(Milli Gazete)
“Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar”.
(Hakikat kıvılcımı, fikirlerin çatışmasından doğar) Namık Kemâl
Giriş
Geçen yazıda, ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni
olan heva’nın ilâhlaştırılması konusu ele alınmıştı.
Bu yazıda, tefrikaya dönüştürülmeyen ihtilâfların, gelişim
ve değişimin esasını meydana getiren bir rahmet olduğu konusu ele alınıp
değerlendirilecektir.
“İhtilâf/Farklı Oluş, Genişlik ve Rahmettir”
İnsanların genetik kodlaması, içinde yaşadıkları
sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre ve kendi okuyup öğrendikleri, insanın
düşünce ve davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Bu üç ana faktörde meydana
gelen değişim ve bunun insanlar üzerindeki etkilerinin farklı oluşu, doğal
olarak insanlar arasında etkileşimi farklılaştırmaktadır. Genetik kodlarımızda
var olan farklılıklar, aynı derinlikte, aynı hassasiyette ve eşdeğer
hassasiyette düşünmemize manidir. Bu da, ihtilâfların/farklılıkların doğal
olarak meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla dinin tabiatı,
dilin yapısı, insanların tabiatının, yeteneklerinin, iradelerinin,
becerilerinin, içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel çevrenin
farklı oluşu, onların düşüncelerinin ve düşünce üretme kapasitelerinin farklı
oluşuna/ihtilâfına neden olmaktadır. Bu nedenle insanlar arasındaki
ihtilâf/farklı düşünme, yaradılış kanunlarının/ilâhî sünnetin doğal bir
sonucudur.
İnsanlarda yaradılıştan gelen bu farklı oluş, bir boyutu ile
insanlığı daha iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu ile kin,
nefret ve düşmanlık girdabında felakete de sürükleyebilir. Sorun,
ihtilâfların/farklılıkların var olmasında değil; ihtilâfların tefrikaya; onun
da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa ve kaosa dönüştürülmesindedir.
Bünyemize yaradılıştan yerleştirilen ihtilâf etme eğilim ya
da yeteneği, bizi, hangi durumlarda iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka,
kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda kötüye, çirkine, yanlışa, batıla,
kaosa, düşmanlığa götürür. İkinci ihtimalin vuku bulması, heva’nın
ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. Geçen haftaki yazıda bu konu ele alınmıştı.
İnsanlar arasındaki ihtilâf/farklı düşünme, ilâhi yasanın
bir sonucu ise, bundaki sır ve hikmet nedir? Suyuti’nin, Camiu’s-Sağir’inde
zikrettiği “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (1) hadisi, yasanın sırrını
açıklamaktadır. Nevevi’nin ‘Kırk Hadis’inde zikrettiği aşağıdaki hadis,
ihtilâfın rahmet olarak nitelendirilmiş olmasına bir açıklık kazandırmaktadır (1):
“Allah bazı sınırlar çizmiştir ki, o sınırları aşmayın. Bazı
şeyleri farz kılmıştır, onları terk edip ihmal etmeyin. Bazı şeyleri haram
kılmıştır, onlara el uzatmayın. Bazı şeyler hakkında –unutmaksızın yalnızca
size rahmet olması için sükût etmiştir. Onların da ardına çok düşerek
karıştırmayın.”
Yukarıdaki iki hadisi anlam olarak destekleyen diğer bir
hadis de, Ebu Derda tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadis, ihtilâfı, Allah’ın
bir “lütfu ve bağışlaması” olarak nitelendirmektedir (1):
“Allah Resulü: Allah’ın kitabında helâl kıldıkları helâl,
haram kıldıkları da haramdır. Hakkında hiçbir hüküm bildirmeyip sükût ettiği
şeyler ise O’ndan bir lütuf ve bağışlamadır. Allah’tan afiyetini isteyin, zira
Allah hiçbir şey unutmaz” buyurdu ve şu ayeti okudu: “Senin Rabbin unutkan
değildir.” (Meryem. 64).
Bu hadislerde Allah tarafından konulara açıklık getirme
noktasında üç farklı durumun var olduğu görülmektedir: 1- Helâl sınırları
belirtilmiş, 2-Haram sınırları belirtilmiş, 3- Allah’ın hüküm bildirmediği,
açıklık getirmediği bazı konuların varlığı.
Dikkat çekici olan, açık hüküm olmayan konularla ilgili
olarak Hz. Peygamberin “rahmet”, “lütuf ve bağışlanma” kavramlarını kullanmış
olmasıdır. Allah, ana konularda, ana frekanslarda, helâl-haram, hak-batıl,
tayyip-habis, hasene-seyyie, maruf-münker ve adalet-zulüm düzleminde, olmazsa
olmazları açıklamış; geri kalanlar konusunda, ana frekanslarla çatışmayacak,
tezat teşkil etmeyecek şekilde fikir ve düşünce üretmeyi insanlara bırakmıştır.
Böylece insanlık tarihi boyunca değişen, şartlara uygun olarak insanların fikir
geliştirmesine, çözüm bulmasına, âlimlerin içtihat yapmasına imkân vererek
insanlara “lütufta” bulunmuştur. Ömer b. Abdulaziz’in sahabe ile ilgili;
“Sahabe ihtilâf etmeseydi, ben buna sevinmezdim. Onlar ihtilâf etmeselerdi,
bize ruhsat kapıları da kapanmış olurdu.” (1) demiş olmasının manası da bundan
başka değildir.
Allah’ın Kâinat Ayetlerini İnsanların Farklı Anlaması
İnsanların, âlimlerin, düşünürlerin farklı bakış açılarına
sahip olması, bir zenginliktir. Bu, daha iyiye, güzele, doğruya gidişi
sağlayabilir; değişen şartlara uyum imkânı verebilir. Ayrıca herkes, bir olayı
aynı şekilde anlama, hatta anlayabilme imkânına ve kapasitesine sahip değildir.
Kur’an’ın değişik vesilelerle insanlara sunduğu bazı ayet ve kıssalarda, bu
durumu rahatlıkla görebilmekteyiz. Rum süresinin 20’den 32’ye kadar olan
ayetlerinde, Allah kâinatta var olan bazı durumların Allah’ın birer ayeti olduğunu
belirtirken, bunların anlamada, insanlarla ilgili özel bir sınıflandırma
yaptığı görülmektedir. 20. ayette ‘insanların topraktan yaratılmış’ olması,
‘Allah’ın ayetlerindendir’ denilmektedir. 21. ayette, insanların ‘sükûn
bulup-durulması için, kendi nefislerinden eşler yaratılması ve aralarında bir
sevgi ve merhamet kılması da, O›nun ayetlerinden’ olduğu ifade edilmektedir.
Devamında, ‘hiç şüphe yok bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten
ayetler vardır.’ denilerek ayetin anlaşılabilmesini, düşünebilen insanlara
hasretmektedir.
Düşünmeyenlerin bundaki sırrı anlama imkânı söz konusu
değildir. 22. ayette, ‘Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin
farklı ve değişik olması da’, Allah’ın bir ayeti olduğu belirtilmektedir. Ancak
bunu âlimlerin anlayabileceklerine vurgu yapılmaktadır. 23. ayette, insanların
‘gecede, gündüzde uyuması ve lütfundan nasip araması Allah’ın bir ayeti’ olduğu
belirtildikten sonra; bunu anlayabileceklerin, ‘ işitenler’/işitebilenler’
olduğu ifade edilmektedir. 24. ayette Allah’ın ‘bir korku ve umut (unsuru)
olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri
onunla diriltmesinin’ bir ayet olduğu; fakat bunu, ‘aklını kullanabilecek
olanların’ anlayabileceği ifade edilmektedir. 25. ayette, ‘Göğün ve yerin
Allah’ın emriyle bir düzen içerisinde ayakta durması da, Allah’ın bir ayeti’
olduğu belirtilmektedir.
Bütün bunların devamında 28. ayette Allah’ın, ‘aklını
kullanabilen bir kavim için ayetleri birer birer açıkladığına’ özel bir vurgu
yapılmaktadır. Ayetler incelendiğinde ayetlerin konusuna uygun olarak bunları
anlayabilecek insanlar da özel olarak zikredilmektedir: 1- Düşünebilenler, 2-
Âlimler, 3- İşitenler/işitebilenler, 4-Aklını kullanabilecek
olanlar.
Dolayısıyla farklı konuları farklı insanların anlayabilmesi,
ihtilâfın/farklılığın doğasını oluşturmaktadır. Böyle bir tasnif yapılmış
olmasının nedeni, ayetlerin konusu ile ilgili kişilerin gerekli bilgiyi edinme
veya üretme kapasitesinden dolayı olabilir. Nitekim bir sonraki ayette;
zalimlerin, herhangi bir bilgiye dayanmayıp, gerçeği saptırmalarının nedeninin,
hevaya uymaları olduğuna vurgu yapılmaktadır (30 Rum 29). Hevaya uymamak
için fıtrata, fıtrat dinine yönelinmesi Allah tarafından emredilmektedir:
“O halde (Ey Peygamber ve Peygamber’e uyanlar) yüzünü
samimiyetle ve tamamen bu dine çevir, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları
bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru
din (budur); fakat insanların çoğu bilmezler.”(30 Rum 30).
Ancak Allah, fıtrat dinine yönelme noktasında bir sonraki
ayette (30 Rum 31) dört noktaya dikkat çekmektedir: 1-’Gönülden katıksız
bağlılar’ olunması, 2-Allah’tan korkup-sakınılması, 3- Namazın dosdoğru
kılınması, 4- Müşriklerden olunmaması. Aksi takdirde ihtilâflar, tefrikaya;
tefrika fırkalaşmaya; fırkalaşma da dini paramparça etmeye sebep
olacaktır.
“Kendi dinlerini fırkalara ayıranların kendileri de parça
parça olmuşlardır; her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.” (30
Rum 32).
Sosyal Hadiseleri Anlamada Farklı İnsan Unsurunun
Mevcudiyeti
Tabiat olaylarını anlama, değerlendirme ve yorumlamada
insanlar nasıl farklılık gösteriyorsa; sosyal hadiseleri de anlama,
değerlendirme ve yorumlamada da farklıdırlar. Bu konuda Kur’an’da verilen
ilginç örneklerden biri de, Karun olayıdır (28 Kasas 76-84).
Karun, Musa›nın kavminden olup, aşırı zenginlikten dolayı
azgınlaşmış, müstekbir ve müstağnileşmiş biriydi (28 Kasas 76). Karun’un bu
tavrı, halkı tarafından iyi karşılanmadığı için ona «Şımararak sevinme, çünkü
Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.» «Allah›ın sana verdiğiyle ahiret
yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah›ın sana ihsan
ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama/arzulama.
Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.» şeklinde nasihatte bulunmuştur (28
Kasas 76, 77). Karun, halkının kendisine yaptığı bu nasihatlere; «Bu, bende
olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.» tarzında bir cevap vermiş,
şımarıklığında ve müstekbirliğinde ısrarcı olmuştur (28 Kasas 78).
Ayetlere göre Karun’un bu aşırı zenginliğini, anlama,
yorumlama ve değerlendirmede iki farklı insan unsurunun varlığına Kur’an dikkat
çekmektedir (28 Kasas 79-80): 1- “Dünya hayatını istemekte olanlar”, 2-
Kendilerine ilim verilenler.
“Dünya hayatını istemekte olanlar”, Karun gibi olmayı arzu
ederlerken (28 Kasas 79); “kendilerine ilim verilenler” ise bu şekilde bir
zenginliğin hayırlı olmadığını ve sahibine hayır getirmeyeceğini ifade
etmektedirler (28 Kasas 80). Karun’un elindeki tüm imkânlarla birlikte helâk
edilmesi durumunda, “Dünya hayatını isteyenlerin büyük pişmanlık duymaları;
sosyal hadiseleri anlama, yorumlama ve değerlendirme noktasında insanların
doğal olarak farklılık göstereceği anlamına gelmektedir. İlim erbabının yorumları
ve değerlendirmeleri ile dünya hayatını isteyenlerin yorumlama ve
değerlendirmeleri ihtilâflı/farklı olacaktır. Bu olayda ilim verilenler ile
dünya hayatını isteyenler arasındaki ihtilâfın nasıl seyrettiğine ilişkin bir
bilgi verilmemektedir. Ancak Karun’un helâk edilmesi ile birlikte, dünya
hayatını isteyenlerin kanaatleri değişerek ilim verilenlerin kanaatlerine
gelmiştir. Bu durumda, ihtilâfların, tefrikaya dönüşmeyerek, gerçeğe ulaşıldığı
söylenebilir. O gün yaşayanlar için, Karun olayında fiilen vuku bulan helâk
olayı söz konusudur. O günü yaşamayanlar için, bu tür Kur’an kıssalarının
hatırlatılması ile ihtilâfların, tefrikaya dönüşmesi engellenebilir. Dünya
hayatını isteyenler ile ilim verilenler arasındaki ihtilâf, gelecek nesillerin
daha dikkatli davranıp ders almaları anlamında hem bir rahmet, hem de Allah’ın
bir lütuf ve bağışlaması olarak yorumlanabilir.
Sonuç:
İhtilâfların, tefrikaya dönüştürülmemesi için; iman edip
sâlih amellerde bulunan, sabreden (28 Kasas 80), büyüklenmeyen, şımarmayan, fesatçı
olmayan, iyilik yapan muttaki olan, insanlara/topluma, özellikle de ulemaya
ihtiyaç vardır (28 Kasas 83, 84).
Bu konuda İmam Malik ile Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur
arasında geçtiği rivayet edilen bir görüşme, hayatî önemi haiz olup, ihtilâf
ahlâkının inşa edilmesinde bir usul ortaya koymaktadır: “Abbasi Halifesi Ebu
Cafer Mansur, İmam Malik’in yazmış olduğu Muvatta’nın, Abbasi devletinin kanun
kitabı olmasını, bütün tebasınınMuvatta’daki hüküm ve görüşlerle amel
etmesini, diğer tüm içtihat ve reylerin lağvedilmesini istemiş ve bu konuda
İmam Malik’e, “Ben, yazmış olduğun kitabı çoğaltarak tüm Müslüman şehirlere
gönderip, insanların bu kitaptakilerle amel etmelerini, diğer kitapları terk
etmelerini istiyorum” demişti. İmam Malik, Mansur’a, “Bunu yapma, ey müminlerin
emiri! İnsanlara daha önceden pek çok görüş aktarılmış, değişik hadis ve
rivayetler gelmiştir. Tüm kavimler kendilerine gelen nasslara göre davranıyor.
Her millet kendine gelen içtihat, rey ve görüşlere göre amel etsin. Onları
bırak, rahatça istedikleri görüşe devam etsinler!” demiştir” (1).
Bu hadisenin, biraz daha farklı bir şekilde İmam Malik ile
Halife Harun Reşid arasında geçtiğine ilişkin bir rivayet daha vardır. Harun
Reşid, Muvatta’nın Kâbe’nin duvarına asılmasını ve insanların bu kitabın
içindekilerle amel etmesini istiyordu. İmam Malik ise ona, “Böyle yapma! Çünkü
Peygamberin ashabı, teferruatta ihtilâf etmiş ve her biri değişik beldelere
sünneti taşımışlardır” demiştir. Bunun üzerine Harun Reşid de ona “Allah
seni muvaffak kılsın” demiştir. (1)
Önemli olan, ihtilaflı konularda nefsî davranmamaktır.
İçinde bulunulan şartları göz önüne alarak hareket etmektir. Farklılıkları
tezada dönüştürüp, tefrikaya ve fırkalaşmaya sebebiyet vermemektir. Halk
arasında ciddi kargaşaya, tefrikaya sebebiyet verecek tutum ve davranışlardan
kaçınmak ve yeni tefrika konuları ortaya çıkarmamaktır.
Ve;
“Namık Kemâl: Çıkar asar-ı rahmet, ihtilâfı-ı rey-i
ümmetten”.
(Hayırlı eserler, ümmetin fikir ayrılığından ortaya
çıkar).
Kaynaklar
1- Karadâvî, Y., İhtilaf ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, ss. 68-80.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder