(Milli Gazete)
“Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi,
Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni.
İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.“
Yavuz Sultan Selim
GİRİŞ
Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine
Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları
gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35). Dolayısıyla ilk nesil
insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler (2/213;
10/19; 21/92; 23/52).
Allah, yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları
karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara daima doğru yolu gösterecek
peygamberler göndermiştir (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). İlgili
ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber
gönderildiğini, O’nun ümmetini uyarıp korkuttuğunu (35/24), onlara helâl ve
haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini (10/47) görmekteyiz.
Gönderilen peygamberler, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde görevlerini
ifa etmişlerdir (23/44, 16/63).
Şeytan, ilk yaratılış olayında Hz. Âdem’e yaptığını, tüm
peygamberlerin yolunda gidenlere yapmak için yemin etmiş; tüm iman edenlere
sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilân etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in
yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir
zâfiyetin sonucudur. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve
yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan
bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zâfiyet
olmadan, dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok
zordur.
O nedenle “Başlangıçta tek olan ümmet niçin bölünmüştür?”
sorusunun cevabı önemlidir.
1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak
bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve
çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri ortaya konmadan çözüm bulmak mümkün
değildir.
Geçen yazıda bu konu ele alınmış, Ümmet kavramının geçtiği
ayetler analiz edilmiş ve tek ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye kadar
ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu
(11/118); bu anlaşmazlığın; şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilâhlaştırılması,
bağy hastalığı ve kalplerin katılaşmasına bağlı olarak ortaya çıktığı tespiti
yapılmıştır.
Bu beş ana etkenden “Şeytan” (16/63; 6/43) ve “Mele-Mütrefler”
(43/23-24), insan açısından birer dış faktör iken; “Hevanın İlahlaştırılması”
(5/48), “Bağy” Hastalığı (2/213) ve “Kalplerin Katılaşması” (6/43) ise birer iç
faktördür.
Bu yazıda, ümmetin, insanların anlaşamamalarında etkili olan
iç faktörlerden “hevanın ilâhlaştırılması” konusu ele alınacaktır.
HEVA NEDİR VE HEVANIN İLÂHLAŞTIRILMASININ ANLAMI NEDİR?
Heva meselesi, günlük hayatta insan yapısı ve
davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel
meseledir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi,
sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın bir unsurudur. Heva
sorununu, daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve
insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkilemeye çalışan yapıyı
göz önüne almamız gerekir.
Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir.
Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir. İnsandaki mevcut karar merkezlerinden
nefsin, genel olarak ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal
çürümenin motoru olarak da değerlendirilebilir.
Heva, “Benliğin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih
etmesidir.” (1). İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve
tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde
şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma halini ifade eder. İnsan
bencilliğinin, ihtirasının, bağy’nin etkin unsur olarak dışa vurumu ve hayatı
tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak
oluşturduğu ve ilâhi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir
değerler topluluğu olup insan fıtratının bozulmasını ifade eder.
HEVA, SAPIKLIĞA VE YIKIMA GÖTÜRÜR
Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve
zamanla şeytanın oyuncağı olur (6 En’am 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri
göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi red
ve inkâr ederler (53Necm 23). Heva, zan, tahmin, bilgisizlik ve istikbar
(kendini beğenmişlik), bağy (başkası aleyhine sınırı aşmak, kıskançlık, ezme,
saldırı, horlama, zulüm ve bozgunculuk) ile iç içedir (2 Bakara 19, 90, 120,
145, 213; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Ra’d 37; 45 Casiye 17, 18; 53
Necm 23; 38 Sad 20-25; 49 Hucurat 9; 42 Şura 14). Cehalet ve gururun refakat
etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı
birey nefsine indirger ve bireyi ilâhlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye
indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir
şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa
sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık
kimdir.” (28 Kasas 50).
Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi;
kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca
her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir:
“Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç
tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya
uğrardı.” (23 Müminun 71)
Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler
uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20 Taha 16). Bu noktada çok daha önemli olan
bir husus da, hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun
(yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada, hevasını ilâhlaştıran bir ateist ile
hevasını ilâhlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür
insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevalarına uyarlar ve
hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler:
“Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi
hevalarına uymuşlardır…” (30 Rum 29).
HEVA BİREYSEL ÇIKARLARDA SINIR TANIMAZ
İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi,
bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir
müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, hevanın ilâhlaştırılmasının bir
sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi,
toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz
olarak kirlenme ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin
(bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:
“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin heva olarak arzu
ettiklerine uymaktadırlar. Oysa and olsun, onlara Rablerinden yol gösterici
gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu’’ şey mi var? (53 Necm
23, 24)
Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı,
kendi düşüncesini, en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış olarak görme
eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve
düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın
yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.
HEVA İNSANI KÖR, SAĞIR VE AKILSIZ YAPAR
İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin
ana nedeni, hevanın insan üzerinde yaptığı bu karmaşık etkilerdir. Hevanın
vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar,
bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir
körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:
“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim
üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü
üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim
hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23;
bak: 25 Furkan 43,44)
HEVALARINI İLÂHLAŞTIRANLAR, BAŞKALARINI SAPTIRMAK İÇİN
MÜCADELE EDERLER
Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de;
hevalarını ilâhlaştıranlar, başkalarının fikri ve fıkhî düşüncelerinin yanlış
olduğunu inatla iddia ederler. Yapılan her türlü açıklamayı, getirilen her
türlü delili, baştan reddederek ihtilâfları tefrikaya dönüştürerek haddi
aşarlar:
“Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla
başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi
bilendir.” (6 En’am 119)
SONUÇ: HEVANIN HÂKİMİYETİNİ KIRMANIN YOLU DOSDOĞRU BİR
İSTİKAMET ÜZERE OLMAKTIR
Hevasını ilâhlaştıranlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi,
doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış,
onları kötülemiş ve suçlamışlardır.
Bugün de başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı,
Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın
(“İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi”) ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın,
fitne-fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve
tüm Bağy duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın
içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İman edenler, İslâm coğrafyasına aydınlığın gelmesini,
adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini
istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte,
hevalarını ilâhlaştıranlara karşı onurlu bir mücadele vermek zorundadırlar (18
Kehf 28).
Hevanın hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa
edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Hevanın hiçbir şekilde kendisine
bulaşmadığı vahyî bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin
kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide
48, 49)
O nedenle Müslümanlar, bu kutsal görev için öncelikle
zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun,
zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini
görmelidirler (79 Naziat 40,41).
O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına
uymamalıdırlar (5 Maide 77).
O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu
bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının
kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar
senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: «Kuşkusuz doğru yol,
Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.» Eğer sana gelen bunca ilimden sonra
onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne
de bir yardımcı.” (2 Bakara 120).
O nedenle Müslümanlar, iman edip salih amel işleyenler,
Allah’ın kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevanın etkili olmadığı dosdoğru
bir istikamet tutturmalıdırlar:
“Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi
dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: Allah’ın
indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim
de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de
amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah,
bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15).
Kaynaklar
1- Kardâvî, Y., İhtilâf Ve Tefrikalar Karşısında İslâmi
Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.
2- Öztürk, Y.N., Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut,
İstanbul, (1991), s:172-174.
3- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder