardaki perdelerin kaldırılması olmuştur.”

Halide Edip’in “Hem efendim, bizim peçemize perdelerimize ne karışıyorsunuz?” diyerek Ankara’ya tavır koyması Falik Rıfkı’nın tesbitini doğrular mahiyettedir.3

Balkan savaşları (1912-1913) sırasında Osmanlı ordusunun yenilgisiyle içerde başlayan tartışmalarda, ilginçtir ki, yenilginin nedeni olarak kadınların giyim ve kuşamı ileri sürülmüştür. Kimileri mağlubiyetin nedenini açıklıkta, kimileri ise kadınların örtülü olmasında görüyordu. Mehmet Tahir konuya açıklık getirmek amacıyla yazdığı Çarşaf Meselesi’nde,

“Halbuki zavallı kadınlarımız ister süslü gezsinler, ister süssüz; savaş devam ettiği müddetçe sokakta, evde, sevgili vatanlarının kurtuluşu için gözyaşları içinde dualar ettiler; evlatlarını feda eylediler, şehidlerimizin yetimlerine yardımda bulundular. Yaralılarımızın yaralarını kendi elleriyle sardılar. Onlara karşı gerçek hemşirelik görevini yerine getirdiler. Gazilerimiz için gece gündüz  dikiş diktiler, çorap ördüler, zenginleri yardım sandıklarına sitap eylediler. Hasılı vatana hizmette hiçbir kusurları olmadığı halde, nasıl oluyor da, savaştaki yenilgimizin sebebi onların giydikleri çarşaflar oluyor.”

diyerek yanlış çözüm arayışlarını eleştiriyordu.4

III. Selim 1789’da iktidara gelişinin ertesinde devlet ileri gelenleri ile yaptığı toplantılarda imparatorluğun durumunu masaya yatırmış ve devlet ricalinden çözümler istemiştir. İmparatorluğu bunalımdan çıkaracak herhangi bir gerçekçi çözüm ortaya çıkmamıştır. Hatta bu toplantılarda padişahın yakınlarından birinin III. Selimde:5

“Padişahım, şapka giyip, Frenk olduk deyip, sokağa yürümekten gayrı çare yoktur”.

tarzında şekli bir çözüm önermesi çözümsüzlüğün en güzel örneklerinden olduğu gibi, Osmanlı yönetiminin düştüğü aczin de çok güzel bir ifadesidir. 1789 yılında önerilen çözümle, 1998 yıllarında önerilen çözümlerin benzerliği dikkat çekicidir.

Benzer bir çözüm, genel harp yıllarında (1914-1918) Seyit Bey tarafından düşünülmektedir.6-8

“Olmayacak bu iş, bizim karının başına şapka giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!”.

İlginçtir ki bütün çözüm arayışları askeri mağlubiyetlerden sonra hızlanmaktadır. “Moskof seferi”nde yenilen Osmanlı ordusunun subayları ve yeniçeri ağası dönemin sadrazamı Koca Yusuf Paşa’ya (1791) gelip:7

“Bizler bu kez 120 binden fazla ocaklı asker iken Moskof’un 8 bin askeri Tuna’yı bizim tarafa doğru aşıp üzerimize geldi ve hepimizi bozup davasının gücünü ispatladı. Düşmanın böyle askerine bizim nizamsız askerimizle dayanmaya gücümüz yok. Mademki bizim askerimiz yeni savaş yöntemlerini bilmiyor, böyle kıyamete kadar başarı elde edilemez.”

demeleri temelde bazı değişikliklerin yapılması gerektiğini ortaya koyuyordu.

Daha ileri bir yaşam tarzına, daha mutlu bir topluma, daha yüksek bilim ve teknonojiye ulaşmanın yollarını ararken; aydınların, düşünürlerin, bilim adamlarımızın olayı bir bütün olarak ele almaları gerektiğidir. Bütünü yakalamadan, gerçek nedenlere inmeden kısmî, geçici, duygusal, şekli teşhis ve önerilerle ve de sizin düşüncenize ve çözüm önerilerinize karşı olanları suçlamak, karalamak, tehdit etmek gibi davranışlarla gerçekler bulunamaz.

Her sistem; bir felsefeye, bir inanca, bir düşünceye dayanır. Sistemin temel aksiyomatik yapısını bu inanç oluşturur, şekillendirir. Kurumlaşma bu temel yapıya uygun yapılır. Osmanlı İmparatorluğunun temel aksiyomatik yapısı, İslam düşüncesine; bugünkü sisteminki ise 6 ok ilkesine dayanmaktadır.

Osmanlı imparatorluğunda yapılması gereken, daha iyi bir yaşam tarzına, daha mutlu bir topluma, daha yüksek bilim ve teknolojiye mani midir? ulaşmaya, İslam’ın bizzatihi kendisi hangi ilkeler bu gelişmeyi engeller? Gelişmeye mani olarak görülen ilkeler varsa, bu ilkelerin bizatihi kendisinden mi; yoksa hakim zümrelerin kasıtlı, maksatlı yorum ve tevillerinden mi kaynaklanmaktadır. Bu tesbit edilmeliydi. İslam yaşanan hayatın ihtiyaçlarına ilkeleri itibarı ile cevap mı verememektedir? Bu sorunun cevabı gerçekçi olarak bulunmalıydı ve çözümler, bu temel tesbitlere göre üretilmeliydi.

İmparatorluğun geniş toprakları içerisinde her türlü insana daha mutlu ve ileri düzeyde bir yaşam tarzı sunarken de, imparatorluğun temel felsefesi İslam’dı. O zaman gelişmeye, yükselmeye, daha iyiye güzele mani değil idi ise şimdi niçin mani olsundu ki. Nitekim Ziya Paşa;

“İslam imiş Devlete pa bend-i terakki

Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı.”

diyerek bu olguyu dile getirmektedir.

Onun için çözüm arayışlarında sistemin temel yapısı, felsefesi, işleyişi; toplumun temel yapısı, değerleri, örf, adet ve gelenekleri, duygu ve düşünceleri bir bütün olarak ele alınıp incelenmelidir.

Halk ikna edilerek inandırılmadan, halkın desteği alınmadan getirilen tüm çözümler, sonuç vermemiş, sorunu bir müddet sonra daha girift hale getirmiştir. III. Selim’den günümüze kadar ister inkılap şeklinde, ister ıslahat şeklinde olsun üretilen tüm çözümlerin, sonuç vermemesinin nedeni budur.

Gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminde gerçekçi anlamda doğru çözümler üretilmemesi, üretilen çözümlere halkın katılmaması; galip batı medeniyeti karşısında duyulan eziklik, aydınları, yöneticileri şekli çözümler aramaya yöneltmiştir. Kılık kıyafet değişimini ve çıplaklığı, gelişmenin, kalkınmanın gerek şartı olarak görmüşlerdir.

Halka, eğer kalkınmak yükselmek, daha iyi ve mutlu bir yaşam istiyorsanız; daha yüksek bilim ve teknolojiyi istiyorsanız, Batı medeniyetini aşmak istiyorsanız, kılık kıyafetinizi değiştirerek tesettürü terk edeceksiniz, demişlerdir. Dahası bunu gönüllü olarak yapmazsanız, “kanunen ve cebren” biz yapacağız diyerek tehdit etmişlerdir.

Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan, Mısır gibi İslam Coğrafyasına baktığımızda; bütün medenileşme, çağdaşlaşma, bilim ve teknolojiye ulaşma hareketinin başlangıcı, kılık kıyafet değişimi ile başlamış, çıplaklıkla devam etmiştir. Buna rağmen bugüne kadar bu Batı medeniyetinin üstünlüğünün bir sembolü haline gelen bilim ve teknolojiyi üretememişlerdir.

Bütün çağdaşlaşma, batılılaşma veya daha üstün olduğu varsayılan bir başka medeniyete ulaşma gayretlerinin, tesettüre savaş açması, çıplaklığı gerek şart olarak görmesi bir tesadüf müdür? Daha üstün olduğu söylenen bir konuma ulaşmada, çıplaklığın ortak payda olması bir rastlantımıdır, İslam coğrafyasında?

İnsanın ilk yaratılış olayına baktığımızda bunun rastlantı olmadığını görürüz. Şeytan’ın, Hz. Ademle eşini cennetten çıkarabilmek, onlara, Allah’ın kanunlarını çiğnetebilmek için başvurduğu yollardan biridir. Bu davranış Şeytan, Hz. Ademle eşine içinde bulundukları konumdan daha da üst konuma ulaşmayı vadetmiştir. Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek bunu elde edebilecekleri konusunda onlara vesvese vermiştir:

“Ey Adem, sen eşinle cennete yerleş. İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dediki; “Rabbinizin size şu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir. Ve gerçekten ben size öğüt verenlerdenim diye yemin de etti.

Böylece aldatma ile onları düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi. (Araf, 19-22)

“Daha üst bir konuma veya medeniyete ulaşmada Kur’an-ı Kapa Kadını aç” şeklinde önerilen bir reçete; İlk yaratılışta Şeytan’ın Hz. ademe yaptığı teklifte aynı muhtevadadır. Bu, Şeytan’ın yolundan gidenlerin temel özelliklerinden biridir; Ortak paydalarıdır. Batı medeniyetinin bütün bilimsel ve teknolojik üstünlüğüne rağmen, seks, şiddet ve uyuşturucu üçgeninde çırpınıp durması tesadüfi değildir. En yüksek suç oranına sahip olmayı da bu bağlamda ele alıp değerlendirmeliyiz. Dolayısıyle daha üst konuma geçmek, daha ileri bilim ve teknolojiye ulaşmanın yolu çıplaklık değildir.

MÜCADELE ORTAMINDA GİYSİLERİN SEBMOLLEŞMESİ VE MANEVİ ANLAM KAZANMASI

Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemindeki batılılaşma hareketlerinin ortak yönü, batı medeniyetini bir bütün olarak almak istemeleridir. Medeniyet bu, bütünlük gülü ve dikeni ile alınmalıdır demektedirler.8 Bu noktada düşünülen yanılgı; bu başka medeniyetin dayandığı değerler sistemi ve yaşam biçimini, bilim ve teknolojinin sonucu olarak değerlendirmektir. Karşılıklı etkileşim söz konusudur. Ancak akaid (doktrin) bilim ve teknolojinin sonucu olarak nitelendirilemez. Aydınlarımız, İbni Haldun’un ifade ettiği mağlupların galipleri taklit psikolojisinin etkisi, hatta ezikliği altında, çözüm üretmedikleri için de şekle önem vermişler ve şekli değişimi öncelemişlerdir.

Unutulan nokta, ideolojiler arası mücadelede, giysilerin özel bir analmı olduğudur. Toplumlar veya sosyal gruplar birbirlerine giysileri ile özellikle başlıkları ile muhalefet etmektedir. iki tolumsal yapı arasında mücadele varsa, çatışma varsa, bunun görüntüsü giyime, bir şekilde yansır ve giyim mücadelenin sembolü haline gelir.

İmparatorluk döneminde batı ile yapılan kavgada Sarık, mücadelenin sembolü haline gelmiştir. II. Mahmud’un çağdaşlaşmacı hareketi olarak Fes’i, sarığın yerine koyma isteğine karşı gördüğü direncin büyüklüğü buradan kaynaklanmaktadır.

Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu’nun mücadelesi, simgeler arası savaşla devam etmiştir. Halkın II. Mahmud’a duyduğu öfke, çocuklarını öldüren, topraklarını gaspeden, namuslarını kirleten Batılılara şeklen benzemek istememesinden dolayıdır.

Fes yunan başlığıydı. II. Mahmut Şapkaya geçebilmek için Fes’i bir ara unsur olarak görmüştü. Fes’i topluma kabul ettirebilmek için zora başvurmuş, bir çok insanın canını almıştır. Buna rağmen fes, gerekli zemini bulmadı. Ancak batı ile savaşlar başlayınca, özellikle Balkan savaşında Fes, şapkalı hıristiyanlara karşı direnişin sembolü haline geldi. Yunanların esir Türk er ve subaylarının feslerine, haç işareti çizmeleri, Fes’e dini bir anlam kazandırdı.9 Artık Fes, müslüman doğunun, şapkalı Hristiyan batıya karşı bir mücadele sembolüydu. Diğer taraftan İstanbuldaki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların Şapkaya yönelmeleri, onu kullanmadaki gayretleri, müslüman İstanbulun da aynı hırsla fese sarılmasına ve şapkalıya nefretlerinin artmasına neden oldu. II. Mahmud’un zorla yaptıramadığını, iki farklı toplumun çatışması sağlamıştı.

Başlığın mücadelede simge haline gelişinin bir başka örneği de, milli mücadelede kalpağın kullanılmasıdır. Kuvayi Milliyeciler, Fesli İstanbula, Şapkalı Hristiyan işgalcilere karşı, sembol olarak kalpağı seçmişlerdir. kalpak, kısa zamanda direnişin simgesi haline gelmiştir.

Başlangıçta dini bir özelliği olmayan Fes ve kalpak mücadele içinde, doğal olarak toplum nezdinde, dinî bu özellik kazanıyordu.  Milli mücadele yıllarında İzmir’in işgalinde, İstanbul’daki kadınların tepkilerinde benzer bir duygu vardır. İstanbulda o yıllarda siyah çarşaf giyinen kadın çok az olmuş olmasına rağmen, İzmir’in işgalini protesto için İstanbul’da yapılan, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, mitinge baştan aşağıya siyah çarşaflara bürünmüş kadınlar istirak etmiştir10 Çarşaf, Kuvayi milliyedeki kadınlar cephesinde, direnişin sembolü olmuştur.

Aynı durumla Cezayir bağımsızlık savaşında karşılaşılmaktadır. İşgalci Fransızlara karşı Cezayirli kadın, çarşafa simge olarak sarılmış ve direniş göstermiştir.

Demekki Örtüler mücadele içinde simgeleşiyor, örfleşiyor bir müddet sonra da dini bu anlam kazanıyor, olayın bu yönü iyi görülmelidir.

Falih Rıfkı’nın aktardığına göre “Müslümanlar Hristiyanların iyisine “makul kefere” kötüsüne gâvur, beterine şapkalı gâvur derlerdi”.11 Bu deyiş mücadelenin seyrinden kaynaklanan acılarla kan ve göz yaşıyla yoğrulan bir toplumun tepkisinin en güzel ifadesidir. Cumhuriyet dönemi aydın ve yöneticileri bu psikolojiyi göz önüne almamışlardır. Kafalarındaki medeniyet projesini, halkın bu duygularına rağmen batı medeniyeti ile özdeşleştirerek yapmaya kalkmışlardır. Asırlardır mücadele ettiği batı toplumlarına karşı sembolleştirdiği giysilerine, bizatihi uğrunda kanını, canını evladını verdiği Cumhuriyet yöneticilerinin savaş açmış olmasnı toplum hazmedememiştir.

Balkan savaşında, Anadolu’nun işgalinde halka subay ve erlere düşmanlarının reva gördüğü bir davranışı, Cumhuriyet memurlarının ve jandarmasının reva görmesini halk bir türlü anlayamamıştır. İşin ilginç yanı Kuvayı milliyenin sembol kadını haline gelen Halide Edip de anlayamamıştır.12

“Hem efendim, bizim peçelerimize, perdelerimize ne karışıyorsunuz?”

 

Cumhuriyetin hemen başlangıcında batı ile özdeş olma projesi, halk ile yönetimi karşı karşıya getirdi. Her ne kadar Batıya dönük medeniyet projesi, Anadolu milliyetçiliği, halkçılık, ve yeni Anadolu kadını gibi çalışmalar ile meşrulaştırılmak istense de halk gerekli ilgiyi göstermedi. Halk, kendine reva görülen davranışı affedemedi. Cumhuriyet yöneticileri, bu tepkinin sonunda halktan koptular. Bu kez Cumhuriyet yöneticileri; halka gitmek, halk ile bütünleşme yerine, halkı “kanunen ve cebren” medenileştirme yolunu seçtiler. Mustafa Kemal’in İnebolu’da  27 Ağustos 1925, yaptığı konuşmada, bu karmaşık duyguları görmek mümkündür.13

“Efendiler Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Fakat ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile yaşayış türü ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Velhasıl, uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar halkı, başından aşağıya dış durumuyla da uygar ve ileri insanlar olduğunu fiilen göstermeğe mecburdur.

Bu son sözlerimi açıkça anlatmalıyım ki, bütün ülke ve cihan ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu açıklamamı yüksek heyetinizie tümünüze bir soru ile yöneltmek istiyorum. Soruyorum “Bizim giysilerimiz milli midir?” Halkın yanıtı “Hayır”, bizim giysilerimiz uygar ve uluslararası mıdır?” “Hayır”.

Size katılıyorum,. Deyimimin kusruna bakmayın, “altı kaval, üstü şişhane” diye tanımlanabilecek bir giysi ne millidir ne de ulusalararasıdır. O halde giyisinin bir milleti olur mu arkadaşlar? Böyle tanımlanmağa razı mısınız, arkadaşlar? “Hayır, hayır”

Çok kiymetli değerli bir cevheri çamurla sıvayarak dünyanın bakışlarına sunmakta anlam varmıdır? Bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat, anlayamıyorsunuz, demek doğrumudur? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak gerektir. Doğaldır. Cevherin korunması için bir koruyucu yapmak gerekiyorsa, onu altından yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında kararsızılk olur mu? Bizi kararsızlığa yöneltenler varsa, onların ahmaklığına ve aptallığına karar vermemekte hala mı kararsız duracağız?...

Turan giyisilerini araştırıp canlandırmağa gerek yoktur. Uygar ve uluslararası giyisiler bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir giyisidir. Onu giyeceğiz. Ayakta ıskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek gömlek, kıravat, yakalık, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş” (güneş siperli başlık.)

Bunu açıkça söylemek isterim. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız.

Buna “caiz değil” diyenler vardır. Onlara diyelim ki, çok gafilsiniz, çok cahilsiniz, ve onlara sormak isterim: Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giymek neden olmaz? Ve gene onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve yahudi hahamlarının özel giyisisi olan cübbeyi ne vakit ne için ve nasıl giydiler?...

Arkadaşlar. Tahakkuk etmiş şekilde söylüyorum; korkmayınız.!

Bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk, bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekiyorsa bazı kurbanlar da veririz. Bunun önemi yoktur. Önemli olarak hatırlatırım ki, durumun kalmasına, değişmemesine inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz”.

Bu konuşmayı değerlendirirken; Osmanlının son dönemlerinin duygularını özlemlerini, öfkelerini, kırgınlıklarını acılarını, batı karşısındaki ezikliklerini ve soruna gerçekçi kalıcı tutarlı bir çözüm bulamama psikolojilerini göz önüne almak gerekir. Nerdeyse 150-200 yıla varan mağlubiyet döneminin oluşturduğu eziklik ve çaresizlik içinde büyüyen herşeyi tartışan ve fakat uzlaşmaya varamayan, İttihat Terakki etkisinde kalmış, hedefe varmada halkı örgütlemekten ziyade tepeden inmeyi yöntem olarak seçen Subaylık Psikolojisi ile yoğrulmuş bir aydın ve yönetici neslinin karmaşık duygularını iyi tahlil etmek gerekir.

Bu karmaşayı yaşamış bir nesil, cumhuriyet döneminde güçle donanınca her düşündüğünün doğru, her yaptığının haklı olduğu inancına saplanıp kalmıştır. İkna yerine tehdidi yeğlemişlerdir. Acelecidirler kısa zamanda çok şey yapma arzusu, tehditci, darbeci tepeden inmeci yapılarını (ittihatçı gelenek) daha da ön plana çıkarmıştır. Aradan geçen 75 yıldan sonra bugünün nesilleri, olup biteni daha gerçekçi ve daha akılcı değerlendirmek zorundadır. İfratla tefrit arasında bocalamadan bu yapılmalıdır. Gelecek nesillere yapılacak en büyük iyilik, bu olacaktır.

Bu arka planı göz önüne alarak Mustafa Kemal’in İnebolu konuşmasını, daha rahat değerlendirebiliriz. Konuşmanın ilk paragrafında Türkiye Cumhuriyetini kuran, Türk halkının tarihtede ve gerçekte de uygar olduğu söyleniyor. Aynı paragrafta uygar olduğu söylenen bir ulusun, aile hayatı, yaşayışı ve kıyafetinin uygar olmadığı belirtiliyor. Hem uygar hem de uygar değil, ilk tezat buradadır. Konuşmanın 2. paragrafında giyisilerin, ne milli, ne de uluslararası olduğu ifade ediliyor. 3. paragrafta ise giyisinin milli olamaycağı” tezi ileri sürülüyor. 4. paragrafta ise mevcut giysileri çamur olarak vasıflandırıyor. Buradan ulaşılacak sonuç çamur olmayan ve milleti temsil edebilecek bir milli giysinin ortaya konulması zorunluluğudur. Giysisiz millet demek giyisisi olmayan millet demektir. Aksi taktirde millet çıplak da, ona giysi giydirilmeye çalışılıyor anlamı ortaya çıkar. Oysa Mustafa Kemal, Turan giysisini önermiyor, uluslararası  giysiyi öneriyor. Batıya karşı bağımsızlık savaşından çıkmış bir ulusa; “şapkalı gavur” diye muhalefet ettiği batı toplumunun giyisilerini önermenin, mücadele hukukunun getirdiği semboller savaşında anlamını göz önüne alarak ne kadar ağır gelebileceğini tahmin etmek zor değildir. Anadolu halkı bunun için şapkaya diğer, devrimlere nazaran, en fazla direnmiştir.

Mustafa Kemal, böyle bir direnişin olabileceğini tahmin ettiğinden dolayıdır ki, buna karşı çıkabilecek olanları, cahil, aptal, ahmak, gafil olarak nitelemiştir. Bununla da yetinmemiştir. Bazı kurbanlar veririz diyerek de tehdit etmiştir. Kemalist hareket halkı değiştirmede iknayı değil tehdit yolunu benimsemiştir.

MUHAYYİLELERE DEHŞET SALMAK İÇİN ŞALCI BACININ İDAMI

Halk, II. Mahmut zamanında Yunan başlığı olan fesin giyilmesine karşı çımış, direnmiş ve kurbanlar vermiştir. Yıllar sonra ve Batı ile olan uzun mücadele yıllarında fes doğal seyir içinde Osmanlıyı temsil eden sembol haline gelmiştir. Nitekim Musa Kazım, fes’in Kur’an ve hadisle alakalı bir konu olmadığını 80 yılık bir gelenek olduğunu ifade etmektedir.14 Fes, Osmanlı’da II. Mahmud’un halka rağmen zorla yerleştirmeğe çalıştığı bir başlıktı. Mustafa Kemal de, II. Mahmud’un yöntemini benimseyerek Şapkayı, Kanunen ve Cebren” yerleştirmeyi tercih etmiştir.

“Şapka iktisası hakkında kanun” 28 Kasım 1925 tarihinde çıkar çıkmaz, köprüler, anayol kavşakları tututularak fesler ve fesliler toplanmaya başlanmıştır.İstanbulda fesleri toplatılıp boğaza attırılmıştır.15 İstiklal mahkemesi istatistiklerine göre, şapka kanununun yürürlüğe girmesinden sonraki 2.5 ay içinde,tam 57 kişi idam edilmiştir. yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır.16

Erzurumdaki şapkaya karşı direnişi kırmak için “Şalcı Bacı” diye tanınan bir bohçacı kadını astırma, sadece dehşet ve korku salmak amacını taşımaktadır. Nimet Arzık’ın deyişi ile Vali ile kumandan Tatar Hasan Paşa muhayyelelere dehşet salmak için, kimsenin hükumetin emrinden çıkmaması için inkılaplara karşı geldi diye bu kadını asalım demeleri ilginçti. Zavallı Bohçacı kadın ikide bir “ben bir hatun kişiyim, şapka ile ne derdim ola ki, kadın şapka giye ki asla?” diyerek mevcut zihniyeti yüksek sesle sorgular.17

Anadolu halkı, bu olaylar karşısında bir şeyi anlayamıyor; kafasındaki sorulara net cevaplar veremiyordu. İzmir’in işgalinde Yunanlılar tarafından, başlarındaki fes ve kalplakları çıkarmadıkları için öldürülmüşlerdir.Başlarından fes ve kalpalıkları, zorla alınıp çiğnenmişti. Bunlar düşmandı; peki kendi bağrına bastığı, ekmeğini paylaştığı, oğlunu peşinden askere gönderdiği dualarla, destek gönderdiği Kuvayı Milliyeciler niçin kendisine aynı muameleyi yapıyordu?

Bağımsızlık hareketinin zafere ulaşması ile harekete karşı oluşan güven duygusu, coşku, birlik ve dayanışma; halka rağmen halk için anlayışının kurbanı edilerek ülkenin kalkınmasına yönlendirilmemiştir. Çok büyük bir fırsat, yöneticilerce heba edilmiştir.

Bunun için halk en çok şapkaya karşı direnmiştir. Halide Edip’in bu konudaki tesbiti oldukça ilginçtir.17

“Devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan şapka kanununa sokaktaki adamın karşı koyması, kanunu yapan adamların hareketinden çok daha batılı idi. Çünkü, şapkaya karşı koyanların çoğu, ekonomik nedenler dahil, birçok haklı temellere dayanıyorlardı”

Balkanlarda Bulgarların, İzmir’de Yunan’ın Maraş’da Fransızın yaptığı davranışı, Anadolu’nun her köşesinde Kuvayi Milliye’ciler niçin yapıyordu.Halk buna bir türlü anlam veremiyordu. Necip Fazıl’ın deyişi ile “Özyurdunda garip, öz vatanında parya.” olduğunun farkına varmıştı halk.

Halk, aşağılandığının ve horlandığının farkındaydı. İçine kapanmayı, suskunluğa bürünmeyi tercih etti.

Bugünün nesli, geçmişte halkı sindirebilmek için suçsuz bir Şalçı Kadını idama gönderen Tatar Hasan Paşa ile; bugün üniversite kapılarında kız çocuklarımızı polislere coplattıran ve üniversite dışına attıran sivil paşalar arasında bir fark olmadığını görmek zorundadır. Halka tepeden bakan ve halkı daima tehlike gören bu zihniyeti, halka çok iyi anlatmalıdır. Halkı kamplara bölerek güçsüzleştiren ve ülkenin kalkınmasını engelleyenleri, halkın sırtından vurgun vuranları, halkı soyanları teşhir etmelidir.

Kırmadan, dökmeden ve sabırla. 

KAYNAKLAR

1- Bersek, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, s. 435-436.

2- Cundioğlu D., Başörtüsü Risalesi, Tibyan Yayınları, İstanbul 1995 s. 7-8.

3- Göle N., Modern Mahrem , medeniyet ve örtünme, Metis Yayınları, İstanbul, 1991 s. 64.

4- Aktaş C., Kılık kıyafet ve iktidar, Nehir Yayınları, İstanbul c.1, 1989 s. 104-105.

5- Atay F.R, Çankaya, Ankara s. 430-431.

6- Yalçın H.L., Tanıdıklarım, Seyit Bey, Yedigün. No:183, 9 Eylül 1936 Aktaran Cundioğlu D. a.g.e s. 28.

7-Koloğlu O., İslamda Başlık, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1978 s.19.

8- Göle N., a.g.e s. 26.

9- Koloğlu O., a.g.e s. 64

10- Aktaş C., a.g.e s. 125.

11- Atay F.R., a.g.e s. 430.

12- Göle N., a.g.e s. 64.

13- Koloğlu D., a.g.e s.89-90.

14- Koloğlu D., a.g.e s. 66.

15- Koloğlu D., a.g.e s. 95.

16- Aktaş C., a.g.e s. 148.

17- Aktaş C., a.g.e s. 149.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...