(Milli Gazete)
“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Batı kültür ve medeniyet
değerleri etrafında, var olanları asimile ederek, adına “Türk” (Yeni Türk)
dedikleri yeni bir ulus yaratmak, Cumhuriyet kadrolarının en önemli hedefi
olmuştur. Bu gün yaşadığımız tüm sorunların kaynağı, bu yanlış yaklaşım ve
bakış açısıdır. Rahmetli Erbakan Hoca, Türkiye’nin ana sorununun “sömürü
sistemi, taklitçi zihniyet ve asimilasyoncu politikalar” olduğunu söylerken
kast ettiği, Cumhuriyet döneminde devletin bu yanlış yaklaşımıdır. Bu noktada
Erbakan Hocanın düşünceleri, geçen yazıda ele alınıp değerlendirilmiştir.
Burada Kürt sorunu çerçevesinde askeri bürokrasinin değişik
zamanlarda itiraf mahiyetinde yaptıkları açıklamalar değerlendirilecektir.
Batı’da “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi
Batı’da kilise ve krallığa savaş açılarak ‘kilisenin ve
krallığın hâkimiyeti’ yıkıldığı için farklı toplumları, ne kilise/din etrafında
ne de soy/hanedanlık adına birleştirme, bütünleştirme imkânı söz konusu
değildi. Batı’da iki güçlü otorite ortadan kaldırılınca boşluk, yeni şekliyle
icat edilen devlet tarafından doldurulmak istenmiştir. Böylece ulus ile devlet
arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur (1). Bu yaklaşıma göre ulus, yönetici,
aydın kesim tarafından yaratılmış(!) ‘sanal bir halk, sanal bir toplumdur’.
Massimo d’ Azeglio: “İtalya’yı yarattık, şimdi de
İtalyanları yaratmalıyız.”
Albay Pilsudski: “Devleti yaratan ulus değil, ulusu yaratan
devlettir.”(2)
Devlet, ulusu yarattığı(!) için kutsaldır ve devlet ulus
için var değil; tam tersine ulus devlet için vardır. Ortak kimlik inşa
edilebilmesi için farklılıkların ortadan kaldırılıp homojen bir yapının inşa
edilmesi gerekir. Burada hedef tek tip, tornadan çıkmış insandır. Ulusal kimlik
oluşturmada genel olarak iki farklı model kullanılmaktadır. Biri Fransız ulus
modeli, diğeri ise Alman ulus modelidir (2). Fransız ulus modelinde ülkenin tüm
vatandaşları tek tiptir. Ülkede bulunan tüm topluluklar, kavmi unsurlar, kendi
kültür ve değerlerini terk ederek ulusal kültür ve değerlerle bütünleşmek,
özdeşleşmek zorundadırlar. Alman ulus modelinde belli bir soydan, ırktan
gelenler ulusun bir parçası olarak kabul edilir. Bu soyun dışındakiler yabancı,
azınlık olarak kabul edilip tehlikeli ve düşman olarak görülürler.
Cumhuriyet’in “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi
Batı’nın etkisinde kalan Cumhuriyet’in hâkim kurucu kadrosu,
Batı’daki gelişmelere benzer bir şekilde halifeliği, dini ve saltanatı ortadan
kaldırdığı için yeni bir ulus yaratma projesini Batı’dan kopya ederek
Türkiye’de uygulamaya sokmuştur. Heterojen Osmanlı toplumundan miras kalan bir
ümmeti, tek bir etnik kimliğe dayanan bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi tabirleri
ile yaratmayı(!), ana politika olarak benimsemiştir. Tutulan yol göz önüne
alındığında Türkiye’deki ulusal kimlik modeli Fransız ve Alman ulus modellerinin
bir karışımıdır, melezdir. Erbakan Hocanın, sorunun kaynağı olarak “taklitçi
zihniyeti” göstermiş olmasının bir sebebi de budur.
Türkiye’de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik
Müslüman unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir
çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda, Kürt
kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak hilafetin kaldırılması
gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası
halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin getirilmesi, zirve noktası
ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır
(3).
David Mc Dowall: “Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe
oldu… Bu, Kürtlerin Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dini
okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise, çoğu Kürt için
geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin
1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun
düşmanları haline geldiler.”
Çekirdek kadro gücü ele geçirince hem Kürt etnik kimliğini,
hem İslam kimliğini hem de İslam kültür ve medeniyetini ret ve inkâr etmiştir.
Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami kimlik, Kürt Kimliği olmak
üzere iki ana kimlik sorunu hep var olacaktır (4). Lozan’la birlikte yeni bir
ulus devlet Türkiye, yaratılmıştı(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus
yaratılmalıydı(!) İnşa edilecek olan yeni toplumun mevcut tarafından kabul
görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan
Türklerin ismi, kanı ve dili söz düzeyinde kabul edilmiştir.
Gerçekte yeni kimlikte Türk’ün ismi vardı; kültür ve
medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri ret edilmişti.
Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı
batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, Yeni Türk olarak
isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman
Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları(!) yeni bir
ulustan, Türk diye bahsetmektedirler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü.
Yeni Türk (Batılı Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını,
ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada
yaşayan, yeni alfabeyi, Laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm
tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen
herkes Türk’tü. Erbakan Hoca, “sorunun kaynağı asimilasyoncu politikalardır”
derken kast ettiği bu tek tipleştirici politikalardı.
Bu amaçla 1950 öncesinde yazılan kitapların tümünde genç
beyinlere çekilen formatı, açık bir şekilde görmek mümkündür:
“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk
kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir…” (5)
Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı
soydan(!), aynı kandan(!) ve aynı dilden(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı
coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni
din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı
çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi.
Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve
cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk’ yaratılacaktı(!). İnönü 1925
yılında yaptığı bir konuşmada, bu coğrafyada yaşayan herkesi, ‘Yeni Türk’ nasıl
yapacaklarını anlatmaktaydı:
“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk
yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (5)
Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve
İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi.
Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için
formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu
noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları,
kültürleri yok sayıldı. ‘Dağ Türkleri’ olarak isimlendirilerek Türklerin bir
boyu olarak gösterilmeye çalışıldı
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim
Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok
varsayıldıklarını bu gün itiraf etmektedir:
“Onların söyledikleri, istedikleri bir şeyler var, bir de
bizim yapmadıklarımız var… Oturalım cesaretle bunları konuşalım, yapılabilecek
olanları ertelemeyelim. Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan
ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon
politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik,
kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.” (6)
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç
Yalman’ın itirafı ise, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl
mankurtlaştırıldığının ibret verici bir göstergesidir:
“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e
kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin
sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi.
Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun kendini ifade’
olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü
dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.
Oysa, bizler o dönemde, Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz.
Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken,
karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler
dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz yıkıcı faaliyetler’ kapsamında
görüyoruz. Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu
zamanında görmemişiz.” (7).
Sağır sultanın duyduğu ve gördüğü gerçekleri ne yazık ki
Türkiye’yi yönetenler, duyamamış ve görememişlerdir. 1980 yılında bile bir
halkın anadilinin yok varsayılarak konuşma yasağının getirilmesi, Türkiye’yi
yönetenlerin/Türkiye bürokrasisinin basiretsizliğinin, ferasetsizliğinin tam
bir göstergesidir.
Emekli Cumhurbaşkanı/Devlet Başkanı/Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Kenan Evren: “Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık:
Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan
Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik Ben Devlet Başkanı iken, bir köyde
ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk
okuyamıyor. Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’
dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama
biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu
sonradan anladım.”
Evren: “Ben Genelkurmay Başkan’ıyken Kanada’ya gitmiştim.
Orada Quebec bölgesine gittim. …Bu bölgede devlet hizmetine gelecek bir
vatandaş hem İngilizceyi, hem Fransızcayı bilmek zorunda… Şimdi bizde de
Güneydoğu’da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım. Katı tutumla olmaz
bu iş. (8)
“Bu ülkede herkes Türk’tür” şeklinde formatlanan bir nesil
için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi
bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Orgeneral
düzeyindeki subayların bu meseleye böyle yaklaşmış olması, bu ülkenin en ciddi
çıkmazı olmuştur.
Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Karadayı:
“İsyanın amacı ayrı bir devlet kurmak, Türkiye’yi parçalamaktır. Olayı bir
kimlik sorunu gibi başlattılar. Ortaya böyle bir sorun attılar. Adına da Kürt
kimliği sorunu’ dediler... Türkiye’nin kimliği Türk’tür. Başka kimlikler ortaya
çıkarırsanız bu diğerleri için de emsal olur. Başka kimlikler için de hayaller
kurulur. Bu Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Türkiye’yi kimliklere
ayırmak hainliktir.” (9)
Genel Kurmay başkanları dâhil tüm askeri bürokrasinin
zihninde hem bölünme korkusu var, hem de hata yapıldığına ilişkin bir kanaat
vardır. Üstelik de stratejik ortak kabul ettikleri ABD ve AB tarafından ülkenin
bölüneceğine dair ciddi de bir kanaatleri vardır (10).
Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Doğan Güreş:
“Türkiye için bölünme riski var. Cheney de istedi bunu. Kim Cheney ABD Başkan
Yardımcısı. ‘Batıdan başlayıp doğuya gidinceye kadar tek dostumuz Kürtlerdir’
dediler. Bunu söyleyen Amerika… AB de bunu istiyor mu Evet, istiyor. Hedefleri
var Nedir hedefleri Türkiye’nin küçülmesi…
Sorunun iç boyutuna bakarsak... Şimdi, anadillerini
kullansınlar, kültürlerini yaşasınlar, folklorlarını oynasınlar tabii. Buna bir
şey denmiyor zaten. Ama üniter yapıyı bozacak, Türk milleti dışında başka bir
milleti Anayasa’da kabul edecek bir durum olamaz.”
Org. Saygun’un ise Türkiye’yi bölmek amacıyla ABD ve AB’nin
Türkiye’deki terör örgütünü besleyip desteklediklerini açıklaması anlamlıdır
(11):
“Aralarında müttefiklerimizin de bulunduğu bazı ülkelerin
tutum ve davranışları terör örgütünün kendisine yaşam alanları bulmasında en
büyük etkendir.”
Eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ise devletin
bir bütün olarak hareket edemediği, uzun vadeli bir strateji geliştiremediği ve
bu nedenle de hata yaptığı kanaatindedir:
“…Silahlı Kuvvetler’in rolü bu gibi olaylarda, hükümet
ajanslarının bölgeye gelip sebebi ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta
uygun güvenlik ortamı sağlamaktır. Ve olayların boyutunu sabit tutmaya çalışır,
büyütmemeye çalışır. Silahlı Kuvvetler de bunun erdemine tamamen akıl erdirdi
ve hükümetleri her zaman teşvik etti.” (10).
Eski Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’a göre teröre
ve teröriste karşı mücadelede Türkiye hata yapmış, psikolojik harekâtı iyi
yönetememiştir:
“İnsan hakları, teröristin haklarına dönüştü... Biz devlet
olarak hata yaptık. Uluslararası kamuoyu onlara hak veriyor ve biz kendimizi
savunmak zorunda kalıyoruz. Bu kavramlar elimizden çıktı... Bu söylemler bizi
hukuka, özgürlüklere ve insan haklarına inanmayan ülke haline sokuyor. İşte bu
psikolojik harekâttır, biz bunu kaptırdık.”
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Kara
Harp Okulu 2007–2008 eğitim öğretim yılı açılış töreni konuşmasında (24 Eylül
2007) devletin işbirliği içerisinde eş zamanlı birlikte çalışamaması nedeniyle
teröre karşı verilen mücadelenin başarılı olamadığını, dolayısıyla devletin
hata yaptığını ifade ettiğini görmekteyiz:
“Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört
ana alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve
psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından
yürütülmelidir.
Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini
kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş zamanlı
yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini tamamlamaktadır…
Türkiye’nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar
uzanmasının ana nedenlerinden birisini, Türkiye’nin bu dört alandaki
faaliyetlerini paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.
…Yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak
yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak durumunu
tekrar düzeltmiştir.”
Sonuç: Sömürü Düzeni, Taklitçi zihniyet ve Asimilasyon
Politikaları Değişmelidir
Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin
parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı
insanları tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir
(30 Rum 22; 49 Hucurat 13). Birbiri ile tanışma, kaynaşma, dayanışma ve
dengeleme aracı olan farklı etnik yapılar yok edilip tekleştirilmeye
çalışılması, ilahi sünnete aykırı olup sorunlarımızın temel kaynağıdır. Bu
nedenle taklitçi zihniyetin, asimilasyoncu politikaların ve bunu savunanların
meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. Sorunlarımızın çözümü sömürü,
köle düzeninin değişmesi, taklitçi zihniyetin tasfiye edilmesi ve asimilasyon
politikalarının çöpe atılması ile mümkündür.
Ve.
“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna
uymayın” (10 Yunus 89).
Kaynaklar
1- Özyurt, C., Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap,
İstanbul,2005, s: 95-130.
2- Hobsbawm, E.J., 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s: 63.
3- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S:
180-210
4- Özkaya, C., ‘Pardonu Olmayan Bir Süreç, Umran
dergisi,İstanbul, 2009, Sayı: 181,s:4-9
5- Mısırlıoğlu,K.,Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul,
Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.
6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile
Yapılan Röportaj
7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul,
2007,S: 197-211.
8-Bila, F., age,S: 9-19.
9-Bila, F., age,S: 110-116.
10- Bila F., PKK’yla geçen 24 yılın komutanları,
Milliyet 03-7.11.2007
11- ‘PKK legalleşti’; Milliyet/Akşam 12.12.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder