30 Temmuz 2015 Perşembe

Taksim Kadife Darbe sürecinde yeni bir dönemin başlangıcı: Suruç Provokasyonu

 (Milli Gazete)

Giriş

Konuya ilişkin geçmiş yazılarımızda, Türkiye’ye ilişkin Kadife Darbe sürecinin çok kritik aşamalarının hep Irak – Suriye hattından başlatılıp yöneltildiğini ifade etmiştik. Reyhanlı’daki 100 kişinin ölümüne sebep olan bombalama ile başlatılan süreç, bugün Suruç’ta 32 kişinin ölümüne neden olan bir bombalamayla on birinci aşamasına fiilen sokulmuştur. Suruç provokasyonunun ardından Türkiye, eş zamanlı olarak hem DAEŞ, hem de PKK’ya karşı operasyon başlatmıştır.

Burada, Suruç Provokasyonu ele alıp değerlendirilecektir.

Taksim Kadife Darbe Sürecinin On Birinci Aşaması

Kadife Darbe sürecinin On Birinci Aşaması, birbirleri ile tezat teşkil eden, karmaşık birçok alt evreyi ihtiva edecektir. Bu evreler sonunda ya Türkiye ya da Kadife darbeci ekip kazanacaktır. Çünkü gelinen nokta da ABD-İsrail-İngiltere-AB şer ittifakı, sadece Türkiye’deki siyasi iktidarı düşürmeyi değil; aynı zamanda, Türkiye eliyle Ortadoğu’yu şekillendirmeyi, Türkiye’yi bir bataklığa sürüklemeyi ve Iran-Rusya-Çin Hattı ile karşı karşıya getirmeyi planlamaktadırlar. O nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu ve AKP kadroları, bu gerçeği göz önüne alarak uzun vadeli düşünmeli, Küresel operasyona karşı sağlam bir birleşik cephe meydana getirmelidirler.

Meseleye, seçim endeksli, kısa vadeli parti menfaati açısından yaklaşmamalıdırlar. “Kıbrıs Barış Harekâtında” Ecevit’in düştüğü hataya düşmemelidirler. Sürecin, çok dinamik bir şekilde karşılıklı hamlelerle devam edeceği göz önüne alınmalıdır.

Suruç Provokasyonunda Taktik Amaçlar

Kadife Darbe sürecini göz önüne aldığımızda, Siyasi iktidarların/Ülkelerin hamlelerine, karşı hamle yapmak üzere daha önceden bazı taktikler ön görülmektedir. Siyasi iktidarların/Ülkelerin ön görülemeyen taktiklerine karşı da, kısa bir zaman içerisinde hazırlık yapılmakta, farklı taşeron yapılar devreye sokulmaktadır.

Suruç’ta patlayan bombanın taktik amaçları, aşağıdaki konularla ilgili olabilir:

•  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tekrar Seçim İsteği,

•  Türkiye’nin Suriye’nin Kuzeyinde Akdeniz’e ulaşacak bir koridoru PYD’nin kontrol etmesine müsaade etmeyeceğini açıklaması,

•  ABD’nin İncirlik Üssünü Operasyonlarda Kullanmak Üzere İstemesi,

•  Türkiye’nin, Suriye’den gelen Göç Dalgasının Engellenmesi için Suriye’nin Kuzeyinde Bir Tampon Bölgenin Oluşturulmasını İstemesi,

•  Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin Fiilen Uygulamaya Sokulup Hukuki bir statüye kavuşturulması.

“Tekrar Seçim” ve Suruç Provokasyonu

7 Haziran 2015 Genel Seçimleri, AKP’nin istediği sonuçları vermeyince Cumhurbaşkanı Erdoğan, vaktinden önce, “erken seçim” değil, “tekrar seçim” kavramını kullanarak bir niyet ya da eğilim açıklaması yapmıştır. Seçimden birinci parti olarak çıkan AKP genel başkanına hükümet kurma görevini vermeyip geciktirmesi, hükümetin kurulmasını arzu etmediği ve erken seçime gitmeyi strateji olarak benimsediği tartışmalarına sebebiyet vermiştir.

AKP’ye bu seçimde rey vermeyen seçmenlerin, “büyük bir pişmanlık içerisinde olduğu”, “hata yaptıklarının farkına vardıkları”, “hatalarını düzeltmek istedikleri” şeklinde bazı medya organlarında, eş zamanlı olarak, bir kampanya başlatılmıştır. Bir erken seçim olduğu takdirde, AKP’nin reylerinin en az %3-4 puan daha artacağı propagandası yoğun bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Koalisyonun istikrarsızlık olduğu, o nedenle Başkanlık sistemine geçilmesi gerektiği, yürütülen kampanyanın önemli unsurlarından biri olmuştur.

Bu kampanya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı daha da cesaretlendirmiş ve tekrar seçim olması konusunda beyanatlar vermeyi sıklaştırmıştır. Koalisyon görüşmelerinin yapıldığı süreçte, Başbakan Davutoğlu’nun AKP teşkilatına “bir erken seçime hazır olun” talimatı verdiği bilgisi, medyada yer almıştır. Keza Bahçeli de, erkek seçim startı vermiştir.

AKP’nin bu seçimde kaybettiği %9 civarındaki oy oranı, HDP ve MHP’ye gitmiştir. Bir erken seçim olduğunda AKP’nin kaybettiği reyleri, HDP ve MHP’den geri alması gerekmektedir. Güneydoğu’daki oy dağılımını ve geçen seçimlere göre MHP’deki oy artışını göz önüne aldığımızda; AKP’nin kayıp oylarının büyük bir çoğunluğunun HDP’ye gittiğini söyleyebiliriz. Doğal olarak bir erken seçimde, hem AKP, hem de CHP, HDP’ye giden oylarını geri almak isteyeceklerdir. Bu iki partinin oylarını geri alması demek, HDP’nin barajın altında kalması ve AKP’nin tek başına iktidar olması demektir. Bu, Kadife Darbeci Kadronun istemediği bir durumdur.

Tam bu aşamada sormamız gereken en temel soru, AKP’ye rey veren dini hassasiyeti olan Kürt seçmen, laik, seküler, eşcinselliği savunan HDP’ye niçin oy vermiştir Bu sorunun cevabını vermeden, bu aşamada yapılacak bir değerlendirme, yanıltıcı olabilir. AKP’nin, dini hassasiyeti yüksek olan Kürt seçmenin desteğini kaybetmesinin sebeplerini, aşağıdaki gibi bir özetleyebiliriz:

•  Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin İptal Edilmesi,

•  Uludere Olayı,

•  İŞİD’in Kobani Kuşatması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yaptığı Konuşma,

•  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürt Sorunu Yoktur Söylemi,

•  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatını Tanımaması,

•  AKP’nin İstanbul gibi bazı illerde hiç Kürt aday göstermemesi ya da seçilemeyecek sıralara koyması,

•  Güneydoğu’daki AKP Adaylarına Yöre Halkının Tepkili olması,

• Yeni Kuşağın Etkisi,

• AKP’nin IŞİD’e silah yardımı yaptığı, işbirliği içerisinde olduğu propagandasının etkili olması.

•  Güneydoğu’daki köy ve ilçelerde devlet otoritesinin çok zayıflamış olması,

•  HDP’nin 5 Haziran 2015 Diyarbakır Mitinginde Bomba Patlaması.

Bir “tekrar seçimde”, dini hassasiyeti yüksek olan Kürt seçmenin, HDP’den vazgeçip AKP’ye dönmesi için yukarıdaki etkenlerde, AKP lehine bir değişim olması gerekmektedir. AKP kadrolarında erken seçime kadar böyle bir değişimi sağlama imkânları varsa, istedikleri oyların tamamını alamayabilseler bile, bir kısmını geri almaları mümkündür; böyle bir ihtimal de vardır. Ama AKP’nin böyle bir çaresi yoksa bir erken seçimde, kendisinde var olan dini hassasiyeti yüksek olan Kürt oylarının bir kısmını daha kaybetme ihtimali söz konusu olabilir.

Tekrar seçim aşamasında AKP’nin seçim stratejisinde kullanabileceği malzemenin ne olabileceğini kesin olarak bilemeyen Kadife Darbeci Kadro, işi şansa bırakmak istememiştir. Bu nedenle Kürt seçmenini, AKP’ye karşı daha da tepkili hale getirip HDP’de saflarını sıklaştırmak amacıyla 11 Mayıs 2013 Reyhanlı, Kobanı, 5 Haziran 2015 Diyarbakır Provokasyonuna benzer bir provokasyonu Suruç’ta devreye sokmuş olabilir. 32 kişinin ölmesine, yüzlerce kişinin yaralanmasına sebebiyet veren Suruç provokasyonunu kimin yaptığı bilinmemesine, işi kimsenin üstlenmemesine rağmen iş, medyada DAEŞ’e (IŞİD) fatura edilmiştir. Irak Suriye hattında ve özellikle Kobani’de olan olaylardan dolayı, DAEŞ’e tepkisi olan Kürt halkının, bu olayla beraber tepkisi çok daha fazla artmıştır.

Suruç provokasyonu ile birlikte eş zamanlı olarak her yerde AKP, IŞİD ittifakının var olduğunun propaganda edilmesi, “AKP’nin IŞİD aracılığıyla Kürt Halkını ve ‘Türk Solunu’ susturmak istediğine” ilişkin bir kamuoyu oluşturmak üzere yoğun algı operasyonu yapılmaktadır. Bu psikolojik harekât, bir erken/tekrar seçimde Kürt seçmenin tekrar AKP’ye geri dönmesini engellemek, AKP’de var olan Kürt olsun veya olmasın bazı seçmenlerin HDP, MHP ve Saadet Partis’ne rey vermesini sağlamak amaçlıdır. Suruç provokasyonunun bu amaçla yapılmış olma ihtimali yüksektir.

Suriye’nin Kuzeyinde Akdeniz’e Ulaşacak PYD’nin Kontrolünde Bir Kürt Koridoru Meydana Getirme

Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgalinden buyana Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulmasına karşı çıkmıştır. Barzani’nin kontrolündeki özerk bölge ile ticaret yapmış olmasına karşılık Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur. AKP iktidarı, Esed yönetiminin gitmesini sürekli olarak gündemde tutarken de, Suriye’nin toprak bütünlüğünü hep savunmuştur. Esed yönetimi, Suriye üzerindeki otoritesi zayıflayınca, Türkiye’ye karşı bir hamle yaparak Suriye’nin kuzeyinin kontrolünü PYD-YPG güçlerine terk etmiştir. IŞİD’in değişik operasyonları ile meydana getirilen göç dalgasının ardından, PYD-YPG güçleri, Kürt nüfusun yoğun yaşadığı Tel Ebyad, Kobanı ve Efrin bölgelerinde kontrolü ele geçirmişlerdir. Bu bölgeler arasındaki topraklarda yaşayan farklı etnik yapıları da göç ettirerek Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanan, adına “Kürt koridoru” dedikleri bir bölge inşa etmek istemektedirler. Türkiye, Suriye’nin Kuzeyindeki bu oluşuma karşı çıkmakta ve askeri müdahalede bulunacağını beyan etmektedir. Buna karşılık ABD, İsrail ve İngiltere, IŞİD’e karşı PYD’yı ortak olarak kabul etmektedirler.

Diğer taraftan Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr projelerine göre Irak’ın üçe, Suriye’nin dört ya da beşe bölünmesi öngörülmektedir. Türkiye’nin menfaatleri ile bu projelerin sahiplerinin menfaatleri çatışmaktadır. Suruç olayının öncesinde Barzani, Irak’ta bağımsızlık ilan edebileceklerini açıklamıştır. Bu, Irak’ın üçe bölünmesinin pratik hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. Bu açıklama, Suriye’nin kuzeyinde Kürt Koridoru oluşturulmasını hızlandıracak bir etki meydana getirecektir. Suruç provokasyonu ile Türkiye’ye, bu projeleri engellemeye kalkmaması mesajı verilmek istenmiş olabilir.

Bu noktada ABD’nin Irak işgali sonrasında eski CIA şefi Graham Fuller’in, Irak‘ın Kuzeyinde öngördükleri bir Kürt Devletinin kurulmasına karşı çıkmaması için Türkiye’yi, ABD adına, açık bir şekilde tehdit ettiğini hatırlamakta fayda vardır(1). Yıllar önce yapılan bu tehdidi ve ABD Dışişleri bakanı Rice’ın, 2006’da, ‘Büyük Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişmesi zamanı gelmiştir’ ifadesini göz önüne aldığımızda; Suruç olayını, bir siyasi iktidar sorunu olarak değil, daha büyük küresel bir operasyon olarak yanı Türkiye’nin geleceği sorunu olarak ele alıp değerlendirmemiz gerekmektedir.

Tüm siyasi aktörler, Cemaat/Hareket/STK’lar söylemlerini ve dillerini, bu düzleme göre ayarlamak zorundadırlar.

Sonuç:

“Ey görmek ve anlamak gücüne sahip olanlar! (‘ey basiret sahipleri’) Olan olaylardan ibret alınız” ( 59 Haşr)     

 Kaynaklar

1-Vatandaş, A., Armagedon Türkiye–İsrail Gizli Savaşı, Timaş yay., İstanbul, 1997.

 

23 Temmuz 2015 Perşembe

Şeytanın peşinden koşan bir sapkınlık hareketi olarak eşcinsellik - 3: Eşcinsellik Toplumların Helakine Neden Olan Büyük Bir Günahtır

 (Milli Gazete)

Giriş

Homoseksüellik sorununa ilişkin yazı serisini, üç boyutlu bir uzayda ele alıp incelemekteyiz. Meselenin birinci boyutu, ilahı yasaya göre kâinatta olan her şeyin eş (zevc, çift) olarak yaratılmasıdır. Zevcler, dışı-erkek, pozitif-negatif olarak vardırlar. Karşıt cinsler arasında çekim kuvveti; aynı cinsler arasında ise itme kuvveti mevcuttur. Bu normal durumdur. Anormal durum, aynı cinsler arasında bir çekim kuvvetinin var olmasıdır.

Meselenin İkinci boyutu, eşcinselliğin, aynı cinsler arasında bir çekim, cazibe kuvvetinin var olması nedeniyle anormal bir durum, bir hastalık hali olmasıdır. Normal şartlar altında, genlerle oynanmamışsa, eşcinselliğe ilişkin herhangi bir gen mevcut olmayıp kişi, bu hastalığa, 0-4 yaş aralığında içinde yaşadığı sosyo-kültürel ve sosyo ekonomik çevreden dolayı yakalanmaktadır (1).

Meselenin üçüncü boyutu, eşcinselliğin bir hastalık değil bir yaşam tarzı olarak kabul edilerek meşrulaştırılması ile toplumların helakine neden olan büyük bir günah olmasıdır.

Meselenin iki boyutu, bundan önceki iki yazıda ele alınıp incelenmiştir. Burada, meselenin üçüncü boyutu ana hatları ile ele alınıp incelenecektir.

Eşcinsellik ve Eşcinsel Yaşam Tarzı: İlahi Dinlerde Yasaklanmıştır

Eşcinseller, iki ana sınıfa ayırtılmaktadır:

Birinci Grup: Kişi kendisini hasta olarak kabul etmektedir.

İkinci Grup: Kendilerini hasta olarak kabul etmeyip eşcinselliği, bir yaşam tarzı olarak benimseyen ve bunu, insan hakları, birey hak ve özgürlükleri çerçevesinde topluma kabul ettirmeye çalışanlardır.

Tehlikeli olan bu ikinci gruptur. Birinci gruptakilere tedavi olabilmeleri için her türlü yardım yapılırken; ikinci gruptakilere karşı da amansız bir mücadele verilmelidir. İnsan genetiğine, insan fıtratına, aile yapısına ve gelecek nesillere savaş açmış bir düşünce ve yaşam şeklinin, hoş görülebilecek bir tarafı yoktur; insan hakları ile de ilgisi yoktur. Bu nedenle tüm semavi dinler, eşcinselliğe ve eşcinsel yaşam tarzına savaş açmışlardır. Kur’an’da (7 Araf 80-84; 11 Hud 77-83; 26 Şuara 165-174; 27 Neml 54-58; 29 Ankebut 28-35; 51 Zariyet 33-37; 70 Meariç 29-31) ve Kitab-ı Mukaddes’te (Yar.19/1-29; Yahuda1/7; Leviller 18/22; 20/13; Romalılar 1/26-27; 1.Korintliler 6/9-10) eşcinsel olan Lut kavminin cezalandırılma nedenleri ve cezalandırma şekli, geniş bir şekilde yer almaktadır.

Hz. Lut Peygamberin, Eşcinsel Bir Yaşam Tarzına Karşı Mücadelesi

Eşcinsellik, sadece 20-21. asırlarda ortaya çıkmış bir olgu değildir. Kur’an, İncil ve Tevrat’a göre eşcinsellik, ilk kez Hz. Lut’un kavminde görülmektedir. Ondan önce hiçbir toplumda, böyle bir davranışa ve yaşam şekline rastlanmamaktadır (7/80; 29/28). Hz. Lut’tan sonraki Peygamberlere gönderilen her üç Kutsal Kitap’ta, bu konu üzerinde özenle durulmaktadır.

Hz. Lut, eşcinsel hayat tarzını, ‘ölçüyü aşma-sınırı çiğneme’, ‘çirkin hayâsızlık’, ‘kötülük’, ‘fesad’, ‘fasıklık’, ‘akılsızlık’, ‘cehalet’, ‘iğrençlik’, ‘utanç verici bir tutku’, ‘sapıklık’ ve ‘günahkârlık’ olarak nitelemekte ve de şiddetle karşı çıkmaktadır:

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.”. “Siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz.»”. “İçinizde hiç aklı başında olan (reşid) bir adam da yok mu »”. “Yaptığı şeyi bilmeyen bir kavim.” “Fesat çıkarmakta olan kavim.” “Suçlu-günahkâr bir kavim” (7/81; 26/165, 166; 27/55; 11/78; 27/54-55; 29/28-34; 51/32; Kitab-ı Mukaddes: Levililer.20/13; 18/22; Romalılar.1/26-27).

Hz. Lut, kavmini bu hastalıklı sapkın yoldan alıkoymak ve Allah tarafından cezalandırılmalarını engellemek için onları meşru olan yola davet etmiştir. Onlara, kadınlarla nikâhlanarak aile kurmalarını, böylelikle doğal olan, insan fıtratına uygun olan bir yaşama dönmelerini tavsiye etmiştir (11 Hud 78; Kitab-ı Mukaddes-Yaratılış 19/8). Kavminin cevabı ise meşru olanı, doğal olanı ve fıtrata uygun olanı ret etmek olmuştur (11/79).

Hz. Lut, kavminin yaşam tarzına ve isteklerine karşı çıkmada çok fazla ısrarcı olunca; kavmi, işi daha da ileri götürüp Hz. Lut’u sürgüne göndermekle tehdit etmiştir (Kur’an:27/56; 26/167; Kitab-ı Mukaddes- Yartılış.19/9).

Hz. Lut kendisine yapılan kınama, alay ve tehditlere karşı kınayıcıların kınamalarından, alay edicilerin alaylarından ve tehdit edicilerin tehditlerinden yılmayarak, onlara boyun eğmemiş ve onurlu dik duruşunu öfke ile sürdürmüştür (11/80; 26/168).

Eşcinsel Yaşam Tarzı Helak Olma Nedenidir

Hz. Lut’un halkının yapılan uyarıları ciddiye almaması, şirretliklerini artırması ve Hz. Lut’u tehdit etmesi, zalim ve fasıklıkta aşırı gitmesi nedeniyle üzerlerine ilahi azap hak olmuştur (Kur’an: 11/81; 7/83; 26/170, 27/57; 29/21, 34; 51/31-32; Kitabı Mukaddes: Yaratılış.19/12-23). Allah, tarihte ilk kez, çirkin bir hayâsızlığı yaşam tarzı haline getiren ve bütün uyarılara rağmen isteklerinde ısrar eden bu topluluğu, gelecek nesillerin ibret almasına imkân verecek tarzda helak etmiştir:

[11.82] Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık;

[11.83] Rabbinin katında ‘belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış’ olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir.

[51.34] «Ki bu taşların her biri, Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için herkese ayrı ayrı işaretlenmiştir.» ( Bak: 26/173; 7/84, 27/58;

“Kitabı Mukaddes-Yaratılış.19/10-11; 24-25).

Bu olayda ibret alınacak üç önemli nokta vardır. Birincisi, böyle pis, ahlaksız bir davranış toplumsallaşırsa, helak olma nedenidir. Allah, bu tehlikeden gelecek nesillerin korunabilmesi için Sodom Gomora halkını ve bölgesini, “akledebilenler için”, “azabdan korkanlar” için ibret alınacak bir tarzda helak etmiştir (26/174; 29/35; 51/37; Kitab-ı Mukaddes- Yahuda.1/7).

İkincisi ise, Hz. Lut peygamberin hanımının, kavminin yaşam tarzına karşı çıkmayıp onlarla işbirliği yapmış olması dolayısıyla cezalandırılmış olmasıdır. Peygamberin hanımı olması, onu kurtarmaya yetmemiştir (27/57; 11/81, 26/171, 29/33, 51/35-36; “ (Kitab-I Mukaddes-Yaratılış.19/26).

Üçüncüsü de, helak etme şeklinde kullanılan araçların ileri teknoloji ürünü silah olmasıdır. “Her bir şahsa işaretlenmiş taşlar” tabiri, akıllı silahların varlığına bir işaret olarak değerlendirilmelidir.

Sonuç: Ya Eşcinsel Yaşam Tarzına Karşı Savaşacak Ya da Helake Razı Olacağız

Zina ve eşcinsellik, insan fıtratına açılmış bir savaştır. Toplumun ifsadı, gelecek nesillerin feda edilmesi, neslin yaşlanması, değişik hastalıkların ortaya çıkması ile sağlıksız bir neslin zuhur etmesi, cinsel tatminin gayrı meşru bir şekilde karşılanmasının sonuçlarıdır. Yaratılış kanunlarına aykırı, insan fıtratına zıt, zararlı ve toplumun geleceğini, neslin devamı yasasını ihlal ederek tehlikeye sokan, AİDS gibi değişik hastalıkların ortaya çıkıp yaygınlaşmasına sebebiyet veren hiçbir düşünce ve yaşam tarzı meşru kabul edilemez. Bütün bunlarda dolayı eşcinselliğe ve zinaya, insan hakkı olarak da bakılamaz.

Zinayı ve eşcinselliği bir değer ve yaşam tarzı olarak kabul etmiş olan tüm düşünce sistemleri ve Kültür ve medeniyetler, ömrünü tamamlamış olarak helak olmaları kaçınılmazdır:

“(5905)- “Ümmü Seleme (r.a.): “Ey Allah’ın Resulü! Aramızda salihler mevcut iken bizler helak mi olacağız ”

Aleyhissalâtu vesselâm: “Evet, buyurmuşlardır, pislik (zina,vb.) artarsa!” (6, 7).

“Kitab-ı Mukaddes-1.Korintliler.6: 9-10 Günahkârların, Tanrı Egemenliği’ni miras almayacağını bilmiyor musunuz Aldanmayın! Ne fuhuş yapanlar Tanrı’nın Egemenliği’ni miras alacaktır, ne puta tapanlar, ne zina edenler, ne oğlanlar, ne oğlancılar, ne hırsızlar, ne açgözlüler, ne ayyaşlar, ne sövücüler, ne de soyguncular.”

Bundan dolayı zinanın en pis, en iğrenç ve en ahlaksız şekli olan eşcinsellik, İslam’da şiddetle lanetlenmiş, “melun” bir eylem ve “melun” bir yaşam tarzı olarak kabul edilmiştir (2). Bu yaşam tarzını benimseyenler, Allah’ın rahmetine nail olamayacaklardır (3). Hz. Peygamber, bu hastalığın tehlikelerinden dolayı ümmeti için endişe etmiş ve gerekli uyarıları yapmıştır (4).

Allah’a, Resullerine, Kitaplarına ve de Ahiret gününe iman edenlerin böylesine tehlikeli, ahlaksız bir yaşam tarzını hoş görmesi, mümkün olmadığı gibi nemelazımcı da olmaları mümkün değildir.

AB sürecinde kendi kültür medeniyetimizin temel değerlerine taban tabana zıt birçok olgu, yasallaştırılmaktadır. Toplum, bu noktada duyarsız ve de tepkisizdir. Bu, ciddi bir tehlike olup, zalimlerle, kötülüğü icra edenlerle aynı safta bulunmak ve aynı cezayı hak etmek anlamına gelmektedir. Aksini düşünenlerin, “Cumartesi yasağını” çiğneyen “sahil kasabasının” başına gelenleri, Kur’an-ı Kerim’den (Araf süresi 163- 169) okumalarında fayda vardır.

Her üç dine gerçek anlamda iman edenler, insanlığın sonunu hazırlayacak böyle bir hastalığa karşı birlikte mücadele etmeleri gerekmektedir. Bu, Kitap ehli ile seküler, modernist-post modernistler arasında bir mücadele olacaktır.

Cumhuriyet tarihi boyunca kendi kültür ve medeniyetimizin ön gördüğü değerlere aykırı olan tüm yasalar, ele alınıp yeniden yazılmalıdır. 6284 Sayılı Aileyi koruma kanunu, öncelikle ele alınıp; aileyi, gerek içerden ve gerekse dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koruyabilecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. “2011 İstanbul Sözleşmesi” iptal edilmelidir. 6112 Sayılı RTÜK yasası, keyfi yorumlamalara meydan vermeyecek şekilde yeniden yazılmalıdır.

Bütün bunların yapılabilmesi için de, dosdoğru bir istikamet tutturmak şarttır:

“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma.” (42 Şura 15)

Kaynaklar

1- Tarhan, N., İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı, Haber 7, 10.03.2010.

2- Muvatta, Kelam 22, (2, 991).

3- Muvatta, Cihâd 26, (2, 460).

4- Müslim, Edahi 43, (1978); Nesâî, Dahaya 34, (7, 232).

5- Tirmizi Rada 12, (1165))

6- Tirmizî, Hudud 24, (1457); İbnu Mâce, Hudud 12, (2563).

 

16 Temmuz 2015 Perşembe

Şeytanın peşinden koşan bir sapkınlık hareketi olarak eşcinsellik - 2: Eşcinsellik Bir Hastalık mı Yoksa Bir Yaşam Tarzı mı

 (Milli Gazete)

Giriş

İnsan nesli açısından homoseksüellik, anormal, hastalıklı bir durumdur. Burada bu konu, ana hatları ile ele alınıp incelenmektedir.

Cinsel Kimlik, Cinsiyet Rolü ve Cinsel İhtiyaç

İlk yaratılış anından bugüne kadar insanların bünyesine yerleştirilmiş bir cinsel benlik mevcuttur. Tarihi süreç içerisinde cinsel benlik ile ilgili “cinsel kimlik”, “cinsiyet rolü” ve “cinsel ihtiyaçların tatmin şekli”, “karşılanma şekli” olmak üzere üç ana kavram öne çıkmıştır.

Cinsel kimlik, fıtrat yasalarına uygun olarak erkeğin erkek gibi kadının da kadın olarak davranması ve yaşamasıdır. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal etkenlerin bir bileşkesi olarak kişinin kendisini kadın veya erkek hissetmesi ve ona göre davranmasıdır. Cinsiyet rolü, kadın ve erkeğin biyolojik yapısına, fıtrat yasalarına ve toplumdaki sosyal normlara uygun olarak üstlendiği rollerdir. “Cinsel ihtiyaçların tatmin şekli” ya da “karşılanma şekli”, fıtrat yasalarına, toplumdaki sosyal normlara uygun olarak karşı cinslerin evlenme, aile olması ile karşılanmaktadır.

Ancak tarihsel süreç içerisinde sekülerleşme, modernleşme ile birlikte yanlış düşünce ve felsefe akımlarının ortaya çıkışı, cinsel kimliklerde, cinsiyet rollerinde, cinsel ihtiyaçların karşılanma şekillerinde, ciddi kırılmalara ve sapmalara neden olmuştur.

Cinsel kimlikte, kadın ve erkek cinsel kimliğinin yanı sıra, fıtrat yasalarına ters bir şekilde, androjen (hem kadın hem erkek) ya da cinsiyetsiz kimlik inşa edilmiştir.

Cinsel kimlikte meydana gelen bu kırılmaya bağlı olarak cinsiyet rolleri de farklılaşmış, “toplumsal cinsiyet” adı altında yeni bir rol tanımlaması yapılmıştır. Cinsel ihtiyaçların tatmin ya da karşılanma şekli için “Cinsel yönelim” kavramsallaştırması yapılarak, genetik yasalarına ve fıtrat yasalarına uysun ya da uymasın her türlü cinsel ilişki (heteroseksüel, homoseksüel, biseksüel, aseksüel) bu kavramın içerisine sokulmuştur. “Cinsel yönelim”, kişinin cinsel anlamda kendi cinsine, karşıt cinse veya her iki cinse birden cinsel ilgi hissetmesi, eğilim göstermesidir(1). Literatürde yer aldığı şekliyle, cinsel yönelimin dört ayrı formu mevcuttur. “Karşı cinse olan cinsel yönelimde (heteroseksüellik), kişi karşı cinsten olan kişilere cinsel ilgi duymaktadır. Eşcinsel cinsel yönelimde (homoseksüellik), kişi kendi cinsiyetinden olan kişilere karşı cinsel ilgi duymaktadır. Biseksüel cinsel yönelimde kişi, hem kendi cinsinden hem de karşı cinsten olan kişilere karşı cinsel ilgi duymaktadır. Aseksüel cinsel yönelimi olan kişiler ise ne kendi cinsilerine ne de karşı cinse karşı cinsel ilgi duymaktadırlar” (1).

Cinsel İhtiyaçların tatmin edilmesinde üç aşama vardır:

• Cinsel Arzu, İstek Duyma,

• Karar Verme,

• İcra etme.

Cinsel Arzu, İstek Duyma, kişinin kime ya da kimlere karşı cinsel arzu duyması ile ilgilidir. Karar Verme, ilgi duyulan kişi ile ilişki kurmak, eyleme geçmek üzere karar verme aşamasıdır. Verdiği kararın, hem kendi değer sistemi, inanç sistemi, ahlak yapısı ile hem de cinsel kimliği ile uyumlu olup olmaması, çok önemlidir. Girilen ilişkiyi meşru ya da gayrı meşru yapan, toplumsal kurallar, değerler ve inanç sistemidir.

Kuran-ı Kerim’deki Hz. Yusuf olayı, bu üç aşama ile ilgili iki farklı ferdin, tutum ve tavrını ortaya koymasına ilişkin çok güzel bir örnektir. Hz. Yusuf ergenlik dönemine ulaştığında, evinde hizmetçi olarak çalıştığı vezirin karısının ilgisini çekmiş ve kadın, Hz. Yusuf’la cinsel ilişkiye girmek istemiştir (12 Yusuf 22-33).

Bu olayda iki farklı kişi ve iki farklı değer sisteminin zina üzerinden bir çatışması söz konusudur. Hz. Yusuf ergenlik dönemine ulaşınca Allah kendisine hüküm ve ilim vermiştir. Bu hüküm ve ilme göre zina haramdır (12/22, 24). Vezirin karısının zina etmesine ilişkin mevcut değer sistemi ya da yasal mevzuatın ne olduğu konusunda açık bir şey olmamakla beraber, bu ilişkinin en azından hoş karşılanmadığı söylenebilir. Vezirin karısı, Hz. Yusuf’a karşı duyduğu cinsel isteği, icra etmek üzere karar vermiş ve bunu da kölesine açıkça teklif etmiş; bugünkü tabiri kullanırsak, Yusuf’un gömleğini yırtarak “cinsel tacizde” bulunmuştur (12/23, 32). Ergenlik dönemindeki Hz. Yusuf da, cinsel olarak kadını arzulamış olmasına rağmen (12/24), kendi değer sisteminde bunun, haram olmasını bilmesinden dolayı, bu arzusunu, karar verip icra etme aşamasına getirmemiştir.

Meşru Olan ve Olmayan Cinsel İlişki

Bütün sistemler, fikri akımlar ve dinler, cinsel ihtiyaçların karşılanmasına ilişkin kurallar ve yasaklar vazetmişlerdir. Semavi dinler, bu noktada çok açık ve kesin hükümler koyarlarken; beşeri düşünce akımları, daha muğlâk ve esnek bir yapı öngörmekte; cinsi isteklerin ve ihtiyaçların tatmini için ciddi bir kısıtlama yapmamaktadırlar.

Cinsel ihtiyaçların karşılanma şekli, yol ve vasıtaları, sahip olunan düşünce ve inanç yapısına bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Biz bunları, İslam’ı referans alarak, aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

• Karşı Cinsler Arasında Nikâhlı Beraberlik İle Aile Oluşturma (Meşru)

• Kadınlarla Ters İlişki (Gayrı Meşru)

• Karşı Cinslerin Anlık Beraberlikleri (Gayrı Meşru)

• Karşıt Cinslerin Nikâhsız Uzun Süreli Beraberlikleri (Gayrı Meşru)

• Eşcinsellik-Lezbiyenlik (Gayrı Meşru)

• Travestilik (Gayrı Meşru)

• Evlenilmesi Yasak Olan Yakın Akraba İle Cinsel İlişki (Gayrı Meşru)

• Hayvanlarla Cinsel İlişki (Gayrı Meşru)

• Pornografi (Gayrı Meşru)

• Mastürbasyon(Kendi Kendini Tatmin) (Gayrı Meşru)

Zinanın En Pis ve Çirkin Şekli Eşcinsellik (Homoseksuellik)

Cinsel ihtiyacın normal karşılanma şekli, karşıt cinslerin nikâhla birlikteliği ile oluşan aile kurumudur. Bu, toplumsal yapının sıhhati açısından zorunludur, elzemdir. Bunun dışındaki cinsel tatmin şekilleri, insan fıtratına zıt olduğundan, hem tarafların hayatını hem de gelecek nesillerin varlığını tehlikeye düşürmektedir. Bu tatmin şeklinin genel adı zinadır, fuhuştur. Zina karşı cinsler arasında olabileceği gibi, aynı cinsler arasında da olabilmektedir. Zinanın en pis ve çirkin olan ikinci şekli, Livata, Homoseksuellik olarak anılmaktadır.

Karşı cinsler arasında bir cazibe (sevgi), çekim kuvveti, aynı cinsler arasında ise itme kuvveti vardır. Karşıt cinsler arasında bir çekimin olması, normal durum iken; aynı cinsler arasında çekimin olması, anormal bir durumdur ve bir hastalık halıdır, fıtratın bozulmasıdır. Bundan dolayı eşcinsellik doğal bir durum değil, anormal bir durumdur, bir hastalık halidir. Cinsel İhtiyaçların tatmin edilmesinde Cinsel Arzu, Karar Verme ve İcra etme aşamalarını göz önüne aldığımızda Hz. Yusuf olayında olduğu gibi kendi cinsinden birine arzu duyma ile bunu icra etme arasında karar verme süreci vardır. Eşcinsel ilişkiye karar vermede ya yanlış referans değerler mevcut ya da karar alma metodunda bir yanlışlık ya da her ikisi birlikte var olmaktadır. Böyle bir insan, zihinsel olarak kirlenmiş olup zihinsel hastadır. Öyleyse eşcinseller, ya biyolojik, ya psikolojik ya da zihinsel olarak hastadırlar.

Homoseksuelliğe İlişkin Bir Gen Yoktur

Bu anormal durum, çocuk doğduktan sonra 3-4 yıllık süre içerisinde yaşadığı ortam, aldığı terbiye, yetişme tarzı ve şartları ile alakalıdır. Allah tarafından saf ve temiz olarak yaratılan çocuğun, aile ve sosyal çevresi tarafından dengesinin bozulması ile ilgilidir. Tıbbı bilimsel bulgulara göre, eşcinselliği kodlayan herhangi bir gen mevcut değildir. Dolayısıyla kişi eşcinsel olarak doğmamaktadır:

“Eşcinsellik insanda doğal olarak var olan bir yönelim değildir. Sosyal öğrenme ile ve yanlış eğitimle gelişmiş bir durumdur. Biyolojik doğaya uymayan bir sapmadır. Heteroseksüelliğin geni vardır ancak eşcinselliğin geni yoktur. 40 yıl önce kabul edildiği bilinen, hastalık olarak tanımlanmayan eşcinsellik egosintonik eşcinselliktir. Yani kişi bu tercihi seçmiştir. Özgür iradesi ile karar vermiştir. Psikiyatrinin ilgi alanına girmediği kabul edilmiştir. Bu onaylandığı ve teşvik edildiği anlamına gelmez. İkinci grup eşcinsellik egodistonik olarak bilinen eşcinselliktir. Bu tür eşcinsellik kişinin ego savunmaları tarafından onaylanmamıştır. Kişi arzu ve dürtülerine yenik düşmektedir. Arzu ve dürtülerinden özgür olamayan bu kişilere yardım edilmesi ve tedavi edilmesi gerekmektedir.” (2,3)

Sonuç: İki Sınıf Eşcinsel

Yukarıdaki değerlendirmeye göre eşcinselleri, iki ana sınıfa ayırmak mümkündür. Birinci Grup: Kişi kendisini hasta olarak kabul etmektedir. Bu durumda olanlar, kendi hallerinden şikâyetçi olmakta, kendilerini anormal olarak kabul etmekte ve bu illetten kurtulmak istemektedirler. Toplum, bu insanların tedavi sürecine katkıda bulunmalı ve yardımcı olmalıdır.

İkinci Grup: Bu durumda olanlar, kendilerini hasta olarak kabul etmemektedir.

Eşcinselliği, bir yaşam tarzı olarak benimseyip bunu, insan hakları, birey hak ve özgürlükleri çerçevesinde topluma kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Tehlikeli olan bu ikinci gruptur. Birinci gruptakilere tedavi olabilmeleri için her türlü yardım yapılırken; ikinci gruptakilere karşı da amansız bir mücadele verilmelidir. İnsan genetiğine, insan fıtratına, aile yapısına ve gelecek nesillere savaş açmış bir düşünce ve yaşam şeklinin, hoş görülebilecek bir tarafı yoktur; insan hakları ile de ilgisi yoktur.

 

9 Temmuz 2015 Perşembe

Şeytanın peşinden koşan bir sapkınlık hareketi olarak eşcinsellik - 1: Kâinatta her şey eş (zevc)/çift olarak yaratılmıştır

 (Milli Gazete)

“Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel’ûndur.”

Hz. Muhammed

Giriş

İnsanlık tarihi, Hz. Adem ile eşinin yaratılması ve İblis’in bunlara ve nesline savaş açması ile başlamıştır. Tarih boyu, Allah’ın yolunu, Kitapların öngörüp Peygamberlerin hayata geçirdiği hayat tarzını, Peygamberlerin rehberliğini kabul edenlerle, İblisin yolunu, rehberliğini ve önerdiği yaşam tarzını kabul edenler arasında bir mücadele var olmuş ve var olmaya da devam edecektir.

İblis/Şeytan, Allah’ın helal dediklerine haram, hak dediklerine batıl, maruf dediklerine münker, normal dediklerine anormal diyen bir anlayışın, bir zihniyetin önderi, öncüsü ve temsilcisidir. Laisizim ve sekülarızım, bu akımın çağdaş adıdır. Allah’ın, gönderdiği kitaplar, peygamberler ve ahiret hayatı göz önüne alınmadan, bu dünyadaki hayat tarzının, sadece ve sadece insan aklına göre tanzim edilmesidir. Bu akımın bugün en güçlü temsilcisi ve savunucusu, Batı Kültür ve medeniyeti olup zinayı ve zinanın en pis ve iğrenç şekli olan “homoseksüelliği” (“Eşcinsellik”, “Livata”, “İbnelik”) meşru görmekte ve yaygınlaşması için mücadele etmektedir.

Ne yazık ki Türkiye, AB yasalarını, uluslararası sözleşmeleri (2011 İstanbul Sözleşmesi gibi) kabul ederek “Cinsel yönelim” adı altında eşcinselliğe (“İbneliğe”) bilerek ya da bilmeyerek bir meşruiyet alanı açmıştır. Geçen yıl, AB’de yapılacak LGBT toplantısına, TBMM’de grubu bulunan her parti, birer temsilci seçmekle ve veya göndermekle eşcinsellere daha da meşruiyet kazandırmışlardır.

Yol boyu bütün bu gelişmelerden cesaret alan, homoseksüelliği bir yaşam tarzı olarak kabul eden, şeytanın adımlarını izleyen bu sapıklar topluluğu, Ramazan ayında 22-28 Haziran 2015 haftasını, “Onur haftası”(!) olarak ilan edip çeşitli etkinlilerde bulunmuşlardır. İstanbul, Beyoğlu İstiklal Caddesinde, “Şabanla Recebin Aşkına Ramazan Engel olamaz” pankartları ile bir yürüyüş yapmışlar, Müslümanların üç kutsal ayı ve önemsedikleri üç isimle alay etmişlerdir (1).

İnsan genetiğine, aile hayatına ve insan nesline açılmış bir savaş hali olan eşcinselliğin tüm dünyada savunulur hale gelmesinin, ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesinde evliliklerine müsaade edilmesinin sebebi nedir Bugün Türkiye’de, bunların gemi azıya almış çılgınlıklarının sebebi nedir Daha da önemlisi, toplumun duyarsızlaşmasının, tepki vermemesinin anlamı nedir Nasıl bir zihinsel kırılma yaşanmaktadır

Böyle bir zihin ve akıl tutulması, ülkemiz insanın içine girdiği çıkmaz sokağı göstermesi açısından önemlidir. AB birliği aşkına Allah’ın yasakladığı, haram kıldığı ve helak olma nedeni gördüğü bir yaşam tarzını, meşru görebilen bir zihniyetin oluşması, gerçek bir tehlikedir. Bu ülkenin insanları, başta dini hassasiyeti yüksek olanlar, şu gerçeği görmek ve tavır almak zorundadır: Bu ülkenin dindar insanları, yeniden formatlanarak içi boşaltılmış bir İslamı, bir din anlayışını kabul etmeye zorlanmaktadır. Bu bir psikolojik harekât olup, İslam’ın temel kavramlarının içinin boşaltılması, anlam alanlarının daraltılması ve çarpıtılması, dini, ahlaki ve ailevi değerlerin tahrif edilmesi, fuhuş, homoseksüellik ve uyuşturucunun yaygınlaştırılması düzleminde yürütülmektedir. Son yıllarda ise bu psikolojik harekâtın/savaşın merkezine, özellikle, homoseksüellik (İbnelik) ve uyuşturucu yerleştirilmiştir.

Bu yazı serisinde, eşcinsellik konusu ele alınıp incelenecektir. Helak olma nedeni olan bir yaşam tarzının, özgürlükler ve insan hakları kapsamında görülüp görülemeyeceği yol boyu tartışılacaktır.

Burada, her şeyin eş yaratıldığı ve karşıt cinsler arasında bir çekim kuvvetinin, ayni cinsler arasında ise bir itme kuvvetinin var olduğu konusu, ele alınıp incelenecektir.

Kâinatta Her Şey Çift/Eş (zevc) Olarak Yaratılmıştır

Kâinatta her şey, belli bir kanuniyete göre çift/eş (zevc, parity) olarak yaratılmıştır. Kur’an’da bu anlamı ifade eden kavram, zevc olup isim ve fiil olarak yaklaşık 70 yerde geçmektedir. Ragib el İsfahani zevc kelimesini, “kendi cinsinden ve zıddı olan bir diğeri ile bulunana denir. Bu, insan, hayvan, bitki ve diğer varlıklardan olabilir. Zevciyet, erkeklik- dişilik ikiliği olabileceği gibi, başka ikilikler de olabilir. Eşya; cevher, araz, madde, suret gibi ikiliklerin sentezinden ibarettir. Hiçbir şey, bu ikiliğe dayalı terkibin dışında kalamaz… Türler, cinsler, sınıflar da birer zevciyat oluştururlar.” (2,3) şeklinde anlamlandırmaktadır.

Çift (zevc) yaratılma, pozitif- negatif, dişi- erkek şeklinde bir karşıtlığı ifade etmektedir. Kâinatta her şeyin çift/eş (zevc) olması, Kur’an’a göre insanların öğüt alıp düşünmesi için Allah tarafında vazedilen genel bir kanuniyettir (51/47-50). Kâinatta her şey çift (eş) olarak vardır ve karşıt cinslerin birlikteliği ile kurulan bir denge söz konusudur (36/36; 22/5; 31/10; 51/47-50).

Yasın Süresinin 36. ayetinde şu üç alandaki eş yaratılmaya dikkat çekilmektedir: 1- “Yerin bitirmekte olduklarında”, 2- “İnsanların kendi nefislerinde”, 3- “İnsanın daha bilmediği nice şeylerde”. Her bir grubu, kendi içinde daha alt gruplara ayırabiliriz:

1- Arzın bitirdiklerindeki Zıd Çiftler/Eşler/Zevcler: Karakter açısından zıd benzer çiftler/eşler, Metaller-ametaller, Biyolojik Açıdan Zıd Eşler (Bitki ve hayvanların dişi ve erkek türleri), Elektrik Ve Manyetikte Zıd Eşler(Birbirinin zıddı olan elektrik yükleri, Manyetik zıd kutuplar), Topraktaki ölüm ve hayat olayları (Analiz-Sentez olayları).

2- İnsanların Bilmediklerindeki Zıd Çiftler/Eşler/Zevcler: Kur’an’ın nazil olduğu o günkü toplumu göz önüne aldığımızda, o çağdakilerin bilmediği/bilemediği fakat zamanla insanların keşfedeceği/keşfedebileceği eşlerin/çiftlerin varlığı söz konusudur. Her çağda insanlar, kâinattaki birçok şeyi bilememişlerdir. Ancak o günkü bilinmezler, bir gün bilinir, keşfedilir olmaktadır. Bu nokta da, Kuran’ın “İnsanların Bilmediklerindeki Eşler/Çiftler” ifadesinin kıyamete kadar olan süreci ihtiva ettiğini göz önüne almak gerekmektedir.

Kur’an’ın indiği çağdaki insanların bilmediği ve fakat günümüzde bilinen birçok zevç (eş, çift) vardır. Parçacık fiziğinin bugün için bulup ortaya çıkardığı, o gün için bilinmeyen elektron-pozitron, nötron-anti nötron müon-anti müon gibi yığınla elemanter parçacık, bu sınıflama içerisinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, “Her temel parçacığın, onunla aynı kütle ve spine sahip fakat zıt yüklü bir parçacığı vardır.” “Her parçacığın bir anti parçacığı olması, anti madde olasılığını da gündeme getirmektedir.” “Buna göre, evrenin çok uzak bölgelerinde, tümüyle anti maddeden oluşan galaksilerin bulunması mümkündür” (4).

Keza dönen tüm cisimlere etki eden “Merkezkaç-Merkezcil Kuvvetler”, uzaydaki “ak ve kara delikler” hep sonradan bulunmuş, keşfedilmiş çiftlerdir. Schrodinger Denkleminin daima iki eş, zıt işaretli çözümü vardır. Bu denklemin uygulandığı her alanda daima birbirinin zıddı (pozitif-negatif) çözümler vermesi, kâinatta var olan her şeyin bir antisinin bulunduğunu göstermektedir.

3- İnsan Nefsindeki Eşler/Çiftler: İnsanların kadın ve erkek olarak iki karşıt cins olarak var olması da, zıdların birliği ilkesi ile ilgili ilahi kanuniyetin bir sonucudur (30 Rum 21). Bu şekildeki bir eş yaratılmanın yanı sıra insan bünyesinde de, birbirinin zıddı olan iki cephe/yapı (İyilik/melek ve kötülük/hayvan) bulunmaktadır. Bu iki zıt cephe de yer alan karakterler/özellikler de, birbirine zıddır (cesur-korkak, cömert-cimri…).

Zıtların birlikteliğindeki sır, pozitif veya negatif özellikte olanlardan aynı işarete sahip olanların, birbirini itmesi, ret etmesi; karşıt işaretli olanların ise, birbirlerini çekmesi, kabul etmesidir. Dolayısıyla karşıt cinsler arasında bir çekim, cazibe kuvveti var; aynı cinsler arasında bir itme, ret etme kuvveti vardır. Bu cazibe kuvveti, hem kâinatın devamını hem de tüm canlıların nesillerinin devamını sağlamaktadır.

Kur’an’a göre erkek ve dışı arasındaki bu çekim kuvveti, Allah tarafından insan bünyesine yerleştirilmiş bir özellik olup, insanın hem sükûnete kavuşmasını, hem fıtratını korumasını ve hem de neslinin devamını sağlamaktadır (30/21; 16/72; 4/1; 22/5, 75/39; 78/8; 35/11; 42/11).

Sonuç: Homoseksüellik, Anormal Bir Durum, Hastalıklı Bir Durumdur

Zıtların birliği ilkesi, kâinatta bir denge ve sükûn halinin ortaya çıkmasına sebebiyet veren ilahı bir yasa, bir fıtrat yasasıdır. Bu ilahi yasaya, yaratılış kanunlarına göre canlılar âleminde karşıt cinsler arasında çekim kuvvetinin olması, normal, sağlıklı, bir durum; aynı cinsler arasında bir çekim kuvvetinin var olması ise anormal, hastalıklı bir durumdur. Bu nedenle canlılar ve insan nesli açısından homoseksüellik, anormal, hastalıklı bir durumdur. Bu hastalık hali, biyolojik mi yoksa psikolojik mi bu, ayrı bir tartışma konusudur. Hangisi olursa olsun tedavisi mümkündür.

Ancak bugün ana sorun bu değildir. Ana sorun, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin 1973 yılında ve Dünya Sağlık Örgütü’nün 1991 yılında, eşcinselliği hastalık sınıflandırmasından çıkarmasından bu yana, eşcinseller tarafından Eşcinsellik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmekte ve de “normal” (!) kabul edilmektedir:

“‘Normalde’ olması gerekene uymayışımız ne fıtrattan, ne de hastalıktan! Boşuna neden aramayın bulamazsınız! Değişmez denilen normları da, normalleri de tanımıyoruz. Normal değiliz! Kabul etmiyoruz!”… İnkarcı genel ahlakın, ayrımcılığın, nefretin ve şiddetin kurucusu, sürdürücüsü normlara ve normallere inat biz normal değiliz…Alışın alışın gitmiyoruz!”(1). “Önceliğimiz etrafa rahatsızlık vermek, genel ahlakı bozmak”(5).

Bugün ana sorun, ana tehlike, Lut Kavminin helakine neden olan, fıtratı bozan, İnsan neslinin geleceğini tehlikeye atan ve aile hayatına savaş açan bir yaşam tarzının benimsenmesi ve bunun için mücadele verilmesidir.

Bu nedenle Eşcinsellik (İbnelik), Şeytanın insan nesline açtığı savaşın adı olup bir sapıklık/sapkınlık hareketidir.

Kaynaklar

1-http://www.radikal.com.tr/hayat/istanbul_onur_haftasi_ile_5n_1k_normlari_da_normali_de_tanimiyoruz-1385082

2- Öztürk y. N., Kuran’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut yayınları, İstanbul, 1991, s: 707-714.

3- Yazır E., M,.H., Hak Dini Kuran Dili, Azim dağıtım, İstanbul, c:6, 415-416

4- John R. Taylor, Chris Zafaritos, Modern Fizik, Güven Yayınları,1996, İstanbul, S: 297-298.

5- Bianet 20-28.6.2015.

 

2 Temmuz 2015 Perşembe

Taksim Kadife Darbe Sürecinin 7 Haziran 2015 Genel Seçimler Aşaması - 4: İlahi İkaz

 (Milli Gazete)

Geçmiş yazılarda ifade ettiğimiz gibi kadife darbelerin ana stratejisini çizen birinci derecede (en iç halka) beyin takımı, Soros Merkezli Siyonist-Mason bir kadrodur. Her ülkede, o ülkenin vatandaşı olan Mason- Sabetayist-Siyonist-İşbirlikçi, 2. Derecede bir beyin takımı (ikinci halka) daha vardır.

Peygamberlerin mücadelesindeki zafer ve mağlubiyetler, Allah’ın “Sünnetullah” dediği “ilahi yasalara” uygun olarak vuku bulmuştur. Bu olaylar, kendilerinden sonraki dönemlerde iman edenler için önemli ders ve tecrübe kaynağı olmuştur.

Burada, 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin sonuçlarını, Uhud Savaşı çerçevesinde ele alıp değerlendireceğiz. Bugün böyle bir değerlendirme yaparken, bir tarafta saf ve temiz Müslümanlar; diğer tarafta da tam müşrikler vardır anlamında bir şey söylüyor değiliz. Böyle bir söylem, hem yanlış hem de tehlikelidir. Ayetlerde geçen Müşrik ordusu kavramı ile bugün, sadece Kadife Darbeci Kadronun Beyin Takımını (birinci ve ikinci halkadakiler), “Üst Akıl”, kast etmekteyiz.

Bugün vuku bulan ve bulabilecek olan olaylar ve sonuçlar, “Ben Müslümanım ve “ben Müminler topluluğundanım” diyen herkesi, her yapıyı (Parti/ Cemaat/ Hareket/STK), ilgilendirmekte ve de muhatap almaktadır. Bu açıdan yapılacak olan değerlendirmeleri, şahsileştirmemek, şahıslara ya da özel yapılara indirgememek gerekmektedir.

Uhud Savaşı ile Müslümanlara Yapılan Büyük Uyarı

Uhud Savaşı, İslâm tarihinde, Bedir’den sonra yapılan ikinci önemli savaştır. Bu savaşta vuku bulan olaylar, tarih boyu hep ders alınması gereken özelliktedir.

Uhud Geçidi, Uhud savaşının en stratejik mekânlarından biri olup bir tarafına Müslümanlar diğer tarafına da müşrikler yerleşmişlerdir. Hz. Peygamber, Uhud dağındaki geçide 50 civarında okçu yerleştirmiş ve onlara; “Benden size ikinci bir emir gelinceye kadar biz savaşı kazansak da kaybetsek de bulunduğunuz yerden ayrılmayacaksınız; Halit’e de dikkat edin.” talimatını vermiştir.

Müşrikler geçidin diğer tarafına Halit bin Velit komutasında 200 kişilik bir süvari birliği yerleştirmişlerdir. Başlangıçta İslam ordusu savaşı kazanmıştır. Müşrik ordusu, panik halinde kaçmaktadır. Müslüman savaşçılar, harp meydanında ganimet toplamaya başlamışlardır. Savaşın kazanıldığını ve ganimet toplandığını gören geçitteki okçulardan büyük bir kısmı, ganimetten paylarını almak için, komutanlarının bütün ısrarlarına karşın, görev bölgelerini terk etmişler ganimetten pay almaya koşmuşlardır. Bunun üzerine Halit bin Velit, süvari birliği ile geçide saldırmış ve nöbet tutan okçuları şehit ederek ganimet toplamaya dalmış olan İslam ordusunu arkadan vurmuştur. Kaçan düşman ordusu da, geri dönerek Müslümanlara saldırmış ve savaşı kazanmıştır. Kazanılmış bir savaş, ganimetten pay alma aşkına kaybedilmiştir.

Görevi terk eden okçular, ya muhacir veya ensardı. Her ikisi de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlardı. Muhacirler, mallarını, mülklerini her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmişler; Ensar ise göç eden bu mümin kardeşlerine kucağını açarak mallarını, mülklerini onlarla paylaşmıştır. Her iki kesim de, İslam davası için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardı. Fakat Uhud’da bir anlık gaflet, dalgınlık veya vukufsuzluk savaşın kaybedilmesine yetmiştir.

Kazanılmış bir savaşın kaybedilmesinin sebebi neydi Ne olmuştu da basiret bağlanması meydana gelmiş, feraset kaybolmuştu Allah’ın Resulü geçidi tutan o okçulara, ganimetten pay vermeyecek miydi ki okçular, görev bölgesini terk etmişlerdi Bu ilk nesilden böyle bir davranış nasıl meydana gelmişti

Bu sorulara vereceğimiz cevapların isabetli olabilmesi için Kuran ve sünnet çerçevesine meseleyi ele almamız gerekmektedir. Kuran’ın verdiği cevaplar, genel olarak özlüdür, ayrıntılı değildir. Ana renk, ana frekans, ana cevap, son derece açık ve kesindir. Ana renk sabit olmak şartıyla farklı yorumlar, açıklamalar, ana rengin etrafındaki harmonikleri ortaya çıkarır, spektrumu tamamlar ve zenginlik katar.

Uhud savaşının mağlubiyetle sonuçlanmasına ilişkin değerlendirme, kanuniyetleri hatırlatma ve hastalıkları tespit, Kuran tarafından 3 Al-i İmran Süresi 140-180. ayetlerde yapılmaktadır.

Bu ayetlere göre Uhud savaşı ile ilgili ortaya çıkan acı ve üzücü sonucun müsebbibi, bizzat Müslümanların kendileridir (3/165, 182). Çünkü zafer elde edildikten sonra Uhud geçidini tutan okçuların bir kısmı, komutana karşı gelmiş, verilen emir konusunda tartışmış ve görev bölgelerini terk etmişlerdir (3/152). Savaş alanında ganimeti görmüşler, geçidin diğer tarafında sabırla bekleyen 200 kişilik Halit’in kuvvetlerini görememişlerdir. Tamahkârlık, gözlerine perdenin inmesine; emre itaatsizlik de, savaşın kaybedilmesine sebebiyet vermiştir. Müslümanlar, bu davranışları ile mücadelenin temel kanuniyetine uymayarak savaşı kaybederken; müşrikler, mücadelenin temel kanuniyetine uyarak sabırla bekleyerek savaşı kazanmışlardır. Müslümanlar açısından mal tutkusu ve emre itaatsizlik, kazanılmış bir savaşın kaybolmasına neden olmuştur.

“İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah’ın izniyle idi.” (3/166) ayetinde ifa edildiği gibi Allah, Müslümanların mağlup olmasına bizzat kendisi izin vermiştir.

Allah, müminlere her zaman vaad ettiği yardımı neden göndermemiş ve böyle bir mağlubiyete niçin izin vermiştir

İlahi yasalara göre zafer ve mağlubiyet, insanlar arasında devredip durmaktadır (3/140). Zafer ve mağlubiyetin bu şekilde değişiminin nedenlerini, bu ayetler kapsamında, aşağıdaki gibi, özetleyebiliriz:

• İman edenlerin belirtilip ayırt edilmesi (3/140, 166),

• Allah’ın İman edenleri şahitler edinmesi (3/140),

• Cihad edenlerin belirtilip-ayırt edilmesi (3/142),

• Sabredenlerin belirtilip-ayırt edilmesi (3/142),

• Münafıklık yapanların belirtilip-ayırt edilmesi(3/167),

• İman edenlerin arındırılması(3/141),

• Sinelerde olanın denenmesi ve kalplerdekinin arındırılması(3/154, 164, 179).

İlahi sünnete göre Uhud savaşında, Müslümanlar ayırt edilmiş ve arındırılmıştır.

Uhud Dağının Geçidi ve 12 Eylül 1980 Darbesinin %10’luk Seçim Barajı

12 Eylül 1980 Darbesi, Türkiye’yi Küresel sisteme entegre edip sömürgeleştirme(gizli sömürgeleştirme) amaçlı bir projedir. 12 Eylül Darbesi, İslam, Komünizm ve Milliyetçilik gibi üç ana akımın, Türkiye’deki Kapitalist sistem için tehlike arz etmemesi, Parlamentonun dışında kalmaları ve Sistemin “istikrarı” için %10’luk bir seçim barajı inşa etmiştir. O yıllar itibarıyla Komünizmin dünyanın her tarafında çökmeye başladığını göz önüne aldığımızda, birinci derecede hedefin, İslami hareketler, ikinci derecede de Milliyetçi hareketler olduğunu görebiliriz. Bundan en çok nasibini alan(!) Milli Görüş hareketi olmuş; Parlamento dışında bırakılması, barajın altında kalması için iki partisi kapatılmış ve hareket böldürülmüştür. Milli Görüş hareketi, her ne zaman barajı aşma noktasında, halka umut vermeye başlamışsa, bir operasyon yiyerek oy oranı aşağıya çekilmiştir.

ANAP, DYP ve Genç Parti’nin tasfiye edilmesi ile MHP barajı aşarak istikrarlı bir oy tabanına kavuşmuştur. Bu arada, sistemin beklemediği bir başka tehlike, Kürt Milliyetçiliğinin yükselişe geçmiş olmasıdır. Seçim barajını, bağımsız adaylar aracılığıyla aşan Kürt milliyetçiliği, bu seçimlerde Kadife Darbeci Kadro ile kurduğu ittifakın sonucunda seçim barajını yıkarak, sistem adına barajın en büyük savunuculuğunu yapan AKP’ye büyük bir darbe vurmuştur.

Tarihi gerçekleri göz önüne alarak 1071 yılından buyana, İslam ortak paydası etrafında kaynaşmış, bütünleşmiş, kız alıp vererek etle kemik olmuş iki halkın, yeniden İslam ortak paydası etrafında bir ve bütün olması için gerekli çalışmalar yapılması gerekirken; %10’luk seçim barajı inşa edilerek ve ısrarla savunularak adaletsizlik yapılmıştır. Görülmek istenmeyen nokta, barajın yönetime istikrar getirmesi karşılığında halk tabanında istikrarsızlığa neden olduğudur. %5’lik bir baraj, hem yönetimde hem de halk tabanında istikrarı sağlayabilirdi. Oy oranlardaki geçişkenliğe ve hareketliliğe bu açıdan bakılmalıdır. AKP Kadroları, kalkınmayı önemsemiş, öncelemiş ve fakat adaleti ihmal etmiş bir parti olarak bunu ve Adaletin olmadığı yerde barışın da olamayacağını görememişlerdir.

AKP kadrolarının büyük bir çoğunluğu, yol boyu dünyevileşmiş; mal ve makam sevgisi, tutkuya dönüşmüş ve bu, hem kendilerine hem de topluma zarar verecek bir noktaya doğru gelmeye başlamıştır. Uhud’un Okçularının Savaş meydanındaki ganimeti görüp geçidin diğer tarafındaki düşman birliğini görememeleri gibi bunlar da, rantiyeyi görüp Kadife Darbeci Kadronun %10 barajını yıkıp geçecek çalışmalarını görememişlerdir. Bunu Parlamento dışında siyaset yapan ve AKP’ye kayıtsız, şartsız destek veren birçok Cemaat/Hareket/STK da görememiştir.

12 yıldır ülkeyi yöneten bir partiyi tek başına iktidar yaptırmamak, muhalefet partileri için, özellikle barajı aşan MHP ve baraj altında kalan SP-BBP için büyük bir başarı değildir. Bütün yıpranmışlığına, kirlenmişliğine ve dünyevileşmişliğine rağmen AKP’nin %41 rey alabilmiş olması ciddi bir başarıdır. Bu gerçeğin iyi görülmesi ve sebeplerinin araştırılması gerekmektedir. Özellikle de Saadet Partisi kadrolarının iyi bir analiz yapması, politika ve stratejilerini buna göre yeniden yapılandırmaları gerekmektedir

Sonuç: Mesaj: Tüm Aktörler Arının!

Uhud savaşındaki mağlubiyetin ana nedeni, kirlenmiş, dünyevileşmiş olan Müslümanların arınması, münafık taifenin açığa çıkarılarak tasfiye edilmesiydi. Bu seçim sonuçlarına bu açıdan bakılmasında fayda vardır. Her işte, her faaliyette amaç, İslam davasının menfaati ve Allah’ın rızasını kazanma olmalıdır. Sistemin istikrarı adına toplumun istikrarsızlaştırılması, büyük bir adaletsizliktir. Allah, bunu göremeyen herkesi, ikaz etmiş ve uyarmıştır:

“Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırd edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir.”(3/179)

Öyleyse;

“Ey iman edenler, hepiniz topluca İslam’a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/208).

Öyleyse;

“Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin” (4/136).

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...