5 Aralık 2014 Cuma

Erbakan ve Çözüm Süreci-3: Bürokrasi, Taklitçi Zihniyet ve Asimilasyoncu Politikalar

 (Milli Gazete)

“Sorarım size, asırlar boyu tek vücut olarak yaşadığımız halde ne oldu da bu husumet ortaya cıktı Niçin bu kanlar akıyor ” Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Batı kültür ve medeniyet değerleri etrafında, var olanları asimile ederek, adına “Türk” (Yeni Türk) dedikleri yeni bir ulus yaratmak, Cumhuriyet kadrolarının en önemli hedefi olmuştur. Bu gün yaşadığımız tüm sorunların kaynağı, bu yanlış yaklaşım ve bakış açısıdır. Rahmetli Erbakan Hoca, Türkiye’nin ana sorununun “sömürü sistemi, taklitçi zihniyet ve asimilasyoncu politikalar” olduğunu söylerken kast ettiği, Cumhuriyet döneminde devletin bu yanlış yaklaşımıdır. Bu noktada Erbakan Hocanın düşünceleri, geçen yazıda ele alınıp değerlendirilmiştir.

Burada Kürt sorunu çerçevesinde askeri bürokrasinin değişik zamanlarda itiraf mahiyetinde yaptıkları açıklamalar değerlendirilecektir.

Batı’da “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’da kilise ve krallığa savaş açılarak ‘kilisenin ve krallığın hâkimiyeti’ yıkıldığı için farklı toplumları, ne kilise/din etrafında ne de soy/hanedanlık adına birleştirme, bütünleştirme imkânı söz konusu değildi. Batı’da iki güçlü otorite ortadan kaldırılınca boşluk, yeni şekliyle icat edilen devlet tarafından doldurulmak istenmiştir. Böylece ulus ile devlet arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur (1). Bu yaklaşıma göre ulus, yönetici, aydın kesim tarafından yaratılmış(!) ‘sanal bir halk, sanal bir toplumdur’.

Massimo d’ Azeglio: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız.”

Albay Pilsudski: “Devleti yaratan ulus değil, ulusu yaratan devlettir.”(2)

Devlet, ulusu yarattığı(!) için kutsaldır ve devlet ulus için var değil; tam tersine ulus devlet için vardır. Ortak kimlik inşa edilebilmesi için farklılıkların ortadan kaldırılıp homojen bir yapının inşa edilmesi gerekir. Burada hedef tek tip, tornadan çıkmış insandır. Ulusal kimlik oluşturmada genel olarak iki farklı model kullanılmaktadır. Biri Fransız ulus modeli, diğeri ise Alman ulus modelidir (2). Fransız ulus modelinde ülkenin tüm vatandaşları tek tiptir. Ülkede bulunan tüm topluluklar, kavmi unsurlar, kendi kültür ve değerlerini terk ederek ulusal kültür ve değerlerle bütünleşmek, özdeşleşmek zorundadırlar. Alman ulus modelinde belli bir soydan, ırktan gelenler ulusun bir parçası olarak kabul edilir. Bu soyun dışındakiler yabancı, azınlık olarak kabul edilip tehlikeli ve düşman olarak görülürler.

Cumhuriyet’in “Yeni Bir Ulus Yaratma” Projesi

Batı’nın etkisinde kalan Cumhuriyet’in hâkim kurucu kadrosu, Batı’daki gelişmelere benzer bir şekilde halifeliği, dini ve saltanatı ortadan kaldırdığı için yeni bir ulus yaratma projesini Batı’dan kopya ederek Türkiye’de uygulamaya sokmuştur. Heterojen Osmanlı toplumundan miras kalan bir ümmeti, tek bir etnik kimliğe dayanan bir ‘ulus’a dönüştürmeyi, kendi tabirleri ile yaratmayı(!), ana politika olarak benimsemiştir. Tutulan yol göz önüne alındığında Türkiye’deki ulusal kimlik modeli Fransız ve Alman ulus modellerinin bir karışımıdır, melezdir. Erbakan Hocanın, sorunun kaynağı olarak “taklitçi zihniyeti” göstermiş olmasının bir sebebi de budur.

Türkiye’de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik Müslüman unsurlar için İslam ve halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir çimento idi. Kürt Sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda, Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç noktası olarak hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşliğin kırılma noktası halifeliğin kaldırılması, ivme kazanması laikliğin getirilmesi, zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır (3).

David Mc Dowall: “Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe oldu… Bu, Kürtlerin Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dini okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise, çoğu Kürt için geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin 1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler.”

Çekirdek kadro gücü ele geçirince hem Kürt etnik kimliğini, hem İslam kimliğini hem de İslam kültür ve medeniyetini ret ve inkâr etmiştir. Bu uygulamalardan sonra Türkiye’nin bağrında, İslami kimlik, Kürt Kimliği olmak üzere iki ana kimlik sorunu hep var olacaktır (4). Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye, yaratılmıştı(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus yaratılmalıydı(!) İnşa edilecek olan yeni toplumun mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı ve dili söz düzeyinde kabul edilmiştir.

Gerçekte yeni kimlikte Türk’ün ismi vardı; kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri ret edilmişti. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, Yeni Türk olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile yarattıkları(!) yeni bir ulustan, Türk diye bahsetmektedirler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, Laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Erbakan Hoca, “sorunun kaynağı asimilasyoncu politikalardır” derken kast ettiği bu tek tipleştirici politikalardı.

Bu amaçla 1950 öncesinde yazılan kitapların tümünde genç beyinlere çekilen formatı, açık bir şekilde görmek mümkündür:

“Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk dili ile konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir…” (5)

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, aynı soydan(!), aynı kandan(!) ve aynı dilden(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi.

Cumhuriyet’in çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk’ yaratılacaktı(!). İnönü 1925 yılında yaptığı bir konuşmada, bu coğrafyada yaşayan herkesi, ‘Yeni Türk’ nasıl yapacaklarını anlatmaktaydı:

“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.” (5)

Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türkün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. ‘Dağ Türkleri’ olarak isimlendirilerek Türklerin bir boyu olarak gösterilmeye çalışıldı

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok varsayıldıklarını bu gün itiraf etmektedir: 

“Onların söyledikleri, istedikleri bir şeyler var, bir de bizim yapmadıklarımız var… Oturalım cesaretle bunları konuşalım, yapılabilecek olanları ertelemeyelim. Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe kendi içimizdeki ekonomik, kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.” (6)

Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın itirafı ise, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl mankurtlaştırıldığının ibret verici bir göstergesidir:

“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi.

Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.

Oysa, bizler o dönemde, Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.  Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.” (7).

Sağır sultanın duyduğu ve gördüğü gerçekleri ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, duyamamış ve görememişlerdir. 1980 yılında bile bir halkın anadilinin yok varsayılarak konuşma yasağının getirilmesi, Türkiye’yi yönetenlerin/Türkiye bürokrasisinin basiretsizliğinin, ferasetsizliğinin tam bir göstergesidir.

Emekli Cumhurbaşkanı/Devlet Başkanı/Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren: “Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik Ben Devlet Başkanı iken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor.  Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş ’ dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”

Evren: “Ben Genelkurmay Başkan’ıyken Kanada’ya gitmiştim. Orada Quebec bölgesine gittim. …Bu bölgede devlet hizmetine gelecek bir vatandaş hem İngilizceyi, hem Fransızcayı bilmek zorunda… Şimdi bizde de Güneydoğu’da hizmet verecek memurun Kürtçe de bilmesi lazım. Katı tutumla olmaz bu iş. (8)

“Bu ülkede herkes Türk’tür” şeklinde formatlanan bir nesil için, Türk’ten başka etnik yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Orgeneral düzeyindeki subayların bu meseleye böyle yaklaşmış olması, bu ülkenin en ciddi çıkmazı olmuştur.

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Karadayı: “İsyanın amacı ayrı bir devlet kurmak, Türkiye’yi parçalamaktır. Olayı bir kimlik sorunu gibi başlattılar. Ortaya böyle bir sorun attılar. Adına da Kürt kimliği sorunu’ dediler... Türkiye’nin kimliği Türk’tür. Başka kimlikler ortaya çıkarırsanız bu diğerleri için de emsal olur. Başka kimlikler için de hayaller kurulur. Bu Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Türkiye’yi kimliklere ayırmak hainliktir.” (9)

Genel Kurmay başkanları dâhil tüm askeri bürokrasinin zihninde hem bölünme korkusu var, hem de hata yapıldığına ilişkin bir kanaat vardır. Üstelik de stratejik ortak kabul ettikleri ABD ve AB tarafından ülkenin bölüneceğine dair ciddi de bir kanaatleri vardır (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı emekli Orgeneral Doğan Güreş: “Türkiye için bölünme riski var. Cheney de istedi bunu. Kim Cheney ABD Başkan Yardımcısı. ‘Batıdan başlayıp doğuya gidinceye kadar tek dostumuz Kürtlerdir’ dediler. Bunu söyleyen Amerika… AB de bunu istiyor mu Evet, istiyor. Hedefleri var Nedir hedefleri Türkiye’nin küçülmesi…

Sorunun iç boyutuna bakarsak... Şimdi, anadillerini kullansınlar, kültürlerini yaşasınlar, folklorlarını oynasınlar tabii. Buna bir şey denmiyor zaten. Ama üniter yapıyı bozacak, Türk milleti dışında başka bir milleti Anayasa’da kabul edecek bir durum olamaz.”

Org. Saygun’un ise Türkiye’yi bölmek amacıyla ABD ve AB’nin Türkiye’deki terör örgütünü besleyip desteklediklerini açıklaması anlamlıdır (11):

“Aralarında müttefiklerimizin de bulunduğu bazı ülkelerin tutum ve davranışları terör örgütünün kendisine yaşam alanları bulmasında en büyük etkendir.”

Eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ise devletin bir bütün olarak hareket edemediği, uzun vadeli bir strateji geliştiremediği ve bu nedenle de hata yaptığı kanaatindedir:

“…Silahlı Kuvvetler’in rolü bu gibi olaylarda, hükümet ajanslarının bölgeye gelip sebebi ortadan kaldırmak için yapacakları harekâta uygun güvenlik ortamı sağlamaktır. Ve olayların boyutunu sabit tutmaya çalışır, büyütmemeye çalışır. Silahlı Kuvvetler de bunun erdemine tamamen akıl erdirdi ve hükümetleri her zaman teşvik etti.” (10).

Eski Genel Kurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’a göre teröre ve teröriste karşı mücadelede Türkiye hata yapmış, psikolojik harekâtı iyi yönetememiştir:

“İnsan hakları, teröristin haklarına dönüştü... Biz devlet olarak hata yaptık. Uluslararası kamuoyu onlara hak veriyor ve biz kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu kavramlar elimizden çıktı... Bu söylemler bizi hukuka, özgürlüklere ve insan haklarına inanmayan ülke haline sokuyor. İşte bu psikolojik harekâttır, biz bunu kaptırdık.” 

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Kara Harp Okulu 2007–2008 eğitim öğretim yılı açılış töreni konuşmasında (24 Eylül 2007) devletin işbirliği içerisinde eş zamanlı birlikte çalışamaması nedeniyle teröre karşı verilen mücadelenin başarılı olamadığını, dolayısıyla devletin hata yaptığını ifade ettiğini görmekteyiz:

“Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından yürütülmelidir.

Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini tamamlamaktadır…

Türkiye’nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana nedenlerinden birisini, Türkiye’nin bu dört alandaki faaliyetlerini paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.

…Yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak durumunu tekrar düzeltmiştir.”

Sonuç: Sömürü Düzeni, Taklitçi zihniyet ve Asimilasyon Politikaları Değişmelidir

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanları tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir (30 Rum 22; 49 Hucurat 13). Birbiri ile tanışma, kaynaşma, dayanışma ve dengeleme aracı olan farklı etnik yapılar yok edilip tekleştirilmeye çalışılması, ilahi sünnete aykırı olup sorunlarımızın temel kaynağıdır. Bu nedenle taklitçi zihniyetin, asimilasyoncu politikaların ve bunu savunanların meseleyi çözüme kavuşturması mümkün değildir. Sorunlarımızın çözümü sömürü, köle düzeninin değişmesi, taklitçi zihniyetin tasfiye edilmesi ve asimilasyon politikalarının çöpe atılması ile mümkündür.

Ve.

“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın” (10 Yunus 89).

Kaynaklar

1- Özyurt, C., Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap, İstanbul,2005, s: 95-130.

2- Hobsbawm, E.J., 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s: 63.

3- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S: 180-210

4- Özkaya, C., ‘Pardonu Olmayan Bir Süreç, Umran dergisi,İstanbul, 2009, Sayı: 181,s:4-9 

5- Mısırlıoğlu,K.,Lozan Zafer mi, Hezimet mi , İstanbul, Sebil Yayınları, Cilt 1,1971, S:268-277.

6-Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile Yapılan Röportaj

7-Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık,İstanbul, 2007,S: 197-211.

8-Bila, F., age,S: 9-19.

9-Bila, F., age,S: 110-116.

10- Bila F., PKK’yla geçen 24 yılın komutanları,  Milliyet 03-7.11.2007

11- ‘PKK legalleşti’;  Milliyet/Akşam 12.12.2007

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...