1 Şubat 2018 Perşembe

ÜMMET ŞUURUNUN YENİDEN İNŞASI ÜMMETİN İTTİFAK YOLU ÜZERİNDE BEŞ MAYIN

(Umran Dergisi Şubat 2018 Yazısıdır)

         “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

          Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

                                          Mehmed Âkif, Ekim 1913

Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte (Sovyetlerin çöküş sonrası) ABD, dünya imparatorluğu kurmak için, gelecekte kendisine rakip olabilecek tüm güçleri tasfiye etmek amacıyla “önleyici savaş doktrinini” benimsemiş; “21. Asır ABD Yüzyılı Ana Projesini (PNAC)” ve bunun onlarca alt projesini dünyanın değişik bölgelerinde uygulamaya sokmak üzere provokasyonlara başlamıştır. 21. asırda insanlığın en büyük ihtiyacı olan enerji kaynaklarına el koyabilmek, enerji ihtiyacı olan tüm ülkeleri çökertmek ve kendisine bağımlı hale getirip boyunduruk altına alabilmek için ABD, 2001 yılında New York’ta bulunan ticaret merkezi “İkiz Kuleler”in sivil uçaklarla vurulmasını, uzun zamandır cilalayıp, parlatıp servis ettiği “el Kaide”ye yıkarak, “terörle mücadele” adı altında yeni bir savaş başlatmıştır. ABD, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etmiştir. Her iki ülkeyi işgal ederek hem enerji üretim sahalarını, hem de enerji ulaşım yollarını kontrol etmeye çalışmıştır.

ABD’nin başlattığı bu yeni süreç, “Siyonizm’in Dünya Hâkimiyeti”, “Derin Dünya Devleti” politikaları ile örtüştüğü için, aralarında ihtilaflar olmasına karşılık yol boyu Siyonizm’le birlikte hareket etmeleri mümkün olabilmiştir. Neocon-Siyonist ittifakı ile ABD milliyetçileri WASP’çılar arasında zaman zaman çok şiddetli çatışmalar vuku bulsa bile diğer güçlere, özellikle İslâm’a karşı, yeri ve zamanı geldiğinde ittifak yapmakta, birlikte hareket etmektedirler.

İslâm coğrafyasında geçmiş yazılarımızda isimlerini verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep, aşiret/kabile ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir.

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin uygulanmak istendiği bir zamanda, müminler, etnik, mezhep, cemaat, aşiret/kabile ve hareket düzleminde parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyasi parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir.

Ümmetin bu gerçeği görmesi, ona göre davranması ve insanlığa önderlik yapabilecek bir dayanışma ve organizasyonun içine girmesi gerekmektedir. Ümmetin birlik ve beraberliği, insanlık için gerek şarttır. O nedenle bu çatışmaları, sonlandırmak zorundayız.

Arif Nihat Asya’nın  “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet tefekkür etmeli ve öz eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir.

Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zaafiyetin ürünüdür. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zaafiyet olmadan dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri, ortaya konmadan çözüm bulmamız mümkün değildir.

Bu sebeple “Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü ümmet anlayışı ile bugün pratikte varolan, yaşayan ümmet arasındaki ilişki nasıldır?” sorusunun sorulup en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir.  Bu yazı serisinde, Ümmet Şuurunun yeniden inşası için yapılması gerekenler konusu, ele alınıp incelenecek ve yol boyu öz eleştiri yapılacaktır.

Ümmet Kavramının Analizi

‘Ümmet’, ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. ‘Ümm’, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’ân’da kelime anlamı olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık anlamlarında’ geçmektedir(43/1-4; 42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. ‘Ümm’ kelimesinden türemiş olan ‘Ümmet’ kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’ olup çoğulun çoğuludur[1].

Ümmet kelimesi matematikteki ‘küme’ kavramına benzerdir. Matematikte, aralarında ortak özellik/özellikler olan elemanlar topluluğuna “küme” denmektedir. Burada önemli olan, küme içerisinde ki elemanların tümünün ortak bir ve bir kaç özelliğinin var olmasıdır. Tüm elemanların ortak bir özelliği, esas alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak tekrar gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin “alt kümesi” denmektedir.

Ümmet kavramı da, belli bir özellik/özellikler etrafında varlıkların gruplandırılması/ sınıflandırılması olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak niteleyebiliriz. Ancak bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte uçabilenleri bu özelliklerine(yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak daha alt gruplandırmaya tabı tutabiliriz. Bunlar, canlılar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler olmuş olurlar: “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38). Nitekim Hz. Peygamber karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir: “Karınca, ümmetlerden biridir.”[2]

Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet kelimesi tekil olarak 51 ve çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Ümmet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:

§İnsan Topluluğu: 2/213; 10/19; 21/92; 6/38.

  • Bir Dine Bağlananlar Topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.

§İman Edenler Topluluğu: 2/128; 3/104, 110;  5/66, 67; 7/159-160; 11/48.

§Tebliğ Edenler Topluluğu: 3/104, 114;  9/122;  7/159, 181.

  • Hayvanlar Topluluğu: 6/38; 7/38-39.
  • Millet: 2/134, 213; 10/ 19.
  • Zaman: 11/8; 12/45.
  • Tek Başına Bir Topluluk: 16/120.
  • Din: 21/ 92; 43/ 22.

Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde, kavramı belirleyen üç özellik dikkat çekmektedir: Yer, zaman ve din. Buna göre belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet olarak isimlendirilmiştir. Arap dil bilgini İbn Manzur, Lisânü’l-Arab adlı eserinde ümmet kelimesini, dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirme, ümmet kelimesinin genel çerçevesini belirlemektedir:

“Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kâfir veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygamber’e inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir...”[3]

İbn Manzur’un bu görüşü; “Ümmetim içinden Yahudi veya Hıristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez”[4]  hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın peygamberin tebliğinin muhatabı olan herkes, ‘peygamberin ümmeti’ olmaktadır. Buradaki tasnifte rol oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup; kabul veya reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar, o peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmet kavramının en genel çerçevesidir. Buna, Ümmetin Evrensel Kümesi de diyebiliriz.  Medine’de kurulan ilk İslâm Devletinin Anayasasında Ümmet kavramı, bu genel çerçevede kullanılmıştır:

“Madde 1- Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için(olmak üzere tanzim edilmiştir).

Madde2-  İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”[5]

Birinci madde, Ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise bunları, diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Bu madde kapsamında ümmeti oluşturan alt gruplar; 

  • Müminler (Kureyşli ve Yesribli),
  • Müslümanlar (Kureyşli ve Yesribli),
  • Bunlara tâbi olanlar,
  • Bunlara sonradan iltihak edecek olanlar,
  • Onlarla birlikte cihad edenler,

olarak belirtilmektedir. İlk iki grubun inanç temelleri belirtilmiş olmasına karşı; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, “tabı olmak” ve “cihada çıkmak” vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde ise Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade edilmektedir:

“Madde 25 -a) Benu Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir ümmet teşkil    ederler.Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.”

Madde 26 ve Madde 34’de diğer Yahudi kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacakları’ belirtilmektedir.

İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet olan müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammedi otorite kabul eden bir anayasa etrafında, yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin dinlerinin kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi, devlete temel olan ümmeti, dine göre tanımlamadıkları anlamına gelmektedir. Bu anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken Hz. Peygamber’in otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir.  Medine Vesikası’ndaki bu ümmet tanımlaması,  belki de ‘Anayasal Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.              

Medine Vesikası’nda ‘Anayasal Vatandaşlık’ şeklindeki bir ümmet tanımlaması, Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde 1’de bu çok açık olarak görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun Din, Müslüman ümmettin en temel vasfıdır ve onları, diğer insan topluluklarından ayırmaktadır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde, hiç kimse tabı olmamasına karşılık o ‘tek başına bir ümmet’ olarak Kur’ân’da tanımlanmaktadır:

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidti ve o müşriklerden değildi.” (16/120).

Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de, ‘tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir.[6]

Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden ‘muvahhit’ kelimesi; diğer taraftan çoğulu ifade eden ‘ümmet’ kelimesinin kullanılmış olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini göstermektedir. Kur’ân’da Allah’a isyan/inkâr edenlerin de bir ümmet olarak tanımlanması, dinin ümmet kavramı üzerinde ki ağırlığını gösterir:

“Eğer insanlar (Allah'a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah'a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar, Ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).

Allah Peygamberler Vasıtasıyla Ümmetlere Dosdoğru Yolu Göstermiştir

Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35).  Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış,  onlara yol boyu doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir:

“Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.” (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). 

İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu(35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini,  aralarında adalet ile hükmettiğini(10/47) görmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).

Bunun yanı sıra ümmetler, gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır(6/42-44).

Peygamberlerin Davetine Karşı Ümmetlerin Tavrı ve Ümmetin Bölünmesi

 Ümmetlere gelen peygamberler, onlara beraberlerinde yeni değerler sistemi getirmiştir. Bu değerler, Ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Yol gösterici hidayet rehberlerine karşı mevcut sistem içerisinde ‘refahtan şımarıp azan bir azınlık’, mücadele başlatmıştır(22/67-69). Refahtan şımarıp azan önde gelenler, Peygamberleri yalanlamışlar(23/44; 35/25), onu susturmak istemişler(40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmişlerdir(40/5). Kendilerine yapılan tebliğ, nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır(35/43).

Her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde gönderilen peygamberler, onları uyarıp kokutarak, helal ile haramı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı ümmetin cevabı, aynı olmamış; farklı tavırlar sergileyen insan unsurları ortaya çıkmıştır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak ümmet bölünmüştür:

“Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.” (23/53; 21/93).

Bu bölünme ile bir kısmı “hidâyet yolunu”, bir kısmı da “dalâlet yolunu” tercih ederek yollarını ayırmışlardır(16/93; 11/118). Kur’ân-ı Kerim, tebliğe muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra, kabul veya reddine göre, ümmetleri isimlendirmektedir. Bu isimlendirme, bazı özellikler esas alınarak, genelden özele doğru yapıldığını görmekteyiz:

  • Hidayet Verilenler-Sapıklığı Hak Edenler (16/36),
  • Yalanlayanlar  (16/36; 35/25; 29/28),
  • Kâfir Olanlar(43/24),
  • Atalarının İzinde Körü Körüne Yürüyenler (43/23),
  • Rahmanı Tanımayanlar (13/30),
  • Ateşe Girmeyi Hak Edenler (7/38),
  • Mutedil Olan Vasat Ümmet (2/143; 5/66; 3/114),
  • Tebliğci Ümmet (7/181; 3/104, 110, 114, 7/159, 163,164,
  • Namaz Kılan Ümmet (3/113-114).

Ümmetin Birlik-Beraberliği Önünde Beş Tehlike/Beş Mayın

Ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu görülmektedir:

“Eğer Rabbin dileseydi, insanların elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (11/118).

Konumuzla ilgili ayetlerde anlaşmazlığın temel nedeni olarak beş ana değişkenin varlığına dikkat çekilmektedir: Şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilahlaştırılması, bağy hastalığı, kalplerin katılaşması.

Bunların içinde Şeytan, bir dış faktör olup, Hz. Âdem’e secde olayından dolayı insanoğluna savaş açmış en büyük tehlikedir. İnsana sürekli vesvese verir ve insanın yaptığı kötü işleri, ona süslü göstererek saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti bölmek ister (16/63; 6/43).

Mele-Mütrefler (refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar), bunlar da fert açısından bir dış faktördürler. Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru,  başkaları için gayrı meşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunun için adıl bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu nedenle de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol oynarlar. Zaten bunlar şeytanın başyardımcılarıdır:

“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde gelenleri' (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.»

(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.»“ (43/23-24).

Diğer üç faktör, insan için iç faktörler olup aynı zamanda dış faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi heva-hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine nefsinin öngördüğü değerleri yerleştirme de ki ısrarı, beraberinde bölünmeyi getirmektedir:

“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur’ân'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (5/48).

İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıda ki ayette bu durum, çok açık bir şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.

Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içinde varolan “bağy” duygusudur (azgınlık içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde Ümmetin, milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasının kökünde bağy hastalığı vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy etkili olabilmektedir:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan 'azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2/213).

Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.v.),  bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek cahiliye davranışı olarak nitelemiştir:

“Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) matem!”[7]

Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim, onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır. Duyarsızlıklarının devamında da kalpleri mühürlenir. O nedenle kalplerin katılaşması, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını engeller. Dolayısıyla duygu düşünce ve davranışları itibari ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortay çıkar(6/43).

Sonuç: 1,7 Milyarlık Mutedil-Şahit-Tebliğci Bir Ümmetle Zulmün Kökünü Kazımak

Davet karşısında insanların takındıkları tavra bağlı olarak ümmetlerin isimlendirildiğini yukarıda belirtmiştik. Başlangıçta İslâm dinini benimsemiş olanlar da, Müslüman Ümmet, Muhammet Ümmeti, olarak çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin genel anlamında bir sapma meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bu gün ümmet denince,  Müslümanların birliği anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet Kur’ân-ı Kerim’de vasat, dengeli, mutedil bir ümmet olarak tanımlanmaktadır:

“Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahit olsun.” (2/143)

Bu ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli olması iken, diğer taraftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst, inanılır ve güvenilir olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal değildir; gerçekçidir ve adildir. Ancak böyle mutedil ve şahit bir ümmet, yukarıdaki ifade edilen beş ana tehlikenin üstesinden gelebilir. Bu gün karşı karşıya kalınan tehlikenin boyutunu gerçek anlamda idrak edip çözüm üretebilir. ‘Araplar bize ihanet etti’ , ‘Türkler bize zulmetti’, ‘Kürtler işbirlikçi’  diyerek tarihte yapılmış veya küçük bir kesim tarafından yapılan hatalara takılıp kalmaz. Bu mutedil ümmet; “Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.”(2/141, 2/134) anlayışı ile olaylara ve sorunlara bakar.

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, bu sorumluluk anlayışı ile zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının yanında yer alarak hakkın mücadelesini veren hayırlı bir ümmettir:

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz.” (3/110).

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, güç ve kuvveti hakkın önüne geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır. Söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık vardır ve “ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi” davranmaz:

“Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.” (16/92)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlerden nemelazımcılardan değildir. Bukalemun gibi her renge girmez. Kendilerine zulmedenler de dâhil olmak üzere tüm insanlığın kurtuluşunu, kendi kurtuluşu olarak görür. Onların bilgisizliklerinden dolayı saptıklarını düşünür ve onu için en küçük ihtimali değerlendirmek ister. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi, onların zihinlerinin bir köşesinde daima bulunur. Dolayısıyla her ihtimali, insanlığın kurtuluşu için kullanır. Allah, bu ümmete bu konuda ki sorumluluklarını,  deniz kenarında ki bir kasabanın başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.

Onlardan bir ümmet: “Allah'ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde  “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.” (7/163-164)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, kötülüklere karşı tavır almamanın bedelinin helak olacağını ve Allah’ın azabının değişik şekillerde gelebileceğini bilir:

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakalayıverdik. Onlar, kendisinden sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca' onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik.

O vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.”

Onları yeryüzünde ayrı ayrı ümmetler olarak paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.” (7/165-168)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmetin oluşturulması, bu gün için en acil görevdir. Ümmeti oluşturmak ve ümmeti korumak içi içe olan görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir, dünyevileşebilir:

“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı?” (7/169).

Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize bildirmektedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, ümmeti uyarmaktadır:

“Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2/44)

Bu, hatasını görmeme hastalığıdır. Bu hastalıktan ümmeti koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak ihtisaslaşmış özel bir ümmetin (parlamento dışında siyaset yapan gönüllü kuruluşlar) görevli kılınmasıdır:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/104)

Bu özel ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül ettirilip sürekli görevi yapmalıdır:

“Müminlerin tümünün öne fırlayıp savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tefekkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir). Umulur ki onlar da kaçınıp-sakınırlar.” (9/122)

Başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm bağy/haset duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır. Hz. Peygamber bu tehlikeye karşı ümmetin dikkatini çekmiştir:

“Ben senin ümmetine 'Onları umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.”[8]

Bugün İslâm coğrafyasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi” kapsamında yaşanan/yaşatılan, bu büyük fitne hareketidir. Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sımsıkı ve şuurlu bir şekilde yapışmaktır:

“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın, dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.” (3/103)

Birlik ve beraberlik içinde olmak için mümin kardeşlerimize karşı kin tutmamalıyız:

“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma!” (59/10)

Zulmün ebediyen yok olması için şuurlu olmak ve şuurlu Müslüman nesiller yetiştirmek zorundayız:

“«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et! Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»“ (2/128)

İşte bu anlayış içerisinde olan 1,7 milyarlık mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet,  insanlığı tahrip edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak, yalnızca Allah’a teslim olmuş ve yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak isteyen böyle bir ümmetin önünde hangi güç durabilir.

   Bu şuurlu ümmeti inşa ve ihya etmede birinci derecede sorumluluk üstlenecek olan Parlamento dışında siyaset yapan, gönüllü hareketler/ kuruluşlar/ teşkilatlar/ cemaatlerdir.

Ya Rabbi bu ümmete şuur ver; basiret ve ferâset sahibi kıl.

Ya Rabbi bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma.

Ya Rabbi bizi bağy hastalığı ile imtihan etme.

Ya Rabbi bizi Sırât-ı Müstakîmden ayırma, kalplerimizi birbirine isindir.

Kaynaklar

1- Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 S:583-588

2- Müslim, Selâm 148)

       3- Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 S:647-649 

       4- Hamidullah M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972  S: 149-153.

       5- Canan İ., Kütüb-i Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, S: 367.

       6- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

  7- Müslim, Fiten 19; Hadis No: 2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, Hadis No: 4252)


[1] Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 s.583-588.

          [2] Müslim, Selâm 148.

[3] Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 s. 647-649.

[4] Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 s. 647-649  .

[5] Hamidullah M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972, s.149-153.

[6] Canan İ., Kütüb-i Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, s.367.

[7] Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

[8] Müslim, Fiten 19; Hadis No: 2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, Hadis No: 4252.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...