“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu
vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Mehmed Âkif, Ekim 1913
Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte
(Sovyetlerin çöküş sonrası) ABD, dünya imparatorluğu kurmak için, gelecekte
kendisine rakip olabilecek tüm güçleri tasfiye etmek amacıyla “önleyici savaş
doktrinini” benimsemiş; “21. Asır ABD Yüzyılı Ana Projesini (PNAC)” ve bunun
onlarca alt projesini dünyanın değişik bölgelerinde uygulamaya sokmak üzere
provokasyonlara başlamıştır. 21. asırda insanlığın en büyük ihtiyacı olan
enerji kaynaklarına el koyabilmek, enerji ihtiyacı olan tüm ülkeleri çökertmek
ve kendisine bağımlı hale getirip boyunduruk altına alabilmek için ABD, 2001
yılında New York’ta bulunan ticaret merkezi “İkiz Kuleler”in sivil uçaklarla
vurulmasını, uzun zamandır cilalayıp, parlatıp servis ettiği “el Kaide”ye
yıkarak, “terörle mücadele” adı altında yeni bir savaş başlatmıştır. ABD, önce
Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etmiştir. Her iki ülkeyi işgal ederek
hem enerji üretim sahalarını, hem de enerji ulaşım yollarını kontrol etmeye
çalışmıştır.
ABD’nin başlattığı bu yeni süreç, “Siyonizm’in Dünya
Hâkimiyeti”, “Derin Dünya Devleti” politikaları ile örtüştüğü için, aralarında
ihtilaflar olmasına karşılık yol boyu Siyonizm’le birlikte hareket etmeleri
mümkün olabilmiştir. Neocon-Siyonist ittifakı ile ABD milliyetçileri WASP’çılar
arasında zaman zaman çok şiddetli çatışmalar vuku bulsa bile diğer güçlere,
özellikle İslâm’a karşı, yeri ve zamanı geldiğinde ittifak yapmakta, birlikte
hareket etmektedirler.
İslâm coğrafyasında geçmiş yazılarımızda isimlerini
verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin
sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine
ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar
arasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer
İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas
almakta, bu coğrafyayı kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep,
aşiret/kabile ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir.
Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin
uygulanmak istendiği bir zamanda, müminler, etnik, mezhep, cemaat,
aşiret/kabile ve hareket düzleminde parçalanmak ve birbirine düşürülerek,
birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat,
yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur.
Birçok yapı, cemaat ve siyasi parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları
zedelenmiştir.
Ümmetin bu gerçeği görmesi, ona göre davranması ve insanlığa
önderlik yapabilecek bir dayanışma ve organizasyonun içine girmesi
gerekmektedir. Ümmetin birlik ve beraberliği, insanlık için gerek şarttır. O
nedenle bu çatışmaları, sonlandırmak zorundayız.
Arif Nihat Asya’nın “Aziz-i vakt idik, âda
(düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet tefekkür etmeli ve öz
eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı
ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak
meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir.
Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna
gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir
savaş açtığını ilan etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan
kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zaafiyetin ürünüdür.
Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları
çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını
dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zaafiyet olmadan dış dinamiklerin
ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.
1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak
bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve
çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri, ortaya konmadan çözüm bulmamız mümkün
değildir.
Bu sebeple “Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü ümmet anlayışı ile
bugün pratikte varolan, yaşayan ümmet arasındaki ilişki nasıldır?” sorusunun
sorulup en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak
cevaplandırılması gerekir. Bu yazı serisinde, Ümmet Şuurunun
yeniden inşası için yapılması gerekenler konusu, ele alınıp
incelenecek ve yol boyu öz eleştiri yapılacaktır.
Ümmet Kavramının Analizi
‘Ümmet’, ‘ümm’ kelimesinden
türemiştir. ‘Ümm’, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya
başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’ân’da kelime anlamı
olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık anlamlarında’ geçmektedir(43/1-4;
42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. ‘Ümm’ kelimesinden
türemiş olan ‘Ümmet’ kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil
veya topluluk demektir. Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’
olup çoğulun çoğuludur[1].
Ümmet kelimesi matematikteki ‘küme’
kavramına benzerdir. Matematikte, aralarında ortak özellik/özellikler olan
elemanlar topluluğuna “küme” denmektedir. Burada önemli olan, küme içerisinde
ki elemanların tümünün ortak bir ve bir kaç özelliğinin var olmasıdır. Tüm
elemanların ortak bir özelliği, esas alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları,
kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak tekrar
gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin “alt kümesi”
denmektedir.
Ümmet kavramı da, belli bir
özellik/özellikler etrafında varlıkların gruplandırılması/ sınıflandırılması
olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak niteleyebiliriz. Ancak
bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte uçabilenleri bu
özelliklerine(yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak daha alt
gruplandırmaya tabı tutabiliriz. Bunlar, canlılar ümmetinin birer alt kümesi
olan ümmetler olmuş olurlar: “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki
kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38).
Nitekim Hz. Peygamber karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir: “Karınca,
ümmetlerden biridir.”[2]
Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet kelimesi tekil olarak 51 ve
çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Ümmet kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:
§İnsan Topluluğu: 2/213; 10/19; 21/92; 6/38.
- Bir
Dine Bağlananlar Topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.
§İman Edenler Topluluğu: 2/128; 3/104, 110; 5/66,
67; 7/159-160; 11/48.
§Tebliğ Edenler Topluluğu: 3/104, 114; 9/122;
7/159, 181.
- Hayvanlar
Topluluğu: 6/38; 7/38-39.
- Millet:
2/134, 213; 10/ 19.
- Zaman:
11/8; 12/45.
- Tek
Başına Bir Topluluk: 16/120.
- Din:
21/ 92; 43/ 22.
Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler
incelendiğinde, kavramı belirleyen üç özellik dikkat çekmektedir: Yer, zaman ve
din. Buna göre belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine
dayalı olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet olarak isimlendirilmiştir. Arap
dil bilgini İbn Manzur, Lisânü’l-Arab adlı eserinde ümmet
kelimesini, dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirme, ümmet kelimesinin
genel çerçevesini belirlemektedir:
“Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kâfir
veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır.
Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygamber’e inanan ve inanmayan bütün insanlar
kastedilir...”[3]
İbn Manzur’un bu görüşü; “Ümmetim içinden Yahudi
veya Hıristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez”[4] hadisi
ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın peygamberin tebliğinin
muhatabı olan herkes, ‘peygamberin ümmeti’ olmaktadır. Buradaki tasnifte rol
oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup; kabul veya reddetme
değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar, o
peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmet kavramının en genel
çerçevesidir. Buna, Ümmetin Evrensel Kümesi de diyebiliriz. Medine’de kurulan
ilk İslâm Devletinin Anayasasında Ümmet kavramı, bu genel çerçevede
kullanılmıştır:
“Madde 1- Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından
Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine
onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler
için(olmak üzere tanzim edilmiştir).
Madde2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir
ümmet teşkil ederler.”[5]
Birinci madde, Ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini
başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise
bunları, diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Bu madde
kapsamında ümmeti oluşturan alt gruplar;
- Müminler
(Kureyşli ve Yesribli),
- Müslümanlar
(Kureyşli ve Yesribli),
- Bunlara
tâbi olanlar,
- Bunlara
sonradan iltihak edecek olanlar,
- Onlarla
birlikte cihad edenler,
olarak belirtilmektedir. İlk iki grubun inanç temelleri
belirtilmiş olmasına karşı; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, “tabı olmak”
ve “cihada çıkmak” vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde
ise Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade
edilmektedir:
“Madde 25 -a) Benu Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir
ümmet teşkil ederler.Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin
dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri
dâhildirler.”
Madde 26 ve Madde 34’de diğer Yahudi
kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı
haklara sahip olacakları’ belirtilmektedir.
İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer
ümmet olan müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammedi otorite kabul eden bir anayasa
etrafında, yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin
dinlerinin kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun
belirtilmesi, devlete temel olan ümmeti, dine göre tanımlamadıkları anlamına
gelmektedir. Bu anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve
Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken Hz.
Peygamber’in otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir.
Medine Vesikası’ndaki bu ümmet tanımlaması, belki de ‘Anayasal
Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.
Medine Vesikası’nda ‘Anayasal Vatandaşlık’ şeklindeki bir
ümmet tanımlaması, Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman
ortadan kaldırmamıştır. Madde 1’de bu çok açık olarak görülmektedir. Hangi
coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun Din, Müslüman ümmettin en
temel vasfıdır ve onları, diğer insan topluluklarından ayırmaktadır. Bundan
dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde, hiç kimse tabı olmamasına
karşılık o ‘tek başına bir ümmet’ olarak Kur’ân’da tanımlanmaktadır:
“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a
gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidti ve o müşriklerden değildi.” (16/120).
Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin
Saîde’nin de, ‘tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz.
Peygamber tarafından ifade edilmiştir.[6]
Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden
‘muvahhit’ kelimesi; diğer taraftan çoğulu ifade eden ‘ümmet’ kelimesinin
kullanılmış olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini göstermektedir.
Kur’ân’da Allah’a isyan/inkâr edenlerin de bir ümmet olarak tanımlanması, dinin
ümmet kavramı üzerinde ki ağırlığını gösterir:
“Eğer insanlar (Allah'a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah'a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar, Ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).
Allah Peygamberler Vasıtasıyla Ümmetlere Dosdoğru Yolu Göstermiştir
Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde,
kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre
yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35).
Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir
ümmettirler:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve
uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların
anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi.” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).
Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve
taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara yol boyu
doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir:
“Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve
tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.
Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de
sapıklık hak oldu.” (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30;
16/63).
İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı
birer peygamber gönderildiğini, onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu(35/24), onlara
helal ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini(10/47)
görmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde
görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).
Bunun yanı sıra ümmetler, gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır(6/42-44).
Peygamberlerin Davetine Karşı Ümmetlerin Tavrı ve Ümmetin Bölünmesi
Ümmetlere gelen peygamberler, onlara
beraberlerinde yeni değerler sistemi getirmiştir.
Bu değerler, Ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden
şekillendiren değerlerdir. Yol gösterici hidayet rehberlerine karşı mevcut
sistem içerisinde ‘refahtan şımarıp azan bir azınlık’, mücadele başlatmıştır(22/67-69).
Refahtan şımarıp azan önde gelenler, Peygamberleri yalanlamışlar(23/44; 35/25),
onu susturmak istemişler(40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için
batıla dayanarak mücadele etmişlerdir(40/5). Kendilerine yapılan
tebliğ, nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye
başvurmuşlardır(35/43).
Her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek
şekilde gönderilen peygamberler, onları uyarıp kokutarak, helal ile
haramı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek yol göstermişlerdir. Ancak
peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı ümmetin cevabı, aynı
olmamış; farklı tavırlar sergileyen insan unsurları ortaya çıkmıştır. Allah’tan
gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak ümmet bölünmüştür:
“Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli
gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.” (23/53;
21/93).
Bu bölünme ile bir kısmı “hidâyet yolunu”, bir kısmı da
“dalâlet yolunu” tercih ederek yollarını ayırmışlardır(16/93; 11/118). Kur’ân-ı
Kerim, tebliğe muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra, kabul veya
reddine göre, ümmetleri isimlendirmektedir. Bu isimlendirme, bazı özellikler
esas alınarak, genelden özele doğru yapıldığını görmekteyiz:
- Hidayet
Verilenler-Sapıklığı Hak Edenler (16/36),
- Yalanlayanlar
(16/36; 35/25; 29/28),
- Kâfir
Olanlar(43/24),
- Atalarının
İzinde Körü Körüne Yürüyenler (43/23),
- Rahmanı
Tanımayanlar (13/30),
- Ateşe
Girmeyi Hak Edenler (7/38),
- Mutedil
Olan Vasat Ümmet (2/143; 5/66; 3/114),
- Tebliğci
Ümmet (7/181; 3/104, 110, 114, 7/159, 163,164,
- Namaz
Kılan Ümmet (3/113-114).
Ümmetin Birlik-Beraberliği Önünde Beş Tehlike/Beş Mayın
Ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu görülmektedir:
“Eğer Rabbin dileseydi, insanların elbette tek bir ümmet
kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (11/118).
Konumuzla ilgili ayetlerde anlaşmazlığın temel
nedeni olarak beş ana değişkenin varlığına dikkat
çekilmektedir: Şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilahlaştırılması, bağy
hastalığı, kalplerin katılaşması.
Bunların içinde Şeytan, bir dış faktör olup, Hz. Âdem’e
secde olayından dolayı insanoğluna savaş açmış en büyük tehlikedir. İnsana
sürekli vesvese verir ve insanın yaptığı kötü işleri, ona süslü göstererek
saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti bölmek ister
(16/63; 6/43).
Mele-Mütrefler (refahtan şımarıp azan
yönetici-patronlar), bunlar da fert açısından bir dış faktördürler. Refahtan
şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için
meşru, başkaları için gayrı meşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme
sapmışlardır. Bunun için adıl bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu
nedenle de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol
oynarlar. Zaten bunlar şeytanın başyardımcılarıdır:
“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir
peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde
gelenleri' (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din)
üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.»
(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben
size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam
da mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye
(karşı) kâfir olanlarız.»“ (43/23-24).
Diğer üç faktör, insan için iç faktörler olup
aynı zamanda dış faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi heva-hevesini
ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine nefsinin öngördüğü
değerleri yerleştirme de ki ısrarı, beraberinde bölünmeyi getirmektedir:
“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı
ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur’ân'ı) indirdik. Öyleyse
aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva
(istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir
yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak
(bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (5/48).
İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi
serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir.
Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme
sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıda ki ayette bu durum, çok açık bir
şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.
Tarihi süreçte insanlığın en büyük
düşmanlarından birisi de insanın içinde varolan “bağy” duygusudur (azgınlık
içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde Ümmetin,
milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları Habil ile
Kabil’in kavgasının kökünde bağy hastalığı vardır. Akraba ilişkilerinden
toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy etkili
olabilmektedir:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve
uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların
anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine
karşı-olan 'azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o,
(Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2/213).
Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.v.), bağy duygusunu
tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek
cahiliye davranışı olarak nitelemiştir:
“Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir;
bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî
özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp
hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) matem!”[7]
Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya
başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra
kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim, onların kalplerinde
siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır.
Duyarsızlıklarının devamında da kalpleri mühürlenir. O nedenle kalplerin
katılaşması, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını
engeller. Dolayısıyla duygu düşünce ve davranışları itibari ile kendine
yabancılaşmış bir insan unsuru ortay çıkar(6/43).
Sonuç: 1,7 Milyarlık Mutedil-Şahit-Tebliğci Bir Ümmetle Zulmün Kökünü Kazımak
Davet karşısında insanların takındıkları tavra
bağlı olarak ümmetlerin isimlendirildiğini yukarıda belirtmiştik. Başlangıçta
İslâm dinini benimsemiş olanlar da, Müslüman Ümmet, Muhammet Ümmeti, olarak
çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin genel anlamında bir
sapma meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya
başlanmıştır. Dolayısıyla bu gün ümmet denince, Müslümanların birliği
anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet Kur’ân-ı Kerim’de vasat, dengeli,
mutedil bir ümmet olarak tanımlanmaktadır:
“Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız
için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahit olsun.” (2/143)
Bu ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli
olması iken, diğer taraftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst,
inanılır ve güvenilir olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal
değildir; gerçekçidir ve adildir. Ancak böyle mutedil ve şahit bir ümmet,
yukarıdaki ifade edilen beş ana tehlikenin üstesinden gelebilir. Bu gün karşı
karşıya kalınan tehlikenin boyutunu gerçek anlamda idrak edip çözüm üretebilir.
‘Araplar bize ihanet etti’ , ‘Türkler bize zulmetti’, ‘Kürtler
işbirlikçi’ diyerek tarihte yapılmış veya küçük bir kesim tarafından yapılan
hatalara takılıp kalmaz. Bu mutedil ümmet; “Onlar, bir ümmetti, gelip
geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz,
onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.”(2/141, 2/134) anlayışı
ile olaylara ve sorunlara bakar.
Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, bu
sorumluluk anlayışı ile zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının
yanında yer alarak hakkın mücadelesini veren hayırlı bir ümmettir:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz;
maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve
Allah'a iman edersiniz.” (3/110).
Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, güç ve
kuvveti hakkın önüne geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır.
Söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık vardır ve “ipini kuvvetle
eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi” davranmaz:
“Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha
gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak,
ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz
Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa
düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.” (16/92)
Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet,
her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya
karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışır. “Bana dokunmayan
yılan bin yaşasın” diyenlerden nemelazımcılardan değildir. Bukalemun gibi her
renge girmez. Kendilerine zulmedenler de dâhil olmak üzere tüm insanlığın
kurtuluşunu, kendi kurtuluşu olarak görür. Onların bilgisizliklerinden dolayı
saptıklarını düşünür ve onu için en küçük ihtimali değerlendirmek ister. ‘Bir
ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi, onların zihinlerinin bir köşesinde daima
bulunur. Dolayısıyla her ihtimali, insanlığın kurtuluşu için kullanır. Allah,
bu ümmete bu konuda ki sorumluluklarını, deniz kenarında ki bir kasabanın
başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır:
“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu)
sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi
günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın
geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı.
İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.
Onlardan bir ümmet: “Allah'ın kendilerini yıkıma uğratmak
veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?”
dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler,
diye” dediler.” (7/163-164)
Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, kötülüklere karşı tavır
almamanın bedelinin helak olacağını ve Allah’ın azabının değişik şekillerde
gelebileceğini bilir:
“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de
kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk
dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakalayıverdik. Onlar, kendisinden
sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca' onlara: “Aşağılık
maymunlar olunuz” dedik.
O vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki:
Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına
gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O,
çok affedici, çok merhametlidir.”
Onları yeryüzünde ayrı ayrı ümmetler olarak paramparça
dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların
dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve
kötülüklerle imtihan ettik.” (7/165-168)
Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmetin oluşturulması, bu gün
için en acil görevdir. Ümmeti oluşturmak ve ümmeti korumak içi içe olan
görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya
uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya
dalabilir, dünyevileşebilir:
“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım
'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını
alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince
onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı?” (7/169).
Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını
göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını
göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen
toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize
bildirmektedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, ümmeti uyarmaktadır:
“Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi
unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak
mısınız?” (2/44)
Bu, hatasını görmeme hastalığıdır. Bu hastalıktan ümmeti
koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak ihtisaslaşmış özel bir
ümmetin (parlamento dışında siyaset yapan gönüllü kuruluşlar) görevli
kılınmasıdır:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve
kötülükten (münkerden) sakındıran bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler işte
bunlardır.” (3/104)
Bu özel ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül
ettirilip sürekli görevi yapmalıdır:
“Müminlerin tümünün öne fırlayıp savaşa çıkmaları
gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup
da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tefekkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine
geri döndüğünde onları uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir). Umulur ki
onlar da kaçınıp-sakınırlar.” (9/122)
Başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer
İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın
ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne fesadın kaynatıldığı ve
kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm bağy/haset duygularının
tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve
olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır. Hz. Peygamber bu tehlikeye karşı
ümmetin dikkatini çekmiştir:
“Ben senin ümmetine 'Onları umumî bir kıtlıkla helâk
etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat
etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde
toplansalar da. Ama kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.”[8]
Bugün İslâm coğrafyasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı
Projesi” kapsamında yaşanan/yaşatılan, bu büyük fitne hareketidir.
Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sımsıkı ve
şuurlu bir şekilde yapışmaktır:
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın, dağılıp ayrılmayın.
Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz.
O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler
olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi
kurtardı.” (3/103)
Birlik ve beraberlik içinde olmak için mümin kardeşlerimize
karşı kin tutmamalıyız:
“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: “Rabbimiz,
bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde
iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma!” (59/10)
Zulmün ebediyen yok olması için şuurlu olmak ve şuurlu
Müslüman nesiller yetiştirmek zorundayız:
“«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl
ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet
yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et! Şüphesiz, Sen
tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»“ (2/128)
İşte bu anlayış içerisinde olan 1,7 milyarlık mutedil,
şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet, insanlığı tahrip edecek bir işgal
girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın
ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak, yalnızca Allah’a teslim
olmuş ve yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak isteyen böyle bir ümmetin önünde
hangi güç durabilir.
Bu şuurlu ümmeti inşa ve ihya etmede birinci
derecede sorumluluk üstlenecek olan Parlamento dışında siyaset yapan, gönüllü
hareketler/ kuruluşlar/ teşkilatlar/ cemaatlerdir.
Ya Rabbi bu ümmete şuur ver; basiret ve ferâset sahibi
kıl.
Ya Rabbi bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi
yapma.
Ya Rabbi bizi bağy hastalığı ile imtihan etme.
Ya Rabbi bizi Sırât-ı Müstakîmden ayırma, kalplerimizi
birbirine isindir.
Kaynaklar
1- Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan
Yayınları, İstanbul, 1990 S:583-588
2- Müslim, Selâm 148)
3- Öztürk Y., N., Kur’ân’ın
Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 S:647-649
4- Hamidullah M., İslâm
Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972 S: 149-153.
5- Canan İ., Kütüb-i
Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, S: 367.
6- Müslim,
Cenâiz 9, Hadis No: 934.
7- Müslim, Fiten 19; Hadis No:
2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud,
Fiten 1, Hadis No: 4252)
[1] Ünal A., Kur’ân’da
Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 s.583-588.
[2]
Müslim, Selâm 148.
[3] Öztürk Y.,
N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları,
İstanbul, 1991 s. 647-649.
[4] Öztürk Y.,
N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları,
İstanbul, 1991 s. 647-649 .
[5] Hamidullah
M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972, s.149-153.
[6] Canan İ., Kütüb-i
Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, s.367.
[7] Müslim, Cenâiz
9, Hadis No: 934.
[8] Müslim, Fiten 19; Hadis No: 2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, Hadis No: 4252.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder