(Milli Gazete)
Giriş
İfrat ve tefrit insanlığın iki uç yaklaşımıdır. O nedenle
İslâm ümmeti “vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanmaktadır.
“Vasat”, “mutedil”, “orta” bir ümmet olarak tanımlanan İslâm ümmetinin
mensuplarının bir kısmı, bugün hemen hemen her türlü ihtilâfı tefrikaya,
kavgaya dönüştürebilmekte; ümmet içerisinde kaosa neden olabilmektedir.
Bunun sebebi hikmeti nedir?
Bu hastalıklı durumdan kurtulmak için ne yapılmalıdır?
Geçen yazıda ihtilâf ve tefrika kavramlarının anlam alanları
ile İslâm dünyasındaki muhtelif önemli ihtilâf çeşitlerini ve ihtilâfın ana
sebeplerini inceledik.
Bu yazıda ihtilâfı, tefrikaya dönüştüren ahlâki sorunlar ele
alınıp değerlendirilecektir.
İhtilâfların Tefrikaya Dönüştüren Ahlâkî Sebepler
İhtilâfların uzlaşmaz hale gelmesinde kişilik zaafları
etkilidir. Ancak bundan daha da etkili olan ahlâkî zaaflardır. Hatta
ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni, ahlâkî’dir desek, yanlış
söylemiş olmayız. İhtilâfları tefrikaya dönüştüren ahlâkî sebepleri, aşağıdaki
gibi özetleyebiliriz:
Kişinin düşünce ve davranışları üzerinde heva ve hevesin
hâkim olması,
Kişinin sadece kendi görüşünü beğenip gururlanması, kibir,
enaniyet, müstekbirlik,
Başkası hakkında su-i zan ile hareket edip, elde delil
olmadan karşısındakini itham etmesi (1),
Dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşmenin neden olduğu melez değer sistemine sahip olması sonucu ortaya çıkan sosyal şizofreni, Kişinin bir şehri, bölgeyi, grubu, tarikatı, cemaati, lideri, şeyhi vb. fanatizm derecesinde sevmesinden dolayı önyargılı davranması (1), Kişinin belli bir teşkilâta, cemaate, harekete, siyasi partiye, hizbe, fırkaya, mezhebe, ekole, lidere, şeyhe, âlime, müçtehide veya kendi şahsî görüşüne taassupla bağlanması, Kendi şahsî görüşüne taassupla bağlanması sonucunda, at gözlüğü takarak farklı hiçbir şey görmemesi, görememesi, görmek istememesi, körlük, Hiç kimsenin ilmine fikrine ihtiyaç hissetmemesi; kendini, kendine yeter görmesi, müstağnileşme, Kişinin; inanıp bağlandığı teşkilatı, cemaati, hareketi, siyasi partiyi, hizbi, fırkayı, mezhebi, ekolü, lideri, şeyhi, âlimi, müçtehidi ve kendi şahsî görüşü dışındakilerinin tümüne karşı kin nefret ve haset içeren bir tavır sergilemesi, bağyetme, Fikri/Fıkhı görüşleri, bilerek/kasti olarak, benimsediği siyasi düşüncelerine hizmet edecek şekilde çarpıtarak değerlendirmesi, yorumlaması, istismar.
Kelâm, tasavvuf, mantık, felsefe ve fıkhî ekoller için bir
değerlendirme yapılırken, bunların bir bütün olarak eksikleri ve kusurları ile
benimsenip kabul edilmesi, tefrit, Bunun zıddına; bunların tümünün
reddedilmesi, bunların hepsinin İslâm’a sonradan girdiğini, tuzaklarla dolu
olduğunu ve bunların zararının, faydasından çok olduğunun kabullenilmesi,
ifrat. Dolayısıyla ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinde önemli ahlâkî
sebeplerden biri, ifrat ve tefritin neden olduğu adaletsizliktir.
İhtilâfların Tefrikaya Dönüştürülmesinde Ana Neden: Hevanın
İlâhlaştırılması.
İhtilâfları, tefrikaya dönüştüren yukarıdaki ahlâkî sebepler
içerisinde en temel, en baskın etken, heva’nın ilâhlaştırılmasıdır.
Diğerlerinin neredeyse tamamının, bunun sonucu olarak ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Heva meselesi, insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda
anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meseledir. İnsan düşünce ve
davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi, sürekli tahrip eden, insanın
kötülük cephesinin en baskın bir unsurudur. Heva sorununun daha iyi
anlayabilmek için Kur’an’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar
merkezlerini daima olumsuz olarak etkilemeye çalışan yapıyı göz önüne almamız
gerekir.
Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir.
Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir, insandaki mevcut karar merkezlerinden
nefsin, genel olarak, ana çalışma frekansıdır. Bireysel ve toplumsal çürümenin
motoru olarak değerlendirilebilir.
Heva, “benliğin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih
etmesidir.” (1). İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine
dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde
şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma halini ifade eder; insan
bencilliğinin etkin unsur olarak dışavurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva,
insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilâhi bilgiye
dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğu olup, insan
fıtratının bozulmasını ifade eder.
Heva Sapıklığa ve Yıkıma Götürür
Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve
zamanla şeytanın oyuncağı olur (6/En’am 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri
göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi ret
ve inkâr ederler (53Necm 23). Heva, zan, tahmin, bilgisizlik ve istikbar
(kendini beğenmişlik), bağy (başkası aleyhine sınırı aşmak, kıskançlık, ezme,
saldırı, horlama, zulüm ve bozgunculuk) ile iç içedir (2 Bakara 19, 90, 120,
145, 213; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Ra’d 37; 45 Casiye 17, 18; 53
Necm 23; 38 Sad 20-25; 49 Hucurat 9; 42 Şura 14). Cehaletle gururun ona refakat
etmesi hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar.
Heva, hayatı birey nefsine indirger. Hayatın tümüyle kişiye
indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir
şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa
sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık
kimdir.” (28 Kasas 50). Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa
edilmesi; kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun,
çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına
sebebiyet vermektedir: “Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç
tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya
uğrardı.” (23 Müminun 71)
Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler
uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20Taha 16). Bu noktada çok daha önemli olan
bir husus da, hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun
(yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada hevasını ilâhlaştıran bir ateist ile
hevasını ilâhlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür
insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevalarına uyarlar ve
hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler: “Zulmetmekte olanlar, hiçbir
bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır…” (30Rum 29).
Heva Bireysel Çıkarlarda Sınır Tanımaz
İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi,
bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir.
Kibir, müstağnileşme, bağy, hevanın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın
kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal
dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme
ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel
çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:
“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin heva olarak arzu
ettiklerine uymaktadırlar. Oysa and olsun, onlara Rablerinden yol gösterici
gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu’’ şey mi var? (53 Necm
23, 24)
Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim
insanı, kendi düşüncesini, en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış olarak
görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve
düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın
yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.
Heva İnsanı Kör, Sağır ve Akılsız Yapar
İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin
ana nedeni, hevanın insan üzerinde yaptığı bu karmaşık etkilerdir. Hevanın
vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar,
bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük
ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:
“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim
üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü
üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim
hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (45 Casiye 23;
bak: 25 Furkan 43,44)
Hevalarını İlâhlaştıranlar, Başkalarını Saptırmak İçin
Mücadele Ederler
Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de;
hevalarını ilâhlaştıranlar, başkalarının fikri ve fıkhî düşüncelerinin yanlış
olduğunu inatla iddia ederler. Yapılan her türlü açıklamayı, getirilen her
türlü delili, baştan reddederek ihtilâfları tefrikaya dönüştürerek haddi
aşarlar: “Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla başkalarını
saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.” (6En’am
119)
Sonuç: Hevanın Hâkimiyetini Kırmanın Yolu, Dosdoğru Bir
İstikamet Üzere Olmaktır
Hevasını ilâhlaştıranlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi,
doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış,
onları kötülemişler ve suçlamışlardır. İman edenler, İslâm coğrafyasına,
aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun
yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı
istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlara karşı onurlu bir
mücadele vermek zorundadırlar(18 Kehf 28).
Hevanın hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa
edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Bugün, ya bunu başaracaklar, ya da
hem bu dünyada hem de öteki dünyada zillet içinde yaşayacaklardır. Üçüncü bir
yol yoktur.
Hevanın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyi bilgiye
sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi
sorumluluklarını yerine getirmelidirler. (5 Maide 48, 49)
Bugünün Müslümanları, bu kutsal görev için öncelikle
zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun,
zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini
görmelidirler(79 Naziat 40,41).
O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına
uymamalıdırlar (5Maide 77).
O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu
bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının
kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler (2 Bakara
120).
Tarihi süreçte insanlığın en büyük düşmanlarından birisi de
hevanın bir özelliği olan “bağy” duygusudur. Bu duygu, göz ardı edilip
önemsenmediğinde, her türlü ihtilâfın tefrikaya dönüşmesi ve ardından
fırkalaşmanın vuku bulması kaçınılmazdır. Ümmet, millet ve cemaatler bu
fırkalaşmanın sonucunda bölünmektedir:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve
uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların
anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine
karşı-olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o,
(Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (2 Bakara 213; bak: 45 Casiye 17; 42
Şura 13-14 )
Bu nedenle Hz. Muhammed (sav), bağy duygusunu tahrik edecek
mal, mülk, makam ve ırk ile övünmeyi, ümmetin birlik ve beraberliği için
tehlikeli görerek cahiliye davranışı olarak nitelendirmiştir(3).
Hevasını ilâh edinmeyen, bağy hastalığına yakalanmayanlar,
azınlık bir grup olan iman edip salih amel işleyenlerdir (38 Sad 21-24). İman
edip salih amel işleyenler, insanlar arasında hak ile hükmettikleri, adalet ve
fıtratı merkeze alan bir dili ve hayat tarzını savundukları sürece Allah’ın yardımı
gelecek, ihtilâfları tefrikaya dönüşmeyecek ve karanlıklar aydınlığa
dönecektir( 38 Sad 26).
Öyleyse iman edip salih amel işleyenler, Allah’ın
kendilerine emrettiği, gösterdiği ve hevanın etkili olmadığı dosdoğru bir
istikamet tutturmalıdırlar:
“Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi
dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve deki: Allah’ın
indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim
de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin de
amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir tartışma konusu yoktur. Allah,
bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O’nadır” (42 Şura 15)
Kaynaklar
1- Kardâvî, Y., İhtilâf Ve Tefrikalar Karşısında İslâmi
Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.
2-Öztürk, Y.N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut,
İstanbul, (1991), s:172-174.
3- Müslim, Cenâiz 9, Hadis No: 934.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder