27 Nisan 2018 Cuma

Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaş - 7 Müminin Haberleri Tahkik Etme Sorumluluğu

 (Milli Gazete)

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan,  seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar.  Onlar ancak zanna uyarlar ve  ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’”

(6 Enam 116)

GİRİŞ

Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak gibi hocalar üzerinden yürütülen ve amaçları geçen yazıda ifade edilen bir sosyo-psikolojik savaş vardır.

Bu nedenle ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz edilmeden kullanılması, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm-AB) tarafından yürütülen sosyo-psikolojik savaşa hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır/yaramayacaktır.

Bu nedenle     bu yazıda, bir müminin duyduğu/okuduğu/öğrendiği haber/bilgi ile ilgili tutum ve tavrının ne olması gerektiği konusu ele alınıp incelenecektir.

ÖNCELİKLE YAPILACAK İŞ: DUYULAN/ÖĞRENİLEN HABERLERİN/BİLGİLERİN KONTROL ALTINA ALINIP YAYGINLAŞTIRILMASINA MANİ OLMAK

Değer sistemleri arasındaki mücadele sınırsız ve topyekûndur. Psikolojik savaş, sınırsız ve topyekûn mücadelede en çok kullanılan bir mücadele şeklidir ve süreklidir. Sosyolojik savaşla birlikte ve sosyolojik savaşın amaçlarına hizmet edecek tarzda kullanılır. Psikolojik savaşta amaç, düşman veya rakip kabul edilen bir toplumun, bir kesimin, bir ülkenin veya bir hareketin iradesinin çözülerek felç edilip teslim alınması, parçalanması veya dağıtılmasıdır.

Psikolojik savaş ortamlarında ister sevinç isterse kötü haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberin yaygınlaşmasına mani olup kontrol altına almaktır. Sonra, bu konuda birikimli, yetenekli olan kişilerin, yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek, analiz yapıldıktan sonra kullanmak ya da kullanmamaktır. Bunun aksi bir davranış, şeytana uymaktır; Şer İttifakına hizmet etmektir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar bazı özel ifadeler kullanılarak uyarılmaktadır:

“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç-çıkarabilenler, onu bilirlerdi.

Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.”( 4 Nisa 83)

Ayette geçen, “Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” ifadesi çok ciddi bir uyarıdır.

İnkâr edenler, münafıklar, müfsitler, müşrikler ve zalimler, genel olarak gerek iman edenlere ve gerekse birbirlerine karşı yürüttükleri mücadelede hiçbir ahlâkî ölçü tanımazlar. En ahlâksız konuları kullanmayı, insanların mahrem hayatına girmeyi, insanları iftira ve komploları ile tasfiye etmeyi, küçük düşürmeyi, toplumları ifsad etmek için çirkin hayâsızlıkların işlenmesini ve yayılmasını bir yol, yöntem hatta bir hayat tarzı olarak benimsemişlerdir. Bunu Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasında (ifk olayı) çok açık bir şekilde görebilmekteyiz.

Tarihe İfk hadisesi olarak geçen ve Kur’an’da özel olarak yer alan olay, birlikte hareket eden münafık bir ekibin, Hz. Peygamberin Hanımı Hz. Ayşe’yi zina yapmakla itham edip psikolojik bir hareket yürütmüşler ve Müslümanları adeta bir kaosun içerisine sürüklemişlerdir:

“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır…”(24 Nur 11)

Ayetin başlangıcı organize bir ekibin varlığına ve bu yapının iftirayı uydurup yaygınlaştırdığına dikkat çekmektedir. Bunlar, İblisin yolundan gitmenin gereğini yapmaktadırlar.  Nitekim Maide Süresi 41 ve 42’de de böyle bir topluluğun varlığına dikkat çekilmektedir:

“Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla «İnandık!” diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar) dır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar…” (5 Maide 41)

“Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir…”(5 Maide 42)

Maide 41’de konumuz açısından dikkat çekilen bir nokta da, bu organize kesimin, kelimeler, cümleler üzerinden tahrifat yaparak, metnin ana anlamını değiştirmeleridir. Bugün Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak ile ilgili yapılan tam da budur.

Allah; böyle bir müfteri topluluğun varlığının, müminleri devamlı uyanık diri tutması açısından, şer değil hayır olduğunu ifade etmektedir. Sıkıntı, münafık bir topluluğun/Şer Güçlerin iftira uydurup yaymaya çalışması değil, münafıkların uydurduğu böyle bir yalanı, iman edenlerin sorumluluk duymadan, tahkik etmeden alıp kullanması ve yaygınlaştırmasıdır:

“Onu işittiğiniz zaman, erkek mü’minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: «Bu, açıkça uydurulmuş bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi?” (24 Nur 12)

“Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi?...” (24 Nur 13)

Bu iki ayette, bu tür vakalarda Allah, iman edenlere şöyle bir yol göstermektedir: 1- “Hayırlı zanda bulunup” “bu bir iftiradır deyin”, 2- “Şahit isteyin.”

Bugün Müslüman camia içerisinde bir kişi, yanındaki arkadaşına, her ikisinin de tanıdığı hatta samimi olduğu üçüncü bir şahıs/arkadaşı hakkında “o, şöyle şöyle söyledi”, “şöyle şöyle yaptı” tarzında bir şeyler söylüyor, bazı iddialarda bulunuyor.  Bu sözleri dinleyen, söylenenleri tahkik etmeden alıp kullanıyor. Oysa yapması gereken, 1- Hayırlı zanda bulunmak, 2- Şahit ya da belge istemek, 3- Yüzleştirmek, olmalıdır.

Hz. Peygamberin sağlığında, Hz. Peygamberin hanımına böyle bir iftira atılması karşısında Sahabe neslinin bir kesimi, bu iftirayı alıp yaygınlaştırarak Müslüman camia içerisinde çok büyük bir kaosa sebebiyet vermişlerdir. Yekvücut davranamamış, Hz. Peygambere gerektiği gibi yardımcı olamamışlardır. “Hakkında bilgileri olmayan şeyi ağızlarıyla söylediklerinden” dolayı Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmışlardır(24 Nur 15).

Oysa ilk yapmaları gereken şey, haberi yaygınlaştırmadan susmak ve “iftira olduğunu” söylemektir(24 Nur 16).

Hz. Peygamber hayatta iken bizzat Peygamber’in başına böyle bir olayın gelmiş olmasının gelecek nesiller açısından ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber’e(sav.) böyle bir tuzak kurulabiliyorsa; bugün de herkese, özellikle yöneticilere, liderlere, şeyhlere, hocalara benzer tuzaklar kurulabilir. Dolayısıyla Allah, hem sahabe neslini hem de gelecek nesilleri eğitmekte ve gelecek nesillerin bu tür durumlarda nasıl davranmaları gerektiği konusunda iman edenlere öğüt vermektedir(24 Nur 17, 18).

Toplumun ahlâkını, dayanışmasını bozacak, güveni sarsacak her şeyin, toplum içerisinde yaygınlaştırılması, yaygınlaştırılmak istenmesi, ciddi bir suç olup gerektiği şekilde cezalandırılacağı ve bu tür davranışları yapanların “şeytanın adımlarını izlediği”, “şeytanın yolundan gittiği” ve bedelini ahirette mutlaka ödeyeceği, şahitliği de, “kendi dilleri, elleri ve ayakları”nın yapacağı ifade edilmektedir (24 Nur 19-25).

 Haberle ilgili ayet olan Nisa 83’te geçen ‘Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı’ ifadesi, haberle ilgili olan Nur 10-25. ayetleri arasında tam dört kez (Nur 10, 14, 20, 21) farklı eklemelerle geçmektedir. Bu sert uyarının haberle ilgili tekrarlanmış olması, bir taraftan haberlerin kullanılmasında gereken hassasiyetin gösterilmesinin önemini belirtirken; diğer taraftan da bu konuda Müslümanların zaaf sahibi olduklarını de ifade etmiş olmaktadır.

MÜMİNLER HABERLERİ TAHKİK ETMEK ZORUNDADIR 

Duyulan haber konusunda ilk yapılması gereken, haberin kontrol altına alınıp yaygınlaşmasının engellenmesi ve ilgili mercilere ulaştırılarak değerlendirilmesinin sağlanmasıdır. İkinci yapılması gereken ise, haberin kaynağının ve doğruluğunun tahkik edilmesidir.  Nisa 83. ayeti, haberin yaygınlaştırılmayıp kontrol altına alınmasına dikkat çekerken, Nur 11 ve Maide 41-42. ayetleri, haberin kaynağına dikkat çekmektedir.

Günümüzde yürütülen psikolojik savaşta, son derece karmaşık haberler yaymak suretiyle muhatabın düşünme mekanizması, dumura uğratılmak istenmektedir. Bu hale getirilebilen fert sunulan her şeyi doğru olarak kabul etmektedir. Bu ise Müslüman camia içerisinde büyük bir tahribata sebebiyet vermektedir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, Müslümanları uyararak haberleri tahkik etmelerini istemektedir:

“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu ‘etraflıca araştırın.’ Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”( 49 Hucurat 6)

Haberlerin tahkik edilmesi konusunda dikkat çekici olan nokta, Kur’an’ı Kerim’in bu konuyu Hz. Süleyman’la “Hüdhüd kuşu” arasında geçen bir olayda da dile getirmiş olmasıdır ( 27 Neml 20-29). Hz. Süleyman, ordusuyla sefere çıkarken “Hüdhüd kuşunun” ortada gözükmemesini, emre itaatsizlik ve disiplinsizlik olarak değerlendirip cezalandıracağını söyler. Bir müddet sonra Hüdhüd kuşu ortaya çıkıp Hz. Süleyman’a Saba Melikesi Belkis’ten haber getirdiğini söylediğinde; Hz. Süleyman getirilen haberin doğruluğunu tahkik etmeden bilgiyi kullanmaz (27Neml 27-28).

Bu olaydan çıkarılabilecek bir başka ders, suç işleyenlerin, başarısız olanların ya da kendisini çok başarılı göstermek isteyenlerin yanlış ve yalan bilgi verebilecekleri olgusudur. Hz. Süleyman’ın, «Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” demiş olmasının sebebi budur.

KAYNAKLAR        

1-Kütüb-i Sitte, Hadis No: 7139.

2-Buhari, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928).

SONUÇ: MÜMİN ZAN İLE HAREKET ETMEMELİDİR

Mümin olmak demek, duyarlı olmak, tüm davranışlarını Kur’an ve Sünnet’in belirlediği sınırlar içerisinde tutmak demektir. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, bu iki ana kaynağın kendilerine çizdiği istikamete uygun olarak davranırlar. Allah’ın haram dediğine haram, helâl dediğine helâl, hak dediğine hak, batıl dediğine batıl demek ve bunun gereğini hayatlarında yerine getirmek zorundadırlar.

İfk hadisesi ile müminlere yapılan tavsiye, benzer olaylar karşısında öncelikle “hayırlı bir zanda” bulunup haberi bloke etmek olmalıdır. Nitekim Allah, Hucurat 12’de Müminlerin “zandan çok kaçınmalarını” emretmektedir:

“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın) . Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.” (49 Hucurat 12).

Hz. Peygamberin (S.A.V.) şu iki hadisi, bizim için ana, temel bir ilke mahiyetindedir:

“7139-Resulûllah (S.A.V.): Biz mümin hakkında sadece hüsn-i zanda bulunuruz.”(1)

“3286 -Resulûllah (S.A.V.): Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun.

Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.

Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter…”(2)

Gıybet, dedikodu, laf getirip götürme şeytan işi pisliklerden olduğu için

“ölü kardeşinin etini yemekle” eşdeğerdir. Genel de Müslüman camia içerisinde özelde cemaat, hareketler içerisinde bu tür dedikodu mekanizmasının işletilmesi ve buna farkında olmadan katkıda bulunulması, müminin basiret ve feraseti ile bağdaşmaz. Bir mümin böyle bir ortama müsaade etmemeli ve de oluşturmamalıdır (58 Mücadele 8).

Böyle bir mekanizmanın meydana gelmesi, Müslümanları üzmekte, işin bereketini kaçırmakta, güveni yıkmakta ve dayanışma ruhunu bozmaktadır. Bu durum, “Şeytana tâbi olmak, onun izinden gitmek” demektir (58 Mücadele 10).

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail projelerinin ve 2. Sevr’in uygulanmak istendiği bir zamanda, müminler etnik, mezhepsel, tarikatsal, cemaatsel ve hareket olarak parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyası parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir.

Böyle bir ortamda Müminlere yakışan, her türlü haberi önce kontrol altına alıp yaygınlaşmasını engellemek, sonra da değerlendirmesini yapıp birlik ve dayanışmayı sağlayacak şekilde gereğini yapmaktır (58 Mücadele 9).

20 Nisan 2018 Cuma

Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaş - 6: Psikolojik Savaş Ve Din Adamları

 (Milli Gazete)

Giriş

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde Ali Kalkancı, Müslim Gündüz ve Aczmendiler gibi bazı “sahte hocalar(!)” ve “sahte tarikatlar(!)” üzerinden bir psikolojik savaş başlatılıp yürütülmüştü. Bunlar üzerinden yürütülen bu psikolojik savaşın amacı, tüm dindarların ve tarikatların kirli olduğu ve laikliğin en büyük erdem ve değer olduğu iddiasıydı. Bugün ise benzer operasyon, bazı saygın hocalar üzerinden, söylemedikleri, yazmadıkları şeyler kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz edilmeden kullanılması, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm-AB) tarafından yürütülen psikolojik savaşa hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır/yaramayacaktır.

Bu yazıda, Psikolojik Savaş ve Din Adamları konusu ele alınıp değerlendirilecektir.

ŞER İTTİFAKINI (ABD-SİYONİZM-İSRAİL-İNGİLTERE-AB) RAHATSIZ EDEN GELİŞME

20 ve 21. asır, insanı makineleştirmiştir. 19. asrın sonu ile 20. asrın ilk yarısında teknolojide meydana gelen büyük değişim, insanları mekanikleştirip materyalizme yöneltmiş ve insanı bunalıma sürüklemiştir. Kurtarıcı olarak sunulan kapitalizm ve komünizm, bunalıma çare bulamamış ve bilâkis bunalımı daha da derinleştirmiştir. Dünya gençliğini kasıp kavuran “Hippilik”, böyle bir bunalımın ürünüdür. Bu bunalımı, komünist teorisyen ve stratejistler çok iyi değerlendirerek tüm dünyada “68 kuşağı” olarak nitelenen ve komünizmi şiar edinmiş bir gençliğin ortaya çıkmasını sağlamışlardır.

“Soğuk savaş” döneminden en çok etkilenen ülkelerden biri de Türkiye olmuştur. Batıdaki gençlik olayları ile eş zamanlı olarak Türkiye’de de gençlik olayları meydana gelmiştir. Eş zamanlı olarak Sol-Marksist işçi sendikaları büyük bir güç kazanmış ve Türkiye çok ciddi bir bunalıma sürüklenmiştir. Önce 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, sonra da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin, Sovyetlerin yıkılış sürecine girdiği ve İran’da İslâm adına bir devrim yapıldığı bir dönemde yapılmış olması tesadüfî değildi.

Bunalımlardan yorgun düşmüş bir toplum, huzur ve mutluluğu İslâm’da bulacağını düşünmüş olmalı ki İslâm’a yönelim artmıştır. Toplumun ruhi derinliğinde meydana gelen bu büyük değişim, Türkiye’deki büyük partilerin söylemlerine yansımış; eskiden açık aleni din düşmanlığı yapanlar bile, “Biz de Müslüman’ız” demeye başlamışlar ve İslâm’a açıktan saldırmaya cesaret edememişlerdir. Bu büyük değişimi, 80’li yılların sonunda, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden yaklaşık on yıl önce, bir tehlike olarak ilk gören ve seslendiren, o yıllarda ABD’de yaşayan Talat Halman olmuştur:

“...Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan hareket, ‘irtica’ dediğimiz olayların çok ötesindedir. Atatürk heykellerine saldırmak gibi suçların hakkından gelebiliriz. Meydanlarda topluca namaz kılmak gibi gövde gösterileri zararlı sayılmaz bile.

Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde, kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslâmiyet hareketinin başlamış olmasıdır. İslâmiyet’in uzak olmayan bir gelecekte halkımızın ‘tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi’ olması kuvvetle muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de, İslâmiyetçi eylem karşısında etkisiz kalacak bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslâm ideolojisinin baskısı altında eriyecektir.

Bilinçli ya da bilinçsiz, milyonlarca müminden oluşan bir kitlenin hareketini durdurmak zor olur.”(1)

 Bu değişim, birinci ana damar olarak RP’nin (Millî Görüş hareketi) ve ikinci damar olarak da MHP’nin (Türk-İslâm sentezi), etkin iki unsur olarak, parlamentoya yansımasını sağlamıştır. Süreç içerisinde RP, %22 civarında rey alarak meclise birinci parti olarak girmiş ve Refah-Yol Hükümeti’ni kurmuştur. Refah-Yol Hükümeti’nin kısa zamanda başarı kazanması, ekonomiyi belli boyutları ile rayına oturtması, D-8’leri kurması, sanayileşmeye ağırlık vermesi, “İslâm Birliği’nin” temellerini atmaya çalışması, ABD’den ve Batı’dan bağımsız politikalar üretmesi, O’nun iktidardan gönderilmesi için yeterli sebepti.

 “ABD, ne Refah Partisi’ni istiyordu ne de darbeyi”. O günkü uluslararası konjonktür ve Ortadoğu gerçeği, Türkiye’de gelişmekte ve yaygınlaşmakta olan halkın Müslümanlaşması olgusunu, darbeyle çözmeye uygun değildi. ABD’nin asıl korkusu RP değildi; ‘İslâmi siyasetin aşırılaşma ihtimali idi’. Çünkü halk, İslâm’ı bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştı. ABD açısından öncelikli hedef, bu psikolojik üstünlük idi ve bu yok edilmeliydi.

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde İslâm’ı bir kurtarıcı olarak görmeye başlamış olan bir halkın, zihninde meydana gelen bu olgunun yok edilmesi gerekirdi. 28 Şubat Postmodern Darbe Sürecinde başlatılıp yaygınlaştırılan  “tarikatlar” üzerinden psikolojik savaşa bu açıdan bakılması gerekmektedir.

PSİKOLOJİK SAVAŞ VE DİN ADAMLARI

Psikolojik savaş, muhatabın zihni üzerine yoğunlaşmış, iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve teslim almaya dönük bir savaş olarak, muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve mevcut sisteme kazandırılmasını hedefler. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce, fikirler ve ana kavramların gözden düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden ve etkin çevresi olan şahısların yıpratılması ve o inanç veya düşünce sistemindeki temel kavramların anlamlarının çarpıtılması öncelikli hedefler arasındadır.

Yürütülen psikolojik savaşta özü alınmış, anlam alanları saptırılmış dinî anahtar kavramların, Müslüman halk tarafından ilgiyle karşılanabilmesi, benimsenebilmesi için Müslüman camia içinden bazı din adamı veya cemaat liderlerinin desteğine ihtiyaç vardır.

“Psikolojik savunmada dinin önemli rolü, hürriyet, demokrasi ve laiklik çerçevesi içinde ortaya konur. Bu konudaki psikolojik savunma plânlamaları yapılırken, laikliğe aykırı bulunan aşırı sol ve aşırı sağa karşı aynı hassasiyette uygulanacak tedbirlere önem verilir.

Yine bu konudaki psikolojik savunma faaliyetleri sırasında, aşırı solun dinsizliği ve Allahsızlığı mecburi kılan mahiyeti, teokratik özlemlerin dikta ve baskı muhtevası üzerinde durulur. Bu uyarıların halk kitleleri üzerinde gerekli uyarıcı sonuçları yoğun olarak meydana getirmesi için, bilhassa din alanında görev sahiplerinin uyarıcılığı planlanır.

Psikolojik savaş ideolojilerine karşı, hangi mezhep ve hangi felsefi kanaatten olursa olsun bütün vatandaşların millî birlik halinde tepki gösterebilmeleri için, ‘psikolojik savaş-din mücadelesi’ yerine ‘psikolojik savaş-laiklik mücadelesi’ bir psikolojik savunma prensibi olarak seçilir.”(2)

Bu yaklaşım, 28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde en çarpıcı bir şekilde iki eksen üzerinden uygulanmıştır:

Eksen: Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz üzerinden yürütülen, tarikat ve din adamlarını itibarsızlaştırma operasyonu,

Eksen: Özellikle 12 Eylül Darbesi’nden bu yana yükseltilip el üstünde tutulan Fethullah Gülen üzerinden dinî kavramların içinin boşaltılması ve anlam alanlarının çarpıtılması operasyonu.

Her üç isim, görünürde Millî Görüş Hareketini yıpratmak; ama asıl hedef olarak İslâm’ı itibarsızlaştırmak amaçlı yürütülen psikolojik savaşta piyon olarak kullanılmışlardır. Her üç isim, daha önce içinde bulundukları tarikat ya da cemaatlerin içinde liderliğe yükseltilmek istenmiş; fakat başarılı olunamayınca değişik yollarla meşhur edilip kendilerine özgü yapılara kurdurularak halkın önüne çıkarılmışlardır.

Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin en pis ve kirli yüzüdür. Bunlar, hem dindarları hem de İslâm’ı yıpratmak için ellerinden tutulup yükseltilen ve meşhur edilen piyonlar olup kullanılma zamanları, 28 Şubat Postmodern Darbe sürecidir. Bu kirli insanların her türlü pislikleri, pazara dökülmüş ve onlar üzerinden Müslümanların imajının yıpratılması, psikolojik savaşın ruhuna uygun bir şekilde gerçekleştirilmek istenmiştir.

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde çizilen stratejide ve yürütülen psikolojik savaşta Gülen, bütün kanallar kendisine açılarak çok daha tehlikeli ve tahrip edici olarak kullanılmış, birçok İslâmî temel kavramların içini boşaltacak şekilde konuşarak İslâmî camiada çok ciddi zihinsel kirlenmeye ve bölünmeye sebebiyet vermiştir.

Bu bağlamda 28 Şubat Darbe Sürecinde Yalçın Doğan’ın, Fethullah Gülen ile Kanal D’de yaptığı özel bir programdaki konuşmayı, konumuz açısından irdelemekte yarar vardır.

FETHULLAH GÜLEN VE İSLÂMÎ KAVRAMLARIN ANLAM ALANLARININ ÇARPITILMASI

Fethullah Gülen’in söz konusu konuşması; “mevcut hükümetin bittiği”,  “beceriksiz olduğu” ve “çekilmesi gerektiği” olgusunu, inşa etmeye ve daha geniş halk kesimlerine kabul ettirmeye dönüktür. “RP Lideri ile hiçbir sevgi bağının olmadığını” özellikle belirterek kullanılmaya açık olduğu mesajını bir yerlere vermek istiyordu.

Fethullah Gülen’in konuşmasında “Din”, “İslâm”, “Şeriat”, “Laiklik”, “uzlaşma”, “rejim tehlike altında” gibi kavramlar üzerinde durulmuş; Din, İslâm, Şeriat kavramlarının anlam alanları son derece daraltılmıştır.

Kur’an ayetlerinin, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel gibi “%95’inin imana, ahlâka, ibadete; %5’inin de dünyayı tanzime, ahkâma ilişkin” olduğunu bir olgu olarak tespit ediyor; sonra da “halkın bu %95’i yaşadığı; fakat farkında olmadığını, %5’inin de halkı değil, yöneticileri ilgilendirdiğini” söylüyordu. Böylelikle Müslümanları kavramsal bir kaosa sürükleyerek, hem dini hem de Kitabı parçalayarak 28 Şubat Postmodern Darbe Sürecinde yürütülen Psikolojik savaşa “çağın müctehidi”(!), “aydın, ilerici din adamı”(!) olarak meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu.

Din’i, %95’lik ayetler grubuna dayandırınca, Kitap parçalanınca, mevcut sistemin ilkelerine uymayan ayetlerin devre dışı bırakılmasına fetva verilince, Kur’an’ın ve Sünnet’in tanımladığının dışında “Yeni Bir İslâm” dini (!)  ortaya çıkarmak istemiştir.  Muhtemelen bu yeni din, Fethullah Gülen tarafından ortaya atılan “Türk Müslümanlığı(!)” / ”TÜRKİYE MÜSLÜMANLIĞI(!)” / ”ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI(!)” olsa gerekir.

kavmî hasletleri öne çıkaran, İslâm düşüncesini kavmiyetçi, yöresel anlayışlara veya yorumlara indirgeyen, devletin bir Truva Atı olarak hem Türkî Cumhuriyetlerde hem de Türkiye’de kullandığı, “Türk Müslümanlığı” kavramı, bir Gülen/FETÖ icadıdır.

Fethullah Gülen, laiklik, sekülarizm, inanç, düşünce, fikir hürriyetini konuşmalarında birbirine karıştırmış; laikliği dini gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmıştır.  

Gülen, “Dinin politize edilmesi”, “Dinin siyasallaştırılması”ndan sürekli bahsetmiş; fakat bunun ne olduğunu bir türlü açıklamamıştır.  Millî Görüş hareketini,  “Dinî, siyasî çıkarlarına” alet etmekle itham etmiştir. Konuşmasında yol boyu,  “tahrik”, “uzlaşma”, “rejim tehlike altında” kavramlarını çok sık kullanmış ve  “Generallerin içtihadına, içtihatlarının masumluğuna ve yanlış bile olsa sevap kazanacaklarına” özel vurgu yaparak 28 Şubat Postmodern Darbesi’ne dinî bir meşruiyet giydirmeye çalışmıştır.

Aynı Gülen, Taksim Kadife Darbe Süreci’ne, hem konuşmaları ile hem de kadroları ile tam destek vermiş ve “dershaneler savaşından” sonra kadife darbe yönetiminin üçüncü halkasında çatı örgüt/taşeron örgüt olarak yer almıştır. Şer İttifakı tarafından 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nde Truva Atı olarak kullanılmış, onun üzerinden tüm dinî grup ve cemaatler yıpratılmıştır ve yıpratılmaya da devam edilmektedir.

SONUÇ: ON ÜÇ AMAÇ/HEDEF

Bugün hedefe konup saldırıya uğrayan Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak gibi hocaların ortak özelliği, konularına vâkıf olup belli bir duruş ortaya koymaları ve günlük hayatta İslâm’a aykırı olan ya da Müslümanlara zarar verecek konularla ilgili Kur’an ve Sünnet düzleminde fetva vermiş, görüş belirtmiş olmaları ve de toplumda da itibar görmeleridir.

Bu hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaşın amaçlarını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

Hocaları ve kanaat önderlerini yıpratmak, itibarsızlaştırmak, toplumdaki etkilerini kırmak,

Dindarları yıpratmak ve itibarsızlaştırmak,

Dinin kapsam alanını daraltmak, dini, tarihsel bir olgu olarak kabul ettirmek, dinin, günümüzün sorunlarına çare olamayacağı kanaatini oluşturmak,

Tarihselcilere ve Modernistlere fırsat vererek meşhur etmek,

Dinî camiaları bölerek çatıştırmak,

Dini grup ve cemaatleri itibarsızlaştırmak, tecrit etmek, yalnızlaştırmak ve bölüp dağıtmak,

Dinî tartışmalarla halkı bıktırmak ve dinden soğutmak,

Dini eğitim ve öğretime yönelimi engellemek, durdurmak hatta kaçırmak,

İslâmî anlaşılmaz kılmak ve darbe vurmak,

Müslüman camia içerisinde güven bunalımı meydana getirip bireyselliği öne çıkarmak,

Müslüman camiayı psikolojik savaşın dişlisi yaparak tahribatın genişlemesini ve derinleşmesini sağlamak,

Laikliğe felsefi bir zemin meydana getirebilmek için deizmi yaygınlaştırmak,

Toplumda gayrimemnun üreterek huzursuzluğu yaymak.

Bu sürece katkıda bulunmamak için medyada/sosyal medyada yer alan haberleri analiz etmeden, doğruluğunu araştırmadan olduğu gibi alıp kullanmak yanlıştır ve tehlikelidir.

Kaynaklar:

1- Halman, T., 15 Haziran 1987, Milliyet.

2- Korkud, R.,  Psikolojik Savunma, Kent Matbaa, Ankara, 1975, s: 90.

13 Nisan 2018 Cuma

Şer ittifakının (ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-AB) psikolojik savaş makinesinin dişlisi olmamak

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Şer İttifakı (ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-AB) tarafından Türkiye’de, dozajı gittikçe artan pis bir propaganda ve bir psikolojik harekât/savaş, yoğun bir şekilde medya/sosyal medya, internet ve fısıltı gazetesi üzerinden yürütülmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak, özel bir dikkat ve enerji harcamayı gerektirmektedir.

Bir tuzak kurulup genişletiliyor!

Bu tuzak, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir.

Unutulmaması gereken ana gerçek şudur: Tahrifat üzerine inşa edilen bu tür saldırılarda hedef, bir Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak veya Ahmet Ağırakça değildir; hedef, İslâm’dır, topyekûn Müslümanlardır ve özellikle dindarlardır.

Bu insanlar, sadece birer araç olarak kullanılmaktadır. Bizim ele aldığımız konular itibarıyla bu insanların bazı yazıları kesilip, kırpılıp anlam kaymasına uğratılıp medyada servis edilerek kamuoyunda olumsuzluklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Genelde insanlar, özelde dinî hassasiyeti olanlar, servis edilen metnin aslını araştırmadan doğru olup olmadığından emin olmadan şer ittifakı tarafından hedef seçilmiş olan hocaları eleştirmeye ve yargısız infaza başlamakta; böylelikle şer ittifakının istediği gerçekleşmekte, Müslüman camia bölünüp parçalanmaktadır.

Ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz edilmeden kullanılması, Şer İttifakı tarafından yürütülen psikolojik savaşa hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır.

O nedenle burada öncelikle Psikolojik savaş nedir, ne amaçla kullanılmaktadır konusu ana hatları ile ele alınıp değerlendirilecektir.

Ancak öncelikle geçen yazıda yaptığım bir hatayı düzeltmeliyim.

Geçen haftaki yazıda, Şamil İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Mürted” maddesinin yazarı olarak sadece Ömer Tellioğlu’nun ismi verilmiştir. Yazdığım yazının ham halinde, Şamil İslâm Ansiklopedisi’ndeki sıralamaya uygun olarak Eymen ed-Dimaşkî (ilk isim) ve Ömer Tellioğlu (ikinci isim) isimleri yer alırken; kısaltmalar yapılırken, Eymen ed-Dimaşkî ismi bir şekilde silinmiştir. Gazeteye gönderilen yazının, “kısa son şeklinde” Eymen ed-Dimaşkî ismi yer almamıştır. 

Sadece Ömer Tellioğlu’nun ismini yazdığımdan dolayı Ömer Tellioğlu kardeşimizden, Eymen ed-Dimaşkî’den ve okuyuculardan özür diliyor, helâllik istiyorum.

HOCALAR ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN SOSYO-PSİKOLOJİK SAVAŞ YAZI SERİSİNDEKİ TEMEL KRİTER VE AMAÇ

Hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaş yazı serisi, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nin sosyolojik savaş boyutunun devam ettiği öngörülerek hazırlanmıştır.

Bu yazı serisi, ismi geçen ya da geçecek olan hocaları desteklemek ya da yermek amacıyla yazılmamaktadır. Yazan ve konuşan hocalarımız, ya “yazdıklarının ve konuştuklarının arkasında duracaklar” veya “yanlış yaptık” deyip ”özür dileyeceklerdir”.

Olayları ele alıp değerlendirirken, yorumlarken Hz. Davut’la ilgili “iki davacı kardeş kıssasını” referans almaktayız (38 Sad 21-26). Hz. Davut, sadece tek koyun sahibini dinlemiş; 99 koyun sahibini dinlemeden karar vermiştir (38 Sad 24).

Davalıyı dinleyip de davacıyı dinlemeden karar veren Hz. Davut, Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmış, insanlar arasında hak ile hükmetmesi istenmiştir:

“Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azab vardır”(38 Sad 26).

Hz. Davut’a yapılan uyarıda, konumuz açısından en can alıcı nokta, hak ve adaletin tüm insanlar için geçerli olduğudur. Bu insanlar, hangi dinden, hangi mezhepten, hangi partiden, hangi tarikattan, hangi cemaatten, hangi vakıf ya da STK’dan olursa olsun fark etmez; mutlaka hak ve adaletin gereği yapılmalıdır.

Bu yazı serisinde şu noktalar sorgulanmaya çalışılmıştır:

Bazı medya tarafından sunulan bu yazılar/konuşmalar, gerçekten ismi geçen hocalara mı aittir?
Bu yazı/ya da konuşmalar, aslına uygun olarak verilmiş midir?
3.- Bunlar, aslına uygun bir şekilde verilmemiş ise asılları nasıldır?

4.- Hocaların konuşmaları/yazıları, tahrif edilerek verilmiş ise bundaki amaç nedir?

Bunun sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi ya da “İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi” ile bir ilgisi alâkası var mıdır? Şer İttifakının stratejisinde nereye tekabül edebilir? Ya da Şer ittifakı bundan nasıl yararlanmak isteyebilir?
Okuyucunun bu yazı serisini bu çerçevede değerlendirmesinde fayda vardır.

 PSİKOLOJİK SAVAŞ NEDİR?

Psikolojik savaş, değer sistemleri, ülkeler, milletler arasındaki mücadelede kullanılan bir mücadele şeklidir. İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren kullanılmış olmasına rağmen, sistemleştirilmesi, çok etkin hale gelmesi, 20. asırda olmuştur.

Psikolojik savaş, “Askerî silah ve askerî harekât dışında mütalâa edilebilecek olan bütün araçların ve eylem şekillerinin kullanılmasıyla yürütülen bir savaş şekli”(1) olarak tanımlanmaktadır.

Psikolojik savaş, zihinler arası bir savaş olup, zihin, taktik hedef olarak gösterilmektedir. Amaç, zihinleri, yıpratarak insanların karar verme mekanizmasını dumûra uğratmaktır. Psikolojik savaşın hedefi, karar verici merkezlere veya güçlere karşı, bir ülke halkının veya bir grubun direncini kırmak; onu, kaosa sürükleyerek kararsızlığa itmek, sonuçta suçlu psikolojisine sokarak teslim olmasını sağlamaktır. Suçlu olduğunu kabullenen fert, grup veya toplumun, yeniden eğitilerek mevcut otoriteye itaatinin sağlanması temel hedeftir. Bu savaşta muhataplar, suçlanarak hareket edemez hale getirilir, teslim alınır ve eğitilerek sisteme, otoriteye bağlı hale getirilir.

PSİKOLOJİK SAVAŞ, İHTİLAFLAR ÇIKARMA VE AYIRMA TAKTİKLERİ

Psikolojik savaşın başarılı yürütülebilmesinin en temel unsurlarından biri; savaşı yürüten merkezin, psikolojik savaş açacağı grup, cemaat veya topluma, değişik teşkilât, yapı veya fertler aracılığıyla sızmasıdır. Sızma işlemi, yıllar öncesinden başlar; hedefteki şahıs veya örgüt, istenen konuma getirilinceye kadar, sabırla beklenir: Gülen Hareketi örneği.

Psikolojik savaşı yürüten merkez, örümcek gibi ağlarını örer, ilmikler, düğümler atar. Mekanizma tamamlandıktan sonra, gerçek dava sahiplerinin hem önünü kesmek hem de yıpratmak için bu sahte örgütlere ve şahıslara, “dolambaçlı harp taktiği” uygulayarak saldırmaya başlar. Böylelikle yavaş yavaş meşhur edilirler. Öngörülen amaç gerçekleştiği andan itibaren yoğun bir saldırı başlatılarak, bu işbirlikçi teşkilât/cemaat içinde ihtilaflar meydana getirilerek bölme, parçalama ve yok etme işlemi gerçekleştirilmek istenir.

Bu operasyonlarla, bazen arzu edilen şahıs liderliğe yükseltilebilir. Bazen de, kamuoyunda arzu edilen stratejik hedef ele geçirilmiş ise, hiçbir şey yokmuş gibi suskunluk tercih edilir ve işler bir başka bahara ertelenir. Bazen kullanılan şahıs veya örgütler, kullanan irade için tehlike arz etmeye başlamışsa ya da daha büyük bir hedefin elde edilmesinde faydası olacaksa, kızağa çekilmeleri, ortadan kaldırılmaları, temizlenmeleri de söz konusu olabilir. 

Size rağmen, sizin adınıza, sizi yok etmek için, örgüt kurmak ve örgütlemek, psikolojik savaşın mantığıdır. Türkiye’de, 28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde Ali Kalkancı ve Acizmendiler operasyonlarında; PKK’nın, Ergenekon’un ve FETÖ’nün yapısında bu fotoğraf, çok daha iyi bir şekilde görülebilmektedir.

PSİKOLOJİK SAVAŞ, DİPLOMASI VE ASKERİ MÜCADELE

Psikolojik savaş, tek başına bir işe yaramaz; genel olarak, diplomatik ve askeri faaliyetlerle birlikte kullanılır(1).

 Türkiye’de her ihtilalden önce yoğun bir psikolojik savaş ortamı yaşanması, yığınla cinayet işlenmesi, sabotaj ve bombalanma eylemlerinin olması, kitle hareketlerinin yoğunluk kazanması, bu anlayışın ürünüdür. “Halk, rahat duruyorsa mesele yoktur, kıpırdamaya başladı ise aldatılmayı hak etti demektir...” (3). “Halk bu operasyonlarla ıslah edilir, uysallaştırılır ve sindirilir.”(4).

Psikolojik savaşta, “aşırı hırs”, “asilik”, “şımarıklık”, “korku duygusu” çok kullanılan temel yardımcı eğilimlerdir. Bu eğilimler kullanılarak örgütlenme, cephe hareketi ve yıpratma hareketi yürütülür. Psikolojik savaşta, açık, gizli, yarı gizli olacak şekilde propaganda yapılır. Psikolojik savaş, hemen hemen bulanık propaganda ağırlıklıdır; kaynağı açık değildir. “belgeler var”, “iddialar var”, “duyumlar var” “halk arasında söylentiler var” şeklindeki değerlendirmeler, psikolojik savaşta çok sık kullanılan ifadelerdir.

ABD’nin 2006 yılında benimsediği ve servise soktuğu ‘akıllı güç stratejisi’ ve ‘model ortaklık’ tezleri, Komünist lider Kruşcev’in ‘Barış içinde birlikte yaşama’ politikasının, farklı ifade edilmiş şeklinden başka bir şey değildi. Sonuç, İslâm coğrafyasının kan gölüne dönmesi olmuştur.

PSİKOLOJİK SAVAŞTA KAVRAM YOZLAŞTIRILMASI

Psikolojik savaş, muhatabın zihni üzerine yoğunlaşmış, iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve teslim almaya dönük bir savaş olarak, muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve mevcut sisteme kazandırılmasını hedefler. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden şahısların yıpratılması önceliklidir. Bu amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce sistemindeki temel kavramların anlamları çarpıtılır(4).

Kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi, çarpıtılması değişik şekillerde yapılabilir. Birincisi; kavramlar, özel sıfatlarla nitelendirilerek korkutucu, ürkütücü bir görüntüye sokulur. İslâm’a “ortaçağ düşüncesi”, “çöl kanunu”, “gerici düşünce”, “çağdışı düşünce”, “irtica” ; Müslümanlara, “gerici”, “yobaz”, “çağdışı”, “bedevi”, “din sömürücüsü hoca”, “büyücü hoca”, “cinci hoca” denmesinin sebebi budur. Kavramların içinde aşağılama ve suçlu ilân etme ifadeleri bulunur.

Ancak mevcut sistemin kirlenmesi, toplumun maddi ve özellikle manevi ihtiyaçlarına cevap verememesi; halkın İslâm’a daha istekli, daha şuurlu bir şekilde yönelmesine neden olur. İşte böyle dönemlerde, önceden toptan reddedip, karalanan kavramlara, başka anlamlar verilerek sahip çıkmaya başlanır. Bu da, kavramları yozlaştırmanın ikinci şeklidir: “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar.”(5 Maide 13).

İşte böyle dönemlerde psikolojik savaş uzmanları, “Biz de Müslüman’ız”(!) “Herkes Müslüman”(!) deyip müminlere, “radikaller/fundamentalistler” diyerek saldırı başlatırlar.

Bu tavırlarıyla, kendi düşünce ve değer sistemini koruyarak, İslâm’ın üzerine yeni bir elbise giydirmek isterler. Allah’ın helâl dediğine haram, haram dediğine helâl diyerek “Yeni Müslümanlığı”(!) inşa etmeye çalışırlar (9 Tevbe 31). Hz. Peygamber’in, Tevbe 31 ile ilgili “Onların rahipleri ve bilginleri, helâli haram, haramı da helâl kılıyor, halk da onlara uyuyordu. İşte halkın din adamlarına ve bilginlerine ibadeti budur.”(5) demiş olmasının sebebi budur.

Allah, Kur’an-ı Kerim’de, “Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2 Bakara 42) diyerek müminleri, bu tehlikeye karşı uyarmaktadır.

SONUÇ: MÜSLÜMANLAR ŞER GÜÇLERİN PSİKOLOJİK SAVAŞINA KARŞI DUYARLI OLMALIDIR

Psikolojik savaş kesintisiz bir mücadele şekli olup, günümüzde ileri teknoloji kullanılarak (TV, internet, sosyal medya vb.) yürütülmektedir. Toplum, yoğun bir bilgi bombardımanına tâbi tutulmaktadır. Genel olarak topluma sunulan 100 bilgiden 99’u doğru, bir tanesi yanlıştır. 99 doğru bilgi, yanlış olan tek bilginin, toplum tarafından ya da muhataplar tarafından doğru kabul edilip kullanılması için sunulmaktadır. O nedenle Müslümanlar, 21. asır Haçlı Seferleri’nde kullanılan, yüksek dozajlı psikolojik savaşa karşı çok duyarlı olmalıdırlar (3 Ali Imran 118-120; 4 Nisa 83).

Unutmayalım;

“Batıl, her zaman batıldır; asıl tehlike; onun hak suretinde görünmesindedir.”  Bâki

Kaynaklar

Korkut, R., Psikolojik Savunma, Ankara (1975) s.2-5

Megret, M., Psikolojik Savaş, Varlık Yayınları, İstanbul(1972), s.103

Chomsky, N, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul,(1991) s.22-23.

Can, B., “Halkı Sindirme Operasyonları”, Umran, İstanbul 1996.

Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Düşünce Yay., İst., 1979,s.23

6 Nisan 2018 Cuma

Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaş-4: PROF. DR. AHMET AĞIRAKÇA’YI LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN ANLAMI NEDİR?

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak hocalardan sonra şimdi de, bir başka hoca Ahmet Ağırakça aynı metotla linç edilmek isteniyor.

Unutulmaması gereken ana gerçek şudur: Tahrifat üzerine inşa edilen bu tür saldırılarda hedef, bir Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak veya Ahmet Ağırakça değildir; hedef, İslam’dır, topyekûn Müslümanlardır ve özellikle dindarlardır.

Bu yazıda, Ahmet Ağırakça Hocaya kurulan kumpası ele alıp değerlendireceğiz.

CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ DR. ALİ ŞEKER’İN, MARDİN ARTUKLU ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. AHMET AĞIRAKÇA İLE İLGİLİ VERDİĞİ SORU ÖNERGESİ

İstanbul milletvekili Dr. Ali Şeker, Artuklu Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Ahmet Ağırakça ile ilgili medyada değişik zamanlarda yer alan iddia ve suçlamaları esas alarak Başbakan Binali Yıldırım’a Meclis’te şu soru önergesini (medyada yer aldığı şekliyle) yöneltmiştir:

“Prof. Dr. Ahmet Ağırakça›nın genel yönetim ve ilmi redaksiyonunu yaparak yayına hazırladığı Şamil Yayıncılık tarafından yayınlanan 6 ciltlik Şamil İslâm Ansiklopedisi’nde yer alan “mürted” maddesinde, “Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hıristiyanlık, komünizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak” olarak ifade edilmekte, maddenin devamında ise “Mürted’in cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektedir” denilmektedir.

Şamil İslâm Ansiklopedisi’nin nüşûz maddesinde erkeğin cinsel isteklerine itaat etmeme durumu ile Allah›a isyan etme aynı kefeye konularak «erkeğin isteğini yerine getirmeyen kadın Allah›a isyan etmiş sayılır» denmektedir.

“Sayın Başbakan’a soruyorum sizce de öyle midir?”

“Komünizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi vb. düzenleri savunmak kâfirlik olarak tanımlanmakta ve tıpkı IŞİD zihniyeti gibi cezaları ölümdür denmektedir. Hem bu ifadelerin, hem de kadına bakışın IŞİD zihniyetinden bir farkı yoktur. Bu zihniyete gençlerimizi ve üniversiteleri neden teslim ediyorsunuz?”

“Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı Cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir. Melekler sarıklı olarak Cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılınarak dua ederler” ve “Sarıklı kılınan iki rekât, sarıksız 70 rekâttan daha hayırlıdır. Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır.”

“İktidarınız döneminde laik, demokratik, bilimsel eğitim yuvaları olması gereken üniversitelerde tüzel kişiliğin temsilcisi olarak görev yaparken hem bir din âlimi hem de bir siyasi temsilci gibi davranan rektörler hakkında yapılmış herhangi bir idari işlem var mıdır? Bir bilim insanına yakışmayacak tarzda açıklamalarıyla açıkça tarafsızlığını yitirdiğini gösteren Prof. Dr. Ahmet Ağırakça hakkında herhangi bir idari işlem yapılmış mıdır? Rektör Ağırakça’nın ifade ettiği şekliyle sarıklı kılınan namazın sarıksız kılınan namaza göre oransal olarak daha yukarıda olması durumu hangi ilmi çalışmalar neticesinde tespit edilmiştir?”

“Ben (Artuklu Üniversitesi Rektörü) genel başkanımızın Mardin temsilcisiyim. Yeni dönemde Sayın Genel Başkanımız, Cumhurbaşkanımız bunların hepsini atacak. Zaten kendisi de açıkladı. Metal yorgunluğu var” demiştir.

“Laik, bilimsel ve çağdaş eğitimle adını duyurması gereken Artuklu Üniversitesi’nin tüzel kişiliğini temsil eden ve tarafsız bir eğitimci olması gereken Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Ağırakça yapmış olduğu siyasi paylaşımları ile sıklıkla ulusal basının ve kamuoyunun gündemine gelmektedir. Söz konusu şahıs rektörden ziyade il başkanı gibi hareket etmektedir. Niyeyse iktidarı eleştiren sivil toplum kuruluşları ve meslek örgütleri her sesini çıkardıklarında siyaset yapacaklarsa siyasete doğrudan girmekle itham edilip, gözaltı ve KHK sopasıyla susturulurken bilim adamı değil de iktidarın emir eri gibi çalışan bu kişilere karşı iktidarın gözleri görmez, kulakları duymaz oluyor. Üniversitenin gelişimi ve ilerlemesi için zaman harcaması gereken kişiler de üstlerine vazife olmayan her konuda açıklamaya yapmayı bu yüzden kendilerine hak görüyor.”

- … Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, Sayın Erdoğan’ın tarif ettiği kapsamda bir rektör müdür? Öyleyse görevden almayı düşünüyor musunuz?”(1,2)

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça ile ilgili iddialar

Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Ağırakça ile ilgili değişik zamanlarda medyada ve/veya “soru önergesinde”, yer alan iddia ve suçlamaları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1-Şamil Ansiklopedisi’nin Mürted maddesinden dolayı Ahmet Ağırakça suç işlemiştir.

2- Şamil Ansiklopedisi’nin Nüşûz maddesinde Ahmet Ağırakça kadınlara hakaret etmekte, ayırımcılık yapmaktadır.

3- Ağırakça, sarıkla kılınan namazla ilgili söylediklerinin ilmi dayanağı nedir?

4- Ağırakça: “Rektör ve akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur, sayın rektör arkadaşlarıma arz ederim.” “Akademisyenlere kep değil sarık yakışır.”(3)

5- Ağırakça, AK Parti Genel Başkanı’nın “Mardin temsilcisi” olduğunu söylemekle siyasallaşmıştır. Bu denli siyasallaşan biri, rektörlük yapamaz(4,5).

Ağırakça ile ilgili yukarıda verilen iddia ve suçlamalarından konumuz itibarıyla bizi ilgilendiren 1’den 3’e kadar olan maddelerdir. 4. maddede yer alan “kep yerine sarık” meselesi, Batı’dan, kiliseden alınan kep yerine kendi kültür ve medeniyetimizin bir ürünü olan sarığı tercih edip dayatması değil, önermesi en doğal hakkıdır.

Beşinci madde siyasi boyut olup hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaşla ilgili çerçevenin kapsamı dışındadır. Bununla beraber siyasi olan bu ve benzeri ifadeler, rektörlük dönemindeki Ahmet Ağırakça Hocaya aitse çok yanlış yapmıştır. Rektörlerin bu denli, particilik anlamında, siyasete bulaşması tehlikelidir. Yıllarca üniversitelerin ve bürokrasinin siyasallaşmasına, yöneticilerin bir parti mensubu gibi davranmasının yanlış olduğuna vurgu yaptık ve bu anlayışa karşı mücadele ettik. Kendisi de böyle bir yaklaşımın mağdurları arasındadır. Ayrıca bu tür yaklaşımların, “genel başkanım dediği” (eğer demiş ise) Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yıprattığını da unutmamalıdır. Bunlar, Ahmet Hocanın rektörlük dönemine ilişkin sözler ise yanlış yaptığını beyan edip özür dilemesi yararlı olur ve gerekir. Hatalar karşısında özür dilemek, yanlış yaptığını söylemek, bir erdemdir.

Dolayısıyla bizim üzerinde durmamız gereken, Ağırakça tarafından yazıldığı iddia edilen murted, nüşûz ve sarıkla ilgili maddeler ve söylediği iddia edilen sözlerdir.

Bu noktada sorgulamamız gereken noktalar şunlardır:

1-Medya tarafından sunulan ve iddia edilen bu maddeler gerçekten Ahmet Ağırakça tarafından mı yazılmıştır?

2-Bu maddeler, ansiklopedideki aslına uygun olarak verilmiş midir?

3-Bu maddeler aslına uygun bir şekilde verilmemiş ise bu maddelerin Şamil İslâm Ansiklopedisi’ndeki asılları nasıldır?

Bu üç maddenin ele alınıp tartışılması, bu yazının amaçları kapsamındadır. Ancak, CHP İstanbul Milletvekili Dr. Ali Şeker’in Meclis’te verdiği soru önergesi üzerine Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça’nın yaptığı kamuoyu açıklaması ve mahkemeye başvuracağını beyan etmesi, ele almak istediğimiz tartışmayı, ayrı bir boyuta taşımıştır. Çünkü Ahmet Hoca, ansiklopedideki mürted, nüşuz ve sarıkla ilgili maddeleri, kendisinin yazmadığını ifade etmektedir.

PROF. DR. AHMET AĞIRAKÇA’NIN KAMUOYU AÇIKLAMASI

Ahmet Hoca yaptığı kamuoyu açıklamasında kendisine atfedilen bilgilerin hiçbirisinin kendisi ile alâkası olmadığını söylemektedir. Ahmet Hocanın yaptığı kamuoyu açıklamasının tam metni aşağıda verilmektedir:

“Son günlerde şahsımla ilgili basın ve sosyal medyada çıkan gerçek dışı, karalama amaçlı, suçlayıcı, kurgusal haber ve yorumları büyük bir şaşkınlık ve ibret ile izliyorum.

28 Şubat zihniyetinin refleksleriyle yaklaşım gösterenlerin her hâlükârda mahcup ve mağlup olmaları kaçınılmazdır. Buna rağmen, özellikle siyasal iktidara talip bir ana muhalefet partisi mensubu milletvekilleri ve Genel Başkanlarının araştırma ve inceleme zahmetinde bulunmadan bu saptırmaların maşalığına soyunmalarını hayretler içinde müşahede etmekteyim. Yazımı 30 yıllık evveliyata dayanan bir ansiklopedide yer alan bazı maddelere ait bilgilerin kırpılarak gündeme getirilmesi ve adeta cımbızlanarak kamuoyuna ahlaksızca sunulması vicdani sorumluluktan fersah fersah uzak kalmaktadır. Yüzlerce yazar tarafından kaleme alınmış ve binlerce maddeden oluşan bu yayında “Çamur at izi kalsın” yaklaşımından hareketle aslı astarı olmayan çirkin savlarla şahsıma isnat edilerek servis edilen demokrasi, kadın ve sarığa dair bilgilerin hiçbirisi bana ait değildir.

Basın etik ilkelerini çiğneyerek kirli odaklara kalemşörlük yapan şahısların iyi niyetten uzak kalemleriyle yazdıkları bu asılsız iftiraları bilerek sosyal medyada dolaşıma koyup sahiplenmeleri vicdan ve ahlâk açığının aleni bir göstergesidir.

Akademik temellendirmeden tamamen uzak bir üslupla şahsımı hedefleyerek, yıllar önce yayınlanmış bir ansiklopedide yer alan ve kesinlikle bana ait olmayan bilgileri manipülatif çerçeveye oturtarak yıllardır ulaşamadıkları iktidar hırslarını kara çalarak beslemeye çalışanları şiddetle kınıyor ve vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.”(6,7)

SONUÇ: SOSYO-PSİKOLOJİK SAVAŞIN AMACI

Ahmet Ağırakça’nın yaptığı bu açıklamadan sonra, tarafımızdan tahkik edilmesi gereken, gerek medyada ve gerekse Ali Şeker’in soru önergesinde yer verilen suçlamaların, orijinal metinlere uygun olup olmadığı değil; Hocanın iddia ettiği gibi suçlamaya konu olan mürted, nüşuz ve sarık gibi ansiklopedideki maddelerin kendisine ait olup olmadığıdır.

Şamil İslâm Ansiklopedisi’nin giriş kısmında önsöz başlıklı yazının altında “yazım ve maddelerle ilgili açıklamalar” kısmında; “Her maddenin sonunda müellif ismini özellikle belirtmeyi tercih ettik.” denmektedir.

Bu kısmın altında projede görev alanların konumları belirtilmektedir: Genel Yönetim ve İlmî Redaksiyon: Doç. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA, Editör: Duran KÖMÜRCÜ, İlmî Danışman: M. Beşir ERYARSOY, İlmî Redaksiyon ve İnceleme Kurulu: Doç. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA, Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN, Ömer TELLİOĞLU, Dil ve İmlâ Danışmanı - Teknik Redaksiyon: Dr. Muhammed Nur DOĞAN, Yazar Kadrosu: 84 kişinin ismi verilmektedir.

Şamil İslâm Ansiklopedisi’ne ulaşma imkânı olmadığını varsaysak, internet ortamında, “Şamil İslâm Ansiklopedisi” dediğinizde birçok sitede bu bilgilere ulaşma imkânı vardır(8).

Ansiklopedi elinizde varsa, Mürted maddesinin, Ömer TELLİOĞLU tarafından, Nüşuz maddesinin, Hamdi DÖNDÜREN tarafından, Sarık maddesinin ise Akif KÖTEN tarafından yazılmış olduğunu hemen görebilirsiniz. Ansiklopedi elinizde yoksa internet ortamında bu maddelerin kapsamını ve kimler tarafından yazıldığını hemen bulabilirsiniz(9-11).

Böyle geniş bir heyet tarafından yazılan kitap ya da ansiklopedilerde yazılanların sorumluluğu, kural olarak maddeleri yazanlara aittir.

Ahmet Ağırakça’yı suçlayanların özellikle soru önergesi veren CHP Milletvekili Dr. Ali Şeker’in ciddi bir araştırma yapması, Şamil İslâm Ansiklopedisi’ne bir şekilde ulaşıp medyada yer alan iddiaların doğru olup olmadığını araştırması gerekmez miydi?

Ciddi bir araştırma yapmadan soru önergesi vermesinde, eğer kendisi birileri tarafından tuzağa düşürülmek istenmedi ise, amaç nedir?

Bir insanı, yapmadığı bir işten dolayı yapmış gibi gösterip linç etmeye kalkmanın anlamı nedir?

CHP Milletvekili Ali Şeker’in bu tavrı, Genel Başkanı’nın Ankara’dan İstanbul’a yapmış olduğu “Adalet yürüyüşündeki” amaca uygun mudur? Yoksa adalet anlayışı kişiye bağlı olarak mı değişmektedir?

Medya ve sosyal medyada yazıp çizenler, birbirinden alıntı yapıp yalan ve yanlışları yaygınlaştıranlar, o çok karşı çıkıp eleştirdikleri sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’ni yapanlara hizmet etmiş olmuyorlar mı? Onların satranç tahtasında, hangi taş olarak yer almaktadırlar? Farkındalar mı?

Bugün yürütülen ve her geçen gün yoğunlaştırılan sosyo-psikolojik savaşta, şimdilik, öne çıkan dört amaç vardır:

Birinci amaç, dini ve dindarı, genel olarak halkın, özel olarak gençlerin, daha da özel olarak kadınların gözünde itibarsızlaştırmaktır. Kadın ve çocuklar, bu psikolojik harekâtın, hem malzemesi hem de hedefidir.

İkinci amaç, genelde toplumun tüm katmanları arasında, özelde dini cemaat ve gruplar arasında güvensizliği yaymak, fitne ve fesat tohumlarını ekmek, her türlü dayanışmayı yıkmak ve gayrimemnun sayısını artırmaktır.

Üçüncü amaç, laik, seküler ve kavmiyetçiliği ağır basan bir milliyetçiliği referans almış olan kapitalist bir sistemi, Müslümanlara benimsetmektir.

Dördüncü amaç, Türk ve Kürt kavmiyetçiliğini yaygınlaştırmak, derinleştirmek ve Türk-Kürt Fay Hattında yüksek gerilim meydana getirip çatıştırmaktır.

Hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaş, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişiminden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir. Sürecin devamı vardır ve gelecektir.

Bu nedenle başta cemaatler, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri, akademisyenler, özellikle ilahiyatçı akademisyenler, siyasiler olmak üzere milletimizin bu oyuna gelmemesi tarihi bir zorunluluktur.

Henüz Vakit Varken! Yarın Çok Geç Olabilir!

KAYNAKLAR

1-28 Mart 2018; www.gercekgundem.com/siyaset/7193/chpden-o-rektor-hakkinda-soru-onerges

2- ODA TV 27 Mart 2018; https://odatv.com/demokrasi-isteyen-kâfirdir-tevbe-etmezse-oldurulmelidir-27031856.html

3- ODA TV 20.03.2018; https://odatv.com/bize-kep-degil-sarik-uygun-20031801.html

4- ODA TV 10.08.2017; https://odatv.com/bir-rektor-digeri-vakif-baskani-akp-icin-kavga-etti-1008171200.html

5-9.08.2017, https://www.birgun.net

6-28.03.2018 Rektör Ağırakça’dan açıklama geldi: Demokrasi, kadın ve sarığa dair ...

https://www.cnnturk.com › Türkiye

7-28.03.2018 -Rektör Ağırakça: Demokrasi, kadın ve sarığa dair bilgilerin hiçbirisi ...

www.hurriyet.com.tr › Yerel Haberler › Mardin

8-http://www.goncakitap.com.tr/samil-İslâm-ansiklopedisi-6-cilt-pmu321;

www.samilyayincilik.com.tr/yazar_samil-İslâm-ansiklopedisi-yazar-heyeti_24.html;

9-https://www.muhabbetullah.com/ansiklopedi/53-6.htm

10-https://www.muhabbetullah.com/ansiklopedi/65.htm

11-https://www.muhabbetullah.com/ansiklopedi/40-5.htm

1 Nisan 2018 Pazar

HOCALAR ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN SOSYO-PSİKOLOJİK SAVAŞIN AMACI VE HEDEFİ NEDİR?

 (Umran Dergisi Nisan 2018 Yazısıdır)


                                                                                          “Göz odur ki, dağın arkasını göre,

                                                                                          Akıl odur ki, başa geleceği bile.”

Türkiye’de şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) desteği ile icra edilen tüm darbe ve verilmiş muhtıralarda darbenin beyin takımının (iç ve dış beyin) 1- Darbe öncesi plânlama, 2- Darbenin icrası, 3- Darbe sonrasının darbenin amaçlarına göre formatlanması, şekillendirilmesi, yönlendirilmesi olmak üzere üç aşamalı bir planlama yaptığını söyleyebiliriz. Türkiye’de darbe sonrası gelen iktidarlar bu süreçleri, iyi analiz etmedikleri, edemedikleri ya da çaresiz kaldıkları için bir müddet sonra kendileri darbenin muhatabı olmuşlardır.

Şer İttifakı tarafından başlatılan Taksim (Gezi Parkı) Üçüncü Nesil Kadife Darbe sürecinin amacı, öncelikle şiddet kullanmadan siyasi iktidarı düşürmek, sonra Türkiye’yi eyalet sistemine geçirterek zihnen bölmek ve nihayetinde fiziksel olarak bölmekti. “Arap Baharı” olarak isimlendirilen İkinci Nesil Kadife Darbeler zincirinin bugün geldiği nokta, bu tespitimizi doğrulamaktadır.

Türkiye’de Taksim kadife darbe sürecinin dershaneler aşamasından sonra Gülen hareketinin taşeron örgüt olarak kullanılması, Türkiye’deki İslâmî camianın bölünmesine ve çok sert bir iç mücadelenin başlatılmasına sebebiyet vermiştir.  Özellikle sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe girişiminde FETÖ’nün, NATO tarafından taşeron örgüt olarak kullanılması ile Türkiye’deki Müslüman camia arasında çok ciddi bir zihinsel sarsıntı  yaşanmıştır/yaşanmaktadır da.

Sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe girişiminin ana hedefi, İslâm dininin halk, özellikle gençler üzerindeki etkisini kırmaktır. Dahası zayıflatmak, yayılmasını engellemek, dini hassasiyeti yüksek olan camia ve yapılara karşı büyük bir alerji, şüphe ve hatta düşmanlığın oluşmasını sağlamak, insanların birbirine olan güvenini yıkarak her türlü dayanışmayı engellemek, toplumu yığın haline çevirmekti. Bu hedef, belli boyutları ile gerçekleşmiştir ve süreç devam etmektedir.

15 Temmuz ihanet hareketinin hemen ardından birkaç ay içerisinde “En iyi cemaat, cami cemaatidir.” sloganıyla başlatılan psikolojik harekât, “Pelikancıların”, “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Partiden atılsın kampanyası” ve buna siyasetin sessiz kalması ile sosyolojik savaş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. Mehmet Görmez, İhsan Şenocak ve Nurettin Yıldız gibi hocalar üzerinden dine ve dindara karşı başlatılan psikolojik harekât, bu sürecin bir devamıdır.

Dine ve dindarlara karşı güvensizlik inşa etme, dinî hassasiyeti olan kesimleri yıpratma, birbiri ile savaştırma ve gayrimemnun sayısını artırarak yeni fay hatları inşa etme sürecine, son hafta bir kişi daha eklenmiştir(eklemelerin devam ettirileceği kanaatindeyim): Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça. CHP İstanbul Milletvekili Dr. Ali Şeker tarafından Başbakan Yıldırım’a, Ağırakça’nın 2000 yılında Şamil İslâm Ansiklopedisindeki yazılarından dolayı soru yöneltilmiş ve ardından medya ve sosyal medya üzerinden yıpratma kampanyası başlatılmıştır.

Bir tuzak kurulup genişletiliyor! Bu tuzak, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişiminden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir.  Hedef, Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak ve Ahmet Ağırakça değildir. Hedef, topyekûn İslâm’dır, dindarlardır ve Türkiye’dir.  Bu yazıda Hocalar üzerinden açılan psikolojik harekâtın amacı, hedefleri ve dinî hassasiyeti olan tüm yapıları bekleyen tehlikelerin neler olabileceği konusu ele alınıp değerlendirilecek ve bu sürecin, “2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleri” ile ilişkisi olup olmadığı tartışılacaktır.

2019 Cumhurbaşkanlığı Kadife Darbe Sürecinde Gelinen Aşamalar

Taksim Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimleri göz önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran Genel Seçimleri ile birlikte AK Partinin tek başına iktidar olması engellenerek Kadife Darbe birinci hedefine ulaşmıştı. Mahalli seçimler sürecinde Güneydoğu’daki Bazı HDP’li Belediye başkanlarının sürekli olarak “özerklik”  ve “Bölge petrolünden pay” istemiş olmaları, “PKK’nın Kır Gerillasından Şehir Gerillası” aşamasına geçerek “hendek savaşları” için “alt yapı hazırlaması”, “güvenlik kontrolü yapması”, “haraç toplaması”, Kadife Darbenin ikinci amacı ile ilgili eylemlerdi. Ne yazık ki siyasi iktidar, bu tehlikeyi göremedi ve “çözüm süreci” hatırına bunlara sessiz kaldı.[1]

Şer İttifakı tarafından başlatılan Taksim kadife darbe sürecinin farklı dönemlerini aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:

  •  1. Dönem: Oslo görüşmesinin deşifre edilmesinden 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar kadife darbe dönemi. 
  •  2. Dönem: 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015 Seçimlerine kadar PKK’nın sosyolojik savaş amaçlı terör dönemi.
  • 3. Dönem: 1 Kasım 2015 seçimlerinden 15 Temmuz 2016 sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişimine kadar olan güvenlik güçlerinin terörle savaş dönemi.
  • 4. Dönem: 15 Temmuz 2016 sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişiminden 16 Nisan 2017 referandumuna kadar Gülen şantaj ve terör örgütünün tasfiye dönemi.
  • 5. Dönem: Rıza Zarraf’ın ABD’ye Götürülüp 16 Mart 2016’da tutuklanmasından 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar olacak olan yeni kadife darbe dönemi (2019 Cumhurbaşkanlığı Kadife Darbe Süreci).

2019 Cumhurbaşkanlığı kadife darbe sürecinin şu ana kadarki safhalarının/aşamalarının kademelerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

  • Birinci Aşama/Hazırlık Aşaması: İki evre ihtiva etmektedir:
  • Birinci Evre: Rıza Zarraf’ın ABD’ye Götürülüp 16 Mart 2016’da Tutuklanması,
  • İkinci Evre: Can Dündar’ın MİT TIR’larından dolayı tutuklanması ve akademisyenler bildirisi yayınlanması,
  • İkinci Aşama: Darbe girişiminin bastırılması ile sivil, askeri bürokraside ve iş dünyasında geniş çaplı operasyonların başlatılması ile Sünni halk içerisinde gayrimemnun sayısının artırılması.
  • Üçüncü Aşama: Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı, Mehmet Hakan Atilla’nın ABD’de 27 Mart 2017’de tutuklanması
  • Dördüncü Aşama: 16 Nisan 2017 Referandumu
  • Birinci Evre: Referandum sonuçlarına itiraz kampanyası,
  • İkinci Evre: “Tek Adam” söylemi ile “diktatör inşa etme süreci”,
  • Üçüncü Evre: Pelikancıların, Mavi Marmaracılara ve İslâmcılara savaş açması, siyasetin sessiz kalması,
  • Dördüncü Evre: Mustafa Kemal, annesi, hanımı ve evlatlığı ile ilgili açılan çirkin kampanya, Mustafa Kemal’in heykellerine yapılan saldırılar,
  • Beşinci Evre: Pelikancıların ve İhlas Grubunun Kutlu Doğum Haftası üzerinden Diyanet Başkanlığına açtıkları savaş sonucu Diyanet İşleri Başkan Mehmet Görmez ve Yardımcısının görevden ayrılması,
  • Beşinci Aşama: ABD New York Güney Bölge Mahkemesinin Halk Bankasının eski yöneticileri ve bir bakan hakkında tutuklama kararı vermesi,
  • Altıncı Aşama: AK Parti-MHP İttifakı, Türkiye’nin Kuzey Irak Referandumuna karşı çıkması ve Afrin Operasyonu ile “Türkiye, Kürt halkına karşı savaşıyor.” Psikolojik harekâtının başlatılması ve zaten var olan Türk- Kürt fay hattına enerji yüklenmeye çalışılması,
  • Yedinci Aşama: Dine ve dindara karşı güvensizlik inşa etme, dini hassasiyeti olan kesimleri yıpratma, birbiri ile savaştırma ve gayri memnun sayısını artırarak yeni fay hatları inşa etme:

1-Darbe Girişimi sonrası açılmış olan “En iyi cemaat cami cemaatidir” ve “Laiklik en iyidir” kampanyasının sürdürülmesi,

2- Ensar Vakfı merkeze alınarak tüm vakıfları yıpratma kampanyasının devam ettirilmesi,

3-“Mavi Marmara Manyakları” ve “İslâmcılar AK Partiden atılsın” kampanyası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Biz tekkeye mürit aramıyoruz” ifadesi ile AK parti içerisinde dini hassasiyeti olanlara karşı alerji oluşturulması,

4- Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve Yardımcısının görevden ayrılmak zorunda bırakılması,

5- Alparslan Kuytul’un tutuklanması,

6- İhsan Şenocak Olayı,

7- Kadına Şiddet ve Cinsel Taciz Psikolojik Harekâtının yoğunlaştırılması,

8-Nurettin Yıldız’ı linç etme girişimi ve hakkında dava açılması,

9- “İslam Dininin Güncellenmesi” tartışmalarının başlatılıp derinleştirilmeye çalışılması

10- Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça hakkında Başbakan Yıldırım’a, 2000 yılında Şamil İslam Ansiklopedisindeki yazılarından dolayı soru yöneltilmesi ve ardından medya ve sosyal medya üzerinden yıpratma kampanyası başlatılması.

Görülebileceği gibi yedinci aşama, 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgilidir. Kadife darbeciler, dini camia üzerinden gayrimemnun sayısını artırmayı, genişletmeyi ve derinleştirmeyi stratejik bir hedef olarak benimsemişlerdir.

Şer İttifakının Stratejisinin Hedefi: Gayrimemnun Üretmek ve Yaygınlaştırmak

5. dönemde Kadife darbecilerin muhtemel amacı, gayrimemnun halin toplumun değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasını, kin ve nefretin yol boyu artmasını sağlayarak iki yıl boyunca Türkiye’yi gerilim halinde tutarak huzursuzluğu yaygınlaştırmaktır. Bize göre Pelikancılar tarafından başlatılan “Mavi Marmara Manyakları” ve “İslâmcılar AK Partiden atılsın!” kampanyası,  tesadüfen meydana gelmiş olmayıp iki yıllık bir stratejinin başlangıç aşamasıdır. Kadife Darbenin beyin takımı, mikro düzeydeki tüm fay hatlarının enerji ile doldurulmasını ve harekete geçirilmesini istemektedir.

Eğer içine girilen bu yeni süreç, Müslüman camia ve siyasiler tarafından iyi anlaşılamaz ise Taksim Kadife Darbe Süreci ve 15 Temmuz İhanet Hareketi sürecinde ödediğimiz bedelden daha büyük bir bedel ödeyebiliriz.

Farklı düşünme bir zenginliktir. Cemaatler ve kanaat önderleri, aralarındaki farklılıkları bir zenginlik olarak görüp müntesiplerine anlatmalı ve birbirimize karşı kardeşçe ve adaletle davranmanın yol ve yöntemlerini öğretmelidirler: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et/tartış...”(16 Nahl 125)

 15 Temmuz sonrasında harcanmak, tasfiye edilmek, karalanmak ve itibarsızlaştırmak istenen herkes, her kurum, bizzat FETÖ’nün kripto elemanları, CIA, MOSSAD ajanları ve de kifayetsiz muhterisler, medyadaki troller, tetikçiler ve sosyal medyadaki ahlâksızlar tarafından FETÖ’cü, tacizci, manyak, sapık ve meczup olarak ilân edilmektedir. İhanet şebekelerinin oltasına takılan şuursuz, ahlâksız, kifayetsiz muhterisler, güvensizlik virüsünün toplumsal bünyede yayılmasına hizmet etmekte ve kanserin “metastas” olmasına (sıçramasına, yayılmasına) katkıda bulunmaktadırlar. Böylelikle Türkiye’de yeni fay hatları inşa edilmekte; hem inşa edilen fay hatları, hem de mevcut fay hatları enerji ile doldurulup harekete geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu açıdan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimine katkı sağlanmakta ve darbenin sosyolojik olarak derinleşip devam etmesine hizmet edilmektedir.

Unutulmaması gereken en önemli gerçek, Kadife Darbelerin siyasi iktidarların yaptığı hatalar üzerine kurgulanmakta olduğudur. Ne yazık ki süreç, siyasi ittifak tarafından iyi yönetilememektedir.

Her Darbeden Sonra Başlatılan Din Merkezli Tartışmalar Tesadüfî Değildir

Türkiye’de genel olarak her darbeden sonra, özellikle de, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (postmodern darbe) darbelerinden sonra, İslâmî camia içerisinde tarihte çözülememiş ne kadar ihtilaf konusu varsa, gizli bir el tarafından tartışmaya açılmıştır. En dikkat çekici dönem, 12 Eylül 1980 darbe sonrası süreçtir. O yıllarda SSCB dağılmaya başlamış, İran’da bir devrim olmuştur. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında, mevcut sistemlere karşı Sosyalist/Komünist/Marksist-Leninist düşünce ve hareketler, alternatif olmaktan çıkmış; İslâmî düşünce ve hareketler, rakipsiz kalmıştır. İran İslâm Devriminin meydana getirdiği büyük heyecan, başta gençlik olmak üzere toplumun her kesimini etkilemiştir. Türkiye’de yükselen “İslâm Devrimi” heyecanı ortamında İslâmî camianın öncü kadroları/kanaat önderleri/uleması/teşkilatları/hareketleri/cemaatleri, birden bire kendilerini, tarihte çözülemeyen tüm problemlerin tartışma ortamında bulmuşlardır. “Türkiye dar’ül harp mi, dar’ül İslâm mı?”  “Cuma kılınır mı, kılınmaz mı?” “Ramazan ayının başlaması için hilâl görüldü mü, görülmedi mi?” “Devlet memurluğu caiz mi, değil mi?” “Diyanetin imamlarının arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı?” “TC. Camileri Mescid-i Dırar mı değil mi?” vb. Bu ve buna benzer sorular, kırıcı dil ve üsluplarla uzun bir süre tartışıldı ve hiçbiri çözüme kavuşturulmadan, tarafların birbirlerine gönülleri kırgın olarak rafa kaldırılıp unutuldu.

Bu fitne, İslâmî camia içerisine nasıl girmişti ya da kim sokmuştu? Hiç tartışılmadı. Tarihteki ihtilaflı konular, niçin zaman zaman gündeme gelir, tartışılır; fakat çözüme kavuşturulmadan nadasa bırakılır?

Bu bir tesadüf mü, yoksa bir merkez tarafından yönetilen bir psikolojik harekât mı?

Taksim kadife darbe süreci ve 15 Temmuz Sosyolojik savaş amaçlı ihanet hareketi sonrasında İslâmî camia içerisinde gene, tarihte tartışılıp unutulmuş ne kadar konu varsa gündeme taşınmış, dini camianın önderleri tartıştırılıp karşı karşıya getirilmiştir.  Bugün de hepsi aynı kefeye konup kademeli bir şekilde tasfiye edilmek istenmektedir.

Bu psikolojik harekâtların her dönemde belli bir amacı olmuştur. 12 Eylül Darbesi sürecindeki amaç, yükselen İslâmî hareketi, kendi içine kapatıp, vuruşturup dermansız bırakıp, yorgun savaşçı durumuna getirmekti. 28 Şubat postmodern darbe sürecinde başlatılan tartışma ise, “laiklik ve AB” idi ve amacı da, Müslümanları laik ve Avrupa Birlikçi yapmaktı. 2000 sonrası süreç göz önüne alındığında, Müslüman camianın belli bir kesiminin, laik-seküler ve AB’ci olduğu rahatlıkla görülebilir.

Öyleyse bugün sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz ihanet hareketi sonrasında Hocalar üzerinden başlatılan tartışmaların kapsamı, amacı ve hedefi nedir? Ne olabilir? Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez üzerinden başlatılan psikolojik savaşın amaç ve hedefleri, daha önce yazdığımız “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları”  başlıklı yazılarımızda[2] ele alınıp değerlendirildiği için burada sadece Nurettin Yıldız Hoca üzerinden yürütülmek istenen Psikolojik harekât ele alınıp değerlendirilecektir.    

Nurettin Yıldız’ın 2012, 2013, 2015 yıllarındaki konuşmalarını kırparak, anlam kaybına sebebiyet vererek, bambaşka anlamlar üreterek başlatılan kampanya, Şer İttifakının bir psikolojik harekâtı olup Sünni camiayı sosyolojik olarak bölüp çatıştırmak amaçlıdır.  Kurulan tezgâhın ve yürütülen psikolojik harekâtın mahiyetini daha iyi anlayabilmek için Nurettin Yıldız Hoca’nın “Asansörde Halvet Şartları” ve “Çocuk Evliliği” ile ilgili yaptığı konuşmaları ele alıp değerlendireceğiz.

Nurettin Yıldız Hoca: “Asansörde Halvet Şartları”

Nurettin Yıldız hocaya, 2013 yılında, “Kadın tek başına veya başka bir erkekle asansöre binebilir mi?” sorusu sorulmuştur. Bu soruya verdiği cevabın tam metni aşağıdadır:

“Kadın tek başına veya başka bir erkekle asansöre binebilir mi? Sorumuz bu;

Asansörün Allah’ın insana lütfetmiş olduğu bir nimet olduğunu hepimiz biliyoruz. Yüksek binalarda merdiven çıkmamızı kolaylaştırıyor. Asansör bir nimetse, bu nimet kadın veya erkek için aynı oranda mubah demektir. Asansörü ne erkek için ne de kadın için sakıncalılar listesine koyamayız. Dinimizde böyle bir hüküm yoktur. Ancak Müslüman bir kadının halvet ortamında yabancı bir erkekle bulunması asla caiz değil.

Halvet neye diyoruz?

Bekâr olmaları halinde, evlenmeleri caiz olacak şekilde birbirlerine yabancı olanlar. Bu yabancı olanların bir arada durmalarına halvet deniyor. Elbette kapalı bir ortamda; yoksa Müslüman bir bayan sokağa çıktığında binlerce, onbinlerce yabancıyla karşılaşıyor veya bir kütüphaneye, hastaneye girdiğinde onlarca yabancı erkekle karşılaşıyor; ama kapalı ve küçük bir ortamda değiller. Halvet, kapısı kapatılmış bir evde, odada, salonda, ofiste kadının, evlenmesi caiz olacak bekâr olsa evlenmesi caiz olacak yabancıyla bir arada yalnız bulunması demektir.

Bir apartmanın giriş katından sekizinci katına çıkacak asansör, halvet ortamı oluşturur mu? Yani yabancı bir erkek ile kadın giriş katında bindiler ve sekizinci kata kadar çıkacaklar; görünürde 1-2 dakikayı geçmeyen yolculuk bu.. ama dinimizin bu konudaki hassasiyeti açısından bakıldığında, halvet şartları yani erkekle kadının kapalı ortamda bulunması durumu, asansörde oluşmaktadır.

Evet; çok geniş bir yelpazeden bakıp esnek değerlendirmemiz halinde, “bunun neresi halvet olur; kapısı kilitlenmiş bir ev değil bu!” denebilir. Lakin bir asansörün bir katta kilitlendiğini düşünürseniz ki asansörde olabilen şeyler bunlar; 3-5-10 dakika yardım çağırıncaya ve gelinceye kadar kimsenin izleyemeyeceği bir ortamda yabancı bir erkekle baş başa kalmış olması demektir bir kadın için. Bu nedenle,  şeffaf cam olan, her katta, her yerden görülebilen asansörlerin dışındaki asansörlerin kadın için halvet oluşturuyor olduğunu demeyi tercih ederiz. O sebeple bir bayan, kendisi gibi bir bayanla asansöre binebilir; tek başına da inip binebilir ama bir bayan ve bir erkek, asansör ortamı, kadın için asansör ortamı, uygun olmayan bir ortamdır.

%100 haramdır diyemiyorum çünkü bu yeni bir mesele; “filan hoca efendi böyle dedi; filan âlim, müçtehit böyle dedi” diyeceğimiz, önümüzde örneklerimiz yok. İkincisi, bunu bu kadar inceltmeyi uygun görmeyenler de olabilir; ama bir asansörün sekizinci kata çıkıncaya kadar üçüncü katta bozulduğunu ve yarım saat orada yardım beklendiğini düşündüğümüzde, halvet ortamının ciddi bir şekilde risk olarak bulunduğunu söylememiz mümkündür. Bu nedenle bayanlara, bir erkek ve bir kadının bulunduğu ortamda asansörü kullanmamalarını tavsiye ederiz.”[3]

Nurettin Hoca, bu açıklamasında şu noktaların üzerine yoğunlaşmıştır:

  1. Asansör bir nimettir, kadın ve erkeğin bu nimetten faydalanmasını engelleyecek bir durum yoktur.
  2. Asansörün arızalanması durumunda İslâm’da kabul edilen “halvet şartları” gerçekleşmektedir.

3- Halvet, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla kapısı kapatılmış bir evde, odada, salonda, ofiste, bir mekânda vb. bir arada, yalnız bulunması demektir.

4-Bu konuda âlimlerin, müçtehitlerin verdiği bir fetva olmadığı ve yeni bir mesele olduğu için %100 haramdır demiyor.

5- Bu nedenle bayanlara, sadece bir erkek ve bir kadının bulunduğu ortamda asansörü kullanmamalarını tavsiye ediyor. 

Nurettin Hoca, asansörün arızalanması durumunda, yabancı bir erkekle bir kadın için İslâm’ın öngördüğü “halvet şartlarının” oluştuğunu beyan ederek kadınlara yabancı bir erkekle asansöre binmemelerini tavsiye etmiştir.

Gerçekte bu tavsiyeyi, sadece kadınlara değil,  dini hassasiyeti olan tüm erkeklere ve de kadınlara yapması daha doğru olurdu.

Haramdır demiyor. Bu, İslâm dinini hayatında referans alanlara yapılan bir tavsiyedir. İslâmî hassasiyeti olmayanların böyle bir tavsiyeye de ihtiyacı yoktur. Öncelikle bu iki noktanın altının çizilmesinde fayda vardır.

Bu noktada sorulması gereken temel soru şudur: Nurettin Hocanın yaptığı halvet tanımlaması, İslâm’a uygun mu? İslâm’ın öngördüğü bir tanımlama mıdır?

Bunun için Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslâm İlmihali-II, İslâm ve Toplum[4] ve İslâm Ansiklopedisi’nde[5] yapılan tanımlamalara bakmamızda fayda vardır.

Diyanet Vakfı İlmihali-II ve Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde Halvet

 “Erkek ve kadın biri, diğeri için cinsi uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınların birbirlerine karşı ölçülü ve mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yabancı bir kadının, yabancı bir erkekle baş başa kalması da doğurabileceği sakıncalı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları İslâm hukukunda halvet terimiyle ifade edilir. Hadislerde, Aralarında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının, başkalarının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmaları yasaklanmıştır.

Bir hadiste Hz. Peygamber “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır” (Müslim, “Hac”, 74; Tirmizi. “Rada’”, 16; Müstedrek, I, 114) buyurmuştur. Böyle bir durum karşı cins için tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenmesine yol açabilir.

Kötülüğün önlenmesi kadar ona giden yolların kapatılması da önemlidir. Öte yandan iffet ve namus lekelendiğinde geri dönüşü ve telafisi olmayan bir zarar ortaya çıkmış ve temel bir kişilik hakkı ihlal edilmiş olur. Bu sebeple anılan muhtemel olumsuz sonuçları önlemek gayesiyle kadının, yabancı bir erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi bulunmadan yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar kendiliğinden değil, harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç ve mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması halinde caiz görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması veya kadınların ayrı bir kafile teşkil etmesi halinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etmesinin caiz görülmesi bu anlayışa dayanır. Öte yandan bu tür kurallar ve kısıtlamalar genel ve yaygın durum ölçü alınarak ve muhtemel sakıncalar gözetilerek konulduğundan, kişilerin anılan sakıncaların kendileri hakkında varit olmayacağına inanmalarından ziyade objektif tesitler ölçü alınır.”[6]

 “…Halvet kelimesi; dini literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra kârı-kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsi birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. 

Evli olmayan ve aralarında devamlı bir evlenme engeli de bulunmayan bir erkekle bir kadının başkalarının giriş ve görüşüne acık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalması İslâmiyet’te yasaklanmış, İslâm âlimleri bir koruma tedbiri mahiyetindeki bu yasaklamanın kapsamı, derecesi ve amacı üzerinde farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.    

…İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir.”[7]

Nurettin Hoca’nın halvet şartları ile ilgili yaptığı açıklama ve yorumlar, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İlmihal ve İslâm Ansiklopedisi’nde anlatılanlarla aynıdır. Arada bir tezat yoktur. Nurettin Hoca, halvet şartlarını, asansörlerin bozulma ihtimalini göz önüne alarak bir değerlendirme yapmış ve ardından kadınlara sadece bir tavsiyede bulunmuştur.

Normal şartlar altında Diyanet İşleri Başkanlığı ve söz konusu iki kitabı hazırlayanların, Nurettin Hocanın bu tavsiyesine destek vermeleri beklenirdi. Ama olmadı ve linç girişimine sessiz kalındı.

Asansörde Taciz Vakaları

Nurettin Yıldız Hoca, asansörde halvet şartlarının meydana gelebileceğini ifade edip, kadınlara yabancı tek bir erkekle asansöre binmemelerini, kendileri için tehlikeli olabileceğini 2013 yılında tavsiye ettiğinden dolayı 2018 yılında medya ve sosyal medyada linç edilmek isteniyor ve Nurettin hoca üzerinden dine ve dindara saldırı yoğunlaştırılıyor. Bir kısmı bu linç kervanına bilerek, bir kısmı bilmeyerek, bir kısmı da haset, bağy ve hevasını ilâhlaştırdığı için katılıyor. Fakat Türkiye’nin pratiği, Nurettin hocanın yaptığı tavsiyenin yerinde bir tavsiye olduğunu ortaya koyuyor. Bu konuda yargıda yer alan, bir kısmı ceza ile sonuçlanmış, bir kısmı ise devam etmekte olan pek çok dava mevcuttur. Bunlardan birkaç örneği aşağıda vermekteyiz:

  1. “TBMM’de Asansörde iş arkadaşını taciz eden memura ne ceza verilir? 23.02.2018”[8]
  2. “Yargıtay’dan ‘asansörde tacize indirim: İnsanların birlikte yaşadığı bir ortam değil, Nevşehir - 06.05.2017”[9]
  3. “Asansörde tacize 2.5 yıl hapis! - 16 02 2016”[10]
  4. “Asansörde tacize uğrayan kadın bakın ne yaptı. - 24.04.2016”[11]
  5. “84 Yaşındaki Adam 13 Yaşındaki Kızı Asansörde Taciz Etti. - 21.06.2016”[12]
  6. “Asansörde küçük kıza cinsel taciz! - 29 Mart 2016”[13]
  7. “Asansör sapığına 2.5 yıl hapis cezası. - 18 Haziran 2015”[14]
  8. “Asansörde tacize 10 yıl hapis istemi! - 09.03.2011”[15]

Nurettin Yıldız: “Çocuk Evliliği Suistimaldir!”

Nurettin Yıldız, kendisine sorulmuş sorulara verdiği cevapları, sosyal medya üzerinden paylaşmayı ve bu yolla tebliğ yapmayı bir metot olarak benimsemiştir. Bundan üç yıl önce, 12.01.2015 tarihinde “Çocuk Evliliği İstismardır” adlı yaptığı bir konuşma vardır.

Şu an dine ve dindarlara karşı yürütülen psikolojik savaşın boyutunu görebilmek ve gerekli değerlendirmeleri yapabilmek için bu videodaki konuşma metninin bütünü, aşağıda verilmektedir:

“Bir anne baba, 7-8 yaşında kızını 30-40 yaşında birisine hanım olarak hangi ana-baba şefkatiyle verebilir veya hangi aklı başında bir insan yedi yaşında bir çocukla yedi yaşında bir kızı evlendirebilir veya 10 yaşındaki bir çocuğa, 25 yaşındaki bir kız, kadın olarak verilebilir?

Böyle bir şey olur mu?

Şeriatımızın evliliğe yaş sınırı olmadan ruhsat vermesi, küçük çocukların da evliliğine izin vermesi veya velilerinin evlendirebileceğini söylemesi tavsiye niteliğinde değildir. Aksine kerahatle beraber izin verdiği bir şeydir. Bu hususta biraz önce dinlediğimiz gibi Kur’an’ın çok açık bir hükmü var, hadisi şerifler var. Ulemanın bu konuda ciddi ittifakı var, mezheplere göre farklı denecek bir durum yok.

Muasır ulemamız bu hususu farklı meclislerde tartışmışlardır. Muasırdan kasıt, son elli yıl içerisinde yazan, çizen ulemayı kastediyorum. Ciddi bir şekilde araştırıp çalışmışlar; dikkat çeken bir husus, bu asırda yaşayan ulema, bu asrın suiistimallerine dikkat ederek, evliliğe bir alt yaş sınırı getirmenin ciddi bir şekilde bir fitneyi, laçkalığı önleme olacağını düşünüp, “uygundur, getirilebilir, bu şeriatın hükmünü değiştirmek değildir; bilakis çocukların heder edilmelerini, mal uğruna veya cinsel ihtiraslar uğruna heder edilmelerini engeller” diye bir tedbir önerisinde bulunmuşlar… buna bağlı olarak da halkı Müslüman olan ülkeler fetva aldık diye böyle bir genelge çıkarmışlardır.

Müslüman insanlar eğer 7-10 yaşında küçük çocuklarını zifaf odasına koyuyorlarsa, âlimler, devlet erbabı önce ana-babaların şefkat ve merhametlerinin nereye gittiğini araştıran bir kanun çıkarsınlar o zaman. Kendi doğurduğu çocuğu insan kurda yem eder de, 8 yaşında zifaf odasına nasıl koyar?

Şimdi buradaki bu hassasiyeti suiistimal ediyorsa Müslümanlar, babalar sırf 5-10 kuruş elde etmek için zengin bir damat, kayınpeder yahut da işte evde yeniden yüzümüz mal görsün biraz, para bizde kalsın gibi yani üç kuruşluk dünya menfaatine doğurduğu kızını feda ediyorsa anne ve babalar, Müslümanlar küçük yaşta çocuk evlenmesi caiz mi değil mi diye sormadan önce, bunlar ana-baba mı diye soru sormalıdırlar!

Önce halledilmesi gereken budur; çocuğunun üzerinden para kazanıyor olduktan sonra artık bu meseleleri konuşmaya gerek yoktur, bu iş bitti demektir.

Çocuğun üzerinden para kazanan bir anne-babadan her şey beklenebilir demektir.

Bunlar baba mı, bunlar ana mı? Bunların hepsi müşahede altına alınsın; zindanlara alınsın diye bir teklife de sıcak bakarız. Bu kadar evladına merhametsiz olan, evladının üzerinden servet kurmaya çalışanı, ‘Nasıl bir Müslüman olarak sen Müslümanların camisine geliyorsun?’ diye tenkit ederiz herhalde.

Buradaki açmaya çalıştığım farklı pencere inşallah anlaşılmıştır.

Bu yaşın küçük çocukluk denecek yaştaki evliliği açısından bu şekilde ele alınıyor. Bunun dışında baliğ olduktan sonra biyolojik, fiziksel eksiklik söz konusu değilse, her Müslüman delikanlı, her Müslüman kız evlilik namzetidir. Akşam aybaşı olabilir, sabaha evlenebilir.

Fizyolojik ve biyolojik eksiklik söz konusu olabilir mi?

Olur tabi; aybaşı olmuştur ama hala otuz kilo geliyordur, bir deri bir kemik; bu falanca hastalıktan tedavi görüyordur; henüz tabak, çanak nedir bilmiyor. Abisinin bıyıkları var, kendisinin neden yok, bunu fark edemiyor. Yani biyolojik eksiklik, zeka yetersizliği var, hayatı idrak edememek var; o vakit bu çocuk evlilik çağına gelmemiştir. Baliğ, baliğa olmuştur ama reşit değildir.

Elbette bu beklenilebilir ama çocuk on altı yaşındadır, evlenmek deyince yerinden fırlıyor hatta kaç çocuğu olacağını hesaplıyor, balayını nerede yapacağını hesaplıyor; ona da vakti gelmedi diyenin Allah aklını tamamlasın. Ona da öyle dua ederiz. Yani çocuk deliriyor ama babaya, anneye göre bebek hala! Baba-anne ne bekliyor o zaman; haram düşsün de haramdan çıkaralım diye bekliyor. Bu da yanlış.

Evliliği doğal ortamında yürütmemiz gerekiyor; bu doğal ortamı da kanun vs. gibi örften önce herkesin kendi fiziği, fizyolojisi, bedeni belirlemelidir. Beden beni evlendirin diye feryat ediyorsa bunu engelleyecek bir şey bulunmamalıdır.”[16]

Nurettin Hoca’nın “Çocuk Evliliği Suiistimaldir!” Konuşmasının Değerlendirilmesi

Nurettin Hoca, Müslüman hassasiyeti olan insanlara yol gösterici, tavsiye mahiyetinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma muhteva itibarıyla beş bölümden oluşmaktadır:

1- Çocuk evlilikleri ile ilgili yaşa ilişkin sorular,

2- Geçmişteki ulema ve mezheplerin çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri,

3- Son elli yıl içerisindeki İslâm ulemasının çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri,

4- Günümüzde çocuk evliliklerine izin veren anne ve babaların amacı, durumu,

5- Nurettin Hoca’nın çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri.

 Nurettin Hoca, çocuk yaşta evliliklerle ilgili 1- 7-8 yaşında bir kız ile 30-40 yaşında bir erkeği evlendirmek, 2- 7 yaşında bir erkek çocukla 7 yaşında bir kız çocuğu evlendirmek, 3- 10 yaşındaki bir erkek çocuk ile 25 yaşındaki bir kızı evlendirmek, şeklinde bir tasnif yaptıktan sonra; buna izin veren anne- babaların “şefkatinin” ve “aklının başında” olup olmadığını sorguluyor ve de “Böyle bir şey olur mu?” diyerek de sorgulanmasını istiyor. Daha soru aşamasında “çocuk evliliğine” karşı çıkan birinin, “çocuk evliliğini savunuyor”, “sapık”, “meczup” diye suçlanması, linç edilmeye girişilmesinin amacı, hedefi nedir? Ne yapılmak isteniyor?

Nurettin Hoca, geçmiş ulema ve mezheplerin görüşlerini referans alarak “Şeriatın evliliğe yaş sınırı olmadan ruhsat verdiğini”, “küçük çocukların da evliliğine izin verdiğini”, “velilerin küçük çocukları evlendirebileceğini” ifade ediyor. Ancak buna, “Kerahetle beraber izin verdiği bir şeydir.” şeklinde bir not da düşüyor. Burada düşülen hata, İslâmî literatürde var olan, geçmiş ulemanın ve mezhep imamlarının kullandığı delil ve kavramları belli bir sistematik içerisinde açıklamadan, vermeden böyle bir bilgi aktarmasıdır. Fakat bu kısım, onun şahsi görüşleriyle alakalı değildir. Geçmişin çok kısa bir özetidir.

İslâm’da evlilik fıkhında iki ayrı mesele vardır: 1- ‘Evlilik akdi’, 2- ‘Fiili evlilik’[17]. “Evlilik akdinde” yaş aranmazken; “fiili evliliğin” çocuklar arasında gerçekleşebilmesi (cinselliği yaşama dönemi) için de yaşı belirleyen iki etken vardır: 1- Çocukların buluğ çağına gelmesi, 2- Rüşt çağına gelmesi, rüştünü ispatlaması.  “Evlilik akdinin ” fiili evlilik” haline dönüşmesini kısıtlayan bir başka etken de, gençlerin “rıza”sının(“Hıyarul buluğ” – “buluğa erenin seçim hakkı”) olup olmamasıdır. Dolayısıyla ‘fiili evliliğin’ gerçekleşebilmesi için üç temel şart ortaya çıkmış oluyor: 1- Buluğ çağına girmek, 2- Rüşt sahibi olmak, 3- Razı gelmek.[18]

Osmanlı döneminde Batı’da yaygınlaşan “pedofili vakaları” üzerine 1917 yılında, “Osmanlı Aile Hukuk Kararnamesi” yayınlanarak evlilik için alt yaş sınırı getirilmiştir.[19] Nitekim Nurettin Hoca, kendi görüşlerini anlattığı kısımda çocukların fiilen evlenebilmesi için hem “baliğ” hem de “reşit” olmaları ve “biyolojik ve psikolojik eksikliklerin” olup olmadığının göz önüne alınması gerektiğini söylüyor.

Çocukların evlenebilmesi için hem buluğ çağına hem de reşit olma çağına gelmesini şart koşan biri, nasıl olur da çocuk yaşta evliliği savunmuş olarak gösterilebiliyor?  Birileri de, konuşma metnini incelemeden nasıl olur da, “sapık”, “meczup”, "Bunu tükürükle boğmak lazım." diyebiliyor? Nurettin Hoca, muasır ulemanın “…Çocukların mal uğruna veya cinsel ihtiraslar uğruna heder edilmelerini engellemek” amacıyla “Evliliğe bir alt yaş sınırı” getirmiş olmalarını da onaylıyor.

Hoca, bir taraftan çocuk evliliklerine şiddetle karşı çıkarken diğer taraftan da çocuk yaşlardaki çocukları evlendiren anne ve babaları çok ağır bir şekilde eleştiriyor:

1-Âlimler ve devlet erbabının bu tür ana-babaların şefkat ve merhametlerinin nereye gittiğini araştıran bir kanun çıkarmasını istiyor.

2- Çocuğunun üzerinden “Para kazanmak amacıyla çocuk evliliğini isteyenlerin” ana-baba olup olmadıkları sorgulanmalıdır. Böyle bir “Anne-babadan her şey beklenebilir”.

3-  Bunların hepsi müşahede altına alınsın; zindanlara konsun.

4- “Bu kadar evlâdına merhametsiz olan bir Müslüman’ın, “Müslümanların camisine gelmeye” hakkı yoktur.

Çocuklarını çocuk yaşta evlendiren ana babaları, bu kadar ağır tenkit eden/eleştiren biri, nasıl olur da çocuk yaşta evliliği savunmuş olarak gösterilebiliyor?

Birileri de, konuşma metnini incelemeden nasıl olur da, “sapık”, “meczup”, "Bunu tükürükle boğmak lazım." diyebiliyor?

Nurettin Hocanın karşı çıktığı bir konu da, çocukların geç yaşta evlendirilmesidir. Bunu da “ Baba-anne ne bekliyor o zaman; harama düşsün de haramdan çıkaralım diye mi bekliyor” ifadeleri ile eleştiriyor.

Sonuç: Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaşın Amacı Nedir?

2013 ve 2015 yılında yapılmış konuşmaların, aşağısı, yukarısı, sağı, solu kırpılarak bir kampanya açılmış, Nurettin Hoca suçlanmış, hakarete uğramış ve savcılık soruşturma başlatılmıştır[20]. “Çocuk Evliliği Suistimaldir!”  konuşmasına, savcılık hangi gerekçeyle soruşturma açmıştır. Bunun ayrıca değerlendirilmesi gerekir.

Nurettin Hoca ve Sosyal Doku Vakfı, geçmişte, değişik zamanlarda yapılan suçlamalara basın toplantısı yaparak cevap vermiş olmalarına[21] ve savcılık da takipsizlik kararı(2015) vermiş olmasına[22] rağmen bu konu, bugün neden yeniden gündeme gelmektedir?

“ÇOCUK EVLİLİĞİ SUİSTİMALDİR!” diyen biri, nasıl olur da bu şekilde linç edilmek istenir?

Neden? Niçin? Osmanlının son yüzyılında başlayıp Cumhuriyette de devam eden dine ve dindarlara karşı açılmış bir psikolojik savaş vardır. Bu psikolojik harekâtta saldırının dozajı, iç, bölgesel ve küresel dinamiklere bağlı olarak değişmiş ama süreç, kesintiye uğramamıştır. Her seferinde sürece yeni malzemeler eklenmiştir.

28 Şubat postmodern darbe sürecinde çoğu istihbarat elemanı olan, dindar maskesini takmış, seviyesiz, sahtekâr Ali Kalkancı, Müslim Gündüz, Fadime Şahin ve benzerleri üzerinden açılıp yürütülen psikolojik harekâta benzer bir psikolojik harekât, bugün de yürürlüğe konmuş gözüküyor. Aradaki fark dün hedefe konan kişilerin seviyesizliğine karşı bugün Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak gibi seviyeli, birikimli, çevrelerinde sevilen, sayılan, inandığını yaşayan ve söyleyen insanların hedef alınmış olmasıdır. Bu, çok daha tehlikelidir.

28 Şubat Postmodern Darbesinde, konumuzla ilgili iki ana amaç vardı:

  1. Dini ve dindarı itibarsızlaştırma,

2- Müslümanları, iç zalimlerinin zulmünden zalimlerin efendisi, patronu olan dış zalimlere/Şer İttifakına (ABD, AB, İngiltere, Siyonizm) kurtarıcı olarak yöneltmekti.

Sosyolojik Savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişiminin ana hedefi, İslâm dininin halk, özellikle gençler üzerindeki etkisini kırmaktır. Dahası  zayıflatmak, yayılmasını engellemek, dini hassasiyeti yüksek olan camia ve yapılara karşı büyük bir alerji, şüphe ve hatta düşmanlığın oluşmasını sağlamak, İnsanların birbirine olan güvenini yıkarak her türlü dayanışmayı engellemek, toplumu yığın haline çevirmekti. Darbenin bu boyutu “gizli ve kirli bir el” tarafından hala daha devam ettirilmektedir.

Son dönemde Hocalar üzerinden dine ve dindara karşı başlatılıp sürdürülen psikolojik savaş, bu sürecin bir devamıdır. Bugün yürütülen ve her geçen gün yoğunlaştırılan sosyo-psikolojik savaşta, şimdilik, öne çıkan beş amaç vardır:

Birinci amaç, dini ve dindarı, genel olarak halkın, özel olarak gençlerin, daha da özel olarak kadınların gözünde itibarsızlaştırmaktır. Kadın ve çocuklar, bu psikolojik harekâtın, hem malzemesi hem de hedefidir.

İkinci amaç, genelde toplumun tüm katmanları arasında, özelde dini cemaat ve gruplar arasında güvensizliği yaymak, fitne ve fesat tohumlarını ekmek, her türlü dayanışmayı yıkmaktır.

Üçüncü amaç, laik, seküler ve kavmiyetçiliği ağır basan bir milliyetçiliği referans almış olan kapitalist bir sistemi, Müslümanlara benimsetmektir.

Dördüncü amaç, Türk ve Kürt kavmiyetçiliğini yaygınlaştırmak, derinleştirmek ve Türk-Kürt fay hattında yüksek gerilim meydana getirmektir.

Beşinci amaç, 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgilidir. Kadife darbeciler, dini camia üzerinden gayrimemnun sayısını artırmayı, genişletmeyi ve derinleştirmeyi ve bu şekilde stratejik bir hedef olarak 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini şekillendirmeyi benimsemişlerdir.

Sürecin devamı için önümüzdeki günlerde şer ittifakının yerli işbirlikçileri, devlet mekanizmasının kılcal damarlarına, medyaya/sosyal medyaya, iş dünyasına yerleşmiş, gizli, uyuyan kadroları/hücreleri aracılığıyla pek çok provokatif eylem icra etmek isteyeceklerdir.

Bazı siyaset erkânının ve bazı STK’ların, Hocaların ne deyip ne demediğini araştırmadan, mahiyetini ve muhtevasını tam öğrenmeden, ileri geri açıklama yapması, suçlaması ve hakaret etmesi, son derece yanlış olmuştur. Siyasetçiler ve STK’lar, çok daha dikkatli olmalı, Şer İttifakı tarafından yürütülen gayrimemnun üretmekle ilgili Psikolojik harekâta katkıda bulunmamalıdırlar.

Bu nedenle başta cemaatler, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri, akademisyenler, özellikle İlahiyatçı akademisyenler, siyasiler olmak üzere milletimizin bu oyuna gelmemesi tarihi bir zorunluluktur.  Henüz Vakit Varken! Yarın Çok Geç Olabilir!


[1] “Taksim Kadife Darbe Süreci”nin her bir aşaması, Millî Gazete ve Umran dergisindeki yazılarımda ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir.

[2] Can, B., “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları -1: Tartışmanın Muhtevası”, 02.06.2017, Millî Gazete. Can, B., “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları -2”: “Kutlu Doğum Haftasının Amacı, İsmi ve Zamanı”, 09.06.2017, Millî Gazete. Can, B., “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları -2”: “Kutlu Doğum Haftası Bir Fetö Projesidir” İddiasının Amacı Nedir?” 16.06.2017, Millî Gazete.

[3] Nurettin Yıldız, 2013 Asansörde Halvet, Sosyal Doku, Video

[4] İlmihal II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007, s.132, 219.

[5] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 1997. c.15.  s. 554.

[6] İlmihal II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007, s.132, 219.

[7] Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 1997. c.15.  s. 554.

[8] -https://www.sgkrehberi.com/haber/147921/asansorde-is-arkadasini-taciz-eden-memura-ne-ceza-verilir.html

[9] http://www.diken.com.tr/yargitaydan-asansorde-tacize-indirim-insanlarin-birlikte-yasadigi-bir-ortam-degil/

[10] http://www.gazetevatan.com/asansorde-tacize-2-5-yil-hapis-915581-yasam/

[11] http://www.karar.com/dunya-videolari/asansorde-tacize-ugrayan-kadin-bakin-ne-yapti#

[12] https://www.aydinpost.com/84-yasindaki-adam-13-yasindaki-kizi-asansorde-taciz-etti-247198h.htm

[13] http://beyazgazete.com/haber/2016/3/29/asansorde-kucuk-kiza-cinsel-taciz-3195790.html

[14] http://www.posta.com.tr/asansor-sapigina-25-yil-hapis-cezasi-haberi-287375

[15] http://www.Millîyet.com.tr/asansorde-tacize-10-yil-hapis-istemi-gundem-1362027/

[16] http://www.sosyaldoku.com.

[17] Can, B., “Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları -2”,  “Kutlu Doğum Haftasının Amacı, İsmi ve Zamanı”, 09.06.2017, Millî Gazete. Nurettin Yıldız, 2013 Asansörde Halvet, Sosyal Doku, Video

[18]İlmihal II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007, s.203-217. Sabık, S., İslâm İlmihali, Pınar Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2008, s. 521-533.

[19] İlmihal II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007, s.203-217.

[20] Beşer, F., “Nurettin Yıldız Üzerinden İslâmonemi”, 16 Ocak 2015, Yeni Şafak. Kılıçarslan, İ., “Nureddin Yıldız Sapık mı?”, 13 Ocak 2015, Yeni Şafak.

[21] http://www.sosyaldoku.com/cocuk-evliligini-protesto-eden-bir-konusma-yaptim/ ;

http://www.sosyaldoku.com/basin-aciklamasi/;  http://www.sosyaldoku.com/kamuoyunun-dikkatine/

[22] http://sosyaldoku.com/basin-aciklamasidir/

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...