1 Mayıs 1999 Cumartesi

18 Nisan Seçimlerinde Güç Merkezleri

 (Umran Dergisi)

“Siz nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.” Hz. Muhammed (s.)

 

GİRİŞ

Türkiye tarihinin son 200 yıllık süreci çalkantılar, kargaşa ve bunalımlarla yoğrulmuştur. Toplum, kurak toprağın suya hasreti, susamış canlıların suyu özlem ve öfke ile arayışı gibi, gerçeği, doğruyu, güzeli ve huzuru aramıştır. Eline geçen fırsatları hep bu gaye uğruna seferber etmiştir. Halk  gereğinden fazla da bedel ödemiştir.

Kanıyla suladığı, canı karşılığında koruduğu vatan topraklarında hor ve hakir görülmekten, aşağılanmaktan, itilip kakılmaktan kurtulamamıştır. Rahmetli Necip Fazıl’ın deyişi ile “Öz yurdunda garip, öz vatanda parya” olmaktan kurtulamamıştır. Milli mücadele ile başlayan dönemde yönetimi ele geçiren Osmanlı İttihatçı aydın ve yöneticileri “halkçılık ilkesine” rağmen, halkı horlamaktan geri kalmamıştır. Hatta halkın direnmesi karşısında halkı “kanunen ve cebren” hizaya getirecek yollara başvurmuşlardır. İttihatçı “tepeden inmeci”, “baskıcı”, “karalayıcı” gelenek giderek etkisini göstermiş; sabotaj, muhtıra, cunta ve darbeler dönemini başlatmıştır. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka olayları ile başlayan süreç ve mantık hiç değişmemiştir.

Tepeden inmecilerin rızası hilafına halk tarafından seçilen herkes İnönü’nün deyişiyle “Cahil oy çoğunluğunun temsilcileri” olarak hakarete uğramışlardır. Kafalarında tahayyül ettikleri ama bu coğrafyada hiçbir zaman yaşamayan sanal bir halk uğruna, yaşayan halkı feda etmişlerdir. Belki de Cumhuriyet tarihi sanal halk uğruna, yaşayan halkın yok edilme uğraşı olarak özetlenebilir.

Ulusal ve uluslararası yoğun maddi ve manevi baskılara muhatap olan bir millet suyu sabırla ve inatla aramaktan vazgeçmemiştir. Eline geçen tüm fırsatları büyük bir basiretle kullanmıştır. Göstermelik, bir mizansen olarak kendisine takdim edilen seçme ve seçilme hakkını tarihi süreç içerisinde kendisinden beklenmedik bir tarzda iyi kullanmıştır.

200 yıllık bir zihinsel kirlenmeye maruz kalan bir toplumun seçtiği insanların bu kirlenmeden arınmış olması mümkün değildir. “Her toplum layık olduğu yönetime kavuşur” ilkesi, halkın dip katmanlarında meydana gelen arınma sürecine bağlı olarak hep gerçekleşmiştir. Türkiye’deki siyasi yapıdaki parçalanmışlığa bu perspektiften bakmakta fayda vardır.

Bütün bu toplumsal çalkantılar, bir değişimin habercisidir. Bütün sorun bu değişimin minimum zararla iyiye, güzele, doğruya ve huzura doğru olmasıdır. Eğer toplumun ruhi derinliklerinde bir arınma süreci başlamışsa, ki öyledir, bu eylem olarak dışa yansıyacak; içinde yaşanılan koşulları mutlaka, er veya geç değiştirecektir. Doğru ile yanlış, hak ile batıl, iyi ile kötü, samimi olanla olmayan, inananla inanmayan bu mücadele sürecinde ayrılacak, tam bir arınma olacaktır. Bu ilahi sünnet olarak böyledir:

“Bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir.” (8/ Enfal, 53)

“Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz” (13/ Rad, 11)

Her seçimden sonra yeni bir seçimi çare olarak görenler toplumsal arzuları, istekleri göz önüne almadıkça, toplumsal özlemlere cevap verilmedikçe bu “hacı yatmaz” oyunu devam edip gidecektir. Toplumun önündeki engeller, üzerindeki baskılar kalkmadıkça bu oyun devamlı sahnelenecektir. Her seçimin toplum mühendislerini şoke etmesinin nedeni bu gerçeği görememeleridir.

18 Nisan erken seçimi gerekli siyasi istikrarı sağlama ve toplumsal barışı gerçekleştirme amacına dönüktü. Gerçekte siyasal istikrar ve  de toplumsal barış sağlanabilmiş midir? Toplum mühendisleri istediklerini elde edebilmişler midir? Halkın 1995 ve 1999 seçimlerinde ortaya koyduğu tavrın gerçek anlamı nedir? Her iki seçimden çıkarılacak sonuçlar nelerdir? Bu çalışma bu sorulara cevap arama amacındadır.

Ulusal ve uluslararası güç merkezleri, halkın tercihleri, oy dağılımları, partiler ve Cumhurbaşkanı açısından bu seçim ne anlam ifade etmektedir?

ULUSAL VE ULUSLARARASI GÜÇ MERKEZLERİ

İletişim ve ulaşım teknolojilerinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi ile dünya bir köy durumuna dönüşmüştür. Bu dünya köyünün herhangi bir yerinde olan veya olabilecek herhangi bir olay köy muhtarı başta olmak üzere köy halkını etkilemektedir ve köy halkının ilgi alanındadır.

Soğuk savaşın bitişi ile dünya köyünde ABD artık köyün şimdilik tek hakimi, muhtarıdır. Köyün herhangi bir yerindeki herhangi bir olaya müdahale hakkı olduğuna inanmaktadır. Bu hakkı olsa da olmasa da o şimdi kendisini dünyanın patronu olarak görmektedir.

Dünyanın en sorunlu bölgesi Ortadoğu’da Ürdün Kralı Hüseyin’in cenazesine başta Clinton olmak üzere 4 başkanla iştirak etmesinin bir anlamı ve bir mesajı olmalıdır. Kral Hüseyin’i ölümünden bir iki hafta önce alelacele ABD’den getirerek kardeşi Veliaht Prens Hasan’ı azlettirip yerine oğlunu geçirten güç ABD’den başkası değildi. ABD cenazeye 4 başkanla katılarak Prens Hasan ve taraftarlarına, bölge ülkelerine yeni krala verdiği desteği ve bu konudaki kararlılığını göstermiş oluyordu.

Gerek Bosna-Hersek’e gerekse Kosova’ya müdahale, ABD’nin izni olmadan başlatılamamıştır. Gerek NATO, gerekse BM’de ABD şimdilik patron konumundadır. ABD NATO’nun görev alanını soğuk savaşın bitişinden sonra genişletmek istemektedir. Türkiye, daha genel bir ifade ile 3. Dünya ülkeleri açısından NATO’nun yeni güvenlik konsepti özel bir anlama sahiptir. Bizim gibi ülkelerin bu yeni anlama dikkat etmesi gerekir.

Eski NATO genel sekreteri Manfred Wörner bu konuda “NATO Bölge dışında görev üstlenmelidir; aksi halde işsiz kalacaktır”1 demekle NATO’nun Soğuk Savaş dışında kalan tüm bölgelerde de görev üstlenmesi gerektiğini, eğer bunu yapmazsa fonksiyonunu yitirerek anlamsız kalacağını, Warşova Paktı gibi dağılıp gideceğini ifade etmektedir. Bu açıdan NATO’nun yeni konsepti “Alan Dışı Müdahale”, “Ortak Savunma Doktrini” kadar önemlidir.

Bu ifadelerden anlaşılan NATO, soğuk savaş alanı olarak  kabul edilen Avrupa’da büyük çapta bir taarruz riski ile karşı karşıya kalmayacaktır. Bunun yerine önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan başka olaylar veya tehditlerle karşı karşıya kalabilecektir. 1994 yılında Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde tesbit edilen yeni NATO konseptine göre bu tehditler şöyle belirlenmiştir:2

“Etnik çekişmeler, toprak anlaşmazlıkları, din ve mezhep çatışmaları, köktendincilik, sabotaj, terörizm, uyuşturucu trafiği, kitlesel güç hareketi.”

NATO’nun bu yeni konseptinde kriz bölgelerine müdahale için “çok uluslu kuvvetlerin” kullanılması istenmektedir. Söz konusu zirvede “Birleşik Müşterek Görev Kuvvetleri” oluşturulması kararı alınmıştır. Gerçekte bu kararla ulusal savunma, uluslararası bir örgüt olan NATO’ya bir anlamda  havale edilmiştir.

NATO’nun bu yeni konseptine bakıldığında gelecekte Türkiye’nin başının NATO ile çok derde gireceği ve ağrıyacağıdır. Bu açıdan Türkiye’deki seçimlerin, Dünya Köyünün Muhtarı ve onun kolluk kuvveti durumundaki NATO’nun ilgi alanının tam odak noktasında olması kaçınılmazdır.

50. Yıl NATO zirvesinde Clinton’un Demirel’e, “Umarım Abdullah Öcalan açık ve adil bir biçimde yargılanır. Kıbrıs sorununun çözülememesi içimde bir yaradır.” demesini bu yeni konsept açısından değerlendirmek gerekir. Clinton dolaylı olarak Demirel’in önüne “Kürt Sorunu” ile “Kıbrıs Sorunu”nu koymuştur.

Aynı toplantıda Alman Başbakanı Schroder’in “AB’nin kapıları Türkiye’ye kapanmamıştır. Ancak Türkiye ev ödevini yapmalı ve Kopenhag kriterlerine uymalıdır. Kıbrıs meselesi çözülmesi gereken bir meseledir.” şeklindeki ifadeleri Clinton’ınki ile örtüşmektedir.

Bütün bunları ortaya koymamızdaki amaç, Türkiye’deki seçimlere dünyadaki güç odaklarının seyirci kalmadığı, seçimleri etkileyecek her türlü girişimde bulunduklarına dikkatleri çekebilmektedir. Bu nokta gözden kaçarsa 18 Nisan seçimlerinde ortaya çıkan tablo tam olarak değerlendirilemez.

Dolayısıyla Türkiye’deki 18 Nisan seçimleri ulusal güç odakları ile uluslararası güç odaklarının Türkiye’nin geleceğine dönük hesaplarının bir kesişimi olarak şekillendirilmek istenmiştir. Bu iki güç merkezinin belli konularda uzlaşması ile seçimler şekillendirilmek istenmiştir. Böyle bir uzlaşma doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı vuku buldu, bunu zaman gösterecektir. Ancak son 7 ayda Türkiye’de yaşananlar, bazı pazarlıkların yapıldığına delalet etmektedir.

FP’Yİ SİNDİRME OPERASYONU

Her iki güç merkezi de Türkiye’de FP’nin kuvvetlenmesini istemiyor. ANAP’la DYP’nin, DSP ile CHP’nin birleşmesini arzuluyor. DYP lideri Tansu Çiller’in tasfiyesi, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devletteki belli güçlerin amacı haline gelmiştir. 28 Şubat postmodern darbesinin en büyük destekçilerinden CHP ise istenen performansı gösteremeyince kendisinden ümit kesilmiştir. Emekli General Kemal Yavuz’un konuşmaları dikkate alınırsa  belki de tasfiye olması istenmektedir.

7 ay boyunca söylenen ve yazılanlar göz önüne alınırsa 18 Nisan seçimlerini etkilemek, hatta şekillendirmek için devletin belli mihrakları adeta seferber olmuşlardır.

Cumhurbaşkanı Demirel’in “ortada fol yok yumurta yokken”, “seçimlerde halkın dini inançlarının istismar edileceğine dair” beyanları, hiç yokken tartışmayı başlatmış ve kamuoyunu germiştir. Demirel yol boyu hep gerilim politikası gütmüştür. Hâlâ da bunu ısrarla devam ettirmektedir.

Yargıtay Başsavcısı tarafından FP’nin, RP’nin devamı olup olmadığı konusundaki beyanları, hatta seçimlere iki hafta  kala DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’in FP’nin kapatılması istemi ile Yargıtay’a başvurması devletin 18 Nisan seçimlerine ne denli karıştığının bir göstergesidir. Ayrıca Yargıtay Başsavcısının HADEP’in seçimlere sokulmayıp kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne olan başvurusu; bu başvurudaki gerekçeler son derece ürkütücü olmakla beraber, devletteki belli güçlerin baskısının acı bir göstergesi durumundadır. PKK ile HADEP’i  özdeş gösterme hatası hatta gafletine düşülmüştür. % 4.8 oy almış, Doğu’da başta Diyarbakır olmak üzere bir çok ilde belediye başkanlığını kazanmış bir partiyi bir terör örgütü ile eşdeğer tutma hatasının bedelinin ne olacağını gelecek gösterecektir.

Medya aracılığıyla  FP’ye dönük olarak açılan dosyalar, Erbakan ve arkadaşları hakkında başlatılan soruşturmalar, her işin arkasında Erbakan’ı gösterme çabası hep aynı merkezli operasyonlardır. Ziya Gökalp’ın bir şiirini okuduğu için 312. maddeden Tayyip Erdoğan’ın mahkum edilmesi bir sindirme, susturma, halkı tedirgin edip yönlendirme stratejisinin kilometre taşlarıdır. Halk’ta “nasıl olsa FP’ye iktidar verilmeyecek” şüphesinin uyandırılması için 28 Şubat sürecinin devam ettiği imajı devamlı diri tutulmuştur.

Siyasi tarihe “küskünler hareketi” olarak geçen Türkiye’yi demokratikleştirme hareketinin bizzat Genel Kurmay Başkanı’nın beyanatları ile engellenmesi seçim işine devletin ne denli girdiğinin bir başka göstergesidir. Küskünler hareketi biraz sonra ayrıntısına gireceğimiz 7-8 ay önceden planlanan ve sahnelenen bir senaryoyu bozacak önemli tarihi bir fırsattı. 18 Nisan seçimleri sonrasında Türkiye’ye getirilmek istenen yönetim organizasyonunu bozabilecek bugüne kadar çıkarılmayan pek çok kanunu çıkaracak, böylelikle Türkiye’nin önünü açabilecek olan  bu harektin DYP ve CHP tarafından desteklenmesi büyük bir şanssızlık olmuştur. Güç odaklarının oyunu o aşamada bozulabilirdi. Erbakan’ın deyişi ile bu oluşuma destek vermeyenler “harakiri yapmışlardır.” CHP ve DYP için seçim sonuçları da bunu doğrulamaktadır.

18 Nisan seçimlerinin yazgısı, Eylül-Ekim 1998 tarihlerinde planlanmış olabilir. 17 Eylül 1998 tarihinde ABD’nin Türkiye’yi dışlayarak Barzani ve Talabani’yi Washinton’da bir araya getirmesi, Kuzey Irak’ta Türkiye’ye rağmen bir Kürt Devleti kurma teşebbüsü olarak nitelendirilmiş ve değerlendirilmiştir. Aynı tarihlerde Türkiye Suriye’ye karşı birden bire sertleşmekte, Apo’nun Suriye’den çıkarılması istenmektedir. “Gerekirse savaşırız” beyanatları verilmektedir.

18 yıldır Suriye’de yaşayan Apo’nun varlığı sanki yeni keşfedilmiştir. 18 yıldır estirilen terörde köyler yakılıp yıkılırken gösterilmeyen bu tepkinin nedeni bir türlü anlaşılamamıştır. Belki de bunun kadar anlaşılamayan bir başka olay da Sakık’ın ilginç  bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesidir. Bu iki olay önemli gelişmelerin habercisi durumundaydı. Nitekim gelişmeler de bunu doğrulamıştır. Binlerce insan öldükten, köyler yakılıp yıkılıp boşaldıktan, Doğu’dan Batı’ya doğru binlerce insan göç ettikten sonra Apo’nun Suriye’de olduğu hatırlanıyordu. Bu noktada bir gizem vardı.

SURİYE KRİZİ VE ABDULLAH ÖCALAN’IN YAKALANMASI

Ekim 98’de, Barzani ve Talabani’nin ABD’de buluşmasından yaklaşık bir ay sonra Apo, Suriye’den ayrılıyordu. DYP, FP muhalefette, CHP destekli ANAP+DSP koalisyonu iktidardaydı. Tarhan Erdem’in yaptığı ankete bakıldığında FP % 23.3 ile birinci parti, ANAP % 21.9’la ikinci parti durumundadır. Hükümetin büyük ortağının Suriye krizinden yeterli puanı aldığı anlaşılıyor. Apo’nun Suriye’den çıkarılması ile başlatılan propaganda kampanyası, Türbank Krizi ile hükümetin düşürülmesine başta Demirel olmak üzere Mesut Yılmaz’ı da içeren Korkmaz Yiğit’in itiraf bandı, ANAP’ı fazla sarsmamıştır. Ancak Apo’nun İtalya’da yakalanması ile Türkiye’de başlatılan ikinci dalga propaganda ve eylem hareketi tek bir merkezden yönetilmiş olup toplumun batı düşmanlığına dönük toplumsal şuuraltını harekete geçirme amacı taşımaktaydı.

18 yıl boyunca binlerce insan ölürken Suriye’yi protesto etmeyenler, Suriye konsolosluğu önüne gitmeyenler ne olmuştu da, İtalya’dan Apo resmen istenmeden uluslararası hukuk ve İtalyan hukuku hiç gözönüne alınmadan İtalya’yı günlerce protesto ediyorlardı. Bunun görünür ve anlaşılabilir bir anlamı yoktu. Perde arkası anlamları olabilirdi.

Ocak 1999’da Demirel’in hükümeti kurma görevini bütün teamülleri çiğneyerek 4. Partinin genel başkanına vermesi de bir tesadüf değildi. Ecevit’in daha önceden durup dururken, Cumhurbaşkanlığı seçimine 18 ay kala “Demirel’in bir dönem daha cumhurbaşkanı olmasını” teklif etmesi de bir tesadüf değildi. Anlaşılan o ki ulusal ve uluslararası güç merkezleri perde arkasında gerekli pazarlıkları yapıp sahnelenmesi gereken oyunun senaryosunu yazmaya başlamışlardır. Demirel’in Yalım Erez operasyonu ile Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’i tasfiye etme operasyonu tutmayınca Ecevit bu iki parti başkanının eliyle başbakanlık koltuğuna oturtulmuştur. Şubat 1999’da Apo’nun Kenya’dan CIA, MOSSAD işbirliği ile Türkiye’ye teslim edilmesi üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bir kere Apo Suriye’den Mesut Yılmaz zamanında çıkarılmış olmasına karşılık, Apo Mesut Yılmaz döneminde Türkiyeye teslim edilmemiştir. Bu güç merkezlerinin ANAP liderine bakışlarının bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. ANAP yerine DSP’nin kuvvetlenmesi tercih edilmiştir. 18 Nisan seçimleri böylelikle şekillendirilmek istenmiştir. Tarhan Erdem’in araştırmasına göre Şubat ayında DSP birinci parti durumuna yükselmiştir. Bu aşamada sorulması gereken soru ABD Apo’yu niçin ve neyin karşılığında Türkiye’ye getirip teslim etmiştir? Bu sorunun cevabı yakın bir gelecekte bulunabilecektir kanaatindeyiz.

Bütün bu operasyonlarla Ekim 1998’de DSP’den önde gözüken CHP, Nisan 1999’da % 10 barajın altına çekilebilmiştir.  Böylelikle örgütü olmayan bir liderin, Bülent Ecevit’in, Türkiye’de etkin bir konuma gelmesine katkıda bulunulmuştur. 7 ay boyunca medyanın Bülent Ecevit’e açtığı kredi, güç odaklarının desteği ile birleşince DSP, Türkiye’nin birinci partisi olup çıkmıştır. Merve Kavakçı’nın meclise gelmesine Ecevit’in gösterdiği tepki, CHP’nin tabanına verilen açık bir mesajdir. Ecevit bundan böyle CHP tabanını kazanarak CHP’yi yok edecek politikalar üretecektir. Böylelikle Türkiye’deki güç odaklarının uzun zamandır gündemde tuttuğu CHP ile DSP’nin birleşmesi gerçekleştirilmiş olabilecektir. Şüphesiz ki bunlar senaryolardır. Neyin, ne şekilde gerçekleşeceğini zaman gösterecek ve ilahi iradenin nasıl tecelli edeceğini hep beraber göreceğiz.

TERÖR EYLEMLERİ

Ulusal ve uluslararası güç odaklarının hazırladığı senaryoda FP’nin önünün kesilmesi ve oy oranının çok aşağılara çekilmesi yer almış olmalıdır. Son 7 aydır tüm oluşumlar buna işaret etmektedir. Yukarıda Devlet içindeki belli güç odaklarının uyguladığı baskı ve karalama politikasına değinmiştik. Bu baskı ve karalama senaryonun bir gereğiydi. Seçime kadar ısrarla ve inatla sürdürüldü. Seçimden sonra da devam edeceğe benzemektedir. Baskı ve karalama ile halka verilmek istenen mesaj, “bunlar birinci parti olsalar bile bunlara iktidar verilmeyecektir” olmuştur. Nitekim FP genel başkanı Recai Kutan’ın meydanlarda “Birinci parti çıktığımızda bize iktidarı vermeyecek babayiğit kimmiş görelim” demesi bu oyuna karşı oluşturduğu bir karşı hamledir.

Bütün bu baskı ve karalamaya FP’nin örgüt içi sıkıntıları ve örgütsel hatalarına rağmen FP’nin  oylarını yeterince gerilemediği yapılan anket çalışmalarından ortaya çıkınca, FP’nin oylarını alabilecek olan MHP’nin önünün açılması gündeme gelmiş olmalıdır. MHP kadrolarının böyle bir pazarlıkta olup olmadığı bilinmemektedir. Dileğimiz böyle bir pazarlık içinde olmamalarıdır.

Son 7 ayda yaşanan olayların, MHP’nin oylarında ciddi artışa neden olduğu Tarhan Erdem’in yaptığı anketlerden anlaşılmaktadır. Apo’nun İtalya’da yakalanması ile başlatılan gösteriler, toplumsal şuur altını uyandırarak batı düşmanlığı karşısında milliyetçiliğin yükselmesini sağlamıştır. İtalya protestosu ve daha sonraki protestolara fiilen katılan MHP, toplumda gerekli sempatiyi kazanmaya başlamıştır. İstanbul’daki Mavi Çarşı Sabotajı, buna benzer, Antalya gibi turizm merkezlerinde ardarda patlayan bombalar, toplumu otoriter yönetim arayışına itmiştir. Tam bu aşamada MHP’nin “Ürkeğe değil erkeğe rey ver” şeklinde başlattığı kampanya toplumu etkilemiştir. Bahçelinin “Sözümüz namusumuzdur” tarzındaki kararlılık gösterisi, terörün üstesinden gelebilecek tek güç olarak görülmelerine neden olmuştur.

18 Nisan seçimlerinden sonra bombalama hadiselerinin bıçak gibi kesilmesi, 1 Mayıs’ta hiçbir örgütün hadise çıkarmaması bize, 11 Eylül 1980 günü asılan 500 bombalı pankartı hatırlatıyor. “11 Eylül günü yakalanamayanların 13 Eylül günü elleri ile koymuş gibi bulunmalarını” anımsatıyor. Dahası Ecevit’in “Çorum ve Kahramanmaraş beni olağanüstü hal ilanına mecbur bırakmak için akılsızca planlanmış olaylardır” tarzındaki açıklamaları seçim sürecindeki son 7 ayda artan terör olaylarının amacı üzerinde endişelerimizi artırıyor.

Güç odaklarının seçim sonrası senaryosunda DSP ile ANAP’ın iktidarı söz konusudur. Apo’nun Suriye’den çıkarılması Anap’a, Türkiye’ye teslim edilmesi DSP’ye, terör ise MHP’ye yaramıştır. Başörtüsü olayının tırmanması, ANAP’ın yıpranmasına neden olmuştur. DYP ile devamlı dalaşması, ortaya bir çözüm koyamaması ve 4. parti olan sol bir partiyi, DSP’yi hükümet yapması ANAP’ın yıpranma sürecini hızlandırmıştır. DSP yelkenlerini şişirirken ANAP’ın yelkenleri parçalanmaya başlamıştır. Yapılan anketler DSP+ANAP  formülünün tutmayacağını ortaya koyunca hükümete 3. ortak aranmaya başlanmıştır. O da MHP olarak tesbit edilmiştir. Milliyet Gazetesi sahibi Aydın Doğan’ın seçimden önce Bahçeli’yi ziyaret ederek DSP+ANAP+MHP hükümetini konuştuğu ve bu konuda anlaştıkları o tarihli gazetelere konu olmuştur. Neler konuşulduğu dışa yansımamıştır. Ancak o tarihten sonra medyanın tüm kapılarını MHP’ye açtıklarını görmekteyiz.

Medyanın kapılarını MHP’ye açması şüphesizki MHP’nin işine gelmektedir. MHP’nin bundan yararlanması en doğal hakkıdır. Dikkati çeken nokta medya aracılığıyla bu arada MHP’nin üzerine yoğun bir baskının uygulandığıdır. “MHP’nin yeni imajı”, “MHP değişti”, “MHP merkeze yaklaştı” gibi yaklaşımlarla MHP psikolojik taaruza uğratılmıştır. Meclisteki başörtüsü olayındaki tutumu ve verilen beyanatlar medyanın yürüttüğü psikolojik savaşın hedefine en azından şimdilik ulaştığı anlamına gelmektedir. (Bu konu MHP’yi bekleyen teklikeler başlığı altında ayrıca incelenecektir). MHP meydanlarda “sözümüz namusumuz” diyerek verdiği sözlerin arkasında durmalı, gerilememelidir. Gerilediği anda kendi tabanını kaybedeceğini unutmamalıdır.

Seçim sonuçlarından güç odaklarının DSP+ ANAP+MHP senaryosunun tutmadığı, MHP’ye biçilen rolü aşarak 2. parti olması ile tüm hesapları altüst ettiği görülmektedir. Ecevit’in “tüm hesaplar altüst oldu” demesi tezgahın açık itirafından başka bir anlama gelmez. 130 milletvekili ile meclise 2. büyük parti olarak giren bir MHP’nin kendisine biçilen rolü kabul etmesi mümkün değildir. Her an 1. Parti olma gücüne sahip bir MHP, her türlü iktidar pazarlığına sahiptir. Sistem 18 Nisan öncesine nazaran daha da fazla kilitleneceğe benzemektedir. Senaristlerin “yağmurdan kaçarken doluya tutulacağı” anlaşılmaktadır.

“Görelim Mevla neyler

Neyleyse güzel eyler.”

DEMİREL FAKTÖRÜ

Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığının belli bir noktasında parlamentodaki dağınıklıktan yararlanarak zaman zaman başkanlık sistemini gündeme getirerek tartışmaya açmıştır. Çok sık tekrarladığı “kendim için birşey istiyorsam namerdim” sözünü hatırlatırcasına “başkanlık sistemini tartışalım ama uygulaması benden sonra olsun” demiştir.

Seçim sürecinde en ilginç olay, Ecevit’in Cumhurbaşkanlığı seçimine 18 ay kala birden bire kamuoyunun gündemine “Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresinin bir dönem daha uzatılması” düşüncesini sokarak tartışmaya açmasıdır. Kanaatimiz odur ki ya perde arkasında pazarlık yapılmış, ya da Ecevit pazarlık için Demirel’e mesaj göndermiştir. Hangisi olursa olsun Demirel, ANAP+DSP hükümeti yıkıldıktan sonra Ecevit’in bu jestini 4. Partinin genel başkanı olarak Ecevit’e hükümeti kurma görevi vererek cevaplamıştır. Yalım Erez operasyonu satranç oyununda bir hamledir. Muhatapları Ecevit’e mecbur etme hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim öyle de olmuştur. ANAP ve DYP, Ecevit’in azınlık hükümetine razı gelmişlerdir. Demirel, Cumhurbaşkanlığı maratonunda Ecevit gibi önemli sol bir desteğe sahip olmuştur.

Demirel’in ikinci hamlesi “küskünler hareketini” organize ettirmesidir. Her ne kadar küskünler hareketi Erbakana’a mal edilmişse de bu kadar Erbakan karşıtı insani Erbakan’ın bir araya getirmeye ne şansı ne de gücü vardır. Küskünler hareketi Erbakan açısından taktik bir hedef olarak değerlendirilip destek verilmiştir. Kanaatimiz odur ki bu işin asıl patronu Demirel’dir. Demirel 100 civarındaki bir milletvekili grubuyla DTP’ye grup kurduracak, seçimleri erteletip DYP ve ANAP’ı eritme operasyonuna girişecekti. Yalım Erez’le yapamadığını, “Küskünler hareketi” ile yapacaktı. Genel Kurmay Başkanı’nın devreye girip açık tavır koyması Demirel’in oyununun bozulmasına neden olmuştur.

Demirel için bu meclis son derece önemlidir, çünkü yeni Cumhurbaşkanını seçecektir. Demirel bu mecliste Cumhurbaşkanlığı için Ecevit’in yanında başka müttefikler arayacaktır. Demirel Cumhurbaşkanlığına kenetlenmiştir. Onu elde etmek için Özal’a karşı yürüttüğü mücadeleye benzer bir mücadeleyi yürütecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın DSP, ANAP’ın yanında 3. ortak olarakda MHP’yi görmektedir. Şimdiden MHP’yi psikolojik baskı altında tutmaya çalışmaktadır.

Demirel’in MHP ile ilgili sorulan bir soruya,  “Siyasi partiler Anayasa’ya, kanunlara uyuyorsa legaldır, uymuyorsa uydurulur”  tarzında verdiği cevap, ortamı germe ve tehdit anlamına gelmektedir. RP’yi benzer ifadelerle tartışmaya açtığı hatırlanmalıdır.

Demirel’in 3. hamlesi, meclise başörtülü olarak gelen FP milletvekili Merve Kavakçı’ya karşı gösterdiği tepkidir. Süleyman Demirel gibi bir kimseye yakışmayan ve kendisinden beklenmeyen bir tavır sergilemiştir. Demirel’in milletin reyi ile seçilip gelmiş bir milletvekilini

Bunu İslamın şartı sayıyorsa bu bölücülüktür. Bu fitnedir... Sokakta bu hanımefendi başını bağlıyorsa kime ne der? Ne işi var meclisin içinde? Anlaşılıyor ki gemi azıya alınmıştır, hadise çıkarılacaktır. Bu cumhuriyete karşı bir cereyandır.. Bu müslümanlığa aykırı bir iştir, bölücülüktür. Bu cereyana alet olmaktadır. Olay çıkarmak süretiyle ismini duyurmaktır. Porovakatörlüktür, tahriktir. Bu tip ajan provakatorler çok görülmüştür. Onlardan birisi de bu da...3

diyerek bu denli ağır suçlamasına bakılırsa Demirel’in özel bir hesabı var demektir. Özal’a karşı “elimde 3 Koskotas dosyası var,  açıklarsam yer yerinden oynar” diyerek yaptığı muhalefetin sonucunda dosyalardan hiç birşey çıkmamıştır. Ancak o sert muhalefetten oyunu artırarak çıkmıştır.

Demirel bu hamle ile gündemin ortasına gelip oturmuş, yeni meclisi etkileyecek ve baskı altında tutacak bir ortamı yakalamıştır. Demirel bundan sonra da ortamı gerecektir; yarı başkan gibi davranacaktır. Demirel böylelikle Cumhurbaşkanlığı seçimi için Türkiye’deki güç odaklarının ve devletin belli kurumlarının desteğini alabilecek bir fırsat yakalamıştır. Bunu sonuna kadar kullanacaktır. Diğer taraftan Demirel bu tavrı ile tecrübesiz MHP kadrolarına 2. gözdağını vermekte, onları baskı altında tutarak FP ile girebileceği meclis içi ittifaka engel olmaya çalışmaktadır.

Bütün bunların tutup tutmayacağını zaman gösterecektir. Ancak Demirel ve tüm güç odaklarına, yasaklı yılların Demirel’inin dilinden düşürmediği şu deyişi hatırlatalım:

“Keser döner, sap döner

Bir gün de hesap döner.”

SONUÇ

Gerek ulusal gerekse uluslararası güç odaklarının beşeri imkanlarla ve beşeri mantıkla sahnelemek istedikleri bu senaryo istedikleri sonuc vermeyecektir. Bütün bu senaryoların, tuzakların tutmayacağını değişimi arınarak gerçekleştirmek isteyen bir halkın uyandığını görmekteyiz. Çünkü;

Gerçek şu ki, onlar hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış bir düzen vardır. (İbrahim 46)

Devam Edecek

KAYNAKLAR

1- 27.4.1999 Sabah Gazetesi

2- Aydınlık, 25 Nisan 1994. Sayı 614, s. 19.

3- 3 Mayıs 1999, Milliyet Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...