23 Şubat 2018 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-6: Ümmetin İttifakını Yıkan Hastalık: Hevanın İlahlaştırılması

 (Milli Gazete)

“Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi,

Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni.

İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.“

Yavuz Sultan Selim

GİRİŞ

Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35). Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Allah, yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara daima doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, O’nun ümmetini uyarıp korkuttuğunu (35/24), onlara helâl ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini (10/47) görmekteyiz. Gönderilen peygamberler, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde görevlerini ifa etmişlerdir (23/44, 16/63).

Şeytan, ilk yaratılış olayında Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yolunda gidenlere yapmak için yemin etmiş; tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilân etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zâfiyetin sonucudur. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zâfiyet olmadan, dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

O nedenle “Başlangıçta tek olan ümmet niçin bölünmüştür?” sorusunun cevabı önemlidir.

1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri ortaya konmadan çözüm bulmak mümkün değildir.

Geçen yazıda bu konu ele alınmış, Ümmet kavramının geçtiği ayetler analiz edilmiş ve tek ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye kadar ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu (11/118); bu anlaşmazlığın; şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilâhlaştırılması, bağy hastalığı ve kalplerin katılaşmasına bağlı olarak ortaya çıktığı tespiti yapılmıştır.

Bu beş ana etkenden “Şeytan” (16/63; 6/43) ve “Mele-Mütrefler” (43/23-24), insan açısından birer dış faktör iken; “Hevanın İlahlaştırılması” (5/48), “Bağy” Hastalığı (2/213) ve “Kalplerin Katılaşması” (6/43) ise birer iç faktördür.

Bu yazıda, ümmetin, insanların anlaşamamalarında etkili olan iç faktörlerden “hevanın ilâhlaştırılması” konusu ele alınacaktır.

HEVA NEDİR VE HEVANIN İLÂHLAŞTIRILMASININ ANLAMI NEDİR?

Heva meselesi, günlük hayatta insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meseledir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi, sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın bir unsurudur. Heva sorununu, daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkilemeye çalışan yapıyı göz önüne almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir. Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir. İnsandaki mevcut karar merkezlerinden nefsin, genel olarak ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru olarak da değerlendirilebilir.

Heva, “Benliğin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.” (1). İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma halini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının, bağy’nin etkin unsur olarak dışa vurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilâhi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğu olup insan fıtratının bozulmasını ifade eder.

HEVA, SAPIKLIĞA VE YIKIMA GÖTÜRÜR

Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6 En’am 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi red ve inkâr ederler (53Necm 23). Heva, zan, tahmin, bilgisizlik ve istikbar (kendini beğenmişlik), bağy (başkası aleyhine sınırı aşmak, kıskançlık, ezme, saldırı, horlama, zulüm ve bozgunculuk) ile iç içedir (2 Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Ra’d 37; 45 Casiye 17, 18; 53 Necm 23; 38 Sad 20-25; 49 Hucurat 9; 42 Şura 14). Cehalet ve gururun refakat etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı birey nefsine indirger ve bireyi ilâhlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir.” (28 Kasas 50).

Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi; kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir:

“Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23 Müminun 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20 Taha 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da, hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun (yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada, hevasını ilâhlaştıran bir ateist ile hevasını ilâhlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler:

“Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır…” (30 Rum 29).

HEVA BİREYSEL ÇIKARLARDA SINIR TANIMAZ

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, hevanın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin heva olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa and olsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu’’ şey mi var? (53 Necm 23, 24)

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini, en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış olarak görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.

HEVA İNSANI KÖR, SAĞIR VE AKILSIZ YAPAR

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana nedeni, hevanın insan üzerinde yaptığı bu karmaşık etkilerdir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:

“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23; bak: 25 Furkan 43,44)

HEVALARINI İLÂHLAŞTIRANLAR, BAŞKALARINI SAPTIRMAK İÇİN MÜCADELE EDERLER

Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de; hevalarını ilâhlaştıranlar, başkalarının fikri ve fıkhî düşüncelerinin yanlış olduğunu inatla iddia ederler. Yapılan her türlü açıklamayı, getirilen her türlü delili, baştan reddederek ihtilâfları tefrikaya dönüştürerek haddi aşarlar:

“Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6 En’am 119)

SONUÇ: HEVANIN HÂKİMİYETİNİ KIRMANIN YOLU DOSDOĞRU BİR İSTİKAMET ÜZERE OLMAKTIR

Hevasını ilâhlaştıranlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış, onları kötülemiş ve suçlamışlardır.

Bugün de başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın (“İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi”) ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne-fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm Bağy duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır.

İman edenler, İslâm coğrafyasına aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlara karşı onurlu bir mücadele vermek zorundadırlar (18 Kehf 28).

Hevanın hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Hevanın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyî bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide 48, 49)

O nedenle Müslümanlar, bu kutsal görev için öncelikle zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini görmelidirler (79 Naziat 40,41).

O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına uymamalıdırlar (5 Maide 77).

O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler

“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: «Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.» Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (2 Bakara 120).

O nedenle Müslümanlar, iman edip salih amel işleyenler, Allah’ın kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevanın etkili olmadığı dosdoğru bir istikamet tutturmalıdırlar:

“Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15).

Kaynaklar

1- Kardâvî, Y., İhtilâf Ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.

2- Öztürk, Y.N., Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, (1991), s:172-174.

3- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

16 Şubat 2018 Cuma

Adı Konmamış Gizli Türkiye-ABD Savaşı-2: Siyonist İsrail Suriye’de Toprak İşgali İçin Alt Yapı Oluşturuyor

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Türkiye, Iran, Suriye ve Irak, bölgede görünürde terör örgütleri (PKK, PYD/YPG/SDG, DAEŞ) ile savaşıyor; gerçekte bu dört ülke, terör örgütleri üzerinden Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) ile savaşıyor. Ancak bu gizli savaşın adı henüz konmamıştır. Türkiye’nin Afrin’e yönelik “Zeytin Dalı Harekâtını” da adı konmamış bu gizli savaş kapsamında ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

Son gelişmeleri göz önüne aldığımızda, Şer ittifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm), PKK, PYD/YPG/SDG, DAEŞ gibi terör örgütlerini kullanarak Suriye’yi beş ya da altı bölgeli kantonlara ayırmayı, sonra da kantonları, ayrı devletçiklere dönüştürüp birbiri ile savaştırmayı öngörmekte olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin Türkiye’ye rağmen PYD/YPG/SDG’yi “stratejik ortak” ilan edip düzenli orduya geçmesi için eğitmesi, ağır silahlarla donatması ve bunlar aracılığıyla terör operasyonlarını organize etmesi, Türkiye’yi, Carablus ve Afrin’e girmek zorunda bırakmak içindi.

Bugün Siyonist İsrail, Şer İttifakının bölgede meydana getirdiği kaostan yararlanarak, önceden işgal ettiği Suriye’nin Golan tepeleri üzerinden yeni Suriye topraklarını, “güvenlik” gerekçesi ile gasp etmeye çalışmaktadır.

Bu yazıda, bu konu ele alınacaktır.

İsrail’in Bölge Stratejisi

İsrail bölgede “Kaostan Kaynaklanan Düzen” teorisine uygun bir strateji izlemektedir. Bölge ülkelerini birbiri ile savaştırarak bölmeyi ve bir güç olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Dünya Siyonist Örgütü tarafından Kudüs’te yayınlanan Kivunim (Yönelişler) dergisinde “80’li yıllar için İsrail’in stratejik planları” adlı bir makalede, bölgeye dönük öngörülen Siyonist stratejinin ana hatları özetlenmektedir:

“Bu ülkenin (Mısır) ayrı coğrafî eyaletlere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990’lı yıllar için siyasî hedefimiz olmalıdır. Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezî iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıptî devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, barış anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtarıdır.

Lübnan’ın beş eyalete bölünmesi... Arap dünyasının bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor. Suriye ve Irak’ın etnik veya dinî kıstaslar bazında belli bölgelere ayrılması,

uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askerî güçlerinin imha edilmesidir.

Suriye’nin etnik yapıları, kendisini parçalanmaya hazır hâle getiriyor. Suriye’nin deniz sahili boyunca bir Şiî devleti, Halep’te ve Şam’da birer Sünnî devleti kurulabilir.

Her halükârda Huran’la birlikte Ürdün’ün kuzeyinde -belki de bizim Golan’ımız üzerinde- kendi devletini oluşturmayı ümid eden bir Dürzi kimliği de ortaya çıkabilecektir...

Petrolce zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail’in nişan çizgisindedir. Onun dağılması bizim için Suriye’ninkinden daha önemlidir, zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddî tehlikeyi temsil etmektedir.” (1)

Makalede geçen ve “bizim Golan’ımız üzerinde” tabiri ile ifade edilen yer, Suriye’ye ait olup 1967 savaşında İsrail tarafından gasp edilmiş bir bölgedir.

Şer ittifakı, “Kaos Teorisi”nin birinci aşaması olarak Büyük Ortadoğu coğrafyasının birçok bölgesinde askeri yapıları ve tüm otoriteleri yıkarak toplumları etnik, din, mezhep ve aşiret eksenli olarak birbiri ile savaştırarak herkesin herkese düşman olduğu bir kaos ortamı meydana getirmiştir. Teorinin ikinci aşamasında ise kaostan, yorgun düşmüş, iç göçlerle dini, mezhebi ve etnik olarak ayrışmış olan coğrafyada birbirine düşman küçük özerk kanton bölgeler kurmayı; üçüncü aşamada da, bu kanton bölgeleri devletçiklere dönüştürüp savaştırmayı hedeflemektedirler.

İSRAİL’İN ÜÇ AŞAMALI İŞGAL PLANI

İsrail Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Moşe Yalon’un, “Suriye, şimdiden yarı-bağımsız yapılara bölünmüştür. Dürziler güneydeki belirli alanlarda yoğunlaşırken, Suriyeli Kürtler de kuzeyde... Doğuda ise IŞİD gibi Sünni unsurlar vardır.” (2) şeklinde yaptığı açıklama, yukarıdaki makalede öngörülen “Dürzilere ayrı bir devlet” kurdurma stratejisinin adım adım uygulamaya sokulduğu manasındadır.

İsrail, Golan Tepeleri üzerinden Suriye’de yaşayan Dürzîlere ulaşarak, onları ayrı bir devlet şeklinde organize etmek vadiyle kendi topraklarını, Suriye’nin içine doğru genişletmek istemektedir. Bu amaçla “üç aşamalı bir planlama” yaptığı, Batı, özellikle, Amerikan medyasında çıkan haber ve makalelerde dile getirilmektedir.

Lübnanlı gazeteci Nur Samaha, The Intercept adlı ABD merkezli bir “yeni medya” kuruluşunda yayınlanan haber- makalelerden hareketle 23 Ocak 2018’de yazdığı “Israel’s ‘Safe Zone’ is Creeping Farther Into Syria” adlı makalesinde, İsrail’in Golan Tepelerinden Suriye’nin içine doğuya ve kuzeye doğru 40 km’lik bir bölgeyi “Güvenlik Alanı” ilan edip işgal etmek için “üç aşamalı bir planı” uygulamaya soktuğunu iddia etmektedir (3, 4) (Şekil-1).

İsrail’in Öngördüğü Planın birinci aşaması, Golan tepelerine yakın Suriye’nin içindeki bölgede yaşayan Dürzîlere ve o bölgede Suriye yönetimine karşı savaşan muhalif gruplara askeri ve para yardımı yaparak ilişki kurmayı ve onlarla “dost olmayı” (!) sağlamaktır.

“Arap Baharı” adlı İkinci Nesil Kadife darbeler zinciri başlatıldığı andan itibaren İsrail, “1980 yıllarda öngördüğü stratejiye” uygun bir şekilde Dürzîlerin çoğunlukta yaşadığı bölge ile yakın ilişki kurmaya çalışmıştır. Özellikle 2013 yılından sonra Suriye’nin Golan tepelerine komşu olan bölgesindeki “Muhalif Güçlerden” bir kısmı ile yakın ilişki kurmuş, onlara silah ve para yardımı yapmıştır(5).

Son yıllarda ABD- İsrail işbirliği ile bu ilişki kurulmuş ve geliştirilmiştir. Lübnanlı gazeteci Nur Semaha, İsrailli bir online haber sitesi olan “YNET News”da 31 Mayıs 2016’da çıkan bir haberi referans alarak 25 Temmuz 2016 tarihli “İsrail Güney Suriye’de Güvenli Bölge mi Oluşturacak?” başlıklı yazısında, bu konuyu ele alıp incelemiştir(3). Nur Semaha, bölgedeki gelişmeleri aktararak, İsrail’in işgal altındaki topraklarda yaşayan Suriyelilerin bulunduğu 35 köye, oradaki sivil temsilcilerle koordinasyon içinde Ramazan ayında birtakım yardımlar ulaştırdığını ve “İsrail’in 11 Temmuz 2016’da çok sayıda buldozer ile bir tankı Suriye topraklarına, Kuneytra’ya doğru 300 m. sokarak siper kazmaya başladığını ve bölgeye yaklaşanları da, ateş açmakla tehdit ettiğini”; “İsrail Savunma Bakanlığı’nın bölgedeki sivillerin İsrail devleti ile ilişkisini geliştirebilmesi için yeni bir irtibat birimi oluşturduğunu” yazmıştır (3).

Makaleye göre İsrail tarafından öngörülen Plana uygun olarak, “küçük bir İsrail birliği ile istihbarat personeli, 2017 yılı Temmuz ayında, Suriye’nin Ürdün sınırına yakın Batı Dera kırsalına geçmiş ve ABD ile Ürdün’ün desteğiyle Dera ve Kuneytra bölgesinde savaşmakta olan Liva Ceydur Horan ile Ceyş’ül Ebabil adlı iki grubun komutanlarıyla buluşmuş”; “İsrailli yetkililer, Eylül 2017’de de Liva Caydur, Fursan el-Culan ve Suriye Devrimciler Cephesi (Cebhet Suvvar Suriye) gibi gruplarla Kuneytra’nın güneyindeki Rafid kasabasında özel görüşmeler” yapmışlardır (3).

İsrail’in Suriye hükümetine karşı savaşan muhalif kuvvetlerle ilişkisini kuvvetlendirmesi, Ürdün’deki ABD Askeri Operasyon Merkezi (MOC) tarafından bu muhalif gruplara yapılan askeri desteği kesilmesinden sonra hızlanmıştır. ABD yardımı keserek bu grupları İsrail’in kucağına itmiştir. Haziran 2017 Wall Street Journal gazetesinde,“Israel Gives Secret Aid to Syrian Rebels” başlıklı haberde, “İsrail’in Suriye’nin güney cephesindeki silahlı gruplara gıda, ilaç ve yakıt yardımı yanı sıra nakit para yardımı da yaptığı” açıklaması yer almıştır. Haberde, Furkan el Culan grubunun sözcülerinden Mutasım el Culani’nın, “İsrail kahramanca yanımızda durdu. Onların yardımı olmaksızın ayakta kalamazdık,” ifadelerine yer verilmiştir (3,5).

İsrail’in Öngördüğü Planın ikinci aşaması, Fursan el-Culan örgütünün militanlarından oluşan 500 kişilik bir grubun “sınır muhafız gücü” olarak konuşlandırmak amacıyla İsrail tarafından “eğit/donat programı” kapsamında eğitime tabı tutulmasıdır. Eğit/Donat Programına alınan böyle bir grupla İsrail, “Golan Tepeleri’nin Suriye tarafındaki Dürzi kenti Hadar’ın güneyinden başlayarak, güneye doğru inen, muhalif gruplar denetimindeki Cubata el Kasab, Ber Acem, Hamidiye ve Kuneytra’nın güney kırsalındaki Rafid kasabasına kadar olan bölgeyi” kontrol altına almayı düşünmektedir (3-5).

İsrail’in Öngördüğü Planın üçüncü aşaması, Eğit/Donatla kurduğu taşeron örgütlerle gerçekleştirmeyi öngördüğü güvenli bölgeyi, kademeli bir şekilde Suriye’nin içerisine doğru 40 km derinliğe ulaştırıp işgal etmektir (3,4). Böylelikle İsrail 1967’deki “Altı Gün Savaşı”ndan bu yana işgal altında tuttuğu, Suriye’ye ait olan Golan Tepelerindeki askeri varlığını, hem kuzeye hem de doğuya doğru genişleterek Suriye’nin bazı topraklarını kendi topraklarına katarak Büyük İsrail Projesini bir ileri aşamaya taşımış olacaktır.

Bu İşgal gerçekleştiği andan itibaren dünyanın değişik yerlerinde var olan fakir Yahudilerin, İsrail’e göç etmesini sağlayabilmek için “Yahudi düşmanlığını” o ülkelerde körükleyecektir. Böylelikle, Yahudi toplulukları üzerine yerel baskının olmasını sağlayarak onları İsrail’e göç etmeye mecbur bırakmak isteyecektir.

Siyonistler baştan beri bu stratejiyi uygulamaktadırlar. Filistin topraklarına ilk yerleştikleri günden buyana işgal ettikleri toprakların durumu ile bugünkü durumunu mukayese edildiğinde bu gerçek çok daha kolay bir şekilde görülecektir. 1967 savaşında İsrail, Golan Tepelerini işgal edildikten sonra bölgede, yeni Yahudi yerleşim yerleri kurarak bölgedeki nüfus yapısını tamamen değiştirmiştir.

Sonuç: Aklı Selim Sahibi Olarak Hareket Etmek

Bölgede çatışan güçleri ve onların projelerini göz önüne almadan, bu coğrafyada vuku bulup giden olayları, heyecanla, duygusallıkla, öfke ile salt siyah -beyaz mantığıyla değerlendirmeye kalkmak ve eyleme geçmek yanlıştır. Bu coğrafyada, başkaları tarafından çizilmiş olan uzun vadeli bir stratejinin satranç tahtasında piyon konumuna düşme; avcı iken av olmak tehlikesi, her zaman mevcuttur. Bu nokta göz ardı edilmemelidir.

Dün Irak için çizilen strateji, bugün Suriye için çizilmiş ve IŞİD, PYD, YPG, SDG, PKK taşeronluğunda uygulamaya sokulmuştur. Şer İttifakı, etnik, dini ve mezhebi olarak ayrışmış olan bölgeleri, “güvenli bölge olarak ilan etmek”, kantonlaştırmak”, “özerkleştirmek” ve “devletleştirip savaştırmak” amacına dönük bir 100 yıllık strateji izlemektedir.

Bir arada olmaları mümkün görülmeyen ABD, İsrail, IŞİD, PYD/YPG/SDG, PKK arasında Türkiye’ye/İran’a karşı, şimdilik, gizli, güçlü bir ittifak vardır. Bu İttifaka zaman zaman ESED ve Rusya’da dâhil olmaktadır.

İsrail’in, “Büyük İsrail Projesine” uygun olarak topraklarını genişlettiğine Türkiye ve İran dikkat etmek zorundadır.

Şer İttifakı, Suriye’yi kantonlaştırırken Türkiye’yi ve İran’ı da bölmek istemektedir. Ana stratejinin hedefi budur. Türkiye ve İran, bunu görmek, ona göre davranmak ve tedbir almak zorundadırlar.

Türkiye’nin Afrin’e yönelik “Zeytin Dalı Harekâtı” ile Şer İttifakı, olayı bir Türk-Kürt, Kürt-Arap ve Sünni-Nusayri/Alevi/Şii çatışması olarak göstermek istemektedir. Türkiye’nin dışında ve Türkiye içerisinde başlatılan psikolojik harekâtın bu boyutuna dikkat edilmelidir. O nedenle Türkiye, bu harekâtın bölge halklarına karşı yapılan bir harekât olmadığını, İslam Coğrafyasını bölmek isteyen Şer İttifakına karşı bir harekât olduğunu, Irak-Suriye düzleminde vuku bulan olayların arka planını, görünmeyen yüzünü, halkların anlayabileceği bir dille belgelere, delillere dayalı olarak çok estetik bir şekilde ortaya koymalıdır.

Türkiye içerde ortak bir stratejik akıl üretmek zorundadır. Türkiye’de yaşayan, bu ülkeyi, bu milleti ve bu ümmeti seven herkes, sağlıklı bir şekilde düşünmeyi, tefekkür etmeyi ve aklını en güzel bir şeklide kullanmayı tarihi bir görev olarak görmelidir.

Kaynaklar

1- Çebi, H.Y., İsrail’in Şifresi, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006, S: 52-66.

2- Bulut, A., Yeniçağ, 21.07.2015; Sputnik, 21 Temmuz 2015

3- Akdoğan Ö., “Bir Zeytin Dalı da İsrail›den mi?”, - T24 - 29 Ocak 2018;

http://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/bir-zeytin-dali-da-israilden-mi,19044

4- Samaha, N., “Israel’s “Safe Zone” Is Creepıng Farther Into Syrıa” , January 23 2018;

https://theintercept.com/2018/01/23/israel-syria-safe-buffer-zone-golan-heights/

5- Report: Israel Gives Secret Aid to Syrian Rebels, IsraelDefense, 19.06.2017 Contact author; http://www.israeldefense.co.il/en/node/30036

9 Şubat 2018 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-5: Ümmetin ittifak yolu üzerinde beş mayın

(Milli Gazete)

“Sen! Ben! desinefrad, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır”.

MehmedÂkif,

GİRİŞ

Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35). Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş “tek bir ümmettirler” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Başlangıçta tek olan bu ümmet niçin bölünmüştür?

Şeytan, ilk yaratılış olayında Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yolunda gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zâfiyetin sonucudur. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zâfiyet olmadığı zaman dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

O nedenle “Kur’an ve Sünnetin öngördüğü “ümmet” anlayışı ile bugün pratikte var olan, yaşayan “ümmet” arasındaki ilişki nasıldır?” sorusu, en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir. Bu nedenle geçen yazıda, “ümmet” kavramının analizi yapılmıştır.

Bu yazıda, ümmetin bölünme sebepleri üzerinde durulacaktır.

PEYGAMBERLERİN DAVETİNE KARŞI ÜMMETLERİN TAVRI VE TEK OLAN ÜMMETİN BÖLÜNMESİ

Allah, yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara daima doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir (23/44, 16/63). Peygamberler, muhatap olduklara insanlara yeni değerler sistemi sunmuş ve bu yeni değerler etrafında yeni bir hayat tarzı oluşturmak üzere onları uyarıp kokutarak, helal ile haramı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek yol göstermişlerdir.

Yol gösterici bu hidayet rehberlerine karşı mevcut sistem içerisinde ‘refahtan şımarıp azan bir azınlık’, mücadele başlatmıştır (22/67-69). Refahtan şımarıp azan önde gelenler, Peygamberleri yalanlamışlar (23/44; 35/25), onları susturmak istemişler (40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmişlerdir (40/5). Kendilerine yapılan tebliğ, nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır (35/43). Bunun sonucu Peygamberlerin getirdiği, yeni değerler sistemine karşı ümmetin cevabı, aynı olmamış; farklı tavırlar sergileyen insan unsurları ortaya çıkmıştır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak ümmet bölünmüştür:

“Ama peygamberleri izlediklerini iddia eden ümmetler fırkalara ayrılıp bölük bölük oldular. Her grup, kendilerine ait görüşten ötürü memnun ve mutludur.” (23/53; 21/93).

***

Bu bölünme ile bir kısmı “hidayet yolunu”, bir kısmı da “delalet yolunu” tercih ederek yollarını ayırmışlardır (16/93; 11/118). Kur’an-ı Kerim, tebliğe muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra, kabul veya redde göre, ümmetleri isimlendirmektedir. Bu isimlendirmenin, bazı özellikler esas alınarak, genelden özele doğru yapıldığını görmekteyiz:

* Hidayet Verilenler- Sapıklığı Hak Edenler (16/36),

* Yalanlayanlar (16/36; 35/25; 29/28),

* Kâfir Olanlar (43/24),

* Atalarının İzinde Körü Körüne Yürüyenler (43/23),

* Rahmanı Tanımayanlar (13/30),

* Ateşe Girmeyi Hak Edenler (7/38),

* Mutedil Olan Vasat Ümmet ( 2/143; 5/66; 3/114),

* Tebliğci Ümmet (7/181; 3/104, 110, 114, 7/159, 163,164,

* Namaz Kılan Ümmet (3/113-114).

ÜMMETİN BİRLİK BERABERLİĞİ ÖNÜNDE BEŞ TEHLİKE-BEŞ MAYIN

Ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, “sürekli bir anlaşmazlığın” var olduğu görülmektedir (11/118).

Konumuzla ilgili ayetlerde anlaşmazlığın temel nedeni olarak beş ana etkenin/parametrenin varlığına dikkat çekilmektedir: Şeytan, Mele-Mütrefler, Hevanın İlahlaştırılması, Bağy Hastalığı, Kalplerin Katılaşması.

Bunların içinde Şeytan, bir dış faktör olup, Hz. Âdem’e secde olayından dolayı insanoğluna savaş açmış, en büyük tehlike ve düşmandır. İnsana sürekli vesvese verir ve insanın yaptığı kötü işleri, ona süslü göstererek saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti bölmek ister (16/63; 6/43).

Mele-Mütrefler(“refahtan şımarıp azan yöneticiler/liderler, patronlar”), bunlar da fert açısından bir dış faktördürler. Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru, başkaları için gayrı meşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunlar, adıl bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu nedenle de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol oynayan şeytanın başyardımcılarıdır:

“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ‘refah içinde şımarıp azan önde gelenleri’ (şöyle) demişlerdir: “Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.”

(O peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.»” (43/23-24).

Diğer üç faktör, insan için iç faktörler olup aynı zamanda dış faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi heva-hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine nefsinin öngördüğü değerleri yerleştirmedeki ısrarı, beraberinde bölünmeyi getirmektedir:

“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici› olarak Kitab›ı (Kur›an›ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (5/48).

İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıdaki ayette bu durum, çok açık bir şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.

Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içinde var olan “bağy” duygusudur (azgınlık ve düşmanlık içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde ümmetin, milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasının kökünde bağy hastalığı vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy hastalığı etkili olabilmektedir:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan bağy(‘azgınlık ve kıskançlıkları’) yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2/213).

Bu nedenle Hz. Muhammet, bağy hastalığının ortaya çıkmasına vesile olacak mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek “cahiliye davranışı” olarak nitelemiştir (1).

Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladığında, tepki vermeyip nemelazımcılık yaptığında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlar (7/163-169). Böyle bir değişim, insanların kalplerinde siyah noktalar oluşturur, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır. Duyarsızlıklarının devamında da kalpleri mühürlenir. O nedenle “kalplerin katılaşması”, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını engeller. Duygu düşünce ve davranışları itibari ile kendine yabancılaşmış, kalpleri kaskatı kesilmiş, adalet duygusu ile merhamet duygusu yok olmuş hevasını ilahlaştıran yeni bir insan unsuru ortaya çıkar (6/43).

SONUÇ: DOSDOĞRU BİR İSTİKAMET ÜZERE OLMAK

Bugün, başta İslam dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın (“İslam’ın İslam’la Savaşı Projesi”) ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm Bağy duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Hevasını ilâhlaştıranlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış, onları kötülemiş ve suçlamışlardır.

İman edenler, İslâm coğrafyasına, aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlara karşı onurlu bir mücadele vermek zorundadırlar. (18 Kehf 28).

Hevanın hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Bugün, ya bunu başaracaklar, ya da hem bu dünyada hem de öteki dünyada zillet içinde yaşayacaklardır. Başka bir yol yoktur.

Hevanın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyi bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler (5 Maide 48, 49).

Bugünün Müslümanları, bu kutsal görev için öncelikle zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini görmelidirler (79 Naziat 40,41).

O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına uymamalıdırlar (5Maide 77).

O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler (2 Bakara 120).

Hevanın çok temel bir özelliği olan “bağy” hastalığı, göz ardı edilip önemsenmediğinde, her türlü ihtilâfın tefrikaya dönüşmesi ve ardından fırkalaşmanın vuku bulması kaçınılmazdır. Ümmet, millet ve cemaatler, bu fırkalaşmanın sonucunda birbiri ile çatışmakta/savaşmaktadırlar (2 Bakara 213; 45 Casiye 17; 42 Şura 13-14 )

Hevasını ilâh edinmeyen, bağy hastalığına yakalanmayanlar, azınlık bir grup olan “iman edip salih amel işleyenlerdir” (38 Sad 21-24). İman edip salih amel işleyenler, “insanlar arasında hak ile hükmettikleri”, adalet ve fıtratı merkeze alan bir dili ve hayat tarzını savundukları sürece Allah’ın yardımı gelecek, ihtilâfları tefrikaya dönüşmeyecek ve karanlıklar aydınlığa dönecektir( 38 Sad 26).

Öyleyse iman edip salih amel işleyenler, Allah’ın kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevanın etkili olmadığı dosdoğru bir istikamet tutturmalıdırlar:

“Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve deki: Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15)

Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve şuurlu bir şekilde yapışmaktır:

“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.” (3/103)

Ya Rabbi bu ümmete şuur ver; Basiret ve feraset sahibi kıl.

Ya Rabbi bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma.

Ya Rabbi bizi bağy hastalığı ile imtihan etme.

Ya Rabbi bizi Sırat-ı Müstakimden ayırma, Kalplerimizi birbirine isindir.

Ya Rabbi “..Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” (59/10)

Kaynaklar

1- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

2 Şubat 2018 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-4: Ümmet kavramının analizi

(Milli Gazete)

“Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır”.

Mehmed Âkif

GİRİŞ

“Kur’an ve Sünnetin öngördüğü “ümmet” anlayışı ile bugün pratikte var olan, yaşayan “ümmet” arasındaki ilişki nasıldır?” sorusu, en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir. Bu nedenle bu yazıda, “ümmet” kavramının analizi yapılacaktır.

ÜMMET KAVRAMININ ANALİZİ

‘Ümmet’, ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. ‘Ümm’, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’an’da kelime anlamı olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık anlamlarında’ geçmektedir (43/1-4; 42/7). Kelime, türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. ‘Ümm’ kelimesinden türemiş olan ‘ümmet’ kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’ olup, çoğulun çoğuludur (1).

Ümmet kelimesi matematikteki ‘küme’ kavramına benzerdir. Matematikte, aralarında ortak özellik/özellikler olan elemanlar topluluğuna “küme” denmektedir. Burada önemli olan, küme içerisindeki elemanların tümünün ortak bir ve birkaç özelliğinin var olmasıdır. Tüm elemanların ortak bir özelliği esas alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak tekrar gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin “alt kümesi” denmektedir.

Ümmet kavramı da, belli bir özellik/özellikler etrafında varlıkların gruplandırılması/ sınıflandırılması olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak niteleyebiliriz. Ancak bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte uçabilenleri bu özelliklerine (yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak daha alt gruplandırmaya tâbi tutabiliriz. Bunlar, canlılar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler olmuş olurlar: “Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38). Nitekim Hz. Peygamber, karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir: “Karınca, ümmetlerden biridir.” (2)

Kur’an-ı Kerim’de Ümmet kelimesi, tekil olarak 51, çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Ümmet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:

İnsan Topluluğu: 2/213; 10/19; 21/92; 6/38.

Bir Dine Bağlananlar Topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.

İman Edenler Topluluğu: 2/128; 3/104, 110; 5/66, 67; 7/159-160; 11/48.

Tebliğ Edenler Topluluğu: 3/104, 114; 9/122; 7/159, 181.

Hayvanlar Topluluğu: 6/38; 7/38-39.

Millet: 2/134, 213; 10/ 19.

Zaman: 11/8; 12/45.

Tek Başına Bir Topluluk: 16/120.

Din: 21/ 92; 43/ 22.

Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde, kavramı belirleyen üç özellik dikkat çekmektedir: Yer, zaman ve din. Buna göre belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet olarak isimlendirilmiştir. Arap dil bilgini İbn Manzur, Lisan-ul Arab adlı eserinde ümmet kelimesini, dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirmede, ümmet kelimesinin genel çerçevesini belirlemektedir:

“Ümmet, insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kafir veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygambere inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir...” (3)

İbn Manzur’un bu görüşü; “Ümmetim içinden Yahudi veya Hristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez” (3) hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın Peygamberin tebliğinin muhatabı olan herkes, ‘Peygamberin ümmeti’ olmaktadır. Buradaki tasnifte rol oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup; kabul veya reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar, o peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmet kavramının en genel çerçevesidir. Buna, Ümmetin Evrensel Kümesi de diyebiliriz. Medine’de kurulan ilk İslâm Devletinin Anayasa’sında ümmet kavramı, bu genel çerçevede kullanılmıştır:

“Madde1- Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesripli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihat edenler için (olmak üzere) tanzim edilmiştir.

Madde2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”(4)

Birinci madde, ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise bunları, diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Bu madde kapsamında ümmeti oluşturan alt gruplar;

Müminler (Kureyşli ve Yesripli),

Müslümanlar (Kureyşli ve Yesripli),

Bunlara tâbi olanlar,

Bunlara sonradan iltihak edecek olanlar,

Onlarla birlikte cihat edenler.

olarak belirtilmektedir. İlk iki grubun inanç temelleri belirtilmiş olmasına karşı; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, “tâbi olmak” ve “cihada çıkmak” vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde ise Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade edilmektedir:

“Madde25-a) Benu Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler.

Yahudilerin dinleri kendilerine, Mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek Mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.”

Madde 26- Madde 34’de diğer Yahudi kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacakları’ belirtilmektedir.

İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet olan Müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammed’i otorite kabul eden bir anayasa etrafında, yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin dinlerinin kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi, devlete temel alınan ümmeti, farklı inanç mensuplarının birlikte yaşayabilmesi için çok hukuklu bir sistemi öngördükleri anlamında yorumlanabilir. Bu anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken, Hz. Peygamber’in otoritesinin kabulü ile merkezi otorite ve güvenlik ön plana çekilmiştir. Medine Vesikasındaki bu ümmet tanımlaması, belki de ‘Anayasal Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.

Medine Vesikasında ‘Anayasal Vatandaşlık’ şeklindeki bir ümmet tanımlaması, Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde1’de bu çok açık olarak görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun Din, Müslüman ümmettin en temel vasfıdır ve onları, diğer insan topluluklarından ayırmaktadır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde, hiç kimse tabı olmamasına karşılık o ‘tek başına bir ümmet’ olarak Kur’an’da tanımlanmaktadır (16/120). Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de, ‘Tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir (5).

Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden ‘muvahhit’ kelimesi; diğer taraftan çoğulu ifade eden ‘ümmet’ kelimesinin kullanılmış olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini göstermektedir. Kur’an’da Allah’a isyan/inkâr edenlerin de bir ümmet olarak tanımlanması, dinin ümmet kavramı üzerindeki ağırlığını göstermektedir (43/33-35).

Başlangıçta İslâm dinini benimsemiş olanlar, “Müslüman Ümmet”, “Muhammed Ümmeti” olarak çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin kullanımdaki anlamında bir değişiklik meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bugün ümmet denince, “Müslümanların birliği” anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet, Kur’an-ı Kerim’de “vasat”, “dengeli”, “mutedil” bir ümmet olarak tanımlanmaktadır(2/143).

ALLAH, PEYGAMBERLER VASITASIYLA ÜMMETLERE DOSDOĞRU YOLU GÖSTERMİŞTİR

Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39; 7/35). Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Allah, yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara daima doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, O’nun ümmetini uyarıp korkuttuğunu (35/24), onlara helâl ve haramı bildirdiğini, aralarında adalet ile hükmettiğini (10/47) görmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir (23/44, 16/63).

SONUÇ: 1,7 MİLYARLIK MUTEDİL- ŞAHİT-TEBLİĞCİ BİR ÜMMETLE ZULMÜN KÖKÜNÜ KAZIMAK

Muhammed Ümmetinin/Müslüman Ümmetin/Ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli olması iken, diğer taraftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst, inanılır, güvenilir ve âdil olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal değildir; gerçekçidir ve âdildir.

Bu mutedil, şahit, tebliğci Ümmet, bu sorumluluk anlayışı ile zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının yanında yer alarak hakkın mücadelesini verir (3/110).

Bu mutedil, şahit, tebliğci Ümmet, güç ve kuvveti, hakk’ın önüne geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır. Söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık vardır ve “İpini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi” davranmaz (16/92).

Bu mutedil, şahit, tebliğci Ümmet, her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlerden, nemelâzımcılardan değildir. Bukalemun gibi her renge girmez. Kendisine zulmedenler de dâhil olmak üzere, tüm insanlığın kurtuluşunu, kendi kurtuluşu olarak görür. Onların (zalimlerin) bilgisizliklerinden dolayı saptıklarını düşünür ve onun için en küçük ihtimali değerlendirmek ister. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi, ümmetin zihninin bir köşesinde daima bulunur. Yani her ihtimali, insanlığın kurtuluşu için kullanır. Allah, ümmete bu konudaki sorumluluklarını, deniz kenarındaki bir kasabanın başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır (7/163-164).

Bu mutedil, şahit, tebliğci Ümmet, kötülüklere karşı tavır almamanın bedelinin helâk olmak ve Allah’ın azabının değişik şekillerde gelebilecek olduğunu bilir (7/165-168).

Bu mutedil, şahit, tebliğci Ümmetin oluşturulması, bugün için en acil görevlerden biridir. Ümmeti oluşturmak ve korumak, iç içe olan görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir, dünyevileşebilir (7/169).

Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu, hem Kur’an hem de tarih bize bildirmektedir.

Bu, hatayı görmeme/görememe hastalığıdır. Bu hastalıktan ümmeti koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak, ihtisaslaşmış, özel bir Ümmetin (Parlamento Dışında Siyaset Yapan Gönüllü ve Bağımsız Kuruluşlar) görevli kılınmasıdır (3/104). Bu özel Ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül ettirilip sürekli görevini yapar/yapmalıdır (9/122).

Ümmetin fertlerinin birbirini helâk etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve şuurlu bir şekilde sarılmak (3/103) ve mü’min kardeşlerine kin tutmamaktır (59/10).

İşte bu anlayış içerisinde olan 1,7 milyarlık mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir Ümmet, insanlığı tahrip edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak, yalnızca Allah’a teslim olmuş ve yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak isteyen böyle bir Ümmetin önünde hangi güç durabilir?

Bu şuurlu Ümmeti inşa ve ihyâ etmede birinci derecede sorumluluk üstlenecek olan, Ümmetin ve insanlığın dertlerini dert edinen, Parlamento dışında siyaset yapan, bağımsız, gönüllü hareketler/ kuruluşlar/ teşkilâtlar / cemaatlerdir.

Ya Rabbi! Bu Ümmete şuur ver; basiret ve feraset sahibi kıl.

Ya Rabbi! Bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma.

Ya Rabbi! Bizi bağy hastalığı ile imtihan etme.

Ya Rabbi! Bizi Sırat-ı Müstakimden ayırma, kalplerimizi birbirine ısındır.

Kaynaklar

1- Ünal A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 S:583-588

2- Müslim, Selâm 148)

3- Öztürk Y., N., Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 S:647-649

4- Hamidullah M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972 S: 149-153.

5- Canan İ., Kütüb-i Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, S: 367.

  

1 Şubat 2018 Perşembe

ÜMMET ŞUURUNUN YENİDEN İNŞASI ÜMMETİN İTTİFAK YOLU ÜZERİNDE BEŞ MAYIN

(Umran Dergisi Şubat 2018 Yazısıdır)

         “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

          Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

                                          Mehmed Âkif, Ekim 1913

Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte (Sovyetlerin çöküş sonrası) ABD, dünya imparatorluğu kurmak için, gelecekte kendisine rakip olabilecek tüm güçleri tasfiye etmek amacıyla “önleyici savaş doktrinini” benimsemiş; “21. Asır ABD Yüzyılı Ana Projesini (PNAC)” ve bunun onlarca alt projesini dünyanın değişik bölgelerinde uygulamaya sokmak üzere provokasyonlara başlamıştır. 21. asırda insanlığın en büyük ihtiyacı olan enerji kaynaklarına el koyabilmek, enerji ihtiyacı olan tüm ülkeleri çökertmek ve kendisine bağımlı hale getirip boyunduruk altına alabilmek için ABD, 2001 yılında New York’ta bulunan ticaret merkezi “İkiz Kuleler”in sivil uçaklarla vurulmasını, uzun zamandır cilalayıp, parlatıp servis ettiği “el Kaide”ye yıkarak, “terörle mücadele” adı altında yeni bir savaş başlatmıştır. ABD, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etmiştir. Her iki ülkeyi işgal ederek hem enerji üretim sahalarını, hem de enerji ulaşım yollarını kontrol etmeye çalışmıştır.

ABD’nin başlattığı bu yeni süreç, “Siyonizm’in Dünya Hâkimiyeti”, “Derin Dünya Devleti” politikaları ile örtüştüğü için, aralarında ihtilaflar olmasına karşılık yol boyu Siyonizm’le birlikte hareket etmeleri mümkün olabilmiştir. Neocon-Siyonist ittifakı ile ABD milliyetçileri WASP’çılar arasında zaman zaman çok şiddetli çatışmalar vuku bulsa bile diğer güçlere, özellikle İslâm’a karşı, yeri ve zamanı geldiğinde ittifak yapmakta, birlikte hareket etmektedirler.

İslâm coğrafyasında geçmiş yazılarımızda isimlerini verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep, aşiret/kabile ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir.

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin uygulanmak istendiği bir zamanda, müminler, etnik, mezhep, cemaat, aşiret/kabile ve hareket düzleminde parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyasi parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir.

Ümmetin bu gerçeği görmesi, ona göre davranması ve insanlığa önderlik yapabilecek bir dayanışma ve organizasyonun içine girmesi gerekmektedir. Ümmetin birlik ve beraberliği, insanlık için gerek şarttır. O nedenle bu çatışmaları, sonlandırmak zorundayız.

Arif Nihat Asya’nın  “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet tefekkür etmeli ve öz eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir.

Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zaafiyetin ürünüdür. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zaafiyet olmadan dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri, ortaya konmadan çözüm bulmamız mümkün değildir.

Bu sebeple “Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü ümmet anlayışı ile bugün pratikte varolan, yaşayan ümmet arasındaki ilişki nasıldır?” sorusunun sorulup en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir.  Bu yazı serisinde, Ümmet Şuurunun yeniden inşası için yapılması gerekenler konusu, ele alınıp incelenecek ve yol boyu öz eleştiri yapılacaktır.

Ümmet Kavramının Analizi

‘Ümmet’, ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. ‘Ümm’, ‘bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir’. Kur’ân’da kelime anlamı olarak, ‘hem anne, hem de asıl, temel, ana, uygun karşılık anlamlarında’ geçmektedir(43/1-4; 42/7). Türevleri ile birlikte toplam 119 yerde geçer. ‘Ümm’ kelimesinden türemiş olan ‘Ümmet’ kelimesinin sözlük anlamı ise, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Çoğunluğu temsil eder. Bununla beraber çoğulu, ‘ümem’ olup çoğulun çoğuludur[1].

Ümmet kelimesi matematikteki ‘küme’ kavramına benzerdir. Matematikte, aralarında ortak özellik/özellikler olan elemanlar topluluğuna “küme” denmektedir. Burada önemli olan, küme içerisinde ki elemanların tümünün ortak bir ve bir kaç özelliğinin var olmasıdır. Tüm elemanların ortak bir özelliği, esas alınarak oluşturulan bir kümenin elemanları, kendi aralarında daha başka özellikler göz önüne alınarak tekrar gruplandırılabilir. Bu şekilde meydana gelen kümelere ana kümenin “alt kümesi” denmektedir.

Ümmet kavramı da, belli bir özellik/özellikler etrafında varlıkların gruplandırılması/ sınıflandırılması olarak tanımlanabilir. Tüm canlıları bir ümmet olarak niteleyebiliriz. Ancak bunlar içerisinde yerde yürüyebilenler ile gökte uçabilenleri bu özelliklerine(yerde yürüyebilme, gökte uçabilme) bakarak daha alt gruplandırmaya tabı tutabiliriz. Bunlar, canlılar ümmetinin birer alt kümesi olan ümmetler olmuş olurlar: “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” (6/38). Nitekim Hz. Peygamber karıncaları bir ümmet olarak zikretmiştir: “Karınca, ümmetlerden biridir.”[2]

Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet kelimesi tekil olarak 51 ve çoğul olarak 13 olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Ümmet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de, aşağıdaki anlamlarda kullanılmıştır:

§İnsan Topluluğu: 2/213; 10/19; 21/92; 6/38.

  • Bir Dine Bağlananlar Topluluğu: 2/ 143; 22/34, 67.

§İman Edenler Topluluğu: 2/128; 3/104, 110;  5/66, 67; 7/159-160; 11/48.

§Tebliğ Edenler Topluluğu: 3/104, 114;  9/122;  7/159, 181.

  • Hayvanlar Topluluğu: 6/38; 7/38-39.
  • Millet: 2/134, 213; 10/ 19.
  • Zaman: 11/8; 12/45.
  • Tek Başına Bir Topluluk: 16/120.
  • Din: 21/ 92; 43/ 22.

Ümmet kelimesinin geçtiği ayetler incelendiğinde, kavramı belirleyen üç özellik dikkat çekmektedir: Yer, zaman ve din. Buna göre belli bir zamanda, belli bir yerde, belli bir inanç sistemine dayalı olarak yaşayan insan topluluğu, ümmet olarak isimlendirilmiştir. Arap dil bilgini İbn Manzur, Lisânü’l-Arab adlı eserinde ümmet kelimesini, dil yönünden incelerken yaptığı değerlendirme, ümmet kelimesinin genel çerçevesini belirlemektedir:

“Ümmet insan nesli demektir. Her nebinin ümmeti, kâfir veya mümin ayırımı olmaksızın, tebliğ için gönderildiği tüm insanlardır. Muhammed ümmeti denince de Hz. Peygamber’e inanan ve inanmayan bütün insanlar kastedilir...”[3]

İbn Manzur’un bu görüşü; “Ümmetim içinden Yahudi veya Hıristiyan her kim beni dinler, duyar da bana inanmazsa cennete giremez”[4]  hadisi ile uyumludur. Bu durumda inansın veya inanmasın peygamberin tebliğinin muhatabı olan herkes, ‘peygamberin ümmeti’ olmaktadır. Buradaki tasnifte rol oynayan temel özellik, tebliğe muhatap olma olup; kabul veya reddetme değildir. Onun için her peygamberin tebliğine muhatap olanlar, o peygamberin ümmeti olarak isimlendirilmiştir. Bu, ümmet kavramının en genel çerçevesidir. Buna, Ümmetin Evrensel Kümesi de diyebiliriz.  Medine’de kurulan ilk İslâm Devletinin Anayasasında Ümmet kavramı, bu genel çerçevede kullanılmıştır:

“Madde 1- Bu kitap(yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için(olmak üzere tanzim edilmiştir).

Madde2-  İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.”[5]

Birinci madde, Ümmeti oluşturan topluluğun kendilerini başkalarından ayıran temel ortak özelliklerini belirlemekte; ikinci madde ise bunları, diğer insanlardan ayrı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. Bu madde kapsamında ümmeti oluşturan alt gruplar; 

  • Müminler (Kureyşli ve Yesribli),
  • Müslümanlar (Kureyşli ve Yesribli),
  • Bunlara tâbi olanlar,
  • Bunlara sonradan iltihak edecek olanlar,
  • Onlarla birlikte cihad edenler,

olarak belirtilmektedir. İlk iki grubun inanç temelleri belirtilmiş olmasına karşı; diğerlerinde inançlar belirtilmemiş, “tabı olmak” ve “cihada çıkmak” vasıfları yeterli addedilmiştir. Anayasanın 25. maddesinde ise Yahudilerle Müminlerin bir ümmet teşkil ettiği ifade edilmektedir:

“Madde 25 -a) Benu Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir ümmet teşkil    ederler.Yahudilerin dinleri kendilerine, Müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.”

Madde 26 ve Madde 34’de diğer Yahudi kabilelerinin isimleri tek tek zikredilip ‘Benu Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacakları’ belirtilmektedir.

İki ayrı dine mensup oldukları için ayrı birer ümmet olan müminlerle Yahudiler, Hz. Muhammedi otorite kabul eden bir anayasa etrafında, yeni bir ümmet teşkil etmişlerdir. Madde 25’de Yahudilerin dinlerinin kendilerine; müminlerin dinlerinin kendilerine ait olduğunun belirtilmesi, devlete temel olan ümmeti, dine göre tanımlamadıkları anlamına gelmektedir. Bu anayasayı kabul eden insanlar (Müminler, Müslümanlar ve Yahudiler), kabul etmeyenlere göre ayrı bir ümmet olarak nitelendirilirken Hz. Peygamber’in otoritesinin kabulü ile güvenlik ön plana çekilmiştir.  Medine Vesikası’ndaki bu ümmet tanımlaması,  belki de ‘Anayasal Vatandaşlık’ kavramına ilişkin ilk uygulamadır.              

Medine Vesikası’nda ‘Anayasal Vatandaşlık’ şeklindeki bir ümmet tanımlaması, Müslümanların ayrı bir ümmet olma vasfını hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Madde 1’de bu çok açık olarak görülmektedir. Hangi coğrafyaya ve hangi etnik kökene sahip olursa olsun Din, Müslüman ümmettin en temel vasfıdır ve onları, diğer insan topluluklarından ayırmaktadır. Bundan dolayıdır ki Hz. İbrahim’e, ilk davet bölgesinde, hiç kimse tabı olmamasına karşılık o ‘tek başına bir ümmet’ olarak Kur’ân’da tanımlanmaktadır:

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidti ve o müşriklerden değildi.” (16/120).

Keza İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de, ‘tek başına bir ümmet olarak diriltileceği’ Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir.[6]

Hz. İbrahim için bir taraftan tekili ifade eden ‘muvahhit’ kelimesi; diğer taraftan çoğulu ifade eden ‘ümmet’ kelimesinin kullanılmış olması, ümmet kelimesindeki din boyutunun önemini göstermektedir. Kur’ân’da Allah’a isyan/inkâr edenlerin de bir ümmet olarak tanımlanması, dinin ümmet kavramı üzerinde ki ağırlığını gösterir:

“Eğer insanlar (Allah'a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah'a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları koltuklar, Ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik)” (43/33-35).

Allah Peygamberler Vasıtasıyla Ümmetlere Dosdoğru Yolu Göstermiştir

Hz. Âdem’le eşi yeryüzüne indirildiklerinde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağı bildirilmiştir (2/38-39;7/35).  Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Allah yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış,  onlara yol boyu doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir:

“Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.” (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). 

İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, onun ümmetini uyarıp kokuttuğunu(35/24), onlara helal ve haramı bildirdiğini,  aralarında adalet ile hükmettiğini(10/47) görmekteyiz. Bu peygamberler tarih boyu birbirini destekleyecek bir şekilde görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).

Bunun yanı sıra ümmetler, gerçeği görebilmeleri, müstağnileşmemeleri için aciz olduklarının kendilerine hatırlatması amacıyla zorluklarla, sıkıntılarla ve bollukla imtihan edilip uyarılmışlardır(6/42-44).

Peygamberlerin Davetine Karşı Ümmetlerin Tavrı ve Ümmetin Bölünmesi

 Ümmetlere gelen peygamberler, onlara beraberlerinde yeni değerler sistemi getirmiştir. Bu değerler, Ümmetin tüm yaşam, davranış ve düşünce biçimini yeniden şekillendiren değerlerdir. Yol gösterici hidayet rehberlerine karşı mevcut sistem içerisinde ‘refahtan şımarıp azan bir azınlık’, mücadele başlatmıştır(22/67-69). Refahtan şımarıp azan önde gelenler, Peygamberleri yalanlamışlar(23/44; 35/25), onu susturmak istemişler(40/5) ve Hakkı ortadan kaldırabilmek için batıla dayanarak mücadele etmişlerdir(40/5). Kendilerine yapılan tebliğ, nefretlerini artırmış, büyüklük taslayıp her türlü hile ve desiseye başvurmuşlardır(35/43).

Her ümmete, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde gönderilen peygamberler, onları uyarıp kokutarak, helal ile haramı öğreterek, aralarında adaletle hükmederek yol göstermişlerdir. Ancak peygamberlerin getirdiği yeni değerler sistemine karşı ümmetin cevabı, aynı olmamış; farklı tavırlar sergileyen insan unsurları ortaya çıkmıştır. Allah’tan gelen değerlere karşı takındıkları tavra bağlı olarak ümmet bölünmüştür:

“Fakat insanlar bu inanç birliğini yıkarak çeşitli gruplara ayrıldılar. Her grup kendi inanç sistemi ile övündü.” (23/53; 21/93).

Bu bölünme ile bir kısmı “hidâyet yolunu”, bir kısmı da “dalâlet yolunu” tercih ederek yollarını ayırmışlardır(16/93; 11/118). Kur’ân-ı Kerim, tebliğe muhatap olanların tebliğ karşısında aldıkları tavra, kabul veya reddine göre, ümmetleri isimlendirmektedir. Bu isimlendirme, bazı özellikler esas alınarak, genelden özele doğru yapıldığını görmekteyiz:

  • Hidayet Verilenler-Sapıklığı Hak Edenler (16/36),
  • Yalanlayanlar  (16/36; 35/25; 29/28),
  • Kâfir Olanlar(43/24),
  • Atalarının İzinde Körü Körüne Yürüyenler (43/23),
  • Rahmanı Tanımayanlar (13/30),
  • Ateşe Girmeyi Hak Edenler (7/38),
  • Mutedil Olan Vasat Ümmet (2/143; 5/66; 3/114),
  • Tebliğci Ümmet (7/181; 3/104, 110, 114, 7/159, 163,164,
  • Namaz Kılan Ümmet (3/113-114).

Ümmetin Birlik-Beraberliği Önünde Beş Tehlike/Beş Mayın

Ümmet kavramının geçtiği ayetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde, tek bir ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu görülmektedir:

“Eğer Rabbin dileseydi, insanların elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa, onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (11/118).

Konumuzla ilgili ayetlerde anlaşmazlığın temel nedeni olarak beş ana değişkenin varlığına dikkat çekilmektedir: Şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilahlaştırılması, bağy hastalığı, kalplerin katılaşması.

Bunların içinde Şeytan, bir dış faktör olup, Hz. Âdem’e secde olayından dolayı insanoğluna savaş açmış en büyük tehlikedir. İnsana sürekli vesvese verir ve insanın yaptığı kötü işleri, ona süslü göstererek saptırmaya çalışır ve böylelikle hidayet üzere olan bir ümmeti bölmek ister (16/63; 6/43).

Mele-Mütrefler (refahtan şımarıp azan yönetici-patronlar), bunlar da fert açısından bir dış faktördürler. Refahtan şımarıp azdıkları için müstağnileşmişlerdir. Her şeyi kendileri için meşru,  başkaları için gayrı meşru gördüklerinden adaleti çarpıtıp zulme sapmışlardır. Bunun için adıl bir düzenin ilk ve baş düşmanlarıdırlar. Bu nedenle de ümmetlerin bölünmesinde, şeytandan sonra ikinci derecede rol oynarlar. Zaten bunlar şeytanın başyardımcılarıdır:

“İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde gelenleri' (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.»

(O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.»“ (43/23-24).

Diğer üç faktör, insan için iç faktörler olup aynı zamanda dış faktörlerin etki alanlarını teşkil ederler. İnsanın kendi heva-hevesini ilahlaştırarak Allah’tan gelen temel değerlerin yerine nefsinin öngördüğü değerleri yerleştirme de ki ısrarı, beraberinde bölünmeyi getirmektedir:

“Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahit-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur’ân'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (5/48).

İnsana tercih etme hak ve hürriyeti verilmiştir. Kendi serbest iradesi ile yapacağı tercih, insan için bir imtihandır, bir denemedir. Dolayısıyla insan, kendisine tanınan bu hürriyetten dolayı da hesap verme sorumluluğunu yüklenmiştir. Nitekim yukarıda ki ayette bu durum, çok açık bir şekilde ifade edilerek hidayet yolcularının dimdik durması istenmektedir.

Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de insanın içinde varolan “bağy” duygusudur (azgınlık içeren haset, kıskançlık). Bu duygu, göz ardı edilip önemsenmediğinde Ümmetin, milletin, cemaatin bölünmesinde etkin rol oynar. Hz. Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kavgasının kökünde bağy hastalığı vardır. Akraba ilişkilerinden toplumun değişik kesimleri arasındaki ilişkilere kadar her alanda bağy etkili olabilmektedir:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı-olan 'azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2/213).

Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.v.),  bağy duygusunu tahrik edecek mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi ümmet için tehlikeli görerek cahiliye davranışı olarak nitelemiştir:

“Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) matem!”[7]

Gerek birey gerekse toplum, kötülüklerle iç içe olmaya başladıklarında tepki vermeyip nemelazımcılık yaptıklarında, bir müddet sonra kötülükleri meşru görmeye başlarlar. Böyle bir değişim, onların kalplerinde siyah bir nokta olarak başlar, kalplerini kirletir, katılaştırır, paslatır. Duyarsızlıklarının devamında da kalpleri mühürlenir. O nedenle kalplerin katılaşması, kalbi olumlu yönde etkileyecek uyarıcı sinyallerin alınmasını engeller. Dolayısıyla duygu düşünce ve davranışları itibari ile kendine yabancılaşmış bir insan unsuru ortay çıkar(6/43).

Sonuç: 1,7 Milyarlık Mutedil-Şahit-Tebliğci Bir Ümmetle Zulmün Kökünü Kazımak

Davet karşısında insanların takındıkları tavra bağlı olarak ümmetlerin isimlendirildiğini yukarıda belirtmiştik. Başlangıçta İslâm dinini benimsemiş olanlar da, Müslüman Ümmet, Muhammet Ümmeti, olarak çağrılmışlardır. Ancak zaman içerisinde ümmet kelimesinin genel anlamında bir sapma meydana gelmiş ve kelime yalnızca Müslümanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bu gün ümmet denince,  Müslümanların birliği anlaşılmaktadır. Böyle bir ümmet Kur’ân-ı Kerim’de vasat, dengeli, mutedil bir ümmet olarak tanımlanmaktadır:

“Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahit olsun.” (2/143)

Bu ümmetin en temel vasfı, bir taraftan dengeli olması iken, diğer taraftan da insanlara şahit olabilecek kadar doğru, dürüst, inanılır ve güvenilir olmasıdır. Şahit olduğu için de hayalci ve duygusal değildir; gerçekçidir ve adildir. Ancak böyle mutedil ve şahit bir ümmet, yukarıdaki ifade edilen beş ana tehlikenin üstesinden gelebilir. Bu gün karşı karşıya kalınan tehlikenin boyutunu gerçek anlamda idrak edip çözüm üretebilir. ‘Araplar bize ihanet etti’ , ‘Türkler bize zulmetti’, ‘Kürtler işbirlikçi’  diyerek tarihte yapılmış veya küçük bir kesim tarafından yapılan hatalara takılıp kalmaz. Bu mutedil ümmet; “Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.”(2/141, 2/134) anlayışı ile olaylara ve sorunlara bakar.

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, bu sorumluluk anlayışı ile zulme, zihinsel ve toplumsal kirlenmeye karşı haklının yanında yer alarak hakkın mücadelesini veren hayırlı bir ümmettir:

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz.” (3/110).

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, güç ve kuvveti hakkın önüne geçirmez, mazlumun ve haklının yanında yer alır. Söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarlılık vardır ve “ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi” davranmaz:

“Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.” (16/92)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, her türlü yalanlamaya, her türlü baskıya, her türlü iftira, karalama ve alaya karşı görevlerini her şart ve ortamda ifa etmeye çalışır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlerden nemelazımcılardan değildir. Bukalemun gibi her renge girmez. Kendilerine zulmedenler de dâhil olmak üzere tüm insanlığın kurtuluşunu, kendi kurtuluşu olarak görür. Onların bilgisizliklerinden dolayı saptıklarını düşünür ve onu için en küçük ihtimali değerlendirmek ister. ‘Bir ihtimal belki sakınırlar’ düşüncesi, onların zihinlerinin bir köşesinde daima bulunur. Dolayısıyla her ihtimali, insanlığın kurtuluşu için kullanır. Allah, bu ümmete bu konuda ki sorumluluklarını,  deniz kenarında ki bir kasabanın başına gelenleri örnek göstererek hatırlatmaktadır:

“Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk.

Onlardan bir ümmet: “Allah'ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde  “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.” (7/163-164)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmet, kötülüklere karşı tavır almamanın bedelinin helak olacağını ve Allah’ın azabının değişik şekillerde gelebileceğini bilir:

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakalayıverdik. Onlar, kendisinden sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca' onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik.

O vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.”

Onları yeryüzünde ayrı ayrı ümmetler olarak paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.” (7/165-168)

Bu mutedil, şahit, tebliğci ümmetin oluşturulması, bu gün için en acil görevdir. Ümmeti oluşturmak ve ümmeti korumak içi içe olan görevlerdir. Ümmet, başkalarını kurtarayım derken kendi içinde kırılmaya uğrayabilir. Kalp hastalıklarına yakalanabilir, varlık nedenini unutup dünyaya dalabilir, dünyevileşebilir:

“Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı?” (7/169).

Başkalarının hatalarını görmekten kendi hatalarını göremeyen, başkalarının haksızlıklarını görüp de kendi haksızlıklarını göremeyen, başkalarının zulmünü görüp de kendi yaptığı zulmü göremeyen toplumların, zaman içerisinde nasıl çürüyüp yok olduğunu tarih bize bildirmektedir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, ümmeti uyarmaktadır:

“Siz, insanlara iyiliği emrediyorken, kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitabı okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (2/44)

Bu, hatasını görmeme hastalığıdır. Bu hastalıktan ümmeti koruyacak mekanizma, kendi içinde tebliğde bulunacak ihtisaslaşmış özel bir ümmetin (parlamento dışında siyaset yapan gönüllü kuruluşlar) görevli kılınmasıdır:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/104)

Bu özel ümmet, toplumun değişik kesimlerinden teşekkül ettirilip sürekli görevi yapmalıdır:

“Müminlerin tümünün öne fırlayıp savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tefekkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir). Umulur ki onlar da kaçınıp-sakınırlar.” (9/122)

Başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm bağy/haset duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır. Hz. Peygamber bu tehlikeye karşı ümmetin dikkatini çekmiştir:

“Ben senin ümmetine 'Onları umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.”[8]

Bugün İslâm coğrafyasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi” kapsamında yaşanan/yaşatılan, bu büyük fitne hareketidir. Ümmetin birbirini helak etmemesinin yolu, Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sımsıkı ve şuurlu bir şekilde yapışmaktır:

“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın, dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı.” (3/103)

Birlik ve beraberlik içinde olmak için mümin kardeşlerimize karşı kin tutmamalıyız:

“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma!” (59/10)

Zulmün ebediyen yok olması için şuurlu olmak ve şuurlu Müslüman nesiller yetiştirmek zorundayız:

“«Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et! Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.»“ (2/128)

İşte bu anlayış içerisinde olan 1,7 milyarlık mutedil, şahit, hayırlı ve tebliğci bir ümmet,  insanlığı tahrip edecek bir işgal girişimine karşı dimdik ayakta durabilir ve tarihi değiştirebilir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmış, yalnızca Allah’tan korkarak, yalnızca Allah’a teslim olmuş ve yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak isteyen böyle bir ümmetin önünde hangi güç durabilir.

   Bu şuurlu ümmeti inşa ve ihya etmede birinci derecede sorumluluk üstlenecek olan Parlamento dışında siyaset yapan, gönüllü hareketler/ kuruluşlar/ teşkilatlar/ cemaatlerdir.

Ya Rabbi bu ümmete şuur ver; basiret ve ferâset sahibi kıl.

Ya Rabbi bizi nefsimizin, heva ve hevesimizin kölesi yapma.

Ya Rabbi bizi bağy hastalığı ile imtihan etme.

Ya Rabbi bizi Sırât-ı Müstakîmden ayırma, kalplerimizi birbirine isindir.

Kaynaklar

1- Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 S:583-588

2- Müslim, Selâm 148)

       3- Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 S:647-649 

       4- Hamidullah M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972  S: 149-153.

       5- Canan İ., Kütüb-i Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, S: 367.

       6- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

  7- Müslim, Fiten 19; Hadis No: 2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, Hadis No: 4252)


[1] Ünal A., Kur’ân’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990 s.583-588.

          [2] Müslim, Selâm 148.

[3] Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 s. 647-649.

[4] Öztürk Y., N., Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1991 s. 647-649  .

[5] Hamidullah M., İslâm Peygamberi, İrfan Yayınları,İstanbul,1972, s.149-153.

[6] Canan İ., Kütüb-i Sitte Muhtasar Tercümesi, İstanbul, cilt 3, s.367.

[7] Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.

[8] Müslim, Fiten 19; Hadis No: 2889; Tirmizî, Fiten 14, Hadis No: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, Hadis No: 4252.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...