29 Aralık 2017 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-3: “İpini eğirdikten sonra çözüp bozan kadın” gibi davranan ABD çökerken

 (Milli Gazete)

Bu yazıda, ABD’nin BM kararı üzerine gösterdiği tutum ve tavrın ümmet açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır.

ABD, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ (BMGK) KARARINI NİÇİN VETO ETMİŞ OLABİLİR?

ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, BMGK’da, ABD’nin yalnız başına evet demesine karşılık 14 ülkenin hayır diyerek reddedilmesi, gerçek anlamda ABD’ye verilen önemli bir mesajdı. Ancak bu sonuç, ABD için bir sürpriz olmamalıydı. Çünkü bu 14 ülkenin neredeyse tamamı, ABD’nin bu kararına itiraz etmişler ve bu kararın hem Ortadoğu’da hem de dünyada büyük gerilimlere ve hatta çatışmalara sebebiyet vereceğini önceden açıklamışlardı.

22 yıl önce 1995 yılında alınmış bir kararın aradan geçen bunca zamana rağmen uygulamaya sokulmamış olmasının sebebi neydi? Şimdi ne değişti de uygulamaya sokulmak istendi? Bu gün, ABD kararında neden ısrar etmiştir? ABD’nin Kudüs kararı, BMGK tarafından 14 oyla reddedilmiş ve ABD tamamen yalnız bırakılmış olmasına rağmen ABD’nin BMGK kararını veto etmiş olmasının sebebi ne olabilir? BM Genel Kurulunda karar reddedilince ABD’nin ortaya koyduğu sert, kırıcı, kaba tavrın sebebi hikmeti nedir? Normalde ABD ile birlikte hareket etmesi gereken birçok ülkenin çekimser kalmasının ya da hayır demesinin sebebi nedir? Bu durum doğal mıdır; yoksa bir gizli güç devreye mi girmiştir? Gizli bir strateji mi uygulanmak istenmektedir?

Bu soruların muhtemel cevaplarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- ABD, İlahi Sünnete aykırı davranarak helak olma sürecine girmiştir. (Sonuç Kısmında şartlar yazılı). Bunun şaşkınlığı içindedir ve ne yaptığını bilememektedir.

2- II. Dünya savaşı sonrasında dünyada kurulan düzenin patronu olarak ABD, kendisini “Dünya Köyünün” ağası olarak kabul etmektedir. ABD, “Dünyanın ağası”(!) olarak söylediği her şey, emirdir ve mutlaka yerine getirilmesi gerekir psikolojisinin etkisi altındadır.

3- ABD içinde var olan, zaman zaman şiddetlenen Neocon-Siyonist İttifakı ile ABD milliyetçilerinin(WASP’çılar/Pentagon) arasındaki savaşı durdurma, en azından geçici bir barış sağlamak amacıyla Siyonistlerin asırlar boyu süren arzusu gerçekleştirilmek istenmiştir.

4- II. Dünya savaşı sonrasında kurulan ve ABD’nin kesin hâkimiyeti olan dünya düzeninin bugün çöktüğünü, işe yaramaz olduğunu, ABD’nin hâkimiyetinin yok olmak üzere olduğunu, ABD, kendi halkına göstererek yeni bir dünya düzenine olan ihtiyacı, halkına kabul ettirmek, bunun için Amerikan halkının bedel ödemeyi kabullenmesini sağlamak,

5- 2000’li yıllardan bu yana yayınlanan ABD Milli Güvenlik belgelerinin hepsinde ABD’nin otoritesinin zayıfladığı, ekonomisinin çözülmeye doğru gittiği ve böyle devam ederse ABD’nin dağılma, parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalabileceği her seferinde vurgulanmıştır. Bütün bu belgelerde Rusya ve Çin’in asıl rakip, hatta üstü kapalı düşman olduğu vurgulanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzene karşı çıkan ve “Revizyonist” olarak nitelenen bu ülkelerle hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğu ortaya konmaktadır. ABD’nin liderliğinde yeni bir dünyanın kurulabilmesi için “yaratıcı yıkım savaşına ihtiyaç” vardır. Bu askeri anlamda Üçüncü Dünya Savaşı demektir. Böyle bir savaşa Amerikan halkını ikna etmek için ABD yönetimi, sürekli gerilim ve bunalım üretmek zorundadır.

6- ABD, BM’de Kudüs kararında ısrar etmesi ile İslâm coğrafyasındaki ABD işbirlikçisi yönetimleri (Mısır, Ürdün, Suud-i Arabistan, BAE, Bahreyn gibi), kendi halkları ile karşı karşıya getirecek bir durum meydana getirmiştir. Bu yönetimler, ABD’nin kararını onaylayacak olsalar ülkelerinde halklarının büyük protestoları ile karşı karşıya kalacaklardı. Desteklemedikleri takdirde de ABD ile karşı karşıya kalacaklardı. Eğer arkada ABD ile bir danışıklı dövüş yoksa birinciyi tercih ettikleri için ABD bu ülkelerde iç karışıklıklar çıkarmak için yeni bir strateji uygulamaya başlayacaktır. Diğer bir tabirle “İkinci Arap Baharı projesini” (4. Nesil Kadife darbeler dönemi) yürürlüğe sokup Büyük Ortadoğu Projesi’ni Mısır-Ürdün-Suudi Arabistan-BAE-Bahreyn ekseninde hayata geçirerek bu ülkeleri bölmek isteyecektir.

7- ABD, Büyük bir ihtimalle büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararının BM’de reddedileceğini bilerek hareket etmiştir. BM’de alınan red kararından sonra hem kendi büyükelçiliğini, hem de başka ülkelerin büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıttırarak BM’nin kararını, geçersiz, işlevsiz hale getirmek isteyecektir. Büyükelçiliklerin Kudüs’e taşınması ile İslâm coğrafyasındaki halklar düzeyinde gerilim yükselecek ve iç karışıklıklar meydana gelecektir. Böylece ABD, İslâm coğrafyasında meydana gelecek kaostan yararlanarak bölgeye müdahale edip Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de olduğu gibi yeni bir iç savaş zinciri başlatmak isteyecektir.

8- ABD’de 22 yıl önce alınan bir kararın bugün hayata geçirilmesini birinci derecede isteyen güç Siyonizm’dir. ABD Milliyetçileri (WASP/Pentagon), böyle bir kararın bugün için uygulanmasını uygun görmemiş olabilirler. Bu nedenle dünyanın değişik ülkeleri ile temasa geçip ret vermelerini ya da en azından çekimser kalmalarını sağlamış olabilirler. Böylece Neocon-Siyonist ittifakına büyük bir darbe indirmiş olabilir. Eğer böyle ise ABD’de iç kavga daha da derinleşecek ve bunun etkisi, dünyanın her tarafına farklı bir şekilde yansıyacaktır.

9- İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul toplantısında, Doğu Kudüs’ün Filistin Devletinin Başşehri olarak kabul edilmesi kararı alınmış ve bu, tüm dünyaya duyurulmuştur. ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının BMGK’da görüşülmesi bundan sonradır. BMGK’nın on dörde bir aldığı kararı ABD’nin veto etmesinin bir sebebi, BM Genel Kurulu’nda da reddedilmesini sağlamak olabilir. Bu durumda İslâm Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı’nın Doğu Kudüs’le ilgili aldığı kararın önü kesilmiş olacaktır. İslâm ülkeleri böyle bir kararı uygulamaya soktuklarında, ABD bunu BMGK’ya oradan da BM Genel Kurulu’na götürecek, ABD’nin Kudüs’e Büyükelçiliğini taşıma ilgili BM Genel Kurulu’nun aldığı kararı gerekçe olarak gösterip İslâm ülkelerinin aldığı kararın reddedilmesini isteyebilecektir. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın yayınladığı bildiriden sonra Rusya’nın “Kudüs konusunda Türkiye ile aynı düşüncede değiliz.” açıklamasını yapmış olması; İslâm ü0lkelerinin aldığı kararın BM’de reddedilebileceğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.

10- Şer ittifakı, Kudüs’ün uluslararası bir yapı tarafından yönetilmesini zaman zaman seslendirmiştir. Bu son operasyonla birlikte BM’den böyle bir kararı çıkarabilmek için ABD böyle bir taktiğe başvurmuş da olabilir.

Bu ihtimallerden hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecektir. Fakat unutulmaması gereken en önemli nokta, ABD’nin bu tavrı, uzun vadeli bir stratejide sadece taktik bir hamledir. Asıl strateji, “Kaostan Kaynaklanan Düzen”/“Yaratıcı Yıkım”/ “Düzeltici Savaş” ile ABD patronluğunda yeni bir dünya düzeninin kurulabilmesini sağlamaktır(1,2).

“İPİNİ EĞİRDİKTEN SONRA ÇÖZÜP BOZAN KADIN”: ABD

Günümüz dünyasında insan fıtratına karşı girişilen büyük saldırının öncülüğünü ABD yapmaktadır. İnsanı sefahate, çürümeye, sonu belirsiz bir maceraya sürüklemektedir. ABD, tarihte helâk olmuş tüm toplumların helâk olmasına sebep olan-yukarıda ifade ettiğimiz- tüm özellikleri kendinde toplayan sisteme sahip tek devlettir. 11 Eylül 2001 provokasyonundan (ABD’deki İkiz Kulelerin sivil uçaklar tarafından vurulması) sonra ABD, ‘Müslümanlar bizim yaşam tarzımıza karşılar’ deyip “100 yıl sürecek Haçlı Savaşlarını başlattığını” ilan etmiştir. Bu savaş ilanı, 21. Yüzyılda nelerin olabileceğinin, Şer ittifakının/Şeytani ittifakın/21. asrın Firavunlarının ağzından açık, aleni söylenmiş olmasından başka bir şey değildi. Müslümanlara karşı açtığı bu savaş, gerçekte ABD için sonun başlangıcıdır.

Bunu hep beraber göreceğiz İnşallah.

Afganistan’dan sonra Irak’ın işgal edilmesi için BM’den karar çıkartamadığında BM’ye, dünyaya karşı sarf ettiği sözler unutulmamıştır. Özellikle Fransa ve Almanya’nın BM’deki tavrından dolayı ‘Yaşlı Avrupa’ deyip onları aşağılamıştır. Her seferinde BM’ye ayırdığı bütçeyi kesme ya da bütçede kısıtlama yapma tehdidinde bulunmuştur. ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararına, BMGK ve BM Genel Kurulunun verdiği ret cevabı karşısında ABD Başkanı Trump’ın ve ABD’nin BM Daimi Temsilcisi NikkiHaley’in sarf ettiği sözler ve yaptığı tehditler, Firavunlaşmış bir zihniyetin ürünüdür:

“Trump: Yüzlerce milyon hatta milyarlarca dolar alıp sonra bize karşı oy kullanıyorlar. Peki, bu oyları takip edeceğiz. Bırakalım aleyhimize oy kullansınlar, biz de epey (parayı) muhafaza etmiş oluruz. Umurumuzda değil.”

“Haley: Aleyhte oy kullananların isimlerini alacağız… ABD, Kudüs’e büyükelçiliğini taşıyacaktır. Bunu bizden ABD halkı istiyor ve doğru olan da budur. Hiçbir oylama bunu değiştirmeyecektir; ama bu oylama Amerikalıların BM›ye nasıl baktığı ve bizim bize BM›de saygısızlık yapan ülkelere nasıl baktığımız konusunda bir fark yaratacaktır.» (3)

Ayrıca ABD, BM’ye ayırdığı bütçede kısıtlama yapacağını açıklamıştır.

BM’de çok farklı zamanlarda yapılan oylamalarda ABD, istediğini alamayınca karşı oy kullanan herkesi tehdit etmekle tutarsızlığını ortaya koymuştur. ABD, Dünya insanlığı açısından güvenilir olmaktan çıkmış bir ülkedir. Bu durum bize, Hz. Musa’nın mücadele ettiği Mısır Firavun’unu hatırlatmaktadır. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen Firavunî düşünce ve davranış değişmemektedir; sonları da değişmeyecektir.

Şu ana kadar dünyaya önerdiği düzenin tam zıddına davranışlarda bulunmuş, tüm insanlığın birikimi ve dayanışmasının sembolü haline gelen ve dün kutsadığı tüm değer ve kurumlara bugün saldırmış, onları kendisine ayak bağı olarak görüp devirlerini tamamladıklarını ve onlara ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Firavunlar gibi gücünü putlaştırarak “ipini eğirdikten sonra çözüp bozan kadın” gibi davranmıştır:

“Bir toplum diğer bir toplumdan sayıca ve malca daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan kadın gibi olmayın.” (16 Nahl 92)

SONUÇ: YUMUŞAK GÜCÜNÜ KAYBEDEN ABD ÇÖKMEKTEDİR

Çözülen ipin tekrar eski haline gelmesi nasıl mümkün değilse, ABD’nin de dünyadaki eski konumuna yeniden dönmesi, eski güvenirliliğini ve saygınlığını yeniden kazanması mümkün değildir. Belki kendisinden korkulacaktır, ancak sevilmeyecek, nefret edilecek, kendisine saygı duyulmayacak ve güvenilmeyecektir.

ABD, kendisini etkin kılan yumuşak gücünü (SoftPower) kaybetmiştir

Allah, her şeyi bir kanuniyete tâbi olacak tarzda yaratmıştır. Bu yaratılış kanununa “Sünnetullah” denmektedir. Kur’an ve Sünnet’e göre helâk olan kavimlerin helâk olma/edilme nedeni; Şirk Koşmak-Allah’tan Başkasına Kulluk ve İbadet Etmek (Nuh Kavmi:11 Hud 26; 23 Mü’minun 23), Allah’ı Önemsiz Kabul Etmek ve Unutmak (Şuayb Kavmi: 11 Hud 91, 92), Peygamberi Yalanlamak (Nuh Kavmi: 25 Furkan 37), Kulları Şaşırtıp Saptırmak (Nuh Kavmi: 71 Nuh 27), Eşcinsellik (Lut Kavmi: 7 Araf 80-84; 11 Hud 77-83; Neml 54-58; 29 Ankebut 28, 30, 34; 26 Şuara 160-174), Yol Kesmek (Lut Kavmi: 29 Ankebut 29), İfsad Etmek (Şuayb Kavmi: 11 Hud 85; 7 Araf 85-90; 7 Araf 73-79; 43 Zuhruf 54; LutKavmı: 21 Enbiya 74; 29 Ankebut 30,34; Nuh Kavmi: 51 Zariyat 46; Semud Kavmi: 11 Hud 85; 26 Şuara 152; 11 Hud 62; Firavun Kavmi: 7 Araf 103; 27 Neml 14; 28 Kasas 4; Karun: 28 Kasas 76-83), Terazi, Mizan Bozukluğu (Şuayb Kavmi: 11 Hud 91,92; 11 hud 85, 7 Araf 85-90; 7 Araf 73-79, 43 Zuhruf 54), Zulüm-Zorbalık -Kibir –Büyüklenme, Azgınlık (Hud Kavmi: 11 Hud 59-60; 26 Şuara 128-130; 41 Fussilet 15; Firavun Kavmi: 2 Bakara 49; 7 Araf 123-127; 11 Hud 91; 43 Zuhruf 54; Karun: 28 Kasas 76-83). Nuh Kavmi: 11 Hud 37,44; 25 Furkan 37; 23 Mü’minun 27; 29 Ankebut 14; 11 Hud 27-31; 53 Necm 52), Refahtan Şımarıp Azmak (Sebe Halkı: 34 Sebe 15-22; Karun: 28 Kasas 76-83), Bölünmüşlük (Semud Kavmi: 27 Neml 45; Firavun Kavmi: 28 Kasas 4), Ölçüsüzce Davranmak (Semud Kavmi: 26 Şuara 151; Lut Kavmi: 26 Şuara 166; Nuh Kavmi: 71 Nuh 27) ve Çeteleşmektir (Semud Kavmi: 27 Neml 45-52).

Bunların hepsi, ABD’de mevcuttur ve ABD, zalim Roma imparatorluğunun girdiği yıkılış sürecine girmiştir. Yıkılışın ne zaman, hangi hız ve ivme ile vuku bulacağını zaman gösterecektir. Şüphesiz ki bu, bugünden yarına olmayacak; fakat mutlaka vuku bulacaktır. Bu, ilahi sünnetin doğal sonucudur:

“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır.” (14 İbrahim 46).

KAYNAKLAR

1- Can, B., İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “Küresel Savaş” Umran, Eylül 2017.

2- Can, B., İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: “Küresel Savaş” Türkiye Üzerinden Mi(!)? Çıkarılmak İsteniyor, Umran, Ekim 2017.

3- http://aa.com.tr/tr/dunya/kudus-tasarisi-abd-nin-tehditlerine-ragmen-bm-de-kabul-edildi/1011415

22 Aralık 2017 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-2: İstihbarat savaşlarının yaydığı haberlerin ağına takılmadan yol almak/gerçeği bulabilmek

 (Milli Gazete)

“Onlar, yalana kulak verenler, sana gelmeyen diğer topluluk adına haber toplayanlardır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar.” (5 Maide 41)

Giriş

Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, İngilizlerin Kudüs’ü işgal tarihi olan 1917 yılının 100. yılına denk gelmesi bir tesadüf değildir. ABD kongresinin 1995’de aldığı bir kararı, 22 yıl sonra yürürlüğe sokmak demek, 2001 yılında ABD başkanı Bush’un ilan ettiği “100 yıl sürecek Haçlı Seferleri”nin bir ileri aşamasına geçilmiş olması demektir.

Bunu ümmetin görmesi gerekir.

Arif Nihat Asya’nın “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet, tefekkür etmeli ve kendi öz eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir. Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zafiyetin ürünüdür. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. İç dinamiklerde zafiyet olmadan dış dinamiklerin etkili ve tahrip edici olması çok zordur.

1,7 milyarlık Müslüman, dünyadaki 7 milyar insanı kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbiriyle savaşması ve çok kolay oyuna gelmesinin sebepleri, ortaya konmadan çözüm bulmamız mümkün değildir.

Bu sebeple “Kur’an ve Sünnetin öngördüğü ümmet anlayışı ile bugün pratikte var olan, yaşayan ümmet arasındaki ilişki nasıldır?” sorusunun sorulup en gerçekçi bir şekilde ve adalet ölçülerine uygun olarak cevaplandırılması gerekir. Yol boyu bu yapılmaya çalışılacaktır.

Şer olarak gözüken Büyük Şeytan’ın kararı (Trump’ın aldığı karar), İslâm İşbirliği Teşkilatının toplanarak ortak bir deklarasyon yayınlanmasına; dolayısıyla ümmetin çok kritik bir dönemde dayanışmasına vesile olmuştur. Yani hayra vesile olmuştur; “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (2 Bakara 216) ayeti tecelli etmiştir.

D-8‘ler kurulduktan sonra, D-8 ülkelerindeki yönetimlere şeytanî ittifak tarafından yapılan saldırı ve provokasyonları göz önüne aldığımızda; İslâm İşbirliği Teşkilatının yayınladığı deklarasyonu imzalayan ülkelerle ilgili her türlü operasyonun yapılmak isteneceği ve bu ülke yöneticilerinin bir psikolojik harekâta tâbi tutularak yıpratılmak ve halkının gözünden düşürülmek isteneceği gerçeğini unutmamalıyız. Şiddetlenecek bir psikolojik savaş ortamında, yığınla kirli bilgi, ortaya atılıp Müslümanların sağlıklı düşünmesine imkân tanınmak istenmeyecektir.

Ümmet şuurunun oluşmasında, medya, sosyal medya ve fısıltı gazetesinde yer alan haberleri, emin olmadan, iyi bir analize tâbi tutmadan alıp kullanmak, gelecek günlerde en ciddi sorunlarımızdan biri olabilir. Öyleyse bir mü’min olarak herhangi bir habere karşı tutum ve tavrımız ne olmalıdır?

Bu yazıda, haberlerin ağına takılmama ve haberleri sağlıklı bir şekilde değerlendirme konusu ele alınacaktır.

HABERLERİ TAHKİK ETMEK

Duyulan/okunan bir haber konusunda ilk yapılması gereken, haberin kontrol altına alınıp yaygınlaşmasının engellenmesi ve ilgili mercilere ulaştırılarak değerlendirilmesinin sağlanmasıdır. İkinci yapılması gereken ise haberin kaynağının ve doğruluğunun tahkik edilmesidir. Nisa 83, haberin yaygınlaştırılmayıp kontrol altına alınmasına dikkat çekerken; Nur 11, Maide 41-42 haberin kaynağına dikkat çekmektedir.

Günümüzde yürütülen psikolojik savaşta, son derece karmaşık haberler yaymak suretiyle muhatabın düşünme mekanizması, dumura uğratılmak istenmektedir. Bu hale getirilen fert, sunulan her şeyi doğru kabul etmektedir. Bu ise Müslüman camia içerisinde büyük bir tahribata sebebiyet verebilmektedir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, Müslümanları uyararak haberleri tahkik etmelerini istemektedir:

“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu ‘etraflıca araştırın.’ Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” (49 Hucurat 6).

Haberlerin tahkik edilmesi konusunda dikkat çekici olan nokta, Kur’an-ı Kerim’in bu konuyu Hz. Süleyman’la Hüdhüd kuşu arasında geçen bir olayda da dile getirmiş olmasıdır (27 Neml 20-29). Hz. Süleyman, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan müteşekkil olan ordusuyla sefere çıkarken Hüdhüd kuşunun ortada gözükmemesini, emre itaatsizlik ve disiplinsizlik olarak değerlendirip cezalandıracağını söyler. Bir müddet sonra, Hüdhüd kuşu ortaya çıkıp Hz. Süleyman’a Saba Melikesi Belkıs’tan haber getirdiğini söylediğinde; Hz. Süleyman, getirilen haberin doğruluğunu tahkik etmeden bilgiyi kullanmaz (27 Neml 27-28).

Bu olaydan çıkarılabilecek bir başka ders, suç işleyenlerin, başarısız olanların ya da kendisini çok başarılı göstermek isteyenlerin, yanlış ve/veya yalan bilgi verebilecekleri olgusudur. Hz. Süleyman’ın «Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?» demiş olmasının sebebi budur.

ZAN İLE HAREKET ETMEMEK

Mü’min olmak demek, duyarlı olmak, tüm davranışlarını Kur’an ve Sünnetin belirlediği sınırlar içerisinde tutmak demektir. Allah’a ve Ahiret gününe iman edenler; bu iki ana kaynağın kendilerine çizdiği istikamete uygun olarak davranırlar. Ömürleri boyunca Allah’ın haram dediğini haram; helâl dediğini helâl; hak dediğini hak, batıl dediğini batıl olarak kabullenir ve bunlara uygun olarak davranırlar. Allah, Mü’minlerin yalan yanlış bilgilerle hareket etmesini, zan ile karar vermesini yasaklamıştır:

“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın) . Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.” (49 Hucurat 12)

Gıybet, dedikodu ve lâf getirip götürme şeytan işi pisliklerden olduğu için “ölü kardeşinin etini yemekle” eşdeğerdir. Genelde Müslüman camia içerisinde, özelde cemaat, hareketler içerisinde, bu tür dedikodu ve zannî bilgi mekanizmasının işletilmesi ve buna farkında olmadan katkıda bulunulması, Mü’minin basiret ve feraseti ile bağdaşmaz. Bir mü’min böyle bir ortama müsaade etmemeli ve de oluşturmamalıdır (58 Mücadele 8).

Böyle bir mekanizmanın meydana gelmesi, Müslümanları üzmekte, işin bereketini kaçırmakta, güveni yıkmakta ve dayanışma ruhunu bozmaktadır. Bu, şeytana tâbi olmak, onun izinden gitmek demektir (58 Mücadele 10).

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr Projelerinin uygulanmak istendiği bir zamanda, Mü’minler etnik, mezhep, cemaat ve hareket noktalarından parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyasi parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir. Bugün de “İslâm’ın İslâm’la savaşı” projesi kapsamında İslâm coğrafyasının kahir ekseriyetinde Müslümanlar birbirleri ile savaşmaktadır.

Böyle bir ortamda Mü’minlere yakışan, her türlü haberi önce kontrol altına alıp yaygınlaşmasını engellemek, sonra da değerlendirmesini yapıp birlik ve dayanışmayı sağlayacak şekilde gereğini yapmaktır(58 Mücadele 9).

HABERLERİ YAYGINLAŞTIRMAMAK

Psikolojik savaşta amaç, düşman veya rakip kabul edilen milletin, devletin, ülkenin, cemaatin, hareketin vb. iradesinin çözülerek felç edilip teslim alınması, parçalanması veya dağıtılmasıdır. İster sevinç, isterse kara haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberi yaygınlaşmadan kontrol altına almaktır. Sonra bu konuda birikimli, yetenekli olan kişilerin, yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek, sonra da kullanmaktır. Bunun aksi bir davranış, şeytana uymaktır. Bu sebeple Kuran-ı Kerimde Müslümanlar, çok özel bir şekilde, tehdit içeren bir ifade ile uyarılmaktadırlar:

“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç-çıkarabilenler, onu bilirlerdi.

Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” (4 Nisa 83)

Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasında (ifk olayı), Müslümanların haberleri rastgele alıp kullanmaları ve yaygınlaştırılmaları, benzer şekilde tenkit edilmektedir (24Nur Süresi10-25). Zina iftirasını yapanların, Müslümanlar içerisinde bulunan ve “birlikte davranan münafık bir zümre” olduğunun (24 Nur 11); ancak haberi, bizzat Müslümanların yaygınlaştırdıklarının belirtilmesi, konunun en can alıcı noktasıdır:

“O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu da kolay sandınız; oysa o, Allah katında çok büyük (bir suç) tur.”

“Onu işittiğiniz zaman: «Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah›ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır» demeniz gerekmez miydi? (24 Nur 15-16).

Haberle ilgili olarak Nisa 83’te geçen ‘Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı’ ifadesi, haberle ilgili olarak Nur 10-25 ayetleri arasında tam dört kez (Nur 10, 14, 20, 21) farklı eklemelerle geçmektedir. Bu sert uyarının, haberle ilgili tekrarlanmış olmasının sebebi, haberlerin kullanılmasında gereken hassasiyetin gösterilmesi ve bu konuda Müslümanların zâfiyet göstermeleridir.

SONUÇ: “EY İMAN EDENLER! ŞEYTANIN ADIMLARINI İZLEMEYİN”

Şer İttifakının Kudüs ile ilgili kararı, bölge üzerinden çıkarmak istedikleri küresel savaş için bir alt yapı hazırlama süreci ile ilgilidir. Bu karar, belli bir stratejiye dayanmakta olup belli bir amacı vardır. Bunun için önümüzdeki günlerde İslâm dünyasının tepkileri belli bir düzeye geldiğinde ve belli bir şekil kazandığında, Şer İttifakının karşı psikolojik harekât başlatacağı göz ardı edilmemelidir. İslâm dünyasındaki birlik, beraberlik ve dayanışmayı kırmak, hatta yok etmek için bazı ülkelerle ilgili irade bozucu haberler yaymak ve değişik provokasyonlara başvurmak isteyeceklerdir. Bu, şeytani ittifakın tarih boyu başvurduğu metotlardan biridir:

“Bir kısım insanlar, müminlere: «Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!» dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve «Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!» dediler.” (3 Al-ı İmran 173).

Eğer mü’minler, haberler konusunda yukarıda ifade edilen noktalara dikkat etmezlerse, Şeytani İttifakın amaçlarına dolaylı bir şekilde hizmet etmiş olurlar. Bu sebeple Kur’an’ın bu noktadaki uyarısı, her mü’minin kulağına küpe olmalı ve mü’minler, son derece hassas davranmalıdır:

“Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın; kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o, çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder.

Eğer Allah’ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiç biri ebedi olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir.” (24 Nur 21)

Yalan yanlış haber yaymanın ve yayılmasına hizmet etmenin, çok büyük fitnelere sebebiyet vereceği unutulmamalıdır:

“…Fitne ise, katil(katl)den beterdir…”(2 Bakara 217)

Merhum Mehmed Âkif, bundan bir asır evvel 27 Kanunuevvel (Ekim) 1913’de Ümmeti çok veciz bir şekilde ikâz etmişti:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Bugün Ümmetin, Toplumsal düzeyde, Gönüllü Kuruluşlar düzeyinde ve Yönetimler düzeyinde birlik olma, bütünleşme zamanıdır.

Henüz vakit varken!

15 Aralık 2017 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: Geçmişe Takılıp Kalmayıp İleriye Bakma Zamanı

 (Milli Gazete)

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma.” 59/10

GİRİŞ

Sovyetlerin çöküşü, Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte ABD, dünya imparatorluğu kurmak için, gelecekte kendisine rakip olabilecek tüm güçleri tasfiye etmek amacıyla “önleyici savaş doktrinini” benimsemiş, “21. asır ABD Yüzyılı Ana Projesini (PNAC)” ve bunun onlarca alt projesini dünyanın değişik bölgelerinde uygulamaya sokmak üzere provokasyonlara başlamıştır. 21. asırda insanlığın en büyük ihtiyacı olan enerji kaynaklarına el koyabilmek, enerji ihtiyacı olan tüm ülkeleri çökertmek ve kendisine bağımlı hale getirip boyunduruk altına alabilmek için ABD, 2001 yılında New York’ta bulunan ticaret merkezi “İkiz Kulelerin” sivil uçaklarla vurulmasını, uzun zamandır cilalayıp, parlatıp servis ettiği “El Kaide”ye yıkarak, “terörle mücadele” adı altında yeni bir savaş başlatmıştır. ABD, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etmiştir. Her iki ülkeyi işgal ederek hem enerji üretim sahalarını, hem de enerji ulaşım yollarını kontrol etmeye çalışmıştır.

ABD’nin başlattığı bu yeni süreç, “Siyonizm’in Dünya Hâkimiyeti”, “Derin Dünya Devleti” politikaları ile örtüştüğü için, aralarında ihtilaflar olmasına karşılık yol boyu Siyonizm’le birlikte hareket etmeleri mümkün olabilmiştir. Neocon-Siyonist ittifakı ile ABD milliyetçileri WASP’çılar arasında zaman zaman çok şiddetli çatışmalar vuku bulsa bile diğer güçlere, özellikle İslâm’a karşı, yeri ve zamanı geldiğinde ittifak yapmakta, birlikte hareket etmektedirler. Muhtemelen ABD başkanı Trump’ın, ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı böyle bir iç ittifakın sonucudur.

İslâm coğrafyasında geçmiş yazılarımızda isimlerini verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep, aşiret ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir. 1,7 milyarlık Müslüman, dünyanın, 7 milyar insanını kurtaracak bir imkâna/güce sahipken, kendi içerisinde parçalanıp birbirleri ile savaşması, bu oyuna da çok kolay gelmesi, üzerinde durup düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur.

Bugün için en acil konu ümmet şuurunu yeniden inşa edebilmek ve insanlığın ihtiyacı olan kurtuluşu, 7 milyar insana sunabilmektir. Bu yazı serisinde ümmet şuurunun yeniden inşası için yapılması gerekenler konusu ele alınıp incelenecek ve yol boyu öz eleştiri yapılacaktır. Konunun öneminin ve aciliyetinin daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıda, son zamanlarda, İslâm coğrafyasında ve dünyada meydana gelen olayların bir özeti yapılacak ve bu olayların bir rastlantı değil, bir stratejinin eseri olduğu ortaya konulacaktır.

Melez/Hibrit Dinamikler

Bu gruptaki dinamikler, iç ve dış dinamiklerin etkileşimi ile bir ortak payda oluşması sonucu meydana gelmektedir. Melez/hibrit dinamiklerden en dikkat çekeni, İsrail-Suud-ABD ittifakı, Türkiye-Rusya, İran-Rusya-Çin ittifakıdır.

Bugün dünyada meydana gelen aşağıdaki olayları bu üç dinamik açısından değerlendirmek gerekmektedir:

  • ABD-Suud işbirliği; Suud’un, ABD ile 10 yıllık 350 milyar $ civarında askerî anlaşma yapmış olması,
  • Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması,
  • Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan, Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması,
  • ABD’nin Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve Askeri tatbikat yapması; Katar’ın, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi,
  • Katar krizi ile birlikte, Şii-Sünni fay hattına, Sünni-Sünni fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,
  • Suud yönetiminde iç kavgaların şiddetlenmesi, yeni yönetimin Şer ittifakının “Ilımlı İslâm Projesini” benimseyip uygulamaya sokması,
  • ABD-İsrail-Suud- Birleşik Arap Emirlikleri gibi bir eksenin ortaya çıkması; buna karşılık Türkiye-İran-Irak- Rusya ekseninin oluşması,
  • Lübnan Başbakanı Hariri’nin Suud’da tutuklanmasının ardından başbakanlıktan istifa edeceğini açıklaması sonucu serbest bırakılması,
  • Suud’un Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a baskı yapması,
  • Yemen’in eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in öldürülmesi,
  • ABD Başkanının Pakistan’a askeri operasyon yapılabilir açıklaması, Pakistan başbakanının istifa ettirilmesi,
  • ABD’nin 4000 kişilik bir askeri birliği Pakistan’a gönderme kararı, buna Rusya ve Çin’in karşı çıkması,
  • Türkiye-İran-Rusya arasında hem başkanlar hem de askeri düzeyde ziyaret trafiğinin yoğunlaşması,
  • Türkiye’nin ABD karşıtı Vietnam ve Venezüella ile yakınlaşması,
  • Türkiye, AB ve özellikle, Almanya ile ilişkilerinin bozulması, gerilimin sürekli yükselmesi,
  • Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alıp uygulamasının ardından Türkiye ve İran’ın, merkezi Irak yönetimine destek vererek Barzani’nin referanduma dâhil ettiği tüm bölgeleri Irak kuvvetlerinin ele geçirmesi; Barzani’nin istifa etmesi ve referandumun iptal edilmesi. Barzani referandumuna destek veren ve teşvik eden İsrail’in Referandum sonrasında Barzani’ye herhangi bir destek vermemesi, suskunluğa bürünmesi,
  • İspanya’da Katalonya bölgesinin Bağımsızlık Referandumuna gitmesinin ardından İspanya merkezi hükümetinin referandumu iptal etmesi ve tutuklamalar yapması,
  • Venezüella’da iç karışıklıkların meydana gelmesi,
  • ABD’nin, Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, birlikte yapmaları ve ABD’nin PYD/YPG’ye 60000 kişilik düzenli bir ordu kurması ve ağır silahlarla donatması,
  • ABD’nin, Suriye’de PYD/YPG’nin hakim olduğu bölgelere Özel birlikler göndermesi ve Askeri üsler açması,
  • ABD’nin, Türkiye’yi dışlayarak PYD/YPG ile birlikte Rakka operasyonunu yapması,
  • ABD’nin, DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,
  • ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin PYD/YPG ve Suriye ordusuna katılması,
  • ABD, PYD/YPG/PKK ve İŞİD işbirliğinin gerçekleştirilmesi, İŞİD’in kuşatıldığı bölgelerden ABD-PYD desteği ile uğurlanması,
  • Türkiye’nin Suriye’deki hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,
  • Enis Berberoğlu’na MİT TIR’ları davasından dolayı 25 yıl mahkûmiyet verilmesi ve bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar yürümesi ve bununla ilgili gerilim yükseltici tartışmaların yapılması,
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk korumalara mahkûmiyet vermesi,
  • ABD New York Güney Bölgesi mahkemesinin, Halkbank ile ilgili dava açması, Rıza Zarrab’ı ve Genel Müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’yı tutuklaması; Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan ile eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararı vermesi. Rıza Zarrab için Türkiye’nin ABD’ye iki kez nota vermesi, Rıza Zarrab’ın itirafçı olup Türkiye’yi suçlaması üzerine Türkiye’nin Riza Zarrab’ı casuslukla suçlaması,
  • Türkiye ile ABD arasında vize krizinin çıkması,
  • Gerek ABD ve gerekse AB ülkelerinde FETÖ mensuplarının koruma altına alınması,
  • Fransa, Almanya, İngiltere’den sonra İspanya’da İŞİD adına(!) yapılan terör eylemleri ve bunun üzerine İslâm coğrafyasına karşı Batıda oluşturulmaya çalışılan psikoloji,
  • ABD’nin değişik eyaletlerinde son zamanlarda meydana gelen ırkçı görüntüsü verilmiş kitlesel sokak eylemleri ve terör,
  • ABD Merkez bankası FED’in mâli operasyonları ile ABD’deki iktidarı sıkıştırması,
  • Mısır’da bir camiye yapılan saldırı sonucunda 250 civarında insanın ölmesi,
  • ABD Başkanı Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak açıklaması ve ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini BM’nin 478 sayılı kararına rağmen Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı alması. Buna bağlı olarak başta İslâm coğrafyası olmak üzere dünyanın her tarafında protesto eylemlerinin meydana gelmesi, gerilimin aşırı yükselmesi. Bu konuda da İslâm dünyasının fiilen ikiye bölünmesi,

Bütün bu olaylar, Şer İttifakının (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) Ortadoğu üzerinden “Kaostan Kaynaklanan Düzen”(”Yaratıcı Savaş”/“Düzeltici Savaş”) Teorisi kapsamında Küresel savaş çıkarmak için öngördüğü bir stratejinin (1,2) uygulanmaya sokulmuş olmasının bir sonucudur.

SONUÇ: GEÇMİŞE DEĞİL,

İLERİYE BAKMAK ZAMANI

ABD Başkanı Trump’ın, Büyükelçiliği Tel Aviv’den BM’nin 478 sayılı kararına rağmen Kudüs’e taşıma kararı almış olmasının iki boyutu vardır: 1- ABD’nin iç dinamikleri açısından Neocon-Siyonistler ile ABD Milliyetçileri arasında bir uzlaşmanın sağlanması, geçici barış döneminin meydana getirilmesi. 2- İslâm coğrafyasında var olan fay hatlarını daha fazla derinleştirip küresel savaş için bir alt yapı inşa edilmesi.

Şuan için bizi ilgilendiren boyutu ikinci kısımdır. İslâm Coğrafyasındaki kaosu daha da derinleştirmek, fay hatlarını enerji ile doldurmak, sosyal patlamalara, etnik ve mezhepsel çatışmalar sebebiyet vermek ve bazı Sünni ülkeleri savaştırmak demek, 2. Sevr’i yürürlüğe sokmak demektir.

Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, İngilizlerin Kudüs’ü işgal tarihi olan 1917 yılının 100. yılına denk gelmesi bir tesadüf değildir. ABD kongresinin 1995’de aldığı bir kararı, 22 yıl sonra yürürlüğe sokmak demek, 2001 Yılında ABD başkanı Bush’un ilan ettiği “100 yıl sürecek Haçlı Seferleri”nin bir ileri aşamasına geçilmiş olması demektir.

Bunu ümmetin görmesi gerekir.

Ayrıca Arif Nihat Asya’nın “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerine ümmetin tefekkür etmesi ve kendi öz eleştirisini yapması gerekir.

Bugün ümmetin toplumsal düzeyde, gönüllü kuruluşlar düzeyinde ve yönetimler düzeyinde birlik olma, bütünleşme ve geçmişte olanları geçmişte bırakıp, ileriye bakma zamanıdır.

Henüz vakit varken!

Unutmayın, şer olarak görülen bir şey hayırlı olabilir:

“Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı) .

Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.”

(2 Bakara 216)

Unutmayın;

“…Fitne ise, katilden beterdir…”(2 Bakara 217)

KAYNAKLAR

1- Can, B., İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-1: “Kaostan Kaynaklanan Düzen” Ve “Küresel Savaş” Umran, Eylül 2017.

2- Can, B., İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: “Küresel Savaş” Türkiye Üzerinden Mi(!)? Çıkarılmak İsteniyor, Umran, Ekim 2017.

FAY HATLARI: BİRBİRİ İLE İLİŞKİLİ OLAYLAR ZİNCİRİ

Son günlerde dünyada, önemli gelişmeler yaşanmakta ve yeni fay hatları meydana gelmekte var olanlar arasında gerilim derinleşmektedir. Bunları, İslâm coğrafyasını merkeze alarak İç, Dış ve Melez dinamikler olarak üç ana sınıfa ayırabiliriz:

Dış Dinamikler

  • ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm Ekseni İle Rusya-İran-Çin-Türkiye Ekseni ve BRIC arasında gittikçe derinleşen fay hattı,
  • ABD ile İngiltere arasında fay hattı,
  • ABD-Japonya ile Çin- Kuzey Kore arasındaki fay hattı,
  • ABD ile AB ülkeleri arasında, özellikle Almanya-Fransa ile fay hattı,
  • ABD’nin iç fay hatları: WASP’çılar ile Siyonizm arasındaki fay hattı,
  • Siyonizm ile tüm dünya ülkeleri arasındaki fay hatları,
  • Türkiye ile AB ülkeleri arasındaki fay hatları,
  • İran ile ABD-İsrail-Siyonizm arasındaki fay hattı,
  • Türkiye ile ABD-İsrail-Siyonizm arasındaki fay hattı,
  • AB’nin kendi iç fay hatları.
  • Zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasında fay hatları

İç Dinamikler

  • Mezhepsel fay hatları: Şii yönetimlerle Sünni yönetimler arasında, Sünni yönetimlerle Sünni yönetimler arasında,
  • Kavmi fay hatları: Türk-Kürt/Arap/Pers, Arap-Kürt/Pers,
  • Laik-anti laik fay hattı,
  • Zengin-fakir fay hattı.

8 Aralık 2017 Cuma

Şer ittifakının psikolojik savaş makinesinin dişlisi olmamak

 (Milli Gazete)

“Onlar, yalana kulak verenler, sana gelmeyen diğer topluluk adına haber toplayanlardır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar.”

(5 Maide 41)

GİRİŞ

Bugün’ün dünyasında, bölgesel ve küresel güçler arasında bir hâkimiyet mücadelesi vardır. Büyük Ortadoğu coğrafyasında, geçmiş yazılarda isimlerini verdiğimiz yaklaşık 15 proje çatışmaktadır. Bu coğrafyada, şartlara bağlı olarak yeni ittifaklar kurulmakta ve var olanlar çözülmektedir. Bununla beraber bölgesel ve küresel güçler arasında psikolojik ve sosyolojik savaş devam ederken, taşeronlar üzerinden Libya, Suriye, Irak, Yemen, Somali ve Afganistan’da askeri savaş da yürütülmektedir.

Bu coğrafyada çatışan güçler arasında kıran kırana bir psikolojik, sosyolojik ve istihbarat savaşları yaşanmaktadır. Psikolojik ve istihbarat savaşları, sosyolojik savaşın başarıya ulaşabilmesi için gerekli zemini hazırlamakla ilgilidir. 15 Temmuz askeri darbe girişimi, şer ittifakı desteğiyle icra edilmiş sosyolojik savaş amaçlı bir harekettir. Bu hareket, Türkiye’yi sosyolojik olarak önce kamplaştırmak, sonra da ayrıştırmak ve bölmek niyetindeydi. Yine şer ittifakı merkezli yürütülen psikolojik harekâtla da hedefine ulaşmaya çalışmaktadır.

Türkiye’de ve bölgede vuku bulan aşağıdaki olaylar, bu açıdan yeniden değerlendirilmelidir:

  • NATO toplantısındaki skandal: Mustafa Kemal ve Erdoğan’ın düşman olarak gösterilmesi,
  • 17-25 Aralık 2013 yargı darbesinin küreselleştirilmesi. ABD yargısının, Halk Bankası üzerinden Türkiye’ye yargı savaşı açması.
  • Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ın ve Binali Yıldırım’ın ailesinin ekonomik ilişkileri ile ilgili iddiaları,
  • “Bağımsız Kürdistan Referandumunun” yapılması sonrasında meydana gelen olaylar ve bunun Türkiye’ye yansıması, zihinsel karmaşa,
  • İsrail-Suud İttifakı ve “Suud Müftüsünün verdiği fetva”, Türkiye-Suud İlişkilerinde bunalım,
  • Katar Krizi ve Türkiye’yi yalnızlaştırma Operasyonu,
  • ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma açıklaması ve Türkiye’nin tepkisi,
  • Türkiye - İran - Rusya - Suriye arasında Suriye’nin geleceği ile ilgili görüşmeler,
  • ABD-PYD-YPG-PKK-İŞİD İttifakı, ABD’nin bölgeye silah yığması,
  • Mısır Sina’da camiye yapılan saldırı.

Bu ve buna benzer olaylarla ilgili Türkiye’de, dozajı gittikçe artan pis bir propaganda ve bir psikolojik harekât/savaş, yoğun bir şekilde medya/sosyal medya, internet ve fısıltı gazetesi üzerinden yürütülmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak için, sağlıklıli bir bilgiye, özel bir gayrete ihtiyaç vardır.

Konunun önemine binaen bu yazıda, psikolojik savaş’ın ne olduğu ve hangi amaçlarla kullanıldığı ana hatlarıyla incelenecektir.

PSİKOLOJİK SAVAŞ NEDİR?

Psikolojik savaş, değer sistemleri, ülkeler ve milletler arasındaki mücadelede uygulanan bir mücadele şeklidir. İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren kullanılmış olmasına rağmen, sistemleştirilmesi ve çok etkin hale gelmesi, 20. asırda olmuştur.

Psikolojik savaş, “Askerî silah ve askerî harekât dışında mütalâa edilebilecek olan bütün araçların ve eylem şekillerinin kullanılmasıyla yürütülen bir savaş şekli” (1) olarak tanımlanmaktadır.

Psikolojik savaşta amaç, zihinleri yıpratarak insanların karar verme mekanizmasını dumûra uğratmaktır. Psikolojik savaşın hedefi, karar verici merkezlere veya güçlere karşı, bir ülke halkının veya bir grubun direncini kırmak; onu kaosa sürükleyerek kararsızlığa itmek, sonuçta suçlu psikolojisine sokarak teslim olmasını sağlamaktır. Suçlu olduğunu kabullenen fert, grup veya toplumun, yeniden eğitilerek mevcut otoriteye itaatinin sağlanması temel hedeftir. Bu savaşta muhataplar, hareket edemez hale getirilip suçlanır, suçlu hale sokularak teslim alınır ve eğitilerek sisteme, otoriteye bağlı hale getirilir.

Bu amaçla insanlar, sürekli birbiriyle çelişen yoğun bir bilgi bombardımanına tâbi tutulurlar. Günlük hayatın içinde yorgun düşen insanlar, bu tezatlar yumağı içinden, doğru olanları, bulup ayıklayamaz ve şaşırırlar. Suçlanan kesimin, suçlu olduğuna veya iddiaların doğru olduğuna inanarak kendisini, zihnî yorgunluktan kurtarmaya çalışırlar.

PSİKOLOJİK SAVAŞ, İHTİLAFLAR ÇIKARMA VE AYIRMA TAKTİKLERİ

Psikolojik savaşta, savaşı yürüten merkezin çeşitli kolları, farklı ideolojiler ve farklı örgütler aracılığıyla ihtilafları körüklerler. Karşılıklı suçlamaların yapılması sağlanarak, ülkede gerilim artırılır. Halk, bu suçlama ve bilgi bombardımanı anaforunda, korkuya kapılarak tarafsızlık yolunu seçebilir.

Psikolojik savaşın başarılı yürütülebilmesinin en temel unsurlarından biri; savaşı yürüten merkezin, psikolojik savaş açacağı grup, cemaat veya topluma, değişik teşkilat, yapı veya fertler aracılığıyla sızma işlemidir. Sızma işlemi, yıllar öncesinden başlar; istenen şahıs veya örgüt, istenen konuma getirilinceye kadar, sabırla bir mücadele yürütülür: Gülen Hareketi Örneği.

Psikolojik savaşı yürüten merkez, örümcek gibi ağlarını örer, ilmikler, düğümler atar. Mekanizma tamamlandıktan sonra, bu sahte örgütler ve şahıslara, “dolambaçlı harp taktiği” uygulanarak saldırılır ve yavaş yavaş meşhur olmaları sağlanır. Sonra yoğun bir saldırı başlatılarak, teşkilat/cemaat içinde ihtilaflar meydana getirilerek bölme, parçalama ve yok etme işlemi gerçekleştirilmek istenir. Türkiye’de, 28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde Ali Kalkancı ve Aczimendiler operasyonu. Irak-Suriye denkleminde El Kaide-İŞİD Operasyonu gibi.

Bu operasyonlarla, bazen arzu edilen şahıs liderliğe yükseltilebilir. Bazen de, kamuoyunda arzu edilen hedef ele geçirilmiş ise, hiçbir şey yokmuş gibi suskunluk tercih edilir ve işler bir başka bahara ertelenir. Bazen kullanılan şahıs veya örgütler, kullanan irade için tehlike arzetmeye başlamışsa ortadan kaldırılmaları, temizlenmeleri de söz konusu olabilir: Ergenekon Operasyonu.

1960-2017 döneminde Türkiye’deki toplumu kamplaştırıp birbirine kırdıran ve bu yolla şartları olgunlaştırıp siyası iktidarları yıpratarak darbeye zemin hazırlayan, aynı derin mekanizmaya bağlı, düşman görünen kardeşlerdir.

Size rağmen, sizin adınıza, sizi yok etmek için, örgüt kurmak ve örgütlemek, psikolojik savaşın mantığıdır. Bugün Ergenekon’un ve FETÖ’nün yapısında bu fotoğraf, çok daha iyi bir şekilde görülebilmektedir. Türkiye’de 11 Eylül 1980 günü akan kanın, 12 Eylül 1980 gününde birden bire kesilmiş olması, bir tesadüf değildi.

PSİKOLOJİK SAVAŞ, BULANIK PROPAGANDA, DİPLOMASI VE ASKERİ MÜCADELE

Psikolojik savaş, tek başına bir işe yaramaz; genel olarak, diplomatik ve askeri faaliyetlerle birlikte kullanılır (2). Türkiye’de her ihtilaldan önce yoğun bir psikolojik savaş ortamı yaşanması, yığınla cinayet işlenmesi, sabotaj ve bombalanma eylemlerinin olması, halkın susturularak teslim alınması içindi (3, 4).

Psikolojik savaşta, aşırı hırs, asilik, şımarıklık, korku duygusu çok kullanılan temel yardımcı eğilimlerdir. Bu eğilimler kullanılarak örgütlenme, cephe hareketi ve yıpratma hareketi yürütülür. Psikolojik savaşta, açık, gizli, yarı gizli olacak şekilde propaganda yapılır. Psikolojik savaş, hemen hemen bulanık propaganda ağırlıklıdır; kaynağı açık değildir. “belgeler var”, “İddialar var”, “duyumlar var” “halk arasında söylentiler var” şeklindeki değerlendirmeler, psikolojik savaşta çok sık kullanılan ifadelerdir.

SONUÇ: MÜSLÜMANLAR ŞER GÜÇLERİN PSİKOLOJİK SAVAŞINA KARŞI DUYARLI OLMALI VE BİRLİKTE HAREKET ETMELİDİRLER

Psikolojik savaş, kesintisiz bir mücadele şekli olup, günümüzde ileri teknoloji kullanılarak yürütülmektedir. Toplum, yoğun bir bilgi bombardımanına tâbi tutulmaktadır. Genel olarak topluma sunulan 100 bilgiden 99’u doğru, bir tanesi yanlıştır. 99 doğru bilgi, sadece o yanlış olan bir tek bilginin, toplum tarafından ya da muhataplar tarafından doğru kabul edilip kullanılması için sunulmaktadır.

Bugün hedef, Türkiye’nin diz çöktürülüp parçalanmasıdır. Bunu Türkiye’de yaşayan herkesin görmesi gerekir.

O nedenle, ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz edilmeden kullanılması, düşman ve rakip güçlerin emellerine hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramaz. Günümüzde Sosyal medya aracılığıyla bu çeşit yanlış bilgilendirmeler çok yapılmaktadır. Sosyal medya kullanıcılarının bu konuda özel bir dikkat göstermesi, sorumlulukla hareket etmesi gerekmektedir.

Öncelikle Türkiye’yi yönetenlerin bu gerçeği görmesi gerekir. Ortalığa salınan her bilgiye, anında cevap verme yerine; çok hızlı ve sağlam bir analiz ve sentez yapılıp, bilginin muhtemel kaynakları araştırılıp, niyeti ve hedefi okunup, ona göre bir söylem ve tavır belirlenmelidir.

Geçmişte Dağlıca, Aktütün, Çukurca, Uludere, Reyhanlı olayları ve RF4 ve Rus uçağının düşürülmesi ile ilgili siyasi iktidar mensuplarının, ilk 7 gün içerisinde yaptığı açıklamaların kahir ekseriyeti, yanlış çıkmıştı. Ayrıca siyasi iktidar mensuplarının yaptığı açıklamalar arasında da çok ciddi tezatlar vardı.

Bugün benzer hata, ABD’deki Halk Bankası Davası, Rıza Zarraf’ın ve Kılıçdaroğlu’nun iddiaları ile ilgili yapılan açıklamalarda tekrarlanmaktadır. Üç farklı durum tezahür etmektedir: 1- Siyasi iktidarın bir mensubunun yaptığı bir açıklama, diğeri tarafından adeta yalanlanmaktadır. 2- Bir şahsın bir konuda yaptığı bir açıklama, birkaç gün sonra aynı şahsın, aynı konuda yaptığı bir açıklama ile tekzip edilmektedir. 3- Siyasi iktidarın ya da muhalefetin fikrine aykırı olan her şey, ihanet olarak yorumlanıp, muhatap suçlanmaktadır.

Türkiye, çok iyi yetişmiş psikolojik savaş/harekât uzmanlarına sahiptir. Siyasi iktidar, bu uzmanlardan bir kriz masası kurmalı, onlarla işbirliği içerisinde süreci yönetmelidir.

Ayrıca Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’nin içinde birlik ve beraberliği sağlayacak bir dil, bir söylem ve bir davranış ortaya koyması ve tüm muhalefetle tokalaşması ve siyasi mücadeleye bir seviye kazandırması tarihi bir sorumluluktur.

Henüz Vakit Varken!

Kaynaklar: Korkut, R., Psikolojik Savunma, Ankara (1975) s.2-5, • Megret, M., Psikolojik Savaş, Varlık Yayınları, İstanbul(1972), s.103, • Chomsky, N, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul,(1991) s.22-23. • Can, B., “Halkı Sindirme Operasyonları”, Umran, İstanbul 1996. • Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Düşünce Yay., İst., 1979, s.23

PSİKOLOJİK SAVAŞTA KAVRAM YOZLAŞTIRILMASI

Psikolojik savaş, muhatabın zihni üzerine yoğunlaşmış, iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve teslim almaya dönük bir savaş olarak, muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve eski sisteme kazandırılmasını hedefler. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden şahısların yıpratılması önceliklidir. Bu amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce sistemindeki temel kavramların anlamları çarpıtılarak, anlam alanlarının içi boşaltılarak halk yanıltılmaya çalışılır (1).

Kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi, çarpıtılması değişik şekillerde yapılabilir. Birincisi; kavramlar, özel sıfatlarla nitelendirilerek korkutucu, ürkütücü bir görüntüye sokulur. İslâm’a “Ortaçağ düşüncesi”, “Çöl kanunu”, “Gerici düşünce”, “Çağdışı düşünce”, “İrtica”; Müslümanlara, “gerici”, “yobaz”, “çağdışı”, “bedevi”, denmesinin sebebi budur. Kavramların içinde aşağılama ve suçluluk ifadeleri bulunur

Cumhuriyet Tarihi boyunca İslâm’a “Çöl kanunu”, Hz. Peygambere “Çöl bedevisi” denerek, İslâmiyet geniş halk kitlelerinin, özellikle, okuyan nesillerin gözünden düşürülmeye çalışılmıştır. Bilim adamı (!), aydın (!) ve sanatkar (!) denilen kesimlerin öncülüğünde, medya aracılığıyla yürütülen bu geniş kampanya ile Allah ve Din kavramları önemsiz, hattâ anlamsız kavramlar haline dönüştürülmek istenmiştir. Bu, tarihsel bir olgu olarak hep var olmuştur (11 Hud 92; 39 Zümer 67; 6 Enam 91).

Mevcut sistemin kirlenmesi, toplumun maddi ve özellikle manevi ihtiyaçlarına cevap verememesi ve halkın İslâm’a daha istekli, daha şuurlu bir şekilde yönelmesi durumunda, bu kez önceden toptan reddedip, karaladıkları kavramlara, başka anlamlar vererek sahip çıkmaya çalışılır. Bu da, kavramları yozlaştırmanın ikinci şeklidir: “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar” (5 Maide 13) ayetinde dikkat çekilen tehlike budur.

Bu şekilde kendi düşünce ve değer sistemini koruyarak, üzerine yeni bir elbise giydirmek isterler. Allah’ın helâl dediğine haram, haram dediğine helâl diyerek “Yeni Müslümanlığı” (!) inşa etmeye çalışırlar (9 Tevbe 31; 2 Bakara 42 ). Tevbe 31’le ilgili Hz. Peygamber’in, “Onların rahipleri ve bilginleri, helâli haram, haramı da helâl kılıyor, halk da onlara uyuyordu. İşte halkın din adamlarına ve bilginlerine ibadeti budur.” (5) demiş olmasının sebebi, yapılmak istenen benzer sapma hareketlerine dikkat çekmek içindi.

1 Aralık 2017 Cuma

“Kürt Sorununun” Çözümü İçin Bedel Ödeyen Bir Lider ve Bir Hareket: NECMETTİN ERBAKAN VE MİLLÎ GÖRÜŞ – 2: KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ

 (Milli Gazete)

“Adil Düzende, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması ve inandığı gibi yaşaması, hattâ inancına uygun hukuk sistemini seçmesi en tabii hakkıdır.”

Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Giriş

Parlamento içi siyasette Kavmiyetçi akımlara ve Kürt sorunu’na karşı en köklü ve kalıcı çözüm önerisini getiren Millî Görüş’dür. Millî Görüş, sorunu, “teşhis” ve “tedavi” şeklinde iki aşamalı olarak ele almıştır.

Geçen yazıda Millî Görüş’ün, “Kürt Sorunu”na ilişkin yaptığı teşhis ele alınıp değerlendirilmiştir.

Bu yazıda, Kürt meselesini köklü bir şekilde ele alıp gündeme taşıyan ve bundan dolayı da ciddi bir bedel ödeyen Millî Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın; dolayısıyla Millî Görüş’ün Kürt Sorunu ile ilgili öngördüğü çözüm ele alınıp değerlendirilecektir.

Necmettin Erbakan: “Federasyon veya Ayrı Devlet Kurmak Çözüm Değil, Çözümsüzlüktür, Kaostur”

Rahmetli Erbakan, Kürt sorununun çözümü için birliği savunmakta,

parçalanmaya neden olabilecek ‘ayrı bir devlet’ ve ‘federatif yapıya’ karşı çıkmaktadır. Erbakan’a göre bölünme/ayrışma, sorunu kangren haline getirir, büyük bir “iç göçe” neden olur; İslâm birliğinin Türkiye öncülüğünde kurulmasını engeller ve sadece dış güçlerin işine yarar:

“Şüphesiz ki çözüm, yeni millî devletler kurmak, yeni parçalar ihdas etmek değil, parçaları birleştirmek, yeni ve ırkçılığa dayanmayan, büyük bir bütüne doğru yol almaktır. Bir bütün içinde hep beraber saadet bulmaktır.

Nitekim çok açıktır ki Kürt meselesinin çözümünde ne ‘federasyon’ ve ne de ‘ayrı devlet’ asla kimseye fayda getirmez, saadet getirmez ve bir çözüm sağlamaz.

Çünkü;

Güneydoğu’dan daha çok Kürt kardeşimiz Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaktadır. Böyle bir ayırım göçe zorlar. Kimseye saadet getirmez.

1- Batılılar ve bütün ülkeler aralarındaki sınırları kaldırıp tek bir devlet ve topluluk olmak için adım atarken, dış güçler bizi sömürmek ve ezmek için bölmek istiyorlar. Onların bu emellerine alet olmak sadece felâket getirir.

2- Güneydoğu’daki Kürt kardeşlerimizin Adana’ya, Mersin’e, İzmir’e, İstanbul ’a pasaport ve vize ile gitmeleri gerekirse bundan kimin eline ne geçer.

3- Ateist ve Komünist rejimlerin zulmü altında aç, işsiz, Bengaldeş’ten daha geri bir topluluğa dönüşmek kime ne saadet getirir.

4- Bugün yeryüzündeki bütün insanlığın saadeti ‘kuvveti değil, hakkı üstün tutan’ zihniyetin kuvvetlenmesi ve korunması ile mümkündür. Bu maksatla İslâm birliğinin kurulması görevi Türkiye’nin öncülüğünü gerektirmektedir. Bu görevi yapacak bir Türkiye’nin ise küçülmüş, bölünmüş değil, bütün, sağlam ve güçlü bir Türkiye olması gerekmektedir.

Dış güçlerin oyunlarına aldanıp, onların planlarına hizmet ederek, Türkiye’mizi bölmeye ve parçalamaya çalışmak, sadece Türkiye’de 60 milyon insana (1993 yılı) değil, yeryüzündeki bütün Müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak demektir.” (1)

Yukarıda dikkat çekilen önemli noktalardan biri, Güneydoğu’da yaşayanlardan çok daha fazla bir Kürt nüfusun, Türkiye’nin dört bir tarafına dağılmış olmasıdır. Herhangi bir “federasyon ve ayrı devlet kurma durumunda”, meydana gelecek psikolojik ortam, çok büyük bir kin ve nefret dalgasının oluşmasına ve toplumun her kesimini etkisi altına almasına sebebiyet verebilir, düşünce körelebilir, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu, çok büyük bir iç göçe sebebiyet verebilir ve göç edenler, etkisi yıllarca sürecek büyük bir travma yaşayabilir.

Osmanlı devletinde buna benzer çok olay yaşanmıştır. Bu tarihi tecrübeden ders alınmalı ve emperyalistlerin oyununa gelinmemelidir.

En az bunun kadar önemli bir olgu da, Kürtlerle Türkler arasında, tahmin edile, 2,5 milyon civarında bir evliliğin var olmasıdır. Bu evliliklerden oluşmuş bir ailenin ortalama 4 kişiden müteşekkil olduğunu düşünürsek yaklaşık 10 milyon insan var demektir. Herhangi bir ayrışmanın, bu aileler üzerinde yapacağı psikolojik tahribatın boyutu çok yüksek olacaktır.

Çözüm düşünülürken bu iki ana etken göz önüne alınmalı, sloganların meydana getirdiği duygusallıkla hareket edilmemelidir.

Erbakan’ın dikkat çektiği çok önemli diğer bir nokta da, AB, ABD , Rusya , Çin , Vatikan ve Siyonizm kendi coğrafyalarında birliği, bütünlüğü savunurken; İslâm coğrafyasında ve hele Türkiye’de ayrılığı, bölünmeyi savunmaları ve körüklemeleridir. Hoca, bu tezada dikkat çekmektedir.

Dünya İslâm Birliği, ancak Türkiye’nin öncülüğünde ve önderliğinde kurulabilir. Dış güçler, Türkiye’nin öncülüğünde İslâm Birliği’nin kurulmasını engelleyebilmek için Türkiye’ye, etnisite ve mezhepler üzerinden tuzak kurmaktadırlar. Kürt sorunu ile ilgili çözüm arayışında, bu konuya dikkat edilmelidir.

Türkiye’nin Kimlik İnşasında Altı Ortak Payda

Millî Görüş, kavmî kimlikleri, 49 Hucurat 13. ayetinde, farklı renk ve dilleri de 30 Rum 22. ayetinde ifade edildiği şekilde, Allah’ın ayetleri olarak görmektedir. Bu nedenle de kavimlerin birbirlerine karşı soy, renk ve dilden dolayı herhangi bir üstünlüğe sahip olabileceklerini kabul etmemektedir. Ayrıca soy, renk, dil asimilasyonunu, ırkçılık olarak kabul edip karşı çıkmaktadır:

“Erbakan: Irkçılığın her türlüsüne karşıyız. Çünkü bu milletin inancı, tarihi ve medeniyet değerleri içerisinde ırkçılık, herhangi bir grubun ve /veya ırkın diğerine karşı tekebbürü asla yer bulmamıştır.” (2)

Millî Görüş Hareketi, ırkçılığa karşı çıkarken, Türkiye’nin etnik yapısı ve inanç fotoğrafını göz önüne alarak Millet olarak benimsenecek bir üst kimlik için, İslâm, ortak tarih, ortak coğrafya, ortak kültür medeniyet, kader birliği ve akrabalık ilişkisi olmak üzere altı ortak paydanın göz önüne alınması gerektiğine inanmaktadır: “Erbakan: Hepimiz aynı medeniyetin varisleri, aynı inancın ve ortak coğrafyanın çocuklarıyız. İmparatorluk mirasına sahibiz ve bu mirası hep beraber taşıyoruz.” (2)

Erbakan, Müslüman halklar için en önemli birleştirici, bütünleştirici ortak paydanın İslâm olduğunu, her vesile ile dile getirmiştir (3,4). Erbakan’a göre, 1071’den beri Anadolu’nun İslâmlaşmasını Kürtler de istemekte ve desteklemektedir. Nitekim bu amaçla Alpaslan Gaziye 10 bin kişilik bir kuvvetle yardım etmişlerdir. Birinci Cihan savaşı yıllarında Kürt aşiret liderleri, Halifenin yanında yer alarak İngilizlere karşı çıkmışlardır (1). “Asırlarca şerefli tarihimiz boyunca hep bir ve beraber olduk, bütün savaşlarımızı el birliği ile tek kalp, tek bir vücut olarak hep beraber yaptık.” (1) diyen Erbakan, yaşanan tarihi gerçekleri göz önüne alarak 1994 yılında Bingöl’deki konuşmasında, Türkiye’nin kimlik krizini tedavi edecek ilacın, siyasî hayatının pahasına, İslâm olduğunu seslendirmiştir:

“(1994, Bingöl) Bu ülkede hangi kökensin diye kimse kimseye sormazdı; çünkü, hepsi Müslüman evlâdı, hepsi Müslüman kardeşiydi. Onun için ilaç budur.” (5)

Sorunun çözümü için yol haritası

Bölünmeye götürecek her türlü çözüme karşı çıkan Millî Görüş hareketi için çözüm, terör ya da askeri operasyonlar veya asimilasyon politikaları değildir. Erbakan, Refah Partisi’nin 1993 yılındaki 4. Olağan kongresinde yaptığı konuşmada, Kürt sorunun çözümü için bir yol haritası önermekte ve bazı temel ilkeler ortaya koymaktadır:

“1-Teklif edilecek herhangi bir çözüm, bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır. Tarihen biliyoruz ki Kürtlerin de bir parçası olduğu bölgemiz büyük devletler ve imparatorluklar tarafından idare edilmiştir. Şüphesiz ki Kürtler de bu bölgenin, İslâm coğrafyası ve İslâm dünyasının şerefli bir kavmidir. Elitlerinden bir bölümü, Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösterseler bile, Kürt halkının kalbi İslâm dünyasında atar. Bundan hareketle bölgesel her çözüm, İslâm faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

Biz Kardeşler arasında tesis edilecek hukuki eşitlik ve işbirliğinin Kürt meselesinde tatminkâr bir çözüm getireceğini ve bunun bölgenin iktisadi, beşeri ve sosyal entegrasyonu yolunda önemli bir adım teşkil edeceğini düşünüyoruz.

2-Elbette Kürt kardeşlerimizin tabii hakları vardır. Kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii haklarıdır ve zaten tarih boyunca bu haklarını kullanmışlardır. Ancak, son 70 yılda izlenen millîyetçi, materyalist ve ırkçı politikalar problem yaratmış ve problemi ağırlaştırmıştır.

3- Öyleyse yapılacak iş;

Ülkemizin 60 milyon (1993 yılı) insanını birbirinin, şerefli kardeşi sayan ve herkese insan hakkı, inandığı gibi yaşama hakkı, hattâ inancına uygun hukuk sistemi seçme hakkı veren Adil Düzen’i, medeni insanlar olarak, kan dökmeden, barış yoluyla, elbirliği ile kurmak meselenin çözümünün ana unsurudur.

4- Adil Düzen kurulduğunda bütün ülke fertlerinin, insan hakları ve saadetleri teminat altına alınmış olacak, ezen ve ezilen düzeni ortadan kalkacak ülkedeki herkesin, bu meyanda Müslümanların dini inançları ve inancına uygun yaşama hakları teessüs edecek. Böylece Müslümanların arasındaki şerefli kardeşlik ve içten gelen muhabbet bağı yeniden teessüs edecektir.

5- Ülkenin birliği kesinlikle teminat altına alındıktan sonra, ülke evlâtları arasında ırk ayırımı yapılmadan muhabbet ve kardeşlik bağları teşkil edildikten sonra ve ülkede Adil Düzen kurulduktan sonra, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması en tabii hakkıdır.

Bu, ülkeye sadece kültür zenginliği getirir.” (1)

Yukarıda ifade edilenleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1- Mesele bir bütün olarak ele alınmalıdır. Olaya etki eden bütün iç ve dış faktörler düşünülmelidir.

2- Herhangi bir çözüm, bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır.

3- Tarihi tecrübeler, göz önüne alınmalı ve aynı tecrübe yeniden yaşanmamalıdır.

4- Kürt sorunu tabu olmaktan çıkarılmalı, tüm çözüm şekilleri tartışılabilmelidir.

5- Olaylara, meselelere Mü’mince bakılmalı, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde çözüm aranmalıdır.

6- Bölgesel her çözüm, İslâm faktörünü göz önüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.

7- Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösteren elitlerle, yapılarla dini hassasiyeti yüksek Kürt halkını aynı havuza koymamak gerekir.

8- Avrupa ve Amerika kendi içlerinde bütünleşmeyi savunurken İslâm coğrafyasında ayrılıkları teşvik etmeleri yeni bir sömürü hareketinin işaretleridir.

9- İslâm coğrafyası ancak Türkiye’nin önderliğinde bir ve bütün olabilir. O nedenle Türkiye’nin ayrışması savunulamaz ve buna müsaade edilemez.

10- Kürt sorunu ne şiddet ve terörle ve ne de zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemez.

11- Sömürü ve tahakküm düzeni değiştirilmelidir.

12- En köklü çözüm için Türkiye’de Adil Düzenin Kurulması şarttır.

Sonuç: Müslüman Kürt Kardeşlerimiz Yalnız Değilsiniz

Millî Görüş’ün Kürt Sorunu’na ilişkin bu teşhis ve tedavi (çözüm) yaklaşımı, mevcut sistemin ana tezine, temel varsayımlarına tersti. Sisteme ve onun felsefesine savaş açmak demekti. Hem ulusal hem de küresel sistem, sorunun çözümünü istemediği için Erbakan’ı ve Millî Görüş’ü, ciddi bir tehlike olarak görüp bertaraf etmeye karar vermiştir.

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde, önce Refah ardından Fazilet Partisi’nin kapatılmasında, Kürt Sorunu için önerilen bu çözüm şeklinin, çok önemli bir etkisi vardır.

Müslüman Kürt kardeşlerimiz, bu gerçekleri görmeli, yalnız olmadıklarını, yalnız bırakılmadıklarını bilmeli ve de kendi öz eleştirilerini yapmalıdırlar.

Şer ittifakı tarafından şimdilik öngörülen etnik ve mezhep eksenli bir bölünmenin, daha sonra aşiret ve de tarikat eksenine kadar indirgenmek isteneceğinin bugün görülmesi gerekmektedir.

Müslüman Türk ve Kürtler, Libya’daki aşiret bazındaki bölünmenin boyutuna bakmalı ve bundan Türkiye için dersler çıkarmalıdırlar.

Hakkın, doğrunun yanında olunmalıdır. Zulmün her çeşidine karşı çıkıp adaletin inşası için mücadele edilmeli ve bu uğurda dayanışma içerisinde bulunulmalıdır:

“Ey iman edenler, …bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının.” (5 Maide 2)

Henüz Vakit Varken!

Kaynaklar

1- Erbakan, N., Refah Partisi 4. Büyük Kongresi Açış Konuşması, 1993.

2- Erbakan N., Millî Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 260.

3- Erbakan N., Millî Görüş, Dergah Yayınları, İstanbul, 1975 s: 17-40.

4- Erbakan N., Türkiye’nin Temel Meseleleri, Rehber Yayınları, Ankara , 1991, S: 81.

5- Akın, K., Olay Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, S:105-122.

 

BARZANİ’LERİN BAŞINA GELENLERDEN ALINACAK DERSLER

 (Umran Dergisi Aralık 2017 Yazısıdır)

“Bağımsız Kürdistan Referandumu” sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile analiz edilmesi gerekmektedir.

Barzani yönetimi (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi/IKBY) tarafından, 25 Eylül 2017 tarihinde “İhtilaflı bölgeleri” de kapsayan “Bağımsız Kürdistan Referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. Bu yeni durum, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. 

Bu referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile analiz edilmesi gerekmektedir.

Referandum öncesinde herkese meydan okuyan Barzani kuvvetleri, Irak Ordusu ile karşılaşınca, ciddi hiçbir çatışmaya girmeden hemen hemen tüm ihtilaflı bölgeleri, Irak ordusuna terk etmiştir. Neden?

Barzani kuvvetlerinin takındığı bu tavır, IŞİD Irak topraklarına girdiğinde, Irak ordusunun tüm silahlarını ve bankalardaki paraları bırakarak geri çekilmesinde takındığı tavırla çok benzerdir, strateji benzerdir.

Dolayısıyla süreç, aynı karanlık merkez tarafından yönetilmektedir. Öyleyse bu karanlık merkezin orta ve uzun vadede hedefinin ne olduğu mutlaka tartışılmak zorundadır.

Bugün Mesut Barzani harcanmış gözükmektedir. Mesut Barzani’nin karşı karşıya kaldığı bu durum, geçmişte, Babası Molla Mustafa Barzani’nin karşı karşıya kaldığı durumla çok benzerdir. Bunu, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı mektuplarda görebilmekteyiz.

Mesut Barzani’ye Referandum öncesi destek verenler, Referandum sonrasında sessizliğe gömülmüşlerdir. Neden? Hedef “Büyük Kürdistan mı” yoksa “Büyük İsrail mi”? Hiç şüphe yok ki “Büyük İsrail”. Şer ittifakının(ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) bu bölgede çizdiği ana strateji, “Büyük İsrail Projesini” gerçekleştirmek üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Şer ittifakının yeni karşı hamlelerinin olacağı göz ardı edilmemelidir.

Bu yazıda, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı iki mektup, Henry Kissenger’in Molla Mustafa Barzani’ye yazdığı mektup ve Molla Mustafa Barzani’nin satılmasına” neden olan İran ile Irak arasında yapılan Cezayir anlaşması, Mesut Barzani’nin ve komutan Aziz Weysi’nin yaptığı açıklamalar ele alınıp değerlendirilecektir.

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini Müslüman kabul edenlerin, Baba ve Oğul Barzani’lerin başına gelenlerden çıkaracağı çok dersler olmalıdır.

Molla Mustafa Barzani’nin ABD Başkanı Jimmy Carter’a Yazdığı Mektuplar   

İran ile Irak arasında yapılan Cezayir Antlaşması’ndan sonra (6 Mart 1975), İran üzerinden Mustafa Barzani’ye gelen ABD yardımı kesilmiştir. Antlaşma sonrasında Mustafa Barzani Kuvvetleri silahları bırakarak İran’a sığınmış; Mustafa Barzani de ABD’ye gitmiştir. Molla Mustafa Barzani, Virginia’dan ABD başkanına iki mektup yazmış ve her ikisine de cevap alamamış, kendisi ile ABD’de iken görüşülmemiştir. Mustafa Barzani’nin ABD başkanına yazdığı iki mektup aşağıda verilmektedir.

          Birinci Mektup (9 Şubat 1977) 

“Başkanlık seçimini kazanmanızdan dolayı sizi yeniden kutlarım.

Başkanlık seçiminiz sırasında, dünyanın her yerindeki halkların temel insan haklarını açıkça destekleyeceğinizi defalarca belirtmeniz beni çok sevindirdi ve yüreklendirdi.

İşte bu umutladır ki size, Kürt halkının yenilgisine ve bunu izleyen dağılmasına yol açan sorun ve olayların nedenlerini kısaca belirtmek için yazıyorum.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle, Güney Kürdistan, “İki Nehir Arası Ülke” olarak bilinen yerle birleştirilerek Irak oluşturuldu ve İngiltere’nin yönetimine verildi. Müttefik Devletler, özerk bir Kürdistan’ın kurulmasını vaat etmişlerdi. Çünkü Kürtler, Araplar, Türkler ve Perslerden sonra dördüncü büyük etnik grubu oluşturuyorlardı.

1920’de yapılan Sevr Antlaşması geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer halklarıyla eşit temeller üzerinde, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını içeriyorduAma uluslararası çıkarlar, antlaşmanın gerçekleşmesine olanak vermedi. Böylece Kürt halkının durumu bir çözüme ulaşmadan olduğu gibi kaldı. Ondan sonra Kürtler, kendilerini zorla asimile etmek isteyen işgalcilere karşı kendi ülkelerinde asgari düzeyde eşitlik ve adalete kavuşmak için, sık sık kendilerini savunmaya zorlandılar.

Irak’ta monarşik sisteme son veren ve General Kasım liderliğinde bir askeri yönetim oluşturan 1958 darbesinden sonra Kürt halkının ulusal haklarının tanınacağı vaat edildiYeni rejim Sovyet etkisi altına girer girmez, komünistlerin Irak’ta yarattıkları kargaşa içinde vaatler unutuldu.

Demokrasi ve özgürlük konusunda Kürtlere düşen sorumluluk nedeniyle, Irak komünistlerinin yaptıkları kitle halindeki katliamlara karşı seyirci kalamazdım. Ancak General Kasım ve diğer yüksek rütbeli subaylara durumun ciddiyetini anlatınca, onların öfkelerine maruz kaldım. Yerel komünistlerin desteği ve Sovyetler Birliği’nin cesaret vermesi ile Irak Hükümeti 1961 yılında silahlı kuvvetlerini, silahsız Kürt halkına karşı hücuma geçirdi. Kürt halkının kendisini kurtarmak için başlattığı devrim, o zamandan beri devam ediyor.

Bu süre içinde Irak’ta 9 hükümet ve 5 rejim değişti. Bu zulümlerin her aşamasında, ilişkileri yeniden düzeltmek için, çok mütevazı bir dille ricada bulunduk. Ancak bizim tekrarlanan ricalarımıza yalnızca tekrarlanan hakaretlerle karşılık verildi.

Bizim acılarımız, sayın başkan, sizin dedelerinizin acılarından farklı değildir. Ki, onları değerli Amerikalı Thomas Jefferson, en iyi şekilde dile getirmiş, belgelendirmişti.

Son olarak 1968 yılında, bugünkü BAAS rejimi iktidara gelir gelmez, bize savaş ilan etti. Fakat amacına savaş yoluyla ulaşamayacağını anlayınca 1970’te barış görüşmelerine başvurmak zorunda kaldı ve bu görüşmeler aynı yıl 11 Mart Antlaşması’yla sonuçlandı.

Antlaşma, Irak halkının iki asli milliyetten, Araplar ve Kürtlerden oluştuğunu kabul ediyordu. Antlaşma aynı zamanda Kürt milliyetinin haklarını sayıyordu ki bunlar arasında en önemlisi, dört yıl içerisinde Irak Cumhuriyeti çerçevesi içinde bir özerk Kürdistan oluşturulmasıydı.

Antlaşmayı imzalamaya istekli oluşumuz, yalnızca, onun şartlarının bizi derinden tatmin ettiği için değildi, fakat aynı zamanda Irak’ta barışın sağlanmasını istiyor ve Kürtlerin hükümete katılmasının, BAAS’ın Irak halkına ve komşu ülkelere karşı sert ve uzlaşmaz politikasını değiştirebileceğini umuyorduk.

 Fakat çok geçmeden, bu antlaşmanın, BAAS’ın zaman kazanmak için başvurduğu bir taktik olduğunu fark ettik. Onların iç barışa ihtiyaçları vardı ve Irak’ın komşularına karşı giriştikleri yeni harekelerde, Kürtlerin desteğini almayı umuyorlardı. İran, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Suriye ile yaratılan sürtüşmelerde bizi savaşa sürüklemek istiyorlardı.

Biz bir araç olmayı reddedince, bu kez Kürt bölgesini özellikle zengin petrol sahalarını- ki bu sahalar Irak petrol üretiminin yüzde 65’ini, petrol rezervlerinin yüzde 70’ini kapsamaktadır- Araplaştırma politikasını başlattılar. Aynı zamanda barışı, ülke içindeki politik düşmanlarını tasfiye için kullandılar. Demokratik partiler kapatıldı ve onların yüzlerce üyesi kitle halinde katledildi ya da işkence ile öldürüldü. Arkasından dört yıllık sürenin bitiminde antlaşma tüm hükümleri ile uygulanacağına, bize karşı yeni bir savaşın hazırlığına geçildi. Bağdat’la Moskova’nın bağları, 1972 başlarında imzalanan 20 yıllık Dostluk Antlaşması’yla daha da güçlendirildi. Büyük miktarda, geliştirilmiş Sovyet silahları, askeri uzmanlar ve teknisyenlerle birlikte Irak’a ulaşmaya başladı. Buna paralel olarak Irak’taki Sovyet nüfuzu da arttı. BAAS rejimi hemen Moskova yanlısı Irak Komünist Partisi ile Birleşik Cephe oluşturmak için çağrıda bulundu. Bizim Kürdistan Demokrat Partisinin de katılması istendi. Liberal milli partilerin cephe dışında bırakıldıklarını göz önüne alarak, en iyimser bir yargıyla bile katılmayı reddettik. Bu da BAAS liderlerinin husumetini arttırdı. Siyasal cinayetler düzenlemeye ve Kürt halkını zorla yerinden sürmeye başladılar. Bana karşı iki kez suikast teşebbüsü yapıldı. BAAS rejimi ile bir arada barış içinde yaşamamız imkânsız hale geldi. Böylece biz de Amerikalı ve İranlı dostlarımıza döndük. Onlara durumu ve BAAS’ın politikası böyle devam ederse, yalnız bizim açımızdan değil, bölgedeki diğer uluslar için de, doğacak sonuçların ciddiyetini izah ettik. Aynı zamanda Sovyetler Birliği tarafından desteklenen bir rejime karşı tek başımıza duramayacağımızı belirttik. Onlar düşüncelerimizi tümüyle haklı buldular.

Bize Kürt devriminin, hem Birleşik Devletler’den hem de İran’dan destek göreceği söylendi, o şekilde ki, Kürtler için gerçek bir özerkliği ve Irak için demokratik bir cumhuriyeti gerçekleştirmek için mücadele eden Kürtlerin, Irak rejimi karşısında dayanabilmeleri mümkün olsun.

Bunu ilgili taraflar arasında heyetlerin gidiş gelişi izledi ve bizimle dostlarımız arasında koordinasyon sağlandı.

Asgari Kürt ulusal haklarını tanımayan özerklik yasası, 1974 Mart’ında Irak Hükümeti tarafından kasıtlı bir biçimde ilan edildiği zaman, dostlarımızın bize vaat ettikleri yardıma güvenerek onu reddettik.

Irak ordusunun 8 tümeni, yüzlerce tankı ve yüzden fazla modern savaş uçağıyla karşılaşınca -bunlardan bir kısmı Rus ve Hintli pilotlar tarafından yönetilmekteydi- böylesine iyi donanmış bir orduya karşı etkin biçimde savaşabilmek için, dostlarımızın bize yaptığı yardımın hem miktar, hem de kalite bakımından düşük olduğunu çok geç de olsa fark ettik. Üstelik, yardımlar daima ‘çok az ve çok geç’ti.”

Bütün bu güçlüklere rağmen halkımız kahramanca savaştı. Birçok zafer kazandı ve Irak silahlı kuvvetlerine ve donatımına büyük kayıplar verdirdi; Sovyetlerden anında gelen yardımlar olmasaydı, bu kayıplar Irak tarafından doldurulamaz cinstendi.

1975 kışına halkımız, dondurucu soğuk ve kara rağmen, düşmana bir karşı taarruz başlatınca, Irak rejimi çok umutsuz bir duruma düştü. Moskova’nın öğüdü üzerine, bir kez daha hile ve ikiyüzlülük yöntemine başvurdu.

Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen vasıtasıyla İran Şahıyla temas kurulmuştu. Ayrıca, Kürt sorunu sona erdiği takdirde, BAAS’ın komşularına karşı politikasını değiştirmeye ve Moskova ile olan ilişkilerini kısmaya hazırlıklı olduğu, dolaylı yollardan Amerika’ya duyuruldu.

6 Mart 1975’te İran Şahı ile Devrim Komite Konseyi Başkanı Saddam Hüseyin Tikriti arasında Cezayir İhanet Antlaşması imzalandı. Antlaşma, yiğitçe savaşmış ve böylece bu görüşmeleri mümkün kılmış olan İran’ın Kürt müttefikleri yararına hiçbir şey içermiyordu. 

Sayın başkan, biz, İran ile Irak arasında iyi ilişkiler kurulmasına karşı değiliz. Ama bu, bizim kurban edilişimiz pahasına mı olmalı? Biz Kürtler, ABD’ye ve İran’ın şeref sözüne güvenerek düşmana karşı koyduk ve onunla savaştık. Bize mükâfat olarak söz verilen özerklik nerede?

İran mülteci kamplarında mı? Kürt halkının kitle halinde Güney Irak’a sürülmesinde mi? Batılı ülkelere doğru dağılmada mı? Ailelerin, kadın, çocuk ve yaşlıların bölünmesinde mi? İşkence altında ölümde mi? Kürt mültecilerinin İran makamlarınca ansızın sürülme ve geri gönderilme korkusunda mı?

Bütün halklar için onur, birlik, özgürlük ve demokrasinin temel ilkelerini ilan etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri ulusu gibi büyük bir ulus, Kürt yenilgisindeki rolünden sonra, olanlara kayıtsız kalabilir mi? 

Biz sizden, öylesine, yaptığımız iyiliğin iki mislini istemiyoruz. Hatta eşitini bile. Biz yalnızca Kürtlere vaat edilen özerkliğin verilmesini istiyoruz.

Sayın başkan, biz dostlarımızın yardım vaadine güvenerek bir savaşa girdik; fakat ansızın, savaş alanında kendimizi yalnız bulduk; Amerikan ve İran yardımından yoksun, arkamızda kapalı bir İran sınırı ve karşımızda durmadan akan son model Sovyet silahlarıyla donanmış modern bir ordu.

Kötüleşen ekonomik koşullar, ihanete uğrama duygusunun yarattığı düşük moral ve bunların yanı sıra, İran’da mülteci olarak 250 bin kadın çocuk ve yaşlının bulunuşu yüzünden, istemeyerek ve acı içinde İran’a çekilmekten ve yurdumuzu BAAS’a terk etmekten başka çaremiz yoktu.

Biz düşmanlarımız tarafından askeri yenilgiye uğratılmış değildik. Dostlarımız tarafından yıkılmıştık.

Sayın başkan, Kürt halkının son perdesi henüz yeni başlıyor. O, ya bir trajedi ile bitecek veya onun sonu, yeni bir başlangıç olacak. Bu size bağlı.

Kürt halkının bir düşü var, belki sizin Thomas Jefferson’unki kadar büyük değil; ama bir özerklik düşü bu. Onlar, onun için savaştılar, onun için öldüler ve daima onun özlemini duydular. Onlar, inançlarını ve yüreklerini ona bağladılar ve inandılar ki Amerika’nın verdiği söz, ister yazılı, ister sözlü olsun, demir bir zırh gibi sağlamdır. Onlar söz verilen mükâfatın verilmesini benden bekliyorlar. Ben de sayın başkan, sizden bekliyorum.

Sayın başkan, halkımın uğradığı felaketin nedeni, onların demokrasiye olan inançları, batı ile olan dostlukları, Amerika’nın prensiplerine olan güvenleri, bu prensiplerin, zayıf ulusların korunması ve onların temel insan haklarına kovuşmaları için destek sağlanmasını öngördüğüne dair kanılarıdır.

Biz hiçbir zaman başka ülkeleri işgal etmeyi veya başka halklara baskı yapmayı düşünmedik. Biz, yalnızca, kendi ülkemizde barış içerisinde ve özgür olarak yaşadığımız halklar gibi adil ve eşit biçimde davranılmasını istiyoruz. Biz Irak’ın yeni sakinleri ya da göçmeni değiliz. Atalarımız binlerce yıldan beri bu ülkede yaşamışlar.

Sayın başkan, eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, BAAS’ın politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçleri birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına da zarar verirdi. Ancak üst dereceli Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine bu alternatife iltifat etmedim, onun yerine, ABD ve İran’la işbirliğini tercih ettim. Böylece biz kendi hedefimizi-özerkliği- ve Irak halkının hedefini-demokrasiyi- gerçekleştirmiş olacaktık ki, bu da tüm bölgenin çıkarına olacaktı.

Sizin de seçim kampanyanızda birçok kereler belirttiğiniz gibi, sizden önceki Amerikan yönetiminin dost ve müttefik uluslara karşı izlediği politika, hem bu uluslara, hem de Amerika’ya zarar verici cinstendi. Bu politika, dostlarının Amerika’ya güvenlerini yitirmelerine, bunun sonucu olarak Amerika’nın etkisinin azalmasına neden oldu; böylece Amerika’nın saygınlığını dünya ölçüsünde tehlikeye sokucu nitelikteydi.

Sayın başkan, Amerikan halkı güvenini size belirtti; çünkü onlar, sizin bu güvensizlik havasını değiştireceğinize ve Amerika’nın geleneksel insani prensiplerini gerçekleştirmek için çalışacağınıza derinden inanmaktadırlar.

Kendisini daima Amerika için güvenilir bir dost saymış olan Kürt halkı, yüklü çalışma programınıza rağmen, onların geleceği üzerinde düşünmeye zaman bulacağınız ve sorunlarının çözümü için çaba göstereceğiniz umudundadır.

Sayın başkan, Kürt sorunu, Ortadoğu’nun diğer önemli sorunlarıyla yakından ilişkilidir ve sizin ihtimamla ilgilenmenize değerdir. Ümit ediyoruz ki, bu sorun, sizin Ortadoğu’ya yönelik ve giderek önem kazanan dış politika müzakerelerinizde özel bir yer tutacaktır.

Yine derinden ümit ediyoruz ki, Irak Hükümetinin temel insan haklarına saygı göstermesi, Kürtlere karşı gayri insani politikasını değiştirmesi, Güneye sürülmüş Kürtleri yeniden kuzeydeki anayurtlarına döndürmesi ve 11 Mart 1970 Antlaşması’na tam olarak uyması hususlarında ikna edilmesi için Amerikan Hükümeti, bölgedeki dost ulusları etkinliklerini kullanmaya zorlayacaktır.

Kürt sorunu sükût etmemiştir ve Kürt devrimi yok edilmemiştir. Bunu Irak Hükümeti iyi bilir. Her türden saldırgana karşı yüzyıllar boyu direnmiş olan Kürt ulusu, öyle kolayca yok edilemez. Acı olayların üstünden daha bir yıl bile geçmeden halkımız ve partimiz yeniden örgütlenmiş ve öncesine oranla daha dar bir alanda da olsa devrim yeniden başlamıştır. Bu durum Iraklı yöneticilere çok uykusuz geceler yaşatacaktır.

Bu arada, ümit ediyoruz ki, İran’daki Kürt mültecilerinin Amerika’ya gelmelerine müsaade edilecek ve onlara makul bir maddi yardım tahsis edilecektir; daha önceleri başka ülkelerden gelen mültecilere tahsis edildiği gibi.

Sayın başkan, dilerim ki, halkımın yaralarına deva bulmak için çaba göstereceksiniz ve onların yurtlarına dönmesi ve temel insan haklarına kavuşmalarını sağlayan kahraman siz olacaksınız. Bir zamanlar onların da sizin için kahramanlık yaptıkları gibi.

Yarım asırdan fazla bir zamandır halkım bütün güvenini, umudunu bana bağladı. Şimdi ben bu umudu size devrediyorum.

İçten dilekler ve derin kişisel saygılarımla.”[1]

         İkinci Mektup (3 Mart 1977)

Molla Mustafa Barzani’nin ABD Başkanı Jimmy Carter’a yazdığı, 9 Şubat 1977 Tarihli Mektup, ABD başkanı tarafından cevaplandırılmamıştır. Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani, 3 Mart 1977’de yeni bir mektup yazarak, “ABD Başkanının sessizliğini eleştirmiş ve kendisiyle görüşme dileğini belirtmiştir”:

“Sayın başkan dolaysız ya da dolaylı sizce bir karşılık verilmemiş olan 9 Şubat tarihli mektubuma ilaveten, Birleşik Devletler’in her taraftaki insanlar için özgürlüğün destekleyicisi olma tarihsel imajını yeniden tesis etme çabalarınıza karşı olan hayranlığımı bir kez daha ifade etmek isterim.

Önceki yönetim döneminde insan haklarının Birleşik Devletler dış politikasında hiç yeri yoktu. Dışişleri Bakanlığı aslında, Kongre önüne çoğu kez diktatörleri kötüye kullanmanın savunucusu olarak çıkıyordu.

Haklarını almaya çalışan Kürtler gibi sadık ve dost insanlar, belirsiz Amerikan ulusal çıkarları nedeniyle feda edildi. Birleşik Devletler yetkililerince verilmiş gizli teminatlar reddedilmiş ve daha sonra da  ‘dış ilişkilere gizli kapaklı çalışma karıştırılmamalıdır’ gerekçesiyle haklı gösterilmiştir.

Bay başkan, Kürtler alt düzeydeki CIA memurlarıyla gizli olarak iş yapmıyordu. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in ilişikteki mesajının da kanıtladığı gibi, bizim ilişkilerimiz en yüksek düzeyde U.S. yetkilileri ile olmuştur.

Bay başkan, Amerikan değerlerini gerçekten geliştiren, dış politikada meşru bir hedefe yöneliyorsunuz. Birleşik Devletlerin insan hakları üzerindeki pozisyonunu, Sovyet Bloğu dışındaki ülkelere hâlihazırda yapmış olduğunuz ve Irak’ın Kürtlere karşı tutumu temel insan haklarının büyük bir ihlali olduğu için, bu yayılmanın şu sıralarda Irak’ı da içine almasının uygun olduğuna inanıyorum.

Sizin ve Başkan yardımcısı Mondale’nin, Vladimir Burkovsky ile yapmış olduğu son görüşmeler, sizin baskı altındaki insanlar için duyduğunuz büyük ilgiyi ve ‘kişilerin özgürlüğü ve görüşlerini açıklamak haklarını’ geliştirmeye yardımcı olmak konusundaki samimi arzunuzu açıkça göstermiştir. Bu hiç şüphesiz tüm Sovyet muhaliflerinin moralini güçlendirdi.

6 Mart 1975 Cezayir ihanet Antlaşması’nın öncesi ve sonrası olaylarıyla maneviyatı kırılmış lrak’taki 3 milyon Kürt insanı, sizin ilgi ve dikkatinize herkesten daha çok  layıktır. Sizinle ve Başkan Yardımcısı Mondale ile yapılacak bir görüşme, onların moralini güçlendirmede büyük ölçüde katkıda bulunacak ve Kürt tarihindeki, bu en karanlık saatlerde, onların koşullarını tanımanıza da yardımcı olacaktır.

Sizinle görüşmeyi büyük umut ve memnunlukla bekliyorum.”[2]

Molla Mustafa Barzani, ABD başkanına yazdığı bu iki mektubu, Virginia’dan yazmış ve her ikisine de cevap alamamış, kendisi ile görüşülmemiştir.

          Henry Kissenger’in Molla Mustafa Barzani’ye Mektubu

Peşmergelerin silahlarını bırakmasından bir ay önce Molla Mustafa Barzani, Amerikan Dışişleri Bakanı H. Kissinger’e 22 Ocak 1975 tarihli bir mektup yazıp yardım istemiştir. Kissenger de, Molla Mustafa Barzani’ye aşağıdaki mektubu yazmıştır:

 “Sayın General,

 22 Ocak 1975 tarihli mektubunu almakla çok memnunum. Size, halkınıza ve yürüttüğünüz yiğitçe mücadeleye hayranlık duyduğumuzu bilmenizi isterim. Karşı karşıya bulunduğunuz güçlükler korkunçtur. Askeri ve politik durum hakkındaki değerlendirmenizi çok takdir ettim. Emin olmalısınız ki, mesajlarınıza verdiğimiz önem nedeniyle, Amerika Birleşik Devletleri Hükümetince üst düzeyde büyük bir dikkatle göz önüne alınıyor.

Eğer Amerika Birleşik Devletleri Hükümetine durum hakkında daha fazla bilgi vermek için Washington’a bir kurye göndermek isterseniz, Onu memnuniyetle kabul edeceğiz. Şimdiye kadar yapmış olduğumuzu sürdürebilmek için gizliliğin büyük önem taşıdığı kanısındayım. Yalnız bu nedenle ve özellikle sizin kişisel güvenliğinizi düşündüğümüzden, sizinle burada şahsen görüşmeyi istemekte tereddütlüyüm.

Cevabınızı bekliyorum.

İçten dileklerimle ve derin saygılarımla.”[3]

İran ve Irak’ın aralarında yaptığı “Cezayir AnTlaşması’nın” sonucunda Molla Mustafa Barzani’ye İran üzerinden gönderilen Amerikan para ve silah yardımı kesilmiş ve Barzani kuvvetleri, Irak ordusu karşısında yalnızlığa terk edilmiştir. Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani kuvvetleri, silahları bırakarak büyük bir kesimi İran’a sığınırken Molla Mustafa Barzani de ABD’ye gitmek zorunda kalmıştır.

Kissenger’in övgülerine muhatap olan ve ABD’ye sığınmak zorunda kalan Mustafa Barzani’ye, Kissenger dâhil ABD yönetimi sahip çıkmamış ve kendisi ile ABD’de görüşmemişlerdir. Bir dönem el üstünde tuttukları Barzani, ABD’de yalnızlığa terk edilmiş ve orada ölmüştür. Molla Mustafa Barzani’nin sonu böylemi olmalıydı?  Molla Mustafa Barzani nerede hata yapmıştır? Molla Mustafa Barzani’nin başına gelenlerden alınabilecek dersler nelerdir?

Referandum Sonrasında Irak Kuvvetleri Karşısında Geri Çekilen Mesut Barzani’nin Yaptığı Açıklamalar

Mesut Barzani, 25 Eylül 2017 Referandumu sonrasında, Irak Ordusu karşısında aldığı acı mağlubiyetin sonucu, başta Kerkük olmak üzere “ihtilaflı bölgelerin” büyük bir kesimini kaybedince yaptığı açıklamalar, hem üzücü hem de ibret vericidir:

“Değerli Kürdistan halkı, kahraman Peşmergeler ve şehit aileleri.

…16 Ekim gecesi Kerkük'te meydana gelen büyük bir ihanetti. Kerkük teslim edildi ve zehirli bir hançer hem halkımız hem de peşmergenin sırtına vuruldu. Bu ihanetle referanduma 'evet' diyen 3 milyon insanın iradesi zor bir sürece sokuldu ve durum zorlaştı. Bu ihanet olmasaydı durum çok daha farklı olacaktı. Kerkük ve diğer bölgelerin korunması için daha önce çok iyi bir hazırlık yapmıştık çünkü saldırı planı masadaydı. Ancak bu ihanet hem Peşmerge hem de halkın moralini düşürdü ve istenilen savunma yapılamadı.

…Tuhaf olan şey, ABD'nin terörist ilan ettikleri kişilerin Abraham tanklarına binip Kürtlere saldırmalarına seyirci kalması.

…ABD'nin gözleri önünde onun silahlarını kullanarak Kürdistan'a saldırdılar. Bu bazı soruların sorulmasını zorunlu kıldı çünkü onun silahlarıyla bize saldırıldı ve Peşmergelerimiz şehit edildi.

Burada bir sorun var. 'Acaba ABD buna neden sessiz kaldı?”[4]

            Mesut Barzani, yaptığı bu açıklamalarla hem Kürt Yönetimi içinden hem de dışarıdan ABD/İsrail tarafından ihanete uğradığını açık bir şekilde dile getirmektedir.

Babası Molla Mustafa Barzani için yukarıda sorduğumuz soruları, Mesut Barzani için de sorabiliriz: Mesut Barzani’nin sonu böylemi olmalıydı? Mesut Barzani nerede hata yapmıştır? Mesut Barzani’nin başına gelenlerden alınabilecek dersler nelerdir?

General Aziz Weysi: “ABD Bize İhanet Etti”

Kürdistan Peşmerge Güçleri Zerevani Özel Birlikleri Komutanı General Aziz Weysi, Times'ta yayınlanan makalesinde, hem içerden hem de dışarıdan “ihanete uğradıklarını”, “Kürdistan'daki bazı siyasi ve askeri liderlerin, İran ve Irak'la anlaşma yaparak askeri güçlerini savaşmadan geri çektiklerini” ve “Batının Irak askeri güçlerinin ilerlemesi karşısında ses çıkarmadığını”, “Barzani’yi yalnız bıraktıklarını” ifade etmektedir:

“…İran Devrim Muhafızları’nın bu yeni duruma verdiği yanıt, M1 Abrams tankları da dâhil olmak üzere en son teknoloji ürünü Amerikan silahlarını kullanarak, kilit bir müttefike saldırmaktı. 'Taraf tutmayacağım' diyen Başkan Trumph’ın, silahların teröristlerin eline geçmesine izin vermesi ve onlara halkımıza soykırım yapılmasını sağlamak için özgür bir irade tanıması kesinlikle ironidir ve tarafsızlıktan uzaktı.

…Irak’ın kaybedilmemesine yatırım yapma konusunda son derece iştahlı görünen Batı, güçlerimize asla kıyaslanabilir yatırım yapmadılar. Peşmergelerimiz için aldığımız sadece 22 milyon dolarlık direkt yardım, ABD'nin "30. Birlik" olarak bilinen başarısız bir birimde birkaç Suriyeli asiyi eğitmek için harcadığı 500 milyon dolarlık meblağla kıyaslandığında çok komik kalıyor.

…Müttefiklerimiz, kendisini uzun süre önce İran’a satan ve asla Batı’nın kollarına dönmeyecek olan Irak merkezi yönetimini kazanmak için Kürdistan'ı sattılar. Hiçbir ABD doları ya da yaşamı, Irak'ı uygar dünyaya birleşik, demokratik ve istikrarlı bir müttefik yapamaz; artık bu rüyadan vazgeçmenin ve değişim için bize şans vermenin zamanıdır.

Amerika ve Batı’nın özgürlüğün yanında durmak için, bizimle birlikte durmaktan başka çareleri yok. Bu sözlerden bazıları müttefiklerimiz için acı bir ilaçtır, ancak geçmişten ders alınmadan Irak'taki bir sonraki felaket hemen köşede bizi bekliyor.”[5]

Üç Dinamiğin Etkileşimi

Genel olarak beşeri olayları incelerken, iç ve dış dinamikleri göz önüne almamız gerekmektedir. Olaylar, bu iki ana dinamiğe bağlı olarak vuku bulmakta, şekillenmekte ve gelişmektedir. Dış dinamikleri de, bölgesel ve küresel dinamikler olarak ikiye ayırabiliriz. Bölgesel ve küresel dinamikler önemli ve etkili olmakla beraber, kalıcı bir sonuç alabilmeleri iç dinamiklere bağlıdır. Strateji ve taktikler, bu üç ana dinamiği göz önüne alarak kurulur, yürütülür, bu dinamiklere bağlı olarak değiştirilir ya da revize edilirler.         

İşbirlikçi İnsan Unsurları

Bölgesel ve küresel güçler, bir ülkenin bölünmesini, parçalanmasını, dağılmasını istiyorsa ona uygun iç ortaklar, işbirlikçiler ararlar; yok eğer o ülkenin parçalanmasından öte kalkınmasını, gelişmesini engellemek istiyorlarsa, ona uygun işbirlikçiler ararlar.

Konumuz bağlamında işbirlikçileri dört ana sınıfa ayırmamız mümkündür:

1- Gönüllü işbirlikçiler, şuurlu ve hain olanlar:

2- Bölgesel ve/veya küresel güçlerle karşılıklı menfaati olduğunu sanıp, kendine aşırı güven duyup iş tutanlar.

3- İşbirlikçilik çizgisine itilenler (zoraki işbirlikçiler=gönülsüz işbirlikçiler; “Denize düşüp yılana sarılanlar”),

4- İşbirlikçi olduğunun farkında olmayan saflar,

  Böyle bir ayırımı yapmamızın sebebi, olaylarda karşılaştığımız çok farklı insan unsurunun varlığından dolayıdır. Birinci ve ikinci gruptaki insan unsuru hariç, diğerleri genellikle içinde yaşadığı şartlardan etkilenen ve fakat şuuru, dirayeti, basireti stratejik aklı zayıf olanlardır. Bunların ortaya çıkmasının sebepleri, özel olarak analiz edilmeli, kendilerini bu duruma sürükleyen etkenler ve ortam, mutlaka göz önüne alınmalıdır.

  Eğer bir ülkenin içerisinde memnuniyetsizlik üreten bir bataklık varsa, doğal olarak sivrisinekler üreyecektir. Tek tek sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak en köklü çözümdür. Hak hukuk ve adalet tanımayan sistemler, bataklıktır ve sivrisineklerin üremesine elverişli ortamlardır. Öyleyse farklı inanç sistemlerine ve farklı etnik yapıya sahip halkların haklarını, ilahi yaratılış kanuniyetine uygun bir şeklide vermek, bataklığı kurutmak için gereklidir.

  Osmanlı ve Ortadoğu’nun tarihi, bu konuda çok zengindir. Şerif Hüseyin ve Oğulları, bu bağlamda güzel bir örnektir. Osmanlı’ya karşı İngilizler’le işbirliği yaparak Ortadoğu coğrafyasının İngiliz ve Fransız hegemonyasına girmesini sağlayan gönüllü ve şuurlu işbirlikçilerdir.

Mektupların Değerlendirilmesi: Barzani’lerin Başına Gelenlerden Alınacak Dersler

Yazılan mektupları ve yapılan açıklamaları, iç, bölgesel ve küresel dinamikler açısından incelememiz gerekmektedir.

İç Dinamikler

Molla Mustafa Barzani’nin yazdığı mektuplarda Kürt halkının içinde bulunduğu olumsuz şartları dile getirmekte ve bu olumsuz şartların düzelmesi için mücadeleye başladıklarını ifade etmektedir. Molla Mustafa Barzani’nin “Kürtler, kendilerini zorla asimile etmek isteyen işgalcilere karşı kendi ülkelerinde asgari düzeyde eşitlik ve adalete kavuşmak için, sık sık kendilerini savunmaya zorlandılar.”[6] ifadesinde “asimilasyon”, “eşitlik ve adalet” kavramlarına vurgu yapmış olmakla, Kürt halkının içinde yaşadığı Irak sisteminin olumsuz temel özelliklerinden bir kısmının varlığına dikkat çekmiş olmaktadır. Böyle bir sistem, gayrı memnun sayısını artırır ve barışı değil savaşı getirir.

1968 yılında Irak’ta iktidara gelen BAAS yönetimi, Barzani ile “11 Mart 1970 anlaşmasını” yaparak iç savaşı sonlandırmıştır. Bu anlaşmaya göre “Irak halkının iki asli milliyetten, Araplar ve Kürtlerden oluştuğu kabul edilmiş” ve “dört yıl içerisinde Irak Cumhuriyeti çerçevesi içinde bir özerk Kürdistan oluşturulması” öngörülmüştür.

Barzani’nin ifadesine göre “BAAS rejimi Moskova yanlısı Irak Komünist Partisi ile Birleşik Cephe oluşturmak için” çağrıda bulunmuş ve fakat “Kürdistan Demokrat Partisi birleşik cepheye katılmayı reddetmiştir”. Bu ret ediş, hem Kürt halkına hem de Kürt liderlere baskı uygulanmasına sebebiyet vermiştir.

Bunun üzerine Molla Mustafa Barzani, kendi tabiri ile “Amerikalı ve İranlı dostlarına dönmüş”, Iran ve ABD ile iş tutmayı Kürt halkının geleceği için daha avantajlı görmüştür. “Barzani’nin Dostları”  Ona, “ Kürt devriminin, hem Birleşik Devletlerden hem de İran’dan destek göreceği”  vaadini yapmışlardır.

BAAS yönetimi, 11 Mart 1970 anlaşmasında yer alan “dört yıl sonra Kürtlere özerklik verilecektir” maddesini, Mart 1974’de  “özerklik yasası” olarak çıkarıp ilan etmiştir. Barzani ise, (Iran ve ABD’li dostları) “dostlarının vaat ettikleri yardıma güvenerek onu reddetmiştir”. 

Barzani, Irak yönetiminin kendilerine verdiği özerkliği kabul etmiyor ve fakat ABD ve İran’dan özerklik istiyor:

Sayın başkan, biz, İran ile Irak arasında iyi ilişkiler kurulmasına karşı değiliz. Ama bu, bizim kurban edilişimiz pahasına mı olmalı? Biz Kürtler, ABD’ye ve İran’ın şeref sözüne güvenerek düşmana karşı koyduk ve onunla savaştık. Bize mükâfat olarak söz verilen özerklik nerede?

…Biz sizden, öylesine, yaptığımız iyiliğin iki mislini istemiyoruz. Hatta eşitini bile. Biz yalnızca Kürtlere vaat edilen özerkliğin verilmesini istiyoruz.”[7]

Barzani’nin Kürt halkı için yürüttüğü hak, hukuk, adalet ve özerklik mücadelesi, bir noktadan sonra ana amaçtan saparak, İran ve ABD’nin Ortadoğu stratejisinde kullanılacak bir araç olma hüviyetine bürünmüştür. BAAS yönetiminin Kürtlerin özerkliğini kabul eden bir yasa çıkarıp ilan etmesi karşısında Barzani’nin bunu reddetmesi, kendi halkına karşı yapılmış bir haksızlıktır. Kendisi de bunu dolaylı bir şekilde itiraf etmektedir:

Sayın başkan, eğer amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, BAAS’ın politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçleri birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına da zarar verirdi. ANCAK üst dereceli Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine bu alternatife iltifat etmedim, onun yerine, abd ve iran’la işbirliğini tercih ettim.[8]

Üzücü olan, Molla Mustafa Barzani’nin, ABD ve İranlı dostlarına güvenerek ret ettiği 11 Mart 1970 antlaşmasının, İran ile Irak arasında yapılan Cezayir antlaşmasından sonra Irak yönetimi tarafından tamamıyla uygulamaya sokulması için Irak yönetimine baskı yapılmasını ABD’den talep etmiş olmasıdır:

“Irak Hükümetinin temel insan haklarına saygı göstermesi, …11 Mart 1970 Antlaşmasına tam olarak uyması hususlarında ikna edilmesi için Amerikan Hükümeti, bölgedeki dost ulusları etkinliklerini kullanmaya zorlayacaktır.”[9]

Küresel Dinamikler

1970’li yıllarda iki Küresel güç olarak SSCB ile ABD arasında veya NATO ile Varşova Paktı arasında sert bir mücadele sürmekteydi. SSCB ile ilişki kurmak isteyen ülkelerin üzerine ABD gitmekte ve darbelerle hükümetleri iktidardan düşürmekteydi.

ABD, komünizmin yayılmasını engellemek, özellikle petrol üretim ve ulaşım yollarını kontrol etmek istemekteydi. Ortadoğu, hem ABD için hem de Sovyetler için hayati öneme haizdi. Irak hem enerji üretim hem de enerji nakil bölgesiydi. O nedenle Irak’ın Sovyetlerin etki alanına girmesi, Basra Körfezi’ni ve körfez ülkelerini tehlikeye sokardı. O nedenle ABD, Irak ile özel olarak ilgilenmekte BAAS rejiminin devrilmesini ya da Sovyetlerden uzaklaşmasını, Batı bloğuna kaymasını istemekteydi. 

1972’de Irak yönetimi, “SSCB ile dostluk ve işbirliği Antlaşması” imzalamıştır. Çok önemli bir enerji bölgesinin SSCB’nin etki alanına girmesini istemeyen ABD, İran Şahı üzerinden devreye girerek Molla Mustafa Barzani ile İran Şahı Rıza Pehlevi arasında bir anlaşmanın yapılmasını sağlamıştır. ABD, Barzani’ye Iran aracılığıyla para, silah yardımı yapmayı üstlenmiştir.[10]

Irak içindeki Kürt hareketi, Irak yönetimini zayıflatma, hatta iktidardan düşürme konusunda bir imkân, hatta bir araçtı. ABD’nin bu amacına hizmet ettiği sürece Barzani hareketinin ve Barzani’nin bir anlamı vardı. ABD’de yaşadığı dönemde kendisi ile konuşulmamış ve görüşülmemiş olmasının anlamı, ABD için Barzani ömrünü doldurmuş bir aktörden başka bir şey değildi. Mektubundaki sitemde bunu görebilmekteyiz:

Haklarını almaya çalışan Kürtler gibi sadık ve dost insanlar, belirsiz Amerikan ulusal çıkarları nedeniyle feda edildi. Birleşik Devletler yetkililerince verilmiş gizli teminatlar reddedilmiş ve daha sonra da  ‘dış ilişkilere gizli kapaklı çalışma karıştırılmamalıdır’ gerekçesiyle haklı gösterilmiştir.

Bay başkan, Kürtler alt düzeydeki CIA memurlarıyla gizli olarak iş yapmıyordu. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in ilişikteki mesajının da kanıtladığı gibi, bizim ilişkilerimiz en yüksek düzeyde U.S. yetkilileri ile olmuştur.”[11]

ABD için asıl amaç Kürtlerin özerk olması, bağımsız bir devlet kurması değildi; Onların insan haklarına kavuşması, insanca yaşaması da değildi:

…Sayın başkan, biz dostlarımızın yardım vaadine güvenerek bir savaşa girdik; fakat ansızın, savaş alanında kendimizi yalnız bulduk; Amerikan ve İran yardımından yoksun…

Biz düşmanlarımız tarafından askeri yenilgiye uğratılmış değildik. Dostlarımız tarafından yıkılmıştık.

…Bütün halklar için onur, birlik, özgürlük ve demokrasinin temel ilkelerini ilan etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri ulusu gibi büyük bir ulus, Kürt yenilgisindeki rolünden sonra, olanlara kayıtsız kalabilir mi?”[12] 

Bölgesel Dinamikler: Cezayir Antlaşması (6 Mart 1975) ve “Molla Mustafa Barzani’nin Satılması”

İran Şahı, Bölgesel güç olmak ve İran ile Irak arasında körfezde var olan sınır ihtilafının (Irak’ın körfezdeki bir kaç küçük adası) İran’ın lehine çözülmesini istemekteydi. Bu nedenle Irak yönetiminin iç ihtilaflarla uğraşması, zayıf düşmesi onun işine gelmekteydi. Onun için ABD ile birlikte Barzani’ye para ve silah yardımı yapmayı kabul etmişti. Barzani hareketinin bağımsızlık ya da özerklik kazanması, İran’ın da işine gelmemekteydi. Çünkü kendi ülkesinde de belli bir nüfusa sahip Kürt halkı yaşamaktaydı.

İran’la Irak’ın kavgası, 1975 yılına kadar sürmüştür. Bağlantısız hareketinin liderlerinden Cezayir’in devreye girmesi ile 6 Mart 1975’de “Cezayir Anlaşması” yapılarak İran’la Irak arasında ki ihtilafları çözmüşlerdir.

Cezayir Antlaşması’na göre İran, Iraktaki Molla Mustafa Barzani hareketine her türlü yardımı kesecek, Amerikan yardımlarına aracılık yapmayacak; Irak da, Şattü’l-Arab sınır meselesinde sınırın, nehrin tam ortasından geçmesini kabul ederek üç küçük adayı İran’a verecektir. Ayrıca Irak yönetimi, Sovyetlerle arasına belli bir mesafe de koyacaktır. Molla Mustafa Barzani, birinci mektubunda bu noktaya özel olarak dikkat çekmiştir:

“Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen vasıtasıyla İran Şahıyla temas kurulmuştu. Ayrıca, Kürt sorunu sona erdiği takdirde, BAAS’ın komşularına karşı politikasını değiştirmeye ve Moskova ile olan ilişkilerini kısmaya hazırlıklı olduğu, dolaylı yollardan Amerika’ya duyuruldu.”[13]

Sonuç: Şer İttifakının Sadece Menfaatleri Vardır, Dostları ve Değerleri Yoktur

Gerek ABD ve gerekse İran Şahı Rıza Pehlevi, Irak yönetiminden elde etikleri tavizlere karşılık, Barzani ile yaptıkları anlaşmayı bozmuşlar” ve “Molla Mustafa Barzani’yi satmışlardır”.

Gerek Mesut Barzani ve gerekse Peşmerge Komutanı General Aziz Weysi’nin açıklamalarından Şer ittifakının(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm), Irak’ı, İran ve Rusya safına itmemek için Mesut Barzani’yi sattıkları anlaşılmaktadır.[14]

Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) için gerçek dost yoktur. Menfaat ortaklığı vardır. “Adam satmak” onlar için sıradan işlerdendir. Tarihi süreçte Barzani’lerin başına gelenler, Şer ittifakının ihanetinin belgelendirilmesi ve Şer İttifakının kendi menfaatinden başka hiçbir menfaat düşünmediği gerçeğinin tezahüründen ibarettir.

Şer ittifakının ne kutsalı, ne de değerleri vardır. Sadece menfaatleri vardır. Demokrasiyi ilahlaştıran Batının Türkiye’deki tüm darbeleri planlamış ve desteklemiş olması, tesadüf değildir. İnsan hakları, özgürlükleri ve demokrasi sloganları ile başlattıkları ve “Arap Baharı” adını verdikleri ikinci nesil kadife darbe zincirinde, Mısır’da bekledikleri olmayınca, Sisi darbesini demokrasi zaferi olarak kutlayan ve destekleyen, ikiyüzlü Batıdan başkası değildi.

Analiz edilmesi gereken bir nokta da, İslam coğrafyasında bir kısım insanları, Şer İttifakının kucağına iten nedenler nelerdir?

Mevcut yönetimlerin ve Müslüman halkların bunda bir katkısı var mıdır?

Müslüman coğrafyada hiçbir halk, Batı ile işbirliği yapacak duruma düşmemeli ve de düşürülmemelidir!

O nedenle, “Selahattin Eyyubi’nin torunları bu duruma düşmemeli, düşürülmemeliydi”, diyoruz.

Kendi sorunlarımızı, kendi içimizde, en adil bir şekilde çözmenin usul ve yollarını bulmalıyız, bulmak zorundayız. Türkiye, öncelikle kendi içinde bütünleşmeli sonra da bölgenin bütünleşmesini sağlamalıdır. Bunu sağlayacak strateji ve politikalar üretmeli, buna uygun da bir dil ve üslup kullanmalıdır.

Henüz Vakit Varken!


[1] Tuşalp, E, Zehir Yüklü Bulutlar, Halepçe’den Hakkâri’ye, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, 1990, s. 44-55.

[2] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[3] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[4] A.A. 29.10.2017; http://aa.com.tr/tr/dunya/-ikby-parlamentosunda-gerginlik/951023  Başkan Barzani: ABD'nin gözleri önünde, onun silahlarıyla Kürdistan'a saldırdılar Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/900eb0c2-9249-4329-ae9a-0078adde6fc8

[5] Aziz Weysi: ABD bize ihanet etti, Şiiler topraklarımızı istila etti, Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/b0ef05ff-182d-4f24-a9e8-ad854301 48a1

[6] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[7] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[8] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[9] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[10] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[11] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[12] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[13] Tuşalp, E, a.g.e., s. 44-55.

[14] A.A. 29.10.2017; http://aa.com.tr/tr/dunya/-ikby-parlamentosunda-gerginlik/951023 Başkan Barzani: ABD'nin gözleri önünde, onun silahlarıyla Kürdistan'a saldırdılar Kurdistan24 -Türkçe / 29.10.2017; http://www.kurdistan24.net/tr/news/900eb0c2-9249-4329-ae9a-0078adde6fc8

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...