(Umran Dergisi)
“Göz odur ki, dağın arkasını göre, Akıl odur ki, başa geleceği bile.”
Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm-AB) tarafından başlatılan Taksim (Gezi Parkı) Kadife Darbe sürecinin amacı, şiddet kullanmadan siyasi iktidarı düşürmekti. Taksim Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimler göz önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran genel seçimleri ile birlikte AK Parti’nin tek başına iktidar olması engellenerek bir başarı kazanılmıştır.
15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı Askeri Darbe Girişiminden sonra toplumun her kesimi, birlik ve beraberlik içerisinde “Ya Allah-Bismillah -Allahuekber” nidaları ile bayrak sallayarak darbecilere karşı şanlı bir direniş gösterip bütünleşmişti. Sosyolojik savaş amaçlı bir darbenin meydana getirdiği sarsıntı, neden olduğu yaralar ve bunalımın ortadan kaldırılması ve toplumsal kaynaşmanın daha da sağlamlaştırılıp kökleştirilmesi gerekirken; AK Parti+MHP ittifakı, 18 Maddelik bir anayasa değişikliği ile Türkiye’yi referanduma götürmüştür. Anayasa değişikliği ile ilgili meclis görüşmeleri başladığı andan itibaren Kadife Darbeci Beyin Takımına/Şer İttifakına (ABD-İngiltere-İsrail/ Siyonizm-AB), yeni bir Kadife Darbe girişimi için altın bir fırsat sunulmuştur. Gelişmeler, referandum sürecinde Kadife darbelerin genel stratejisine uygun bir alt yapı çalışması yapıldığını göstermektedir.
Geçen yazıda, yeni dönemin daha iyi anlaşılabilmesi için Kadife darbelerin stratejisi, mahiyeti ve Taksim Kadife darbe sürecinin aşamaları özetlenmiştir. Burada, referandum süreci ve sonrasında meydana gelen bazı olaylar ve kullanılan dil, göz önüne alınarak 2019 seçimleri için Kadife Darbenin beyin takımının öngördüğü stratejinin, muhtemelen, ana noktaları ele alınıp değerlendirilecek; siyaset ve gönüllü kuruluşların dikkatleri belli tehlikelere çekilmeye çalışılacaktır.
Diktatörlük ve Kadife Darbeler
Gene Sharp’ın şiddet içermeyen “sivil itaatsizlik teorisi”, diktatörlükle yönetilen ülkelerde, diktatörlüklerin “şiddete başvurmadan”, askeri darbe yapmadan, çok farklı eylemler ile devrilmesine ilişkin bir teoridir. Teorik alt yapı, Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye adlı eserinde ortaya konmaktadır.
Bu mücadele metodunun nirengi noktası, diktatörün varlığı ve diktatöre karşı verilecek mücadelenin şiddet içermemesidir. Mücadelenin etkin olabilmesi için kamuoyu, halk, iş başındaki liderin ve yönetimin diktatör olduğuna inanması veya inandırılması gerekmektedir. Hedef ülkelerde diktatör yoksa şeffaf seçimle iş başına gelmiş siyasal lider, hiçbir ahlakı endişe duyulmadan rahatlıkla diktatör olarak ilan edilebilir. Sonra bunun halk tarafından kabullenilmesi için her türlü provokasyona imkân veren büyük bir psikolojik harekât yürütülür.
İnsanlar, genel olarak diktatörlerden ve diktatörlüklerden nefret ederler fakat bu duygularını çevresi ile paylaşmaktan korkarlar. Sharp’a göre bütün mesele, bu korkuyu yıkmak ve halka güven vermektir. Acizlik psikolojisinden dolayı halk, diktatörlüklerin yıkılmasının ancak “yabancı güçlerin yardım ve destekleri” ile mümkün olabileceğine inanır “Dış destek” önemlidir. Ancak bunun istenen sonucu verebilmesi için diktatörün karşısına dikilebilecek bir “iç kitleye”, “güce” ve “güçlü bir direnişe” ihtiyaç vardır.1 Kadife darbelerde eylemci örgütlerin, eğitimi ve fi nansman ihtiyaçları, kadife darbeci beyin tarafından karşılanmaktadır. Hedef ülkede yapılan seçimlerle ilgili seçim gözlemcilerinin ayarlanması, seçim sonuçlarına ilişkin olumsuz raporlar verilmesi, yabancı büyükelçilerin ve uluslararası kuruluşlar ile yabancı devlet sözcülerinin seçim sonuçlarını gayrı meşru ilan etmesinin sağlanması, hep dış güçlerin yardımları kapsamında değerlendirilmektedir.
Şiddet içermeyen mücadelenin dayanak kitlesi, mevcut siyasi iktidara karşı olan tüm gayrı memnunların koalisyonudur. Diktatör ilan edilen kişi ve yönetim yıkıldığında, yeni diktatörlüklerin oluşmaması için “mikro ulusçuluğa” imkân sağlayan “federal bir yapı'nın kurulması öngörülmektedir: “Demokratik sistemi korumak ve muhtemel diktatörlük akımlarını önlemek amacıyla anayasada bölgesel, merkezi ve yerel düzeyde kayda değer imtiyazlar sağlayan bir federal sistem oluşturulmalıdır. Diğerlerine göre küçük bölgelerin büyük ayrıcalıklara sahip olup aynı zamanda ülkenin bir parçası olmaya devam ettiği İsviçre’deki kanton sistemi kimi durumlarda örnek teşkil edebilir.”2
Yeni Kadife Darbe Süreci İçin Bir Diktatör İnşa Etmek
Kadife darbeciler, Taksim kadife darbe sürecinde inşa etmek isteyip de başaramadıkları “diktatörlük”/”tek adamlık imajını”3 , 18 Maddelik Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler çerçevesinde yakaladıkları düşüncesindedirler. Bu nedenle hem ülke içerisinde hem de dışarıda büyük bir kampanya başlatmışlardır. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında yapılan toplantıda, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘tek adam’ denmesinin sebebi, diktatör imajını kademeli bir şekilde toplumun şuuraltına yerleştirmek içindir4 . Diğer taraftan Başbakan Binali Yıldırım ve AK Parti kadrolarının “Evet Cumhurbaşkanı tek adam olacak doğru…”5 ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “… Bu yetkileri tek kişide topluyoruz” tarzında yaptığı açıklamalar6 , referandum sürecinde başlatılmış olan “tek adamlık” kampanyasına katkı sağlamış ve özellikle genç nesil üzerinde “hayır oyu” verme istikametinde etkili olmuştur.
Ülke içerisinde “tek adamlık” üzerinden başlatılan “diktatör” inşa sürecine, Kadife darbe stratejisine uygun olarak yurt dışında, özellikle Avrupa medyasında ve bazı devlet ricalı tarafından “diktatör” kelimesi kullanılarak katkıda bulunulmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gittiği her yerde, yaptığı tüm konuşmalarda bu konuyu özel olarak gündeme getirmiş olması duyduğu rahatsızlıktan dolayı olmalıdır:
“…Gazetelerinizle iki de bir ‘diktatör, diktatör, diktatör’ diyorsunuz.” “Erdoğan’a ‘diktatör’ deme özgürlüğünüz var, Erdoğan’ın size ‘Faşist’ deme veya ‘Nazi’ deme özgürlüğü yok.7 Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına diktatör diyeceksin, bunlara faşist dediğimiz zaman beyler rahatsız oluyor. Faşistsiniz faşist…”8 . Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “…Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz. Bu tehlikeli yolu açarsanız en büyük zararı siz görürsünüz.”… “ Hayırdır, Vatikan’da niye bir araya geldiniz? Papa’nın huzurunda niye bir araya geldiniz? Papa ne zamandan beri Avrupa Birliği üyesi oldu? Ah, Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi; bu, budur.”9 şeklinde yaptığı konuşmalar, Batıyı tehdit eden bir “diktatör”(!) olarak yorumlanıp Batı medyası ve yöneticileri tarafından Batı kamuoyuna duyurulmaktadır. Nitekim “dostum”, “arkadaşım” dediği bazı batılı yöneticilerin “diktatör”, “küstah” kavramlarını kullanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlamaları, Türkiye’de bir “diktatörün” var olduğuna(!), bir taraftan Batı kamuoyunu inandırmak diğer taraftan da içerdeki kadife darbecilere destek ve moral vermek içindir:
“Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier iyi arkadaş olduğumuz hâlde bir açıklama yaptı. Beni hedef alan bir açıklama… Başkan Donald Tusk, o da benim çok iyi dostum olmasına rağmen o bile baktım aleyhte açıklama yapıyor. …Hele hele genişlemeden sorumlu zat, bizler için ‘küstah’ tabirini kullanıyor.”10 Türkiye’deki Anayasa değişikliğiyle ilgili Venedik Komisyonu’nun raporunda, “demokratik sistemden vazgeçiyor otoriter bir sisteme geçiyor Türkiye. Bu anayasayla AB üyesi olamaz...”11 denmiş olması, Türkiye’ye karşı açılmış çok geniş kampanyanın varlığını göstermektedir.
Referandum Sürecinde AKP’nin “Gerilim Stratejisine” Karşı CHP’nin “Barış Stratejisi”
Sosyal hadiseleri incelerken iç, bölgesel ve küresel dinamikler mutlaka göz önüne alınmalıdır. Dış dinamikler, ancak iç dinamiklerle uyum sağlamışsa etkili olabilir. Bu nedenle her olumsuz işi, suçu, sadece dış dinamiklere bağlayarak izah etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eğer Kadife Darbeciler, bu ülkede uygun zemin bulabiliyorsa, bunun nedeni, iç dinamiklerin buna uygun olmasıdır. Bu noktada ana sorumlu, siyasal iktidarlardır; onların yaptıkları hatalardır. Tüm Kadife Darbelerde izlenen stratejide, seçime doğru gerilim ortamı inşa edilip gerilim kademeli bir şekilde yükseltilmiştir. Türkiye’de Kadife Darbeciler, Oslo Görüşmelerinin deşifre edilmesinden 7 Haziran 2015 Milletvekili seçimine kadar kontrollü gerilim stratejisi uygulamışlardır. Kontrollü Gerilim Stratejisi tabirini kullanmamızın nedeni, işlerine geldiği zaman, gerilimi yükseltmeye, AK Parti’nin işine geldiği zaman da, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır. Taksim Gezi Parkı operasyonundan mahalli seçimler sonuna kadar Kadife Darbeciler, gerilimin yükselmesinden fayda ummuşlar; fakat süreç, AK Parti’nin işine yaramıştır. Cumhurbaşkanı seçim sürecinin başlamasından 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonuna kadar Kadife Darbeciler, AK Parti’nin aksine, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır.
Bunun iki temel nedeni vardır: 1- Seçim sürecinde gerilim, AK Parti’nin işine yaramaktadır. 2- Genel olarak halk, özel olarak gençlik, gerilimli ortamda yaşamaktan yorulmaya başlamıştır. Bundan dolayı Kadife Darbenin beyin takımı, Cumhurbaşkanlığı seçiminden 16 Nisan Referandumu sonuna kadar AK Parti’nin gerilimi yükseltmek istemesine rağmen, gerilimi düşürmeye çalışmıştır. Adalet Bakanı Bozdağ’ın tabiri ile “CHP Erdoğan düşmanlığı orucu tutmuştur.” “Hayır” kampanyasını yürüten liderlerin hemen hemen hepsi, barışçıl bir dil ve üslup kullanmışlardır. Buna karşılık başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, AK Parti kadroları ve destek vermiş bazı medya ve STK’lar, referandum boyunca gerilimi yükselterek kendi tabanını bütünleştirip oylarını artırmayı ve bloke etmeyi strateji olarak benimsemişlerdir. Referandum sonuçları üzerine yaptıkları yorum ve değerlendirmelerde de, aynı gerilim artırıcı ve kutuplaştırıcı dili kullanmışlardır.
Referandumda Kullanılan İki Farklı Dil ve Üslup
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, referandum sürecinde değişik zaman ve mekânlarda, yaptığı konuşmalarda, gerilimi artırıcı, kutuplaşmaya fırsat verici bir dil ve üslup kullanılmasına karşı çıkmıştır: “Çalışmalarımızı yaparken kutuplaştırıcı söylemlerden uzak duracağız. Neden hayır dediğimizi, halka sakin, düzgün ve ilgili bir anlayışla anlatacağız. Neden hayır diyoruz, çocuklarımızı düşündüğümüz için, Türkiye’yi düşündüğümüz için, hep birlikte yaşamak için, …”.12 “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ yerine ‘Başkanlık sistemi’, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘Tek adam’ denecek, ‘Erdoğan’ veya ‘Tayyip’ yerine saygıyı dile getirmek amacıyla ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ hitabı kullanılacak.”.13 “Soru şu; niye uzlaşamıyoruz? Söz konusu vatansa niye uzlaşamıyoruz, niye kavga ediyoruz? Bir uzlaşma kültürünü eğer kendi ülkemizde, kendi topraklarımızda yaşatmazsak, yeşertmezsek nasıl yaşayacağız kavga ederek? …Bu dil toplumu ayırmıyor mu? Neden bundan vazgeçmiyoruz?”14 (CHP’li bir milletvekilinin “Evet diyenleri denize dökeceğiz” beyanı ile ilgili kendisine sorulan bir soruya, Kılıçdaroğlu “Bu süreçte kullanılacak dilin kucaklayıcı bir dil olması lâzım. Ben, denize dökmek gibi, vurmak gibi, dövmek gibi ifadeleri asla doğru bulmadım ve doğru bulmadığımı da her ortamda ifade ettim. …Hepimizin dikkatli bir dil kullanması lazım. …Sevgiyi, hoşgörüyü, güzel dili, empatiyi kullanmalıyız.”15
CHP liderinin bu diline karşılık, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, Başbakan, AK Parti kadroları, bazı medya ve STK’lar, çok ağır, sert bir dil ve üslup kullanmışlardır. Referandum sürecinde değişik zamanlarda, değişik yerlerde yapılan konuşmalardan alınan aşağıdaki örneklerde bunu görebilmek mümkündür: “Cumhurbaşkanı Erdoğan: ‘hayır’ demek, şu anda bölücü terör örgütüne destek vermektir. Kandil ne diyor? ‘Hayır’ diyor. Kandil’deki bu terör örgütünün liderleri ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İmralı’daki terör örgütünün başı ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İşte şu anda ‘hayır’ demek, bunlarla beraber aynı istikamette yürümek demektir. …Bu ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenler, şu anda bölücü terör örgütüyle beraber ‘hayır’ kampanyasında buluşanlardır.”16 “Kandil’in, İmralı’nın sesi nasıl çıktı? ‘Hayır’ dedi. Pensilvanya, FETÖ ‘hayır’ dedi. …’Hayır’ bloğunun başında teröristler var, terör koordinatörleri var, Kandil var, İmralı var, FETÖ’nün başı var.”17 “Eğer bu teröristler, bizim ülkemizi bölmeye gayret edenler, milletimizi bölmeye gayret edenler ‘Hayır’ diyorsa, burada bir düşünmemiz lazım. Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu. İçerideki ve dışarıdaki ‘Hayır’cılar bir oldu…”18 “… Diyorum ki, kişi sevdikleriyle beraberdir. Eğer Kandil’deki bu ülkemizi bölmeye, milletimizi parçalamaya çalışanlarla beraber hareket edeceksen, var hareket et.”19 “Hayır’ın gideceği yer, Kandil; ‘Hayır’, eşittir çukurdur.”20 “Başbakan Yıldırım: “…Kim ‘hayır’ diyor? FETÖ’cüler, 15 Temmuz’un teröristleri, darbecileri de ‘hayır’ diyor. Avrupa’daki bazı ülkeler de ‘hayır’ diyor. … Bir de milliyetçi maskesi takmış FETÖ’nün maşaları, onlar da ‘hayır’ diyor. Bunlar milliyetçi değil, bunlar fetö’nün oyuncağıdır.”21
“‘Hayır’cıların bindiği HDP-PKK-FETÖ gemisi hiç yürümez. PKK ‘Hayır’ diyor, FETÖ ‘Hayır’ diyor, DEAŞ ‘Hayır’ diyor. Terör örgütleri hep beraber koro halinde ‘Hayır’ propagandası yapıyorsa bunun milletimiz için, ülkemiz için bir işareti var.”22
Tek Tercihli Bir Referandum Teklifi (!)
Anayasa değişikliği teklifi ni hem Meclis’e hem de milletin önüne getiren AK Parti ve MHP, milletvekillerine ve millete, teorik olarak, “Evet” ve “Hayır” olmak üzere iki farklı alternatif sunmuştur. Halk da kendisine sunulan bu iki alternatiften birini düşünüp taşınıp tercih edecektir. Doğal olarak olması gereken buydu. Ancak halkın önüne tercih yapma hakkı konulurken, işin özüne ve ruhuna aykırı olarak bir de özel bir şerh düşülmüştür. “PKK”, “DAEŞ”, “FETO”, “İmralı” ve “Batı”, “Hayır” demektedir. Dolaylı olarak “Hayır diyenler”, “terörist”, “hain”, “işbirlikçi”, “PKK’cı”, “DAEŞ’çi” ve “FETÖ’cü” olarak nitelendirilmiştir. “Kişi sevdikleri ile beraberdir”, “söyle bana arkadaşını söyleyim sana kim olduğunu” tarzında ifadelerin kullanılması ile “Hayır” demek, “suç” olarak ilan edilmiştir. Bu nedenle AK Parti ve MHP, halkın önüne iki değil, “tek bir tercih” yapma hakkı koymuştur. Böyle bir yaklaşım, toplumun belli bir kesimi ile gençliğin çoğunluğunun tepkisine neden olmuştur. Referandum sürecinde yapılmış en büyük hatalardan biri budur. Referandum sürecinde medyada çok öne çıkmayan, çıkamayan çok önemli bir nokta da şudur: Kandil, İmralı, PKK, DAEŞ, FETÖ, ABD ve AB, açık ve aleni olarak “Hayır” diyerek milliyetçi duyguların harekete geçirilmesine ve de “Evet” oylarının artmasına imkân verecek bir politikayı niçin benimsemiş olsun ve de ısrarla sürdürsün? Bu örgütlerin mensupları, tabanda bunu sessiz sedasız yaparak AK Parti kurmaylarına propaganda yapma imkânı sağlamayabilirlerdi. Buna rağmen bu örgütlerin lider kadrosu, niçin “Hayır” kampanyası açmış olsun? Yabancı istihbaratların hükmettiği bu örgütlere yabancı istihbaratçılar ve stratejistler niçin mani olmasın?
Tüm bu kesimler, 18 maddelik anayasa değişikliğinin halk tarafından “kabul edilmesi” için mi çalışmış ve sürece dolaylı katkı mı sağlamışlardır? Toplumun belli bir kesiminde bu sorgulama yapılmaya başlamış ve referandumun sonuna doğru bu örgütlerin yürüttüğü “Hayır Kampanyası”, “Evet’e” dolaylı destek olarak değerlendirilmiştir. Hele son hafta içerisinde başlatılan “eyalet tartışması” da, bu kanaati daha da pekiştirmiştir. Oluşan ve gittikçe yaygınlaşan bu kanaat, 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP’li bazı belediye başkanlarının “Özerklik ilanları” ile KCK’nın “Sınırları belli olmayan Federasyon” çağrıları23 dolayısıyla toplumda oluşmuş olan bir şuur altını harekete geçirmiştir. Bu da, Anayasa değişiklikleri konusunda kararsız kalmış olan belli bir kesimin, “hayır oyu” vermesine neden olmuştur. AK Parti kadroları, “Hayır” diyen ve oy veren herkesi, dolaylı bir şekilde de olsa “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” olarak nitelendirmişlerdir. Referandum sonuçlarına göre toplumun %49’u “Hayır oyu” vermiştir. AK Parti kadrolarının dil ve üsluplarını göz önüne aldığımızda; toplumun %49’u, “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” midir? “Yapılan iş, ürkütülen kurbağaya değmiş midir”? AK Parti kadroları ve benzer dili kullanan herkes/her yapı, bu tahribatı düzeltmek zorundadır. “Kampanya sırasında söylenenler geride kaldı” demek, sorunu çözmeyecektir. Bu dil ve üslup mutlaka değiştirilmelidir. Yoksa ülke olarak ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.
“Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den Tasfiye Edilmelidir!”
Referandum sonrasında bir kişinin “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den tasfi ye edilmelidir!” çağrısı ile İslâmcılık ve AK PARTİ-İslâmcılar ilişkisi yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, konuya ilişkin sorulan bir soruya “Biz tekkeye mürit aramıyoruz” cevabı ile yeni bir boyut kazanmış, kendisini İslâmcı kabul edenlerle AK Parti arasında enerji düzeyi çok net olmayan yeni bir fay hattı meydana gelmiştir. Elbette ki parti “tekke değildir”. Bu doğrudur. Ancak soru, Cumhurbaşkanı’na “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den tasfi - ye edilmelidir!” söylemiyle bağlantı kurularak sorulmuştur. Cumhurbaşkanı’nın bir kitle partisinde herkes bulunabilir, burası “tekke değildir” tarzında özü itibarıyla doğru olan cevabı, sorunun bağlamı, amacı ve hedefi göz önüne alındığında, yanlış olmuştur. Cumhurbaşkanı, AK Parti ile İslâmcılar arasına dolaylı olarak bir mesafe koymuştur. Erdoğan’ın bu cevabı ile başlatılan kampanyanın oluşturduğu hava, “21 Mayıs AK Parti kongresi ve sonrasında İslâmcı olarak kabul edilenler, partiden ve devletten tasfi ye edileceklerdir” kanaatinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu propagandanın dayanağının doğru olup olmadığını zaman gösterecektir. Sonuç ne olursa olsun, İslâmcılarla ilgili kullanılan dilden dolayı kendisini İslâmcı kabul edenler, üzülmüş, hattâ kırılmışlardır. Bunun etkisini önümüzdeki günlerde görebileceğiz.
Mustafa Kemal’in Annesi, Hanımı ve Evlatlığı ve Heykelleri
AK Parti-İslâmcı ilişkisini bir boyutu ile etkileyebilecek bir olay, 05.05.2017 tarihinde bir TV’de yayımlanan “Derin Tarih” isimli programda, Afet İnan’ın, Mustafa Kemal’in manevi kızı olmadığı, başka bir şeyi olduğu ile ilgili bir tartışmadır. Bu programın ardından çok önceden hazırlanmış olduğu söylenen Mustafa Kemal’in annesi ve hanımı ile ilgili bir video, sosyal medyada/internet ortamında hemen servis edilmiştir. Söz konusu videoda Mustafa Kemal’in annesi, hanımı ve şahsı ile ilgili ahlâk boyutunu aşan çok ağır ifadeler kullanılmaktadır. Video sahibinin “bir yıl hapis yatıp bedelini ödediği” söylenen bir videonun, “Derin Tarih” programının ardından hemen servis edilmesi ve büyük bir kampanyanın başlatılması, gelecekle ilgili özel bir stratejinin uygulamaya sokulduğunu göstermektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, gerek video ve gerekse Derin Tarih programındaki şahısların, İslâmi bir kimliğe sahip olmaları ve Müslüman camiada tanınmalarıdır. Derin Tarih programı ile söz konusu videoyu artarda getirip kampanya açanlar, bu olguyu göz önüne alarak hareket etmişlerdir. Programın yapımcıları, oynanan satranç oyununda piyon olarak kullanılmış olabilirler. Kurulan senaryoda farkına varmadan rol almış da olabilirler. Sonuç değişmemektedir. Bu programla hemen hemen eş zamanlı olarak Türkiye’nin birkaç ilinde Mustafa Kemalin heykellerine yapılan saldırılar, tesadüfen meydana gelmiş değildir. Hepsi uygulanmakta olan özel bir stratejinin taktikleridir ve geleceğe dönüktür
Olayları, farklı boyutlardan ele alıp değerlendirmekte fayda vardır:
1- Şer ittifakı, iki yıllık bir gerilim stratejisi çizmiş, işine yarayacak tüm malzemeleri toplamış, yeri ve zamanı geldiğinde çizdikleri stratejide bu malzemeye ve ilgili şahıslara, onlara rağmen(istemedikleri halde), bir rol vermiş olabilir. Genel amaç, gerilimi artırmak, farklı kesimler arasında fay hatları meydana getirmek ya da var olan fay hatlarına enerji yüklemektir.
2- 15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişiminde Truva atı olarak yer almış olan Gülen Hareketinin dinî kimliğinden dolayı, toplumda dinî kimliği öne çıkan insanlara karşı çok ciddi bir güvensizlik meydana gelmiştir. Mustafa Kemal’in annesi, hanımı ve evlatlığı ile ilgili ileri sürülen şeyler, Kur’ân’ın “çirkin hayâsızlık” olarak nitelendirdiği ve yaygınlaşmasını asla istemediği şeylerdir (24 Nur 19-21). Kaldı ki ölülerin arkasından kötü konuşarak, dirileri üzeceğimiz gerçeği göz ardı edilmemelidir. Tümü ölmüş olan bu insanların iddia edilen özel yaşantılarının yıllar sonra gündeme getirilmesi, toplumun değişik kesimleri tarafından bu nedenle öfke ile karşılanmıştır. Kaldı ki başkalarının kutsallarına, ahlâk sınırlarını aşan bir dil uzatılması, Allah tarafından da yasaklanmıştır:
“Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söverler...” (6 En’am 108). Mustafa Kemal’in yaptığı devrimleri, icraatları eleştirmek, tartışmaya açmakla, özel hayatını eleştirmek ve tartışmaya açmak arasındaki farkı görememek, çok büyük bir hatadır. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun, kendilerini haklı ve meşru gösterebilmek için Osmanlıyı karalayarak ret ve inkâr etmeleri, tarihi açıdan yapılan en büyük yanlıştı. Aynı şekilde bugünkü neslin, Cumhuriyetin kurucu neslini karalayarak ret ve inkâr etmesi, aynı derecede yanlıştır. İyi ve kötü, başarılı ve başarısız yönleri ile hepsi bizim tarihimizdir. Yaptıklarından ders alarak yolumuza devam etmeliyiz. Tarihi, cinsellik düzleminde ele alarak değerlendirmek, hem bu ülkeye hem dine ve hem de Müslümanlara zarar verir. İslâmî bir mantık ve anlayışla bağdaşmaz. “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yaptığımız eleştiri, sarayın cinsellik düzleminde, doğru ya da yanlış, ele alınıp değerlendirilmiş olmasıydı. Bu olayda da benzer tavrı ortaya koymalı, cinsellik üzerinden, üstelik de ölmüş olanlar üzerinden bir söylem ve dil geliştirilmesine karşı çıkmalıyız.
Videonun sahibi ve Derin Tarih programında yer alan isimlerin dini kimliklerinden dolayı, tıpkı 15 Temmuz Askeri Darbe girişimi sonrasında olduğu gibi, tüm İslâmi camiaya dönük bir karalama kampanyasının açıldığına dikkat edilmelidir. Sosyal medya üzerinden açılan bu kampanya, en fazla yeni nesli olumsuz bir şekilde etkileyecek; din ve dindarlarla arasına bir mesafe koymasına sebep olabilecektir.
3- Mustafa Kemal üzerinden açılan bu kampanya ile heyecanını kaybetmiş, uyku modunda olan Kemalist-Atatürkçü kesim ayağa kaldırılmak; Kemalist-Atatürkçü fay hattı enerji ile doldurulup harekete geçirilmek istenmektedir. Bu kampanyanın bir hedefi nin de ordu olduğu göz ardı edilmemelidir.
4- Bu olayı, yukarıdaki “Mavi Marmara Manyakları…”(!) olayı ile birlikte değerlendirdiğimizde, AKP tabanında bulunan Atatürkçü ve/veya Balkan göçmeni olan seçmenler, hem AKP’den koparılmak, hem de gayrı memnunlar ittifakına dâhil edilmek istenmektedir.
5- Bu olay, AKP zamanında vuku bulduğundan dolayı MHP tabanında Atatürk’e özel sevgi besleyen kesimleri, Kadife darbecilerin gayrı memnunlar kitlesine dâhil edebilir.
Sonuç: Kadife Darbeciler Türkiye’deki Tüm Fay Hatlarını Kademeli Bir Şekilde Harekete Geçirmek ve Yeni Fay Hatları İnşa Etmek İstemektedirler
Önümüzdeki dönemde Kadife darbecilerin muhtemel amacı, gayrı memnunluğun toplumun değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasını, kin ve nefretin yol boyu artmasını sağlayarak 2019’a kadar Türkiye’yi gerilim halinde tutarak huzursuzluğu yaygınlaştırmaktır. Bize göre vuku bulan ve bulabilecek olayların hiçbiri, tesadüfen meydana gelmiş olmayıp, iki yıllık bir stratejide taktik birer hamleden ibarettir/ibaret olacaktır. Kadife Darbenin beyin takımı, mikro düzeydeki tüm fay hatlarının enerji ile doldurulmasını ve harekete geçirilmesini istemektedir. Kadife darbelerde en önemli unsurlardan biri, (sürecin ister mahiyetini bilsin isterse bilmesin fark etmez) gayrı memnun kitlelerin ittifakının sağlanmasıdır. En dikkat çekici husus, referandum sürecinde çok farklı inanç sistemine mensup insanlar, muhtevası kötü bir anayasa değişikliğinden ve kullanılan kötü bir dilden dolayı, aynı safta buluşmuşlardır. Kadife Darbeci beyin takımı(geçmiş yazılara bakılabilir), inanç ve siyasi görüş olarak çok geniş bir spektrumdan meydana gelen hayır bloğunu(%49), kadife darbe için bir fırsat olarak görüp amaçları istikametinde kullanmak istemektedir. Kadife darbeci beyin takımı, bir taraftan bu hayır bloğu ile dolaylı bir şekilde, kendileri arka planda kalarak, çatı örgüt aracılığıyla ittifak kurmaya çalışırken; diğer taraftan yeni fay hatları oluşturup gayrı memnun sayısını artırıp, hayır bloğuna katmaya çalışacaktır.
Referandum sürecinde toplumda, evet- hayır kamplaşmasından dolayı meydana gelen kutuplaşma, referandum sonrasında alt kimlik grupları arasında da derinleştirilip yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu açıdan meseleyi ele aldığımızda, Kadife Darbeciler, devlet mekanizmasının kılcal damarlarına, medyaya/sosyal medyaya, iş dünyasına yerleşmiş, gizli, uyuyan kadroları/hücreleri aracılığıyla pek çok provakatif eylem icra etmek isteyeceklerdir. 2019’a kadar muhtemelen sahneleyebilecekleri olayları aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:
· Cemaatler arası ihtilafları tefrikaya ve kavgaya dönüştürmek, · Cemaatler ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirecek operasyonlar yapmak veya Siyası iktidarın böyle bir hata yapmasına zemin hazırlamak, · Diyaneti yıpratmak, Diyanetle Cemaatleri, Diyanetle siyaseti karşı karşıya getirerek yeni gerilim alanları inşa etmek, · Gülen hareketi mensubu olmayan insanları, FETÖ’cü olarak ihbar ettirip açığa almak, ihraç etmek, mahkûm ettirmek ve bunu farklı kesimlere yaymak, · Sendikalar ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirebilecek şekilde komplolar kurmak, · Doğudaki aşiretleri rahatsız edecek uygulamalar yapılmasını sağlayarak devlete karşı kırgın hale getirmek, · Spor kulüplerini ya da spor kulüpleri ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirerek gerilimi artırmak, · Vakıflar, dernekler, gönüllü kuruluşlar arasında ayırımcılık yapılmasını sağlayarak küskünler, kırgınlar zümresini artırmak, · Lise ve Üniversitelerde gençliği tahrik edecek uygulamalar yapılmasını sağlamak, · Etnik fay hatlarını(Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Türk-Rum gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak, · Dini ve Mezhepsel fay hatlarını(MüslümanHıristiyan, Müslüman-Süryani; Alevi-Sünni; Sünni-Şii gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak, · Afgan, Suriyeli göçmenlerle yerli halk arasında fay hattı oluşturup harekete geçirmek veya göçmenleri birbirine düşürerek, kavga ettirip onlara karşı düşmanlık oluşmasını sağlamak, · Laik-anti-laik fay hattını harekete geçirebilecek provokasyonlar yapmak, · Yaşam tarzına müdahale provokasyonları yaparak gerilim artırmak, · Ordu ile polisi, ordu ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirecek tuzaklar kurmak. · Ordu ve Polis içerisinde var olan güvensizliği yaygınlaştırarak ordu ve polisi pasifi ze etmek, · Bürokrasi özelikle Yargı mensupları arasında güvensizlik yayarak pasifi ze etmek, · Bürokrasinin her kademesine karşı Halkta güvensizlik meydana gelmesini sağlamak, · Bürokrasi ile Cumhurbaşkanını ve hükümeti karşı karşıya getirerek sistemin işleyişini kilitlemek, · AK Parti ve MHP içinde ihtilafl arı körükleyerek partileri bölmek ve yeni partilerin ortaya çıkmasını sağlamak.
Tüm bunların gerçekleşip gerçekleşmemesi, öncelikle siyası iktidarın takınacağı tavra, ortaya koyacağı yol haritasına bağlı olacaktır. İstediği tüm yetkilerin fazlasını almış bir siyası iktidarın, başkalarını suçlamak üzerine kurulu bir politikayı daha fazla devam ettirme şansı yoktur. Başta siyaset olmak üzere tüm gönüllü kuruluşlar hata yapmaz, birbirimizi anlar, sırat-ı müstakim üzere olur isek kurulan tüm tuzakları paramparça eder, sahiplerinin başına geçirir, yaşanabilir yeni bir Türkiye/İslam dünyası/dünya inşa edebiliriz: “Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır.” (14 İbrahim 46) Bunun için gerek ve yeter şart, Allah uğrunda gerektiği gibi cihat etmek(22/78), Allah yolunda saf olmak(61/4) ve Allah’ın yardım ve yol göstermesini hak edecek bir duruş, bir tavır sergilemektir:
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (47/7)
“Bizim uğrumuzda cihat edenlere, biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.” (29/69).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder