31 Aralık 2015 Perşembe

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI GÖRMEZ İ LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-1: Diyanet İşleri Başkanı Ne Dedi?

 (Milli Gazete)

Giriş

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, ABD Başkanı Barack Obama nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyeti kabul ettiğinde yaptığı konuşma (1), bazı akademisyenler tarafından şiddetle eleştirilmiş ve sosyal medyada Diyanet İşleri Başkanı Görmez, hakaret uğrayıp linç edilmek istenmiştir (2).

Milli Gazete deki son yazımın seri özelliğinde olmuş olmasından dolayı, Görmez olayını zamanında değerlendirmek mümkün olamamıştır. Geç kalmaktan dolayı özür dilerim. Diyanet işleri Başkanı Görmez in hikmet ve felsefi derinlikli yaptığı genel bir değerlendirmeden bazı çevrelerin bu kadar rahatsızlık duyması, bir şuur altının dışa vurması olayıdır. Laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik saldırı ile yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramıştır. Yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde bu kavramları, özellikle laikliği benimseyen bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Din ve Laiklik kavramlarının anlam alanlarının çarpıtılarak kullanılması, sosyal bir şizofreniye sebebiyet vermiştir. Bu nedenle Din, sekülerlik ve laiklik kavramlarının tartışılmasında fayda vardır.

Bu yazı dizisinde önce Görmez in yaptığı konuşma sonra ona bazı akademisyenlerin verdiği cevaplar değerlendirilecek son olarak da Din, dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşme kavramlarının anlam alanları incelenecektir.

Diyanet İşleri Başkanı Görmez in Konuşması

Diyanet İşleri Başkanı Görmez in ABD Başkanı Barack Obama nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyete yaptığı konuşmada, içinde yaşadığımız coğrafyanın sorunlarının belli bir dinin sorunu olmadığına; bütün insanlığın sorunu olduğuna ve insanların hırs ve öfkelerinin kontrolsüzlüğü ve sınır tanımazlığının ana sorun olduğuna vurgu yaparak meselelere geniş bir pencereden bakılması gerektiğine dikkat çekmiştir (1): Coğrafyamız, bölgemiz çok zor bir süreçten geçiyor. Yaşanan sorunların belirli bir dinin meselesi değil, bütün insanlığın meselesi ve sorunu olarak okunması gerekir. Dünya kuruldu kurulalı bütün insanları yaşatacak zenginlikte olduğu halde maalesef insanlar kendi hırs ve öfkeleriyle dünyayı birbirlerine dar ediyorlar .

Görmez in konuşmasında dikkat çektiği ikinci konu, İnsanın hırs ve ihtirasını kontrol altına alabilecek olanın, dinler olduğu ve yol boyu dinlerin bu amaçla gönderildiğidir. İlahi dinlerin merhamet ve adaleti egemen kılmak için geldiği, fakat insanların dinleri şiddetin ve vahşetin aracı haline getirdikleridir: İlahi dinler, insanoğluna dünyayı daha güzel yönetmesi, barış içerisinde birlikte yaşasınlar, rahmeti, şefkati, adaleti egemen kılsınlar diye geldi. Ama insanlar dinleri de kendilerine dönüştürebiliyorlar. Mahza rahmeti yeryüzüne getiren dinler, şiddetin, vahşetin aracı haline getirilebiliyorlar. Burada dikkat çekilen önemli bir nokta, bu amaçla gelmiş olan dinleri, bir kısım insanların istismar etmesidir Görmez in, üzerinde durduğu üçüncü konu, üç dinin bazı mensuplarının dinlerini ideoloji haline getirip saptırmaya çalışması ile insanlığı savaş ortamına sürüklemiş olmalarıdır: Hz. İsa nın getirdiği rahmet mesajlarından tarihte onlarca defa Haçlı Seferleri çıkarılabildi ve savaşların en büyük motivasyonu haline getirilmesi yine insanların eliyle gerçekleşti. Hz. Musa nın mesajlarının bu coğrafyada Siyonizm eliyle nasıl bir ideolojiye dönüştürüldüğünü hâlâ acı acı görüyoruz.

Son yıllarda DAİŞ, Boko Haram, El-Kâide gibi bir takım örgütler marifetiyle İslam ın rahmet mesajlarının nasıl çarpıtıldığını ve ilahi kitabın, Peygamberin mesajlarını nasıl insanların kendi ideolojilerine alet edebildiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Görmez in üzerinde durduğu dördüncü konu, Hıristiyanlığa bir tepki olarak doğan ve tüm dinleri hayattan dışlayan laik ve seküler düşünceyle ilgili olmuştur. Görmez e göre Sekülerlik, dinlere tepki olarak doğmuş olmasına rağmen çok daha büyük kargaşaya ve savaşlara neden olmuştur: Fransız ihtilâliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekûn bir savaşın içine soktu. İnsanlar da bilimsel keşiflerle atom bombasını düşünebildi. Kimyasal silahları üretti ve tarihteki savaşlarda ölen bütün insanların birkaç katını modern zamanlardaki savaşlarda kaybettik. İki büyük dünya savaşı yaşandı ve şimdi üçüncü dünya savaşından söz ediliyor ve sayın Papa nın ağzından bile böyle bir cümle dökülebiliyor.

Görmez in konuşmasına belli çevrelerin aşırı tepki vermesine neden olan kısım bu kısımdır. Sekülerliğin neden olduğu tahribatı gündeme getirmiş olması, Görmez in sosyal medya üzerinden linç edilmesi şeklinde bir girişimin başlatılmasına sebebiyet vermiştir. Görmez in üzerinde durduğu beşinci konu, İslam coğrafyasında ortaya çıkan terör örgütlerinin (!), sebep değil sonuç olduğudur. Bu örgütlerin ortaya çıkmasının ana nedeni, Küresel Güçlerin   İslam coğrafyasında çatışmaları başlatmaları ve İslam coğrafyasını bir kaosa sürüklemiş olmalarıdır. Bugün Asya-Avrupa-Afrika Üçgeninde yaşananlar, küresel güçlerin iktidar mücadelelerinin sonucudur: Amerika gibi bir ülkede seçimden önce adaylar Müslümanları Amerika ya alacağız, almayacağız tartışması yapabiliyor. Burada hiç bir milletin, din mensubunun suçu birbirine atması doğru değildir. Bu coğrafyada biz çok büyük acılar çekiyoruz. Ama biz bu acıları sadece DAİŞ gibi yahut sonradan ortaya çıkan terör örgütlerinin yaptıklarından çekmiyoruz. Bunların her birisi birer sonuçtur, sebep değildir. Bilhassa coğrafyanın küresel güçlerin çatışma alanı haline gelmesi bütün bunların birinci sebebi olmuştur. Önce Afganistan sonra Irak sonra bütün bu dünyada Bosna, Çeçenistan gibi bölgelerde yapılan savaşların sonunda eğitimden yoksun, şiddetin ve vahşetin gölgesinde yetişen çok sayıda nesiller ortaya çıktı. Yaralı bilinçler ve ölümcül kimlikler çoğaldı.

Görmez in üzerinde durduğu altıncı konu, İslam coğrafyasından Batıya göç eden Müslümanların karşı karşıya kaldıkları muamele ve ötekileştirilme durumudur: Bir taraftan da büyük göçler başladı. Bu göçmenler gittikleri ülkelerde o ülkelere entegre olamadılar ve oralarda kendi gettolarını kurdular. Ötekileştirildiler. Dinlerini öğrenecek imkân bulamadılar. Hatta yanlış yorumlara saptılar. Görmez in üzerinde durduğu yedinci konu, Batıya göç eden ötekileştirilmiş nesillerin çocukları ile İslam coğrafyasında baskı, şiddet, zulüm ve sömürü altında yaşayan gençlerin içinde bulundukları şartlardan dolayı aralarında özel bir bağın meydana gelmesi, bunun da her iki kesimde dışarıya şiddet olarak yansımasıdır:

Göçmen nesillerin dini yanlış öğrenen çocuklarıyla, coğrafyada şiddetin gölgesinde yetişen gençler arasında bir yakınlık oluştu. Dolayısıyla bu nesiller dine bir ideoloji olarak sarılmayı tercih ettiler. Görmez in üzerinde durduğu sekizinci konu, bu iki genç neslin içinde yaşadıkları şartlardan dolayı sahip oldukları psikoloji ve bunun neden olduğu bunalımla dini kurumlar ve bilim müesseselerinin ilgilenmemiş olmasının yanlışlığıdır:

Uzun süre dini kurumlar ve bilim müesseseleri soruna ciddi olarak el atma imkânını bulamadılar. Şimdi topyekûn insanlık olarak bütün bu yaşadığımız sorunların acılarını çekiyoruz. Ben çok umutsuz değilim hep birlikte konuşarak ve değerlendirerek yeni bir dünyayı kurabiliriz. Görmez konuşmasında üzerinde durduğu fakat fazla açmadığı bir konuda Papanın üçüncü dünya savaşından bahsetmiş olmasıdır.

Sonuç: Görmez Bulunduğu Makamın Sorumluluğunu Yerine Getirmiştir

Diyanet işleri Başkanı Görmez in yukarıda yaptığı değerlendirmeler ve yorumlar, genel bir yaklaşım olarak oldukça gerçekçidir. Sadece sonuçlar üzerinde durmamış, mümkün olduğu kadar diploması dilini kullanarak, sorunun ana kaynağına dikkat çekmeye çalışmıştır. Her üç dine atıfta bulunarak istismar edilmelerini dile getirmesi tarafsız bir yaklaşımdır. Siyonizm in ve Sekülerizm in tahribatına yapılan vurgu, belgelerle hem tarihte hem de günümüzde vuku bulan olaylarla teyit edilmektedir. 20. asırda, Mussolini, Hitler Komünizmin en kan dökücü liderleridir. Birinci ve ikinci dünya savaşları Laik-Seküler, Kapitalist dünyanın hâkimiyet mücadelesinin sonucudur.

Laik seküler ABD başkanı Bush un 11 Eylül Provokasyonunun arkasından 21. Asır Haçlı Seferleri Başlatılmıştır tarzında yaptığı ilk açıklama, seküler zihnin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Haçlı Seferleri kavramını kullanmış olması, İslam dünyasına açtığı savaşta Hıristiyanlık ile ortak payda oluşturarak birlikte hareket edebilmek içindir. Yanı istismardır.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda ve bunu, Görmez in Papa bile Üçüncü dünya savaşından bahsedebiliyor deyişi ile birleştirdiğimizde, Görmez in çok kibar bir dil kullanarak gerçekleri dile getirdiğini söyleyebiliriz.

ABD nin Afganistan ve Irak işgallerine atıfta bulunarak bu işgalleri, İslam coğrafyasındaki gençlerin zihin dünyalarındaki savrulmanın ve teröre bulaşmanın ana sebepleri arasında zikretmesi, doğru bir yaklaşımdır. İslam coğrafyasındaki diktatörleri koruyan, besleyen başta ABD olmak üzere Batıdır. Türkiye özelinde meseleye baktığımızda siyasi iktidarlara karşı yapılan tüm darbelerin arkasında ABD vardır.

Görmez, bu konuşmasını Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyete yapmış olmasını dikkate aldığımızda konuşmanın, özel anlamının olduğu ve ABD Başkanına özel bir mesaj göndermek istediği şeklinde de değerlendirilebilir. Çünkü konuşmasında terörün ana kaynaklarından birinin, Afganistan ve Irak işgalleri olduğunu söylemektedir. Oysa Afganistan ve Irak, terör bahane edilerek NATO tarafından işgal edilmişti. Muhtemelen Görmez, muhataplarına kibarca bunu hatırlatmakta, İslam coğrafyasındaki fitne ve fesadın sebepleri arasında genel olarak seküler dünyayı, özel olarak da ABD yi göstermektedir

Diyanet İşleri başkanı Görmez, çok yerinde, doğru ve cesurca bir tavır ortaya koymuş olup Diyanet İşleri Başkanı olarak 3 Al-ı Imran 104. ayetin gereğini yerine getirmiştir. Fitne ve fesadın kol gezdiği bir dünyada fazilet sahibi bir insan olarak 11 Hud 116. Ayetin kendisine yüklediği sorumluluğu gereğini yapmıştır. Bir ilim adamı olarak da 5 Maide 63. Ayetinde kendilerine yüklenen sorumluluğun gereğini yapmışlardır:

Bilgin-yöneticileri (Rabbaniyyun) ve yüksek bilginleri (Ahbar), onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi (5 Maide 63)

Allah Razı Olsun

Kaynaklar

1-http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/diyanet-isleri-baskani-gormez-obama%E2%80%99nin-ozel-temsilcisi-zafer%E2%80%99i-kabul-etti%E2%80%A6/29361 getEnglish=

2- www.sozcu.com.tr/.../diyanet-isleri-baskani-mehmet-gormezin-sozlerine-...İlber Ortaylı dan tepki geldi. abcgazetesi.com/kafa-kesenler-laik-mi-dunyayi-savasa-sekulerizm-sokm... www.gozlemgazetesi.com/.../laik-bir-ulkede-bu-yorum-olur-mu.html

 

25 Aralık 2015 Cuma

FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK DEMEK BÜYÜK ORTADOĞUYU İŞGAL ETMEK İSTEYEN NATO YA ÜSLERİ AÇMAK DEMEK MİDİR - 2

 (Milli Gazete)

 Giriş

Sovyetler birliğinin çöküşünden sonra, NATO’nun devam edip etmemesi, düşman ortadan kalktığı için, üye ülkeler tarafından tartışmaya açılmıştır. NATO’nun varlığının devam edebilmesi için 1995 yılında, dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes, “Batı ve NATO için en ciddi tehlikenin”, ‘İslamcı terörizm’ olduğunu ifade ederek Sovyet sonrası dönem için yeni bir düşman bulmuş ve üye ülkeler tarafından kabul edilmesi sağlanmıştır (1). Bu düşman değişikliğinden sonra NATO’nun çalışma alanı, Büyük Ortadoğu olarak belirlenmiştir.

Burada, NATO’nun Büyük Ortadoğu coğrafyasına gelip yerleşebilmesi için belirlediği strateji ve bu stratejinin, AKP yöneticilerinin 2002’deki “fabrika ayarlarına dönmesi” ile ilgisi tartışılacaktır.

“Yeni NATO Konsepti” ve “Büyük Ortadoğu Coğrafyası”

NATO zirvelerinde NATO’nun kuruluş konsepti yol boyu değiştirilerek son derece esnek bir şekle sokulmuştur (1-6).  Yeni NATO stratejik Konseptinde NATO ülkelerine yönelen tehditler, Avrupa-Atlantik çevresindeki istikrarsızlıklar, ekonomik, sosyal, etnik, mezhebi gerilim ve çatışmalar, yetersiz veya başarısız ihtilallar, insan hakları ihlalleri, devletlerin dağılması, kitle imha silahlarının yayılması, terörizm ve sabotaj gibi tehlikelerdir. 

 24 Ekim 2003’de, Prag’da gerçekleştirilen ‘NATO ve Büyük Ortadoğu’ adlı konferansta, NATO Konseyi Daimi Üyesi R. Nicholas Burns’ün yaptığı ‘Yeni NATO ve Büyük Ortadoğu’ adlı konuşmasında, NATO’nun yeni görev alanının “Büyük Ortadoğu Coğrafyası” olduğunu açıklamıştır: 

“…Hem kavramsal yönelimimizle hem de askeri gücümüzle doğuya ve güneye konuşlanmak zorundayız. NATO’nun geleceğinin doğuda ve güneyde olduğuna inanıyoruz. Bu da Büyük Ortadoğu’dur.” (5)

ABD, Sovyet sonrası dünya hâkimiyeti için öngördüğü “21. Yüzyıl Amerikan Yüzyılı Projesinin (PNAC)” bir alt projesi olan “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında, “22 ülkenin sınırlarının değiştirilebilmesi” için NATO’yu bir araç olarak kullanmak istemektedir. Bu amaçla her fırsatta Büyük Ortadoğu coğrafyasını tehdit unsuru olarak göstermektedir:

“Burns: Krizlere verilecek karşılık ya bir savaş görevi veya bir rehine kurtarma operasyonu ya da Fransa, İspanya, Çek Cumhuriyeti ve Birleşik Devletlere yönelecek tehdidin kaynağı olabilecek Orta ve Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gerçekleştirilecek barış gücü operasyonları şeklinde olacaktır. Söz konusu küresel tehdit Amerikan halkını ve aynı zamanda, NATO içinde yer alan bir süre sonra sayısı yirmi altıya çıkacak olan- on dokuz ülke halkının tamamını da etkileyen en büyük tehdittir. Bu, temel bir değişim işaretidir.” (5)

ABD, Büyük Ortadoğu Projesini en az zayiatla uygulayabilmesi için pek çok ülkeyi, projeye taşeron olarak dâhil etmeye çalışmaktadır. ‘Akdeniz Diyaloğu’ bunlardan biridir:

“Söz konusu Büyük Ortadoğu’daki bu stratejiyle ilgili bir başka boyut ise şudur: NATO 1995 yılından bu yana, İsrail’in yanı sıra Mısır ve Ürdün’le birlikte Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin yer aldığı toplam altı Arap ülkesinin bulunduğu, “Akdeniz Diyaloğu” adıyla anılan bir program geliştirmiştir… (5)”

ABD’nin Mısır’da İsrail karşıtı Müslüman Kardeşler Hareketine karşı, tüm demokrasi, özgürlük ve insan hakları söylemlerinin tersine, Sisi darbesini desteklemesinin sebebi, Mısır’ın “Akdeniz Diyaloğu” içerisinde yer almış olmasıdır.

NATO yukarıda hedeflediği alana girebilmek için gerekli alt yapı çalışmalarını yapmakta bu coğrafyada krizler çıkarmakta, kaos meydana getirmekte; sonra da bunu müdahale gerekçesi yapmaktadır. Dün El Kaideyi icat edip Afganistan ve Irak’ı işgal eden ABD, bugün DAEŞ(İŞİD)’i icad edip Irak, Suriye ve Türkiye’yi bölmek istemektedir. Türkiye ile İŞİD arasında ilişki kurulmasının(!), MİT Tırlarının iki de bir gündeme getirilmesinin, İŞİD’e karşı mücadelenin Esed’e karşı mücadeleden öne çekilmesinin ve bu mücadelenin 10 yıl süreceğinin söylenmesinin, PYD’nin stratejik ortak seçilmesinin sebebi, ana hedefin Türkiye olmuş olmasından dolayıdır. Büyüyen bir Türkiye, Bölgesel bir güç olmak isteyen Türkiye istenmemektedir. Hele Türkiye’nin eksen değiştirmesine hiç tahammülleri yoktur.

2006 yılında ABD’nin düşünce üretim merkezi CSIS’de (Center for Strategic and International Studies) ‘Tarafsız Akıllı Güç Komisyonu’ (Comission on Smart Power) kurulmuş ve bu komisyon ‘Daha Akıllı, Daha Güvenli Amerika’ (A Smarter More Secure America) adlı bir rapor hazırlamıştır. Raporda, ABD’nin küresel imparatorluğu için alınması gereken önlemlere ve izlenmesi gereken politikalara ve Stratejilere yer verilmektedir (7, 8, 9). ABD, 2006 yılından itibaren “akıllı güç” dediği, “sert güçle” “yumuşak gücü” birlikte kullanmayı benimsemiştir. Yeri geldiğinde yumuşak güç, yeri geldiğinde sert güç kullanmaktadır. ABD, ‘Yumuşak güç’, kullanarak kendi menfaatine olanı, müttefiklerin menfaatine imiş gibi sunup kabul ettirmeye çalışmaktadır. Kabul etmeyenlere de, sert gücünü göstermektedir. Bu şekilde liderliğini sürdürmek, rakiplerini tasfiye etmek istemektedir (7, 10). Eğer bunun için “Hükümetlerle dayanışma içerisine girilemez ise halklar hedef alınıp halkların desteği sağlanmaktadır” (11).

Taksim Kadife Darbe sürecine, 1 Kasım sonrası AKP yöneticilerinin söylemlerindeki 180 derecelik dönüşüme ve Rus uçağının düşürülmesine bu açıdan bakılmalıdır. 

 “Fabrika Ayarlarına Dönmek”

Başbakan Erdoğan, 25 Ocak 2013 tarihinde Kanal 24’teki bir programda, AB ile ilgili şikâyetlerini dile getirerek Putin’e, ‘Alın bizi Şangay Beşlisine, AB’yi unutalım’ şeklinde bir teklifte bulunduğunu beyan etmiştir. Bu, Türkiye’nin yeni bir eksende konumlanması manasına gelmektedir. Taksim Kadife Darbe Sürecinin, bu ve benzeri açıklamalardan sonra başlatıldığını göz önüne aldığımızda; HDP operasyonu ile AKP’nin, 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olması engellenmiştir. NATO operasyonu ile Rus uçağı düşürülerek Türkiye ile Rusya karşı karşıya getirilerek ŞİO’nun NATO’ya alternatif olması ortadan kaldırılmıştır. 

 Şubat 2011’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘’NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez’’ (12) derken, gerçeği görmüş ve gerçeği söylemiştir. Ancak “konuşulamayacağı” söylenilen harekâta Türkiye, hangi kapsamda olursa olsun katılmış; NATO’nun Libya’ya müdahalesini meşrulaştırmış, böylelikle “yeni konsepte” uygun olarak NATO, Libya üzerinden Büyük Ortadoğu coğrafyasına girmeyi başarmıştır.

Dün NATO’nun ne işe var Libya’da diye sorgulama yaparken; bugün, ABD’nin, NATO’nun, Rusya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, ne işi var Suriye’de? Diye sorgulama yapmamız gerekmez mi?

Dün, haklı olarak “NATO’nun Libya’da ne işi var” denirken; bugün, Suriye’ye davet edilmesi ve bunun için tüm üslerin ve hava alanlarının açılması, AKP yönetiminin 2002 fabrika ayarlarına dönmesi manasına gelmektedir. Çünkü:

‘’Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 25.06.2004, Bugün sadece Avrupa demokrasilerini korumuş, savunmayı müşterek bir çaba haline getirmiş bir ittifaktan bahsetmiyoruz. Aynı zamanda Avrupa bütünleşmesinin yolunu açmış, Balkanlara istikrar getirmiş, farklı bir kıtadaki Afganistan’ın istikrar ve güvenliğine destek olan bir NATO’dan söz etmekteyiz. Bugün Kuzey Afrika’dan Avrasya’ya kadar geniş bir ortaklık ağına sahip, tüm ortakları meyanında Akdenizli ortaklarıyla kurduğu diyaloğu güçlendirmek isteyen, Ortadoğu ülkelerine işbirliği elini uzatan, Rusya ve Ukrayna ile özel ilişkiler geliştiren bir ittifaktan bahsetmekteyiz. Diğer bir deyişle, hür Avrupa’yı topyekûn bir askeri saldırıya karşı savunmak amacıyla kurulan ittifakımız, stratejik bakışını temelde Avrasya ve Ortadoğu’nun tümüne genişleten bir ortak güvenlik örgütü haline gelmektedir. NATO artık kendini yenilemiş bir örgüttür. Bu haliyle NATO, transatlantik camianın 21. yüzyılın getirdiği yenilik ve fırsatların karşısına birlikte çıkma iradesini de ortaya koymaktadır. Eğer önceki kuşağın değerleri tarihteki bu en başarılı ittifakı kurmamış olsalardı, hepimizin yakın tarihi farklı bir şekilde yazılırdı. Bugün elimizde bir NATO ittifakı olmasaydı, şimdi bunu kurmak öncelikli bir iştigal alanımız olurdu.’’ (13).

Sonuç: NATO Üslerinin Kapatılması için Gönüllü Kuruluşlar Harekete Geçmelidir

Türkiye devleti başta ABD olmak üzere Şer ittifakının yoğun baskısı altındadır. AKP yöneticileri, bu yoğun baskının altında “2002 fabrika ayarlarına dönmek” zorunda kalmışlardır. Türkiye’yi bu baskıdan ve bu baskının neden olabileceği zararlardan kurtaracak olan, zararları minimize edecek olan toplumsal muhalefet, toplumsal direniş hareketidir. Tüm yabancı işgalci güçler, bu coğrafyadan def olup gidene kadar, sivil bir mücadele, sivil bir direniş başlatmak zorundadır, gönüllü kuruluşlar.

Henüz Vakit Varken!

Kaynaklar

1-  Yaman, D.,  Nato’nun Yeni Görevi: ‘Terörizmle Mücadele’ ve Bu Eksende

Atılan Adımlar, Uluslararası Hukuk ve Politika Cilt 2, No: 7 ss.41-53, 2006.

2- Erol Bilbilik, NATO Zirvesi ve İstanbul Zirvesi ve Genişletilmiş Ortadoğu Stratejisi, İstanbul, Otopsi Yayınları 2004, s: 30-35.

3- Peksarı, D. G., NARO’NUN Değişen Konsepti, Yüskek Lisans Tezi, Kırıkkale Üniversitesi, Kırıkkale, 2006 S: 40-60.

4- Naumann K., NATO Yeni Karar Zamanı, NATO Review, Yaz 2002, S:1-6

5- Burns, R. N., Yeni NATO Ve Büyük Ortadoğu 24 Ekim, 2003

6- Özertem H.S., Rusya NATO ilişkileri, Analist dergisi Sayı 17, Temmuz 2012, S: 42-45

7- Köymen, F.,Yumuşak Güç ve AKP’nin İkilemi, NPQ, çilt 7, Sayı 1, 2005 S:28-29

8- Richard L. Armitage, Joseph S. Nye, Jr. et all, CSIS Commıssıon On Smart Power, A smarter, more secure America, 2007.

 9- Eslen,N., “ Küresel Üstünlük Kurmak için yeni Konsept: Akıllı Güç”, Radikal, 18.1.2009

10- Richard L. Armitage- Joseph S. Nye Jr. (The Washıngton Post) 11 Eylül Travmasından Çıkma Zamanı, Radikal 10.12.2007

11- Yıldızoğlu, E., Dikkat ‘Akıllı Güç’ Geliyor Cumhuriyet 19.01.2009

12- Erdoğan, R.T. , ‘NATO’nun Libya’da Ne İşi Var’,  NTV, 28.02.2011

13- Erdoğan,R.T.,: “Nato’nun Açık Kapı Politikası Devam Etmelidir. Bu, Tercihten Ziyade Zorunluluktur.” AK Parti 25.06.2004

http://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-erdogan-natonun-acik-kapi-politikasi-devam-etmelidir-bu-tercihten-/2814#1

 

18 Aralık 2015 Cuma

FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK DEMEK NATO ÜSLERİNİ AÇMAK DEMEK MİDİR?-1

 (Milli Gazete)

Giriş

Burada, “Türkiye NATO toprağıdır” denerek(1) tüm NATO üslerinin açılması ve diğer hava alanlarının NATO kullanımına sunulmasının AKP’nin 2002’deki “fabrika ayarlarına dönmesi” ile ilgili olup olmadığı ele alınacaktır. Ancak öncelikle NATO’nun “yeni konseptinin” ve bunun “Büyük Ortadoğu Coğrafyası” ile ilişkisinin hatırlanmasında fayda vardır

“Yeni NATO Konsepti”

NATO, 1949 yılında kurulduğunda, ABD, üç temel amacı öngörmüştür: Birincisi, Sovyetlerin komünizmi yaymasına mani olmak; ikincisi, Amerika’nın Avrupa’da siyasi bir aktör olarak varlığını devam etmesini sağlamak ve üçüncüsü de Almanya’yı kontrol altında tutmak(2).

ABD, soğuk savaşı fırsat olarak kullanıp, kendi değerlerini üye ülkelere ve dünyaya yaymıştır. NATO’nun en büyük tahribatı, pakt içinde ki ülkelerin askeri personelini, zihinsel olarak ifsat edip kendi halkına yabancılaştırması olmuştur.

  1989 yılında, Soğuk Savaş sona ermiş; 1991 yılında da, Sovyetler Birliği dağılarak Batı için tehdit olmaktan çıkmıştır. Buna rağmen, ABD, ısrarla NATO’nun varlığını devam ettirmesini, hatta genişletilmesini istemiştir. 1990 yılında yapılan Londra Zirvesi’nde, NATO’nun varlığını sürdürmesi kararı alınmış ve bunun için 1949 yılında ortaya konmuş olan kuruluş amacı (diğer devletlerden gelecek saldırılar), genişletilerek değiştirilmiştir. NATO’nun “yeni güvenlik kavramı”, ‘uluslararası istikrarsızlık’, ‘göç dalgası tehlikesi’ ve ‘uyuşturucu ticaretine karşı önlemler’ alınması şeklinde belirlenmiştir(3). Londra Zirvesi’nde, ‘uluslararası güvenliği tehdit eden’, ‘uluslararası istikrarsızlığa’ neden olan unsurlar tabiri ile çok esnek bir tanımlama yapılarak NATO’ya hareket elastikiyeti kazandırılmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile NATO ülkelerine yönelebilecek tehditle ilgili ortaya çıkan belirsizlik, NATO’nun hem varlığını hem de genişlemesini anlamsız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için, 1995 yılında, dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes, Batı ve NATO için en ciddi tehlikenin, ‘İslamcı terörizm’ olduğunu ifade ederek NATO için aranan düşmanı bulmuştur(4).

1999 Washington Zirvesi’nde NATO Stratejik Konsept’i; “İttifakın, ortak çıkarlarına yönelik olarak oluşabilecek yeni tehditlerin (bölgesel çatışmalar, kitle imha silahları ve terörizm gibi ulus ötesi tehditler) önlenebilmesi için yeni görevler üstlenebilmesi ve bu amaçla savunma kabiliyetlerini geliştirilmesinin gerekliliği”, olarak kabul edilmiştir(4). ABD, 2001 yılında, “11 Eylül” diye anılan, ABD derin devletinin derin provokasyonu olan saldırı ile birlikte terörizmin, ciddi bir ulusal ve uluslararası güvenlik sorunu ve tehdidi olduğunu üye ülkelere kabul ettirmiştir. Bunun sonucunda NATO müttefikleri, 3 Ekim 2001 tarihinde terörizmle mücadelede konusunda bir dizi karar almışlardır. 

“Kartal Yardımı Operasyonu” (9 Ekim 2001–16 Mayıs 2002) ile Afganistan işgal edilmiştir. “Aktif Çaba Operasyonu” ( 26 Ekim 2001) ile Akdeniz’deki denizcilik faaliyetleri kontrol edilmeye başlanmıştır. Bu operasyonun görev alanı, 10 Mart 2003’de Cebelitarık Boğazı’ndan geçişler ve Mart 2004’de Akdeniz’in tamamını kapsayacak şeklide genişletilmiştir(4).

Terörizm, 21-22 Kasım 2002 Prag Zirvesi’nde stratejik bir tehdit olarak üyeler tarafından kabul edilmiştir. Böylelikle yeni NATO’ya, sadece savunma temelli bir misyon yüklenmemiş, aynı zamanda, terörizmle mücadele gibi yeni tehditlere karşı, ihtiyaç duyulan her yerde görev alabilecek bir fonksiyon da yüklenmiştir. Prag Zirvesi ile birlikte başlatılan yeniden yapılanma sürecinde, terörle mücadeleye yönelik olarak müttefikler, “yeni tehditlerle mücadele edebilecek şekilde kabiliyetlerini geliştireceklerine dair siyası bir taahhütte (PYT) bulunmuşlardır”(4).

ABD’nin amacı, NATO’yu küresel bir güç haline getirerek yeni düzenlemelerle, müttefik güçleri daha aktif, daha hızlı hareket edebilen bir yapıya kavuşturup, onlara bazı külfetleri ve sorumlulukları yıkma ve onları birer Truva atı olarak kullanmaktır.  Bu sebeple 2002’de, NATO Askeri Komitesi Başkanı General Naumann, NATO’nun yeni döneme ilişkin fonksiyonunu, “küresel bir ittifak”  olarak tanımlamıştır(5). Nitekim,  Prag zirvesinde kabul edilen ‘Sivil Olağanüstü Hal Eylem Planı’ ile terörizmle mücadele edebilecek ‘acil müdahale kuvvetinin kurulması’, ilk kez seslendirilmiştir. Dönemin (2003) NATO Konseyi Daimi Üyesi Nicholas Burns’a göre “eski NATO ölmüştür yeni NATO, ‘şerif ve istekliler koalisyonundan’ oluşmalıdır”(6).

2004 Mart’ında, 7 Doğu Avrupa ülkesinin NATO’ya dâhil edilmesi ile birlikte, Baltık Denizi’nde NATO üssünün kurulması öngörülmüş, füze savunma sistemlerinin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. 27–28 Haziran 2004’de yapılan NATO İstanbul Zirvesi’nde, Kafkasya ülkeleriyle ilişkileri artırma (Yoğunlaştırılmış Diyalog) kararı alınmıştır. Bu zirvede, Gürcistan, Azerbaycan ve Özbekistan’ın NATO ittifakıyla “Bireysel Ortaklık Harekât Planı” geliştirme isteklerine de onay verilmiştir(7).

NATO’nun Bükreş Zirvesi’nde (Nisan 2008), Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınacağı açıklanmıştır. NATO Strazburg (Nisan 2009), Lizbon (Kasım 2010) ve Chicago zirvelerinde de Gürcistan’ın üye yapılacağı tekrarlanmıştır. 2010 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da gerçekleştirilen zirvede, NATO’nun füze savunma sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi kararı alınarak Türkiye ile Rusya karşı karşıya getirilmiştir.

Lizbon zirvesine kadar NATO’nun amacı, müttefiklerine yönelik tehditlere karşı bir koruma göreviydi. Ancak, Lizbon zirvesinde, NATO’nun dünyadaki kriz bölgelerine(!) müdahale etmesine karar verilerek hukuki bir altyapı meydana getirilmiştir. NATO “Stratejik Kavram’ının 20. Maddesi’nde, NATO’nun sınırlarının ötesinde ortaya çıkan/çıkabilecek risklerin, ittifak üyelerine doğrudan tehdit oluşturabileceğini ve NATO’nun bu nedenle muhtemel krizlere, çatışmalara ve çatışma sonrası istikrarın sağlanması bağlamındaki çabalara müdahil olacağı” belirtilmektedir(7). Bu zirvede siber saldırı konusunun da, NATO tarafından tehdit olarak algılanması kabul edilmiştir.

20-21 Mayıs 2012’de yapılan Chicago Zirvesi’nde Füze Savunma Sisteminin Malatya Kürecik’te kurulması kabul edilmiştir(2).

“Yeni NATO Ve Büyük Ortadoğu”

24 Ekim 2003’ Prag’da gerçekleştirilen ‘NATO ve Büyük Ortadoğu’ adlı konferansta, NATO Konseyi Daimi Üyesi R. Nicholas Burns’ün yaptığı ‘Yeni NATO ve Büyük Ortadoğu’ adlı konuşmasında, NATO’nun yeni görev alanının, “Büyük Ortadoğu Coğrafyası” olduğunu ve NATO ülkelerine asıl tehdidin bu coğrafyadan geleceğini ifade etmiştir(6). Bu yaklaşımla ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’ni en az zayiatla uygulayabilmek için pek çok ülkeyi projeye, “Kaostan Kaynaklanan Düzen Projesi” kapsamında, “taşeron olarak” dahil etmeye çalışmaktadır. ‘Akdeniz Diyalogu’ bunlardan biridir. Bunun yanı sıra Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin taşeron olarak NATO’ya hizmet etmeleri öngörülmektedir(6). Aralık 2015’de Karadağ NATO’nun 29. üyesi olmaya davet edilmiştir(8).

Sonuç: Gönüllü Kuruluşlar ve Türkiye’deki NATO Üsleri

İslam, 1995 yılında, NATO tarafından “düşman ve tehdit” olarak ilan edilmiştir. 2003 yılından itibaren her fırsatta NATO, Büyük Ortadoğu’da konuşlanmaya çalışmaktadır. NATO’da yapılan tüm değişikliklerle, ABD, NATO aracılığıyla İslam coğrafyasını parçalayıp işgal etmek istemektedir. Bu niyet, bütün çıplaklığı ile ortada dururken NATO’nun Irak-Suriye hattına müdahil olmasını istemek, üsleri ve hava alanlarını açmak, 21. asır seküler Haçlı Seferleri’ne yardımcı olmak demektir. Rahmetli Özal’ın Irak’taki göç dalgasını bahane ederek NATO’yu göreve çağırması ile Türkiye’ye gelip yerleşen Çekiç Güç, hem PKK’nın hem de Kuzey Irak’ın bugünkü şeklini almasının temellerini atmıştır. Aynı deneyimi tekrar yaşamak büyük bir hata olur.

PKK-PYD-İŞİD, ABD-AB-NATO-İsrail-İngiltere koruması altında büyümüş, bölgenin başına bela olmuşlardır. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, kesin bir dille, Musul –Başika Kampı’na gönderilen askerlerimiz, “çekilmeyecek” dedikten sonra, ABD’nin müdahale etmesi ile askerimizin geri çekilmeye başlaması, ABD’nin Türkiye’ye ihanetinden başka bir şey değildir.

ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in, “Türk askerleri, Irak topraklarına Bağdat’ın rızası alınmadan girdi. Türkiye ve Irak’ın diyalogu artırıp gerilimi düşürmesi, şu anda her zamankinden daha önemlidir. ABD, Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı duyuyor. Türkiye’den de aynısını bekliyoruz” demesi, tam bir iki yüzlülüktür(10).

ABD dost değil düşmandır ve Türkiye ve İslam dünyasına ihanet içerisindedir.

NATO, Türkiye ile Suriye-İran ittifakını savaşa sokarak, savaşı da bir mezhep savaşına dönüştürerek, bölgede Sünni-Şii eksenli derin bir fay hattı oluşturmak istemektedir. Suud önderliğinde kurulan ve İran’ı dışta tutan “Teröre Karşı İslam İttifakı” kurulması, “İslam’ın İslam’la savaşından” başka bir sonuç doğurmayacak, bölgeyi mezhep eksenli bir savaşa hızla sürükleyecektir. NATO Genel Sekreteri, Stoltenberg’ın (08.12.2015) konuşması, bunu doğrulamaktadır:

“Suriye’deki çatışma, Batı ve İslam dünyası arasındaki bir savaş değil, radikalizm ve terörizme karşı savaştır. Bu savaşta Müslümanlar ön cephede.  Kurbanların çoğu Müslüman ve IŞİD’e karşı savaşanların çoğu da Müslüman. Bu mücadeleyi onlar için yürütemeyiz. Bu, koalisyonun ve NATO müttefiklerinin gündeminde yok. ABD’nin sınırlı sayıda özel kuvvetleri var.

Ön planda olan şey ise, yerel güçleri kuvvetlendirmek. Bu kolay değil ama tek seçenek bu”(9).

Türkiye vekâlet savaşlarının bir unsuru olmamalı; bölge ülkeleri ile onurlu bir barış ortamı sağlamalıdır. Türkiye’nin böyle bir gücü hâlâ daha vardır. Bu gücü harekete geçirecek olan mekanizma, gönüllü kuruluşlardır. Bu nedenle tüm gönüllü kuruluşların sorumluluk üstlenmesi, duygusal davranmaması, NATO, Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya ve Çin’in bölgeyi terk etmesi için hem toplumsal şuuru hem de ümmet şuurunu harekete geçirmesi gerekmektedir. Türkiye, Suud, Mısır ve İran’ın uyguladıkları politikaları tekrar gözden geçirmeleri için gönüllü kuruluşlar sorumluluk üstlenmelidir.

NATO üsleri kapansın.

Yabancılar bölgeyi terk etsin.

Kaynaklar

1- Anadolu Ajansı 22.11.2012; http://aa.com.tr/tr/politika/tsk-karar-verecek/306568

2-Özertem H.S., Rusya NATO ilişkileri, Analist dergisi Sayı 17, Temmuz 2012, S: 42-45

3-Akalın, C., ‘NATO (Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü) Yayıldıkça Krize mi Sürükleniyor?’, Jeopolitik, Yıl: 3,     Sayı: 11, Yaz 2004, s. 88

4-  YAMAN, D.,  Nato’nun Yeni Görevi: ‘Terörizmle Mücadele’ ve Bu Eksende

Atılan Adımlar, Uluslararası Hukuk ve Politika Cilt 2, No: 7 ss.41-53, 2006

5- Naumann K., NATO Yeni Karar Zamanı, NATO Review, Yaz 2002, S:1-6

6- Burns, R. N., Yeni NATO Ve Büyük Ortadoğu 24 Ekim, 2003

7- Güner, Ö., Gürcistan’ın NATO Bilmecesi ve Rusya,  Analist dergisi,  Sayı 17, Temmuz 2012, s: 46-47.

8-http://www.ihlassondakika.com/dunya/nato-genel-sekrateri-stoltenberg-bu-islam-bati-savasi-degil-716558

9-Milliyet 08.12.2015 http://www.milliyet.com.tr/nato-hiristiyanlar-kulubu-mu-oldu-/dunya/detay/2159978/default.htm

10- http://www.sozcu.com.tr/2015/dunya/joe-bidenden-turkiye-cekilsin-cagrisi-1010637/ 

 

10 Aralık 2015 Perşembe

Fabrika ayarlarına dönmek demek Avrupa halkı olmak ve Model Ortak olmak demek midir?

(Milli Gazete)

"Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela…

Hani, tauna da züldür bu rezil istila!

….

Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz

Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz.”

Mehmet Akif Ersoy

Giriş

AKP yöneticileri, kendileri tarafından Taksim Kadife Darbesine destek verdikleri için “Faiz Lobisi”, “üst akıl” diyerek suçladıkları ABD, AB, İngiltere, Fransa, Almanya ve NATO yöneticileri değilmiş ve bu süreçte aramızda hiçbir şey olmamış gibi bir havaya bürünmüşlerdir, Neden?

Rus uçağı düşürülmeden önce ABD’ye NATO üsleri açılıyor ve 2 yıldır sürüncemede bırakılan Çin Füze ihalesi anı bir kararla iptal edilip Türkiye’nin milli bir füze yapacağı topluma servis ediliyor, ardından İtalya-Fransa’dan Füze alımı için girişimlerde bulunuluyor, Neden?

G-20 toplantısında, 2009 yılından 2015 yılına kadar her aşamada Türkiye’ye ihanet etmiş olmasına rağmen “ABD ile Model ortak olduğumuz” ilan ediliyor, Neden?

Ardından “can ciğer kuzu sarması” olduğumuz Rusya’nın uçağı, angajman kuralları ihlali gerekçesiyle düşürülüyor. Türkiye, Rusya’nın işgaline maruz kalacak havası oluşturularak ABD’ye, NATO’ya Türkiye’deki bütün NATO üsleri ve diğer hava alanları açılıyor, Neden?

Birden bire ABD, AB, NATO en büyük dost, müttefik, stratejik ortak ve model ortak olmuş ve Bizim de “Avrupa halkı” ve “Avrupa Ailesinden” olduğumuz söylenmeye başlanmış, Neden? 7 Haziran 2015 seçim sonuçları, AKP yönetici kadrolarının kullandığı dil ve söylemlerde çok ciddi değişiklikler meydana getirmiştir.

Burada, bu değişimin AKP’nin 2002’deki “fabrika ayarlarına dönmesi” ile ilgili olup olmadığı ele alınıp değerlendirilecektir.

“Fabrika Ayarlarına Dönmek” Demek ABD ile Model Ortak Olmak Demek midir?

Antalya’da yapılan (15.11.2015)  G-20 toplantısında, ABD başkanı Obama ile birlikte yapılan görüşme sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Koalisyon güçleri noktasında bundan sonraki süreçte atacağımız adımları değerlendirme fırsatı bulduk. Model ortaklar olarak, stratejik ortak olarak bundan sonraki süreçte de dayanışmamızı dünya barışına bir katkıda bulunmak için kararlılıkla devam ettireceğiz” (1) demiştir. (Model Ortaklık için 2 ve 3 nolu kaynaklara bakınız)

ABD’nin 2009 yılında Türkiye’ye dikte ettiği Model Ortaklık belgesinde zikredilen ana unsurlarla ilgili 2009 yılından bugüne Türkiye ile ABD ortak her hangi bir yolu kat etmiş değillerdir. “Güçlü azınlık haklarının tanınması ve imkânlardan toplumun bütününün yararlanması,” “Heybeli ada Ruhban Okulunun açılması”, “Kürt Sorununun Çözülmesi”, “PKK ve daha başka teröre karşı birlikte mücadele”, “Hukuk devletine sürekli bağlılığın sağlanması” konularında çözümsüzlüğü öngörmüş, Model ortak olarak çözüm sürecini PKK’nin “Kıra Dayalı Şehir Gerillasına” geçmesini sağlamış, Oslo görüşmelerini yayınlayarak MİT müsteşarı ile Başbakanı suçlu konuma sokup tutuklatmak istemiştir. PKK’yi silahlandırmış, Kandil’e yapılacak tüm operasyonları (İncirlik Üssü ABD’ye verildikten sonraki süreç hariç) engellemiştir.

“Irak’ın, Afganistan ve Pakistan’ın uzun zaman diliminde istikrara kavuşturulması ve geliştirilmesi”, “Rusya, Ermenistan ve Yunanistan’la ilişkiler”, “Hazar enerji kaynakları için Güney koridor yollarının geliştirilmesi”, “İsrail-Filistin barışının tesis edilmesi”, “Kafkasya ve Kıbrıs’ta dondurulmuş olan ihtilaflar”, “Rusya’nın Karadeniz ve Kafkaslarla ilgili iddiaları”, konularında Türkiye’nin menfaatine olan hiçbir çalışmada bulunmamıştır.

Tam tersine Türkiye’nin aleyhine olacak tarzda Libya-Mısır-Suriye-Irak-Yemen-Somali düzleminde istikrarsızlığı artıracak çalışmalar yaparak Türkiye’yi Genişletilmiş Ortadoğu coğrafyasından tecrit etmek ve yalnızlaştırmak istemiştir. İsrail’in yaptığı katliamlarda, İsrail’in yanında yer almış, Türkiye’nin tezlerine karşı çıkmıştır. Kıbrıs ve Ermenistan meselelerinde Türkiye’ye destek vermemiş tam tersine aleyhine çalışmıştır.

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında 22 ülkenin sınırlarının değiştirileceğine, bu ülkelerdeki enerji ve maden kaynaklarına el konacağına ve İsrail’in güvenliğinin ne pahasına olursa olsun korunacağına ilişkin gizli maddeler, Türkiye’den gizlenerek Türkiye aldatılmıştır. Büyük İsrail Projesi kapsamında Irak, Suriye, Mısır, Libya ve Ürdün’ün bölünmesi öngörülmüş, Türkiye’nin Model ortağı ABD, bu kapsamda Irak, Suriye, Libya, Yemen, Sudan’ın fiilen bölünmesine yardımcı olmuş; Mısır’da ise Türkiye’ye rağmen Sisi Darbesinin yanında yer almıştır. Irak ve Suriye’de Türkiye’nin bütün tezlerine karşı çıkarak Türkiye’nin elini kolunu bağlamıştır.

Türkiye’nin bir terör örgütü kabul ettiği PKK, PYD, YPG’ye destek vermiş ve Suriye’de PYD’yi stratejik ortak olarak ilan edip silah yardımında bulunmuştur. Ayrıca Suriye’de Türkiye’nin tezlerinden ziyade Rusya’nın tezlerini desteklemiştir. PKK, PYD, İŞİD ve Esed yönetimiyle işbirliği içerisindedir. Şimdilik Esed’in gitmesini istememektedir. Suriye’den Türkiye’ye gelen göç dalgası ile ilgili hiçbir sorumluluk üstlenmemekte ve de Türkiye’ye yardım etmemektedir. İslam coğrafyasında “Kaostan Kaynaklanan Düzen” ve “İslam’ın İslam’la Savaştırılması” projelerini fiilen uygulama sahasına sokarak Türkiye’yi yalnızlaştırmıştır.

Model Ortak olarak ABD, Taksim Kadife Darbe sürecini fiilen başlatmış ve yönetmiştir. Seçimle iş başına gelen bir başbakanı diktatör olarak ilan etmiştir. Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile hem Türkiye’ye hem de siyasi iktidara tuzak kurmuştur. Gülen Hareketi içerisine sızarak hareketi yanlış yönlendirmiş, saptırmış, Gülen hareketinin şahsında tüm cemaatleri ve birçok temel kavramı töhmet altına bırakmıştır. Bu şekilde yaklaşık iki yıllık bir dönemde Türkiye’yi kendi içine kapatmıştır. Türkiye’ye karşı sosyolojik savaş yürütmektedir.

Türkiye’nin füze ihalesini yaklaşık iki yıldan beri engellemiş sonunda da Çin ile yapılan ihalenin iptalini sağlamıştır. Füze kalkanı meselesinde Türkiye’ye ihanet etmiş; Patriotların alıp götürülmesine ses çıkarmamıştır. ABD, Türkiye’ye çektiği operasyonlar sonucu, gelip Türkiye’deki NATO üstlerine yeniden yerleşmiştir. ABD’nin Türkiye’deki NATO üstlerine yoğun bir şekilde yerleşmesi, Rusya ve Çin’in Suriye’ye gelip yerleşmesine imkân vermiştir. Şer ittifakı (ABD, Fransa-İsrail-İngiltere) ve Rusya, birlikte Müslüman bir halkı fiilen katletmektedir.

Angajman kurallarını ihlal eden Rus Savaş uçağının düşürülmesi karşısında ABD’nin verdiği tepkiler, suya sabuna dokunmama anlamındadır.

Bütün bunlara rağmen 7 Haziran -1 Kasım 2015 sürecinde ne oldu da ABD tekrar “Model ortak” oldu. ABD’yi Model Ortak kabul etmek demek, 2002 “fabrika ayarlarına dönmek” demek midir?

“Fabrika Ayarlarına Dönmek” Demek “Avrupa Halkı”, Avrupa Ailesi”, Olmak Demek midir?

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kasım 2015 AB-Türkiye Zirvesi’nin açılışında yaptığı konuşmada, “Avrupa halkı” ve “Avrupa ailesi” olduğumuzu ifade etmiştir:

“ Ankara’dan çok açık ve net bir mesaj vermek istiyorum, biz bir Avrupa halkıyız. kıtanın kaderi hepimizin kaderidir, hepimizin ortak konusudur. Türkiye bu konuda elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdır… Bizler Avrupa ailesinin bir üyesi olmak istiyoruz. Bir aile mensubu olarak da sizleri temin ederim ki Türkiye aileye daima olumlu bir katkıda bulunacaktır… “ Bu bize şunu gösteriyor, sizler, hepiniz, bir aile olarak Türkiye’yi de ailenin bir mensubu olarak görüyorsunuz ve Türkiye’nin geleceğine dikkatle bakıyorsunuz… Bu aslında yeni bir başlangıç değil uzun süredir devam eden bir sürecin tekrar canlandırılması. Avrupa hepimizin ortak evidir.” (4)

Tarih boyu, İslam’a ve Müslümanlara savaş açmış, Batı Kültür ve medeniyeti halkları ile aynı halk olmak, aynı aileden olmak ve onların başarısı için çalışmak ve bu noktada onlara güvence vermek nasıl mümkün olmaktadır? Uzağa gitmeyelim 1. Cihan savaşından buyana İslam coğrafyasında dökülen her kanda parmağı olan AB ülkeleri değil midir? Cezayir’de, Fas’ta, Tunus’ta, Libya’da, Mali’de, Çad’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da kan dökenler, İslam coğrafyasının tüm zenginliklerini gasp edenlerle aynı halktan, aynı aileden olmak mümkün müdür? Bunu kendilerinin bilmemesi mümkün mü? Öyleyse Neden?

Sonuç: 7 Haziran -1 Kasım 2015 Sürecinde Ne Oldu?!!!

Dönemin Başbakanı Erdoğan, 25 Ocak 2013 tarihinde Kanal 24’teki bir programda, AB ile ilgili şikâyetlerini dile getirerek Putin’e, ‘Alın bizi Şangay Beşlisine, AB’yi unutalım’ şeklinde bir teklifte bulunduğunu beyan etmişti. Şimdi ne oldu da, ŞİO’dan NATO’ya ve AB’ye çok keskin bir dönüş yapıldı?

7 Haziran -1 Kasım 2015 sürecinde ne oldu da ABD “Model ortak” ve AB ailemiz oldu?

2002 “fabrika ayarlarına dönmek” demek yeniden ABD, NATO ve AB çizgisine girmek demek midir?

Biz ne ŞİO, ne NATO, ne ABD ve ne de AB’yi benimsemeyecek; onlara karşı mücadelemize daha şiddetli bir şekilde devam edeceğiz.

 Ve biz, “Avrupa ailesinden” olmadık ve de olmayacağız. Çünkü Allah, Allah’a ve Resulu Babası Nuh’a isyan eden Nuh’un oğlunu aileden kabul etmemiştir:

 “Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: «Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va’din de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.»

Dedi ki: «Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.»” (11 Hud 45-46).

Kaynaklar

1- ‘Uluslar arası Terörizm Çok Keskin Karşılık Bulacaktır’, Anadolu Ajansı 15.11.2015

http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/uluslararasi-terorizm-cok-keskin-karsilik-bulacaktir/473794.

2-Can, B., ABD’nin yığınla ihanetine rağmen hâlâ TÜRKİYE ile ABD “Model Ortak mı”?, Milli Gazete; 20.11.2015, 27.11.2015, 4.12.2015,

3-Can, B., ABD’nin yığınla ihanetine rağmen hâlâ TÜRKİYE ile ABD “Model Ortak mı”? Umran, Aralık 2015.

4-https://www.akparti.org.tr/mobil/haberler/biz-bir-avrupa-halkiyiz/80817;

http://www.ntv.com.tr/dunya/basbakan-davutoglubiz-bir-avrupa-halkiyiz, m2up7pyUq0ySRTkc9GTFXQ, NTV 29.11.2015.

 

 

4 Aralık 2015 Cuma

ABD'NİN YIĞINLA İHANETİNE RAĞMEN HÂLÂ TÜRKİYE İLE ABD MODEL ORTAK MI? - 3

(Milli Gazete)

Geçen iki yazıda 2009’dan bugüne kadar ABD ile Türkiye arasında kurulan Model Ortaklık’la ilgili, “Model Ortaklık Nedir?”, “Model Ortaklık Şizofren Bir Kimlik Dayatmasıdır”, “Model Ortaklık İç İşlerine Müdahale Hakkını İçermektedir”, “Model Ortaklık Müslümanlar Arası Çatışmayı Öngörmektedir”

“Model Ortaklığın İç Müttefikleri” konularını ele alıp inceledik.

Burada, Model Ortaklığın unsurları ve 2009 yılından buyana ABD’nin yapıp ettikleri ile ilgili bir sorgulama yapacağız.

“Model Ortaklığın Unsurları, Elemanları” ya da ABD’nin Türkiye’den Beklentileri

İddiaya göre iki ülke arasındaki model ortaklık, her iki ülke için cari olan ortak paydaların, ortak çıkarların hayata geçirilmesi için meydana getirilmektedir. Her iki ülkenin kurulan bu ortaklıktan beklentileri vardır. Ortaklığın vücut bulmasına neden olan bu beklentilere, ortaklığın unsurları ya da temel elemanları denmektedir.

Türkiye ile ABD arasında tesis edilmek istenen model ortaklık, Türkiye’nin iradesinden ziyade ABD’nin iradesi, isteği ya da dayatması olarak kamuoyuna yansımıştır. Model Ortaklığın fikri alt yapısı, Bush döneminde 2006 yılında ABD, Türkiye hükümetleri arasında yapılan  ‘Paylaşılan Vizyon ve Yapısal Diyalog’ (‘Shared Vision and Structured Dialogue’) adlı görüşmenin üzerine inşa edilmiş, Obama yönetimi tarafından ise daha da geliştirilmiştir(1).

Bush yönetimi zamanında Türkiye ile yapılan görüşmelerin mahiyeti bilinmemektedir. ABD devletinin, yeni politikalar uygulama konusunda bir karar değişikliğine gittiği ve bununla ilgili gerekli alt yapı çalışmalarını Bush döneminde başlattığı bilinmektedir. Obama döneminde ‘Paylaşılan Vizyon ve Yapısal Diyalog’ adı altında iki hükümet arasında yapılan görüşmeler ile ilgili Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin görüşleri, ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton’ın Mart 2009’da yaptığı ziyaretle yeniden teyit ettirilmiştir (1).

Obama’nın Türkiye’deki konuşmalarından sonra dönemin Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun, Washington’da Amerikan-Türk Konseyi’nin (ATC) 28’inci yıllık konferansında, akşam yemeğinde yaptığı açıklamalar, hem süreci teyit etmekte hem de yapılan teklifin Türkiye tarafından benimsendiğini göstermektedir: 

“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu: ‘’Benzersiz konumda ve birbirini tamamlayan iki ülke olarak Türk-Amerikan ilişkilerinin, ABD Başkanı Barack Obama’nın deyimiyle ‘’model ortaklık’’ oluşturmaktadır... ‘Biz sadece stratejik ortaklar değiliz, model ortaklarız… Model ortaklık bir tercih meselesi değil bir gerekliliktir… ABD Başkanı, bu ilişkinin benzersizliğinin altını çizmek istedi. Bu sıradan bir ilişki değil, bir prototip, benzersiz bir ilişki…  ABD’nin benzersizliği ve Türkiye’nin benzersizliği dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkileri benzersiz. Gerginlikleri azaltmak için birlikte çalışabiliriz… İnsanlık bu ilişkiye ihtiyaç duyuyor ve ABD ile Türkiye birlikte, insanlığa katkıda bulunabilir…

Bakan Clinton’a ve bana (kendi ülkelerinizin gündemindeki dış politika konularını sıralayın) denilse bunların büyük çoğunluğu aynı olur. Irak, Afganistan, Pakistan, Ortadoğu, Filistin-İsrail meselesi, Lübnan, Kafkaslar, Ermenistan ve Kıbrıs…  Evet, iki ülke de NATO üyesi ama ilişkiler sadece askeri ve güvenlik temeline dayalı değil. Buna kültürel, ekonomik ve sosyal boyut da gerekiyor...” (2)

Davutoğlu’nun açıklamalarından Model Ortaklığın, “kültürel, ekonomik ve sosyal boyutu” olduğu anlaşılmaktadır. Bu, bizim baştan beri üzerinde durduğumuz ve dikkat çektiğimiz tehlike durumudur.

Gerek Obama’nın konuşmalarından, gerek Davutoğlu’nun açıklamalarından ve gerekse ‘Akıllı Güç Stratejisinin’ hazırlandığı araştırma merkezinde Dr. Flanagan’in ‘ABD ve Türkiye: Model Ortaklık’ adlı konuşmasından, ABD ve Türkiye arasındaki model ortaklığın unsurlarını, temel bileşenlerini tespit etmemiz mümkündür.

Görülebildiği kadarıyla Model Ortaklık, iki ana eksen üzerine oturtulmuştur. Birinci Eksen, Türkiye’nin İç işleyişi ile ilgili olup Türkiye’nin ev ödevlerini içermektedir. İkinci Eksen, Türkiye’nin dış politikada üstlenmesi gereken rolleri ihtiva emektedir.

Birinci eksenle ilgili olanları, medyaya yansıyan kısmıyla, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz (1):

• Demokrasinin tam yerleştirilmesi, bunun için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması,

•  Güçlü azınlık haklarının tanınması ve imkânlardan toplumun bütününün yararlanması,

•  Heybeliada Ruhban Okulunun açılması,

•  Kürt Sorununun Çözülmesi,

•  PKK ve daha başka teröre karşı birlikte mücadele,

•  Hukuk devletine sürekli bağlılığın sağlanması.

İkinci Eksen dış politika ile ilgili olup ilgili unsurlar, 3 ana sınıfta toplanabilir(1):

1. Grupta her iki ülkenin ortak çıkarlarının ve politikalarının örtüştüğü ya da birbirine çok yakın olduğu konular yer almaktadır. Bu grupta olanlar aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:

•  Irak’ın, Afganistan ve Pakistan’ın uzun zaman diliminde istikrara kavuşturulması ve geliştirilmesi,

•  İki taraflı ticaret ve yatırımın genişletilmesi,

•  İki ülkenin askerleri arası işbirliği,

•  Türkiye’nin AB’ne kabulü.

2. Grupta birinci gruptakilere nazaran iki ülke menfaatleri açısından tam bir örtüşme olmamakla beraber geniş bir benzerlik olan konular yer almaktadır. Bununla beraber önemli politik farklılıklar, inatlaşmaya, gerilime sebebiyet vermektedir. Türkiye’deki zorlu iç politik çekişmeler, durumu daha da kötüleştirmektedir. Bu grupta olanlar, aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:

•  Rusya, Ermenistan ve Yunanistan’la ilişkiler,

•  Hazar enerji kaynakları için güney koridor yollarının geliştirilmesi,

•  İsrail-Filistin barışının tesis edilmesi,

•  Kafkasya ve Kıbrıs’ta dondurulmuş olan ihtilaflar.

3. Grupta iki ülke arasında, önemli, temel politika farklılıkların olduğu konular yer almaktadır. Bu grupta olanlar, aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:

•  Rusya’nın Karadeniz ve Kafkaslarla ilgili iddiaları,

•  İran’la enerji ve ticaret ilişkileri,

•  İran’ın nükleer programının durdurulması.

Bunlar, 2006 yılı itibarı ile iki ülke arasındaki Model Ortaklığın temel unsurları olarak öngörülüp medyaya yansıyanlardır. Kapalı kapılar arkasındakileri bilme şansımız yoktur. Bunları, her iki ülke kendi dış politika sorunları olarak kabul etmektedir. Bu noktada bir ortak payda, bir örtüşme olduğu söylenebilir. Ancak bu sorunların her iki ülke açısından sorun olma nedenleri ve çözüm şekilleri farklıdır. Burada iki ana mesele karşımıza çıkmaktadır: Birincisi sorunların mahiyeti, ikincisi sorunların çözüm şeklidir.

Model Ortaklık Kapsamında ABD’nin Türkiye’yi Truva Atı Olarak Kullanma İsteği

Türkiye açısından bütün bu sorunlar, Türkiye’nin bölgesinde, çevresinde meydana gelmekte olduğundan ilgi sahasına girmekte, güvenliğini, huzurunu ilgilendirmektedir. ABD açısından ise bu sorunlar, ABD’yi imparatorluğa götürecek olan yolun üzerinde yer aldığından ABD’yi ilgilendirmektedir. Bu açıdan meseleyi ele aldığımızda, ABD’nin Türkiye’ye dayattığı Model Ortaklık, ABD’nin süper güç olarak önündeki engellerin kaldırılmasına, yıkılan imajının tamir edilmesine, kaybedilen itibarın kazanılmasına imkân sağlamak için Türkiye’yi Truva atı olarak kullanmak amaçlıdır. 

Ne yazık ki dönemin Dişişleri Bakanlığı, bu tehlikeyi zamanında görememiş ve ABD’nin süper güç olabilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu ve Türkiye’nin de verilecek rolü üstleneceğini 2009 yılında yapılan görüşmelerde belirtmekte bir sakınca görmemiştir (2):

“‘İnsanlık bu ilişkiye ihtiyaç duyuyor ve ABD ile Türkiye birlikte, insanlığa katkıda bulunabilir’’.

ABD’nin bir süper güç olma özelliğini sürdürebilmek için herkesi içine alan bir politika izlemesi ve çok taraflı yaklaşımlara yönelerek uluslararası kurumları kullanması gerekir. Bölgesel düzeni sağlayabilmek için ABD, bölgesel güçlerin yardımına ihtiyaç duymaktadır.

‘’ABD, Roma İmparatoru Cesar’a değil Marcus Aurelius’a ihtiyaç duyuyor. Obama’nın yaklaşımı da Cesar’ın değil Aurelius’un yaklaşımı. Güç kullanarak sadece bir yere kadar ilerleyebilirsiniz. Şimdi ABD’de çok taraflı yaklaşım kullanıyor’’ .

‘’…İşte bu yüzden komşularımızla sıfır problem yaklaşımı önemli. Başka türlü rahat edemeyiz. Ankara’da oturup krizlerin bize gelmesini bekleyemeyiz. Her yerde olmalıyız’’ .

‘’Küresel ve bölgesel barış için birbirimize ihtiyacımız var. Bu çerçevede uluslararası kurumları, organizasyonları daha etkili hale getirmenin yollarını bulmalıyız. Türkiye olarak biz, bölgesel bütün organizasyonlarda aktif olacağız’’.

Keza 18.10.2013 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile ortak bir basın toplantısı düzenleyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Türkiye ve ABD arasındaki model ortaklığın sonsuza kadar süreceğini ve sorunların çözümünde uluslararası toplumun en temel değerlerinden biri olacağını” söylemiş olması (3); Türkiye tarafından ya sürecin iyi anlaşılamadığı ya da yoğun baskı altında yapabileceği başka bir şeyi olmadığını göstermektedir.

Sonuç: 2009’dan 2015’e Kadarki Dönemde Model Ortaklığın Sorgulanması Gerekir

ABD’nin Türkiye’ye dikte ettiği Model Ortaklığın yukarıda zikredilen ana unsurlarına ilişkin 2009 yılından bugüne herhangi bir çözüm getirilebilmiş değildir. Belgeden alıntıladığımız birinci eksen ve ikinci eksenle ilgili Türkiye ile ABD ortak her hangi bir yol kat etmiş değildir. Ancak Türkiye, bölgesel tüm organizasyonlarda yer alarak ABD’nin projelerine katkıda bulunmuştur. Bunun karşılığında bölgede ne kazanmıştır? O nedenle Model Ortaklık yaklaşımının bu çerçevede sorgulanması gerekmektedir.

Bütün bunlar ortada dururken Antalya’da yapılan (15.11.2015)  G-20 toplantısında, ABD başkanı Obama ile birlikte yapılan görüşme sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Koalisyon güçleri noktasında bundan sonraki süreçte atacağımız adımları değerlendirme fırsatı bulduk. Model ortaklar olarak, stratejik ortak olarak bundan sonraki süreçte de dayanışmamızı dünya barışına bir katkıda bulunmak için kararlılıkla devam ettireceğiz” (4) demiş olması, üzücüdür ve de yanlış olmuştur.

Türkiye ABD ile Model Ortak olmalı mı?

KAYNAKLAR

1- Flanagan, S., The United States and Turkey: a Model Partnership, May 14, 2009. CSIS.

2-  “Model Ortaklık Tercih Değil Gereklilik”, Usak Gündem, 03.06.2009

3- Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Türkiye Ve Abd Arasındaki Model Ortaklık Sonsuza Kadar Sürecek” Dışişleri Bakanlığı 18.10.2013

http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-_turkiye-ve-abd-arasindaki-model-ortaklik-sonsuza-kadar-surecek.tr.mfa.

4- ‘Uluslararası Terörizm Çok Keskin Karşılık Bulacaktır’, Anadolu Ajansı 15.11.2015

http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/uluslararasi-terorizm-cok-keskin-karsilik-bulacaktir/473794.

 

27 Kasım 2015 Cuma

ABD'nin yığınla ihanetine rağmen hâlâ Türkiye ile ABD Model Ortak mı? - 2

 (Milli Gazete)

‘21. YÜZYIL ABD Yüzyılı’ olacak projesi, ABD’nin dünya hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere soğuk savaş sonrasında uygulamaya sokulmuş bir projedir. Bu proje kapsamında ABD, çok taraflı, çok ortaklı politikalar uygulamaya başlamıştır. Bu amaçla ittifak yapmak istedikleri ülkelere, ‘Model Ortaklık’ (Model Partnership) adı altında yeni bir ortaklık dikte etmektedir.

Türkiye ABD ile 2009 yılından bu yana “stratejik ortaklığına” “model ortaklık” ekleyerek yol almıştır. Bu süreç içerisinde Türkiye, ABD’den hep ihanet görmüştür. Buna rağmen Antalya’da yapılan (15.11.2015)  G-20 toplantısında, ABD başkanı Obama ile birlikte yapılan görüşme sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Koalisyon güçleri noktasında bundan sonraki süreçte atacağımız adımları değerlendirme fırsatı bulduk.

Model ortaklar olarak, stratejik ortak olarak bundan sonraki süreçte de dayanışmamızı dünya barışına bir katkıda bulunmak için kararlılıkla devam ettireceğiz” (1) demiştir. Bunun üzerine geçen yazıda 2009 yılında Türkiye’ye dayatılıp kabul ettirilen ve yol boyu tekrarlanıp durulan “Model Ortaklık” kavramının anlam alanı değerlendirilmiş ve yeni bir kimlik tanımlaması olduğu ifade edilmiştir. Burada, Model Ortaklık kavramının kapsamı üzerinde durulacaktır.

Model Ortaklık İç İşlerine Müdahale Hakkını İçermektedir

Model Ortaklık kapsamında ABD Türkiye’ye, Batının yüzyıllarca dini dışlayarak kurduğu laik, seküler, Protestan bir kültür ve medeniyet etrafında gelin bir ve beraber olalım demektedir. Yüzyıllar önce dinlerine takındıkları tavrı, sanki yeni bir tavırmış gibi sunarak Müslüman dünyadan da kendi din, kültür ve medeniyetlerini, önemsememelerini, terk etmelerini istemektedir. Dolayısıyla ABD (Obama), Stratejik Ortaklıktan daha tehlikeli sonuçlar doğuracak yeni bir Ortaklık Modeli teklif etmektedir.

Model Ortaklık kavramının idealler ve değerler etrafında bir birliktelik olması, ABD’nin, yeni dönemde ülkelerle kuracağı ilişkilerin, sadece devletler, hükümetler ve ordular arası sadece ekonomik-güvenlik eksenli bir ilişki olmayacağı; aynı zamanda halklar arası bir ilişkiyi olacağı, halklarla doğrudan doğruya temas kuracağı anlamına gelmektedir. Nitekim ABD Başkanı Barack Obama’nın dış politika danışmanı Zbigniew Brzezinski, ihdas edilecek model ülkelerde, halklarla doğrudan temas kurarak onları etkilemeyi politika olarak benimsediklerini belirtmektedir:

“Eskiden dikta rejimlerini yıkmak için inanılmaz olan silah gücümüzü kullanırdık. Silah kullanarak bir şeyi değiştirmek çok kolay olabilir ama yüksek bir maliyet gerektiriyor. Büyük bir jandarma olarak silah gücüyle bu işi yapamayacağımızı anladık. Bu gücü kullanamayacağımızı biliyoruz.

O yüzden çoğu yerde halklarla temasımızı geliştirip, onları heyecanlandırıp, sempatik yeni yüzümüzle bunları yapmalıyız. Yeni model ülkelerden faydalanarak bu değişimi sağlamalıyız. Eskiden olduğu gibi yeni yüzümüzle, yeni demokrasi anlayışımızla ortaya çıkmalıyız.” (2)

Diğer taraftan 17.09.2009 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “Müslüman toplumlarla ilişkiler için atadığı ilk özel temsilci olan Farah Pandith’in” yemin töreninde konuşan ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton doğrudan doğruya halkların hedef alınacağını çok açık bir şekilde ifade etmektedir:

“Bu atama, bundan daha vakitlice olamazdı. Başkan Barack Obama’nın Kahire ve Ankara’da söylediği gibi, ulusumuz, dünya genelindeki Müslümanlar ile karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıcın peşinde. Bu, barışçıl ve müreffeh bir gelecek için dinlememizi, düşünceleri paylaşmamızı ve ortak zeminler bulmamızı gerektiren bir ilişki türü. … Ülkemizden gönderdiğimiz mesajın yalnızca hükümetler arası değil, insanlar ve toplumlar arasında da olduğundan nasıl emin olacağız? İşte Pandith bu görevi yerine getirmede bize yardımcı olacak.’’

Bütün bu ifadelerden anlaşılan ABD, Türkiye’yi bir Truva atı olarak kullanarak İslam coğrafyasına girmek ve oralarda hâkimiyet kurmak istemiştir/istemektedir. Nitekim 2009 yılından beri İslam coğrafyasında, Türkiye ile birlikte uyguladığı bir politikadır bu. “Arap Baharı” diye adlandırılan süreç (Tunus’tan-Suriye’ye), ABD ve Sırbistan’da eğitilmiş STK’lar aracılığıyla başlatılmış ikinci nesil bir kadife darbe olarak hedefine ulaşamayınca süreç, kanlı darbeler ve iç savaşa dönüştürülmüştür. ABD, Suriye-Irak hattında PKK, PYD, YPG, İŞİD ve Esed ile birlikte hareket etmekte; PYD’yi stratejik ortak olarak kabul etmekte ve ona silah yardımında bulunmaktadır. ABD, model ortaklık kapsamında, Türkiye’de de çok farklı STK ve Cemaatleri Taksim Kadife Darbe sürecinde kullanmıştır. Özetle işin felsefi boyutuna baktığımızda Model Ortaklık, toplumların ABD tarafından şekillendirilebilmesi için ABD’ye yeni imkânlar ve müdahale etme hakkı tanımaktadır.

Model Ortaklık Müslümanlar Arası Çatışmayı Öngörmektedir

Bush yönetimi ‘önleyici savaş’ doktrini ile gelecekte kendisine rakip olabilecek İslami potansiyel ile vaktinden önce, ‘Terörle Küresel Savaş’ çerçevesinde hesaplaşmak ve bu gelişmeyi engellemek, hatta yok etmek istemiştir. Ancak benimsenen strateji, İslam coğrafyasının belli bölgelerinin kan gölüne dönmesine sebebiyet vermiş olmasına rağmen, ABD yönetiminin çok korktuğu Kur’an-Sünnet merkezli İslami kimliğin uyanmasına, bütün ülkeleri etki altına almasına sebebiyet vermiştir. Uyanan sadece Müslüman aydın kesim değil, uyanan bir halk ve bir ümmettir. ABD için en korkulu olan bir halkın uyanması, kendi kimliğini araması ve kimliğinin gerektirdiği sistemi inşa etmek istemesidir.

Model Ortaklık fikrinin teorik temelleri ABD’de yayınlanan RAND raporlarına dayanmaktadır. “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler Raporunun Üçüncü Bölümünde “Önerilen Strateji” başlığı altında izlenecek yolun, Müslümanlar arası savaşa dayanması gerektiği çok açık bir şekilde ifade edilmektedir:

“-Öncelikle modernistleri destekle. Onlara düşüncelerini belirtmeleri ve yayınları için geniş bir platform sağlayarak İslam vizyonlarının gelenekçi anlayışa baskın olmasını sağla. Çağdaş İslam’ın yüzü olarak modernistler görülmeli, gelenekçiler değil.

- Laikleri seçici ve dikkatli bir şekilde destekle.

- Laik, sivil ve kültürel kurumları ve programaları cesaretlendir.

- Fundamentalistlere karşı gelenekçilere arka çık ve bu iki grup arasında  oluşabilecek ittifakları engelle. Gelenekçilerin arasında ise modern sivil toplumla daha uyumlu kesimleri destekle. Mesela, bazı İslam hukuku okulları bizim adalet ve insan hakları anlayışımızla çok daha uyumludur.

- Son olarak fundamentalistlerin zayıf taraflarına hücum ederek onlarla kesin bir mücadele içine gir.

- Fundamentalist ve gelenekçilerin İslâm’ı açıklama ve yorumlama konusunda oluşturdukları tekelin kırılmasına yardım et.

- Bir internet sitesinde günlük  sorunlara cevaplar yazabilecek modernist aydınlar bul. (Modernist İslam fikirlerinin yayılması için.)

- Modernist aydınları kitap yazmaları konusunda teşvik et.

- Modernistlere ait ülke giriş kitaplarının fundamentalisterinki kadar yaygın olması için destek ver.

- Modernist müslümanların İslam’ın nasıl olması gerektiği konusundaki fikirlerinin yayılması için radyo gibi popüler yerel medya organlarını kullan.” (3).

Raporda öngörülen, Müslüman Potansiyeli parçalamak için, “Modernist”, “dünyevileşmiş” olanlarla işbirliği yapmak, geri kalanları kendi aralarında çatıştırarak bertaraf etmek; yanı Müslümanı Müslümana kırdırmaktır. 

17.09.2009 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton, Farah Pandith komisyonunun görevinin, ABD’nin değer ve geleneklerini benimseyen Müslümanlar ile (“Modernist Müslümanlar”) benimsemeyen Müslümanlar arasında bir çatışmanın başlatılması olduğunu üstü kapalı bir şekilde ifade etmektedir:

“Pandith, şiddeti ve aşırılığı reddeden Müslümanların seslerini yükseltebilmek için, dinsel liderleri, sivil toplum gruplarını ve siyasetçileri biraraya getirme yolunda çalışacak. Ulusumuzun çoğulcu değerleri ve geleneklerini yansıtacak biçimde, güven ve işbirliğinin temelini oluşturmada bize yardım edecektir.’’

Model Ortaklığın İç Müttefikleri

ABD, politika değişikliklerine bağlı olarak ilişkide olduğu ülkelerdeki iç muhataplarını değiştirmektedir. Bush yönetimi, “Ilımlı İslam” kavramsallaştırması ile ‘Modernist’, ‘sekülerleşmiş’, ‘burjuvalaşmış’ ‘müslümanları(!)’  muhatap alırken; Obama yönetimi, ‘Model Ortaklık’ tanımlaması ile Türkiye’deki “dünyevileşmiş”, “burjuvalaşmış”, ‘Modernist Müslümanlarla’; laik, seküler, anti Amerikancı olmayan liberal-Sol kesimlerin ittifakını ön görmektedir (4). Taraflardan birinin devre dışı kalması, Türkiye’den istenen fonksiyonların yerine getirilmesine mani olmaktadır. Böyle bir ortaklıkla tarafların birbirini dengelemesi sağlanarak kendilerine tayın edilen dairenin dışına çıkması engellenmek istenmektedir.

Sonuç: Türkiye’ye ve İslam Âlemine İhanet Etmiş ABD ile Model Ortaklık kurulmamalı

Irak Diktatörü Saddam, İran’a karşı savaşırken ABD ve Batı tarafından demokrasi kahramanı ilan edilmiş; Halepçe’de 5000 Kürt, ABD’nin verdiği kimyasal silahlarla katledilirken; kendisine hiç ses çıkarılmamıştır. Görevi tamamlandığında Kuveyt’i işgali teşvik edilmiş; ardından “demokrasi kahramanı” ilan edilmiş olan Saddam”, “en büyük katil” olarak dünyaya takdim edilip Irak işgal edilmiştir. Afganistan, Suriye ve Irak’ta akan kardeş kanını ne Obama’nın siyahî yüzü, ne de isminde Hüseyin yazması ve ne de kökeninde Müslüman bir aile olması örtemez, unutturamaz ve unutturmamalı da.

Bu nedenle Obama dönemi, İslam coğrafyası için daha sancılı ve sıkıntılı olmuş ve olmaya da devam edecektir. Toplumun değişik kesimleri arasında fitne ve fesadın yaygınlaştırılması, kitleleri, ABD menfaatleri istikametinde kullanmak, yeni yol olarak seçilmiştir. ABD, her zaman tek yanlı menfaatlerini önemsemiş, her seferinde, İslam coğrafyasının her yerinde, Türkiye’ye ihanet etmiş ve hâlâ ihanet etmektedir. ABD’nin, hâlâ, model ortak kabul edilmesi anlaşılabilir değildir.

ABD ile ilişkiler, 11 Eylül İkiz Kulelerin vurulmasından sonra ABD başkanı Bush’un “100 yıl sürecek Haçlı seferleri başlatılmıştır” şeklinde kullandığı ve 100 yıllık bir stratejik hedeflerini göz önüne alarak değerlendirilmelidir.

Kaynaklar

1- ‘Uluslararası Terörizm Çok Keskin Karşılık Bulacaktır’, Anadolu Ajansı 15.11.2015

http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/uluslararasi-terorizm-cok-keskin-karsilik-bulacaktir/473794.

2- Okur M., Yoksul Coğrafyada Müthiş Pazarlama, Sabah 07.04.2009

3- Benard, C., “Sivil Demokratik İslam, Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler, Rand Milli Güvenlik Araştırma Bölümü, 2003, S: 63.

4- Obama’nın TBMM’de ki Konuşması, Beyaz Saray Basın Bürosu, 6 Nisan 2009 Ankara, Türkiye. 

 

20 Kasım 2015 Cuma

ABD'NiN YIĞINLA İHANETİNE RAĞMEN HÂLÂ TÜRKİYE İLE ABD "MODEL ORTAK" MI? - 1

(Milli Gazete)

“…İman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler,

İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir...”

(4 Nisa 150-151)

Giriş

’21. Yüzyıl ABD Yüzyılı’ olacak projesi, ABD’nin dünya hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere soğuk savaş sonrasında uygulamaya sokulmuş bir projedir. Projenin birinci evresi, Clinton dönemi olup yumuşak güç kullanılarak “hegemonya kurmak için” bir hazırlık devresidir. Projenin ikinci evresi, Bush dönemi olup sert güç kullanılarak en stratejik iki ülke Afganistan ve Irak işgal edilmiştir. Projenin üçüncü evresi, Obama dönemi olup ikinci evrede yıkılan ABD imajının tamir edilebilmesi için birinci evredeki yumuşak güç ile ikinci evredeki sert güç kullanımının karışımından oluşan yeni bir güç olarak “akıllı güç” kullanılan bir devredir. Bu dönemde tek taraflı politikalar yerine çok taraflı, çok ortaklı politikaların uygulanması ön görülmektedir. Bu amaçla ittifak yapmak istedikleri ülkelere, ‘Model Ortaklık’ (Model Partnership) adı altında yeni bir ortaklık dikte edilmektedir.

Türkiye, ABD ile 2009 yılından buyana “stratejik ortaklığına” “model ortaklık” ekleyerek yol almıştır. Bu süreç içerisinde Türkiye, ABD’den hep ihanet görmüştür. ABD destekli Taksim Gezi Parkı ile başlayan Kadife Darbe sürecine Türkiye muhatap olmuş; AKP iktidarı darbe ile düşürülmek istenmiştir. Tunus-Irak hattındaki tüm olaylarda Türkiye yalnız bırakılmış, Türkiye’ye zarar verecek politikalar uygulanmıştır. PKK, PYD, İŞİD ve Esed desteklenmiştir. “Sıfır sorunlu dış politikadan” çok sorunlu dış politikaya geçişin ana sebebi, Türkiye’deki siyasi iktidarın hayalciliği ve basiretsizliği yanı sıra ABD’nin sürekli ihanet içerisinde olmuş olmasıdır.

Bütün bu olup bitenlere rağmen Antalya’da yapılan G-20 toplantısında, ABD başkanı Obama ile birlikte yapılan görüşme sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Koalisyon güçleri noktasında bundan sonraki süreçte atacağımız adımları değerlendirme fırsatı bulduk. Model ortaklar olarak, stratejik ortak olarak bundan sonraki süreçte de dayanışmamızı dünya barışına bir katkıda bulunmak için kararlılıkla devam ettireceğiz” (1) demiş olması, hem düşündürücü hem de üzücüdür.

O nedenle burada 2009 yılında Türkiye’ye dayatılıp kabul ettirilen ve yol boyu tekrarlanıp durulan “Model ortaklık” kavramını ve sebeplerini, hatırlanması için, yeniden ele alıp inceleyeceğiz.

Model Ortaklık Nedir?

ABD’nin uyguladığı ana politikalar şahıslara göre değişmemektedir. ABD devleti, önce uygulanacak politikaları belirlemekte sonra bunu en iyi kimin uygulayabileceği üzerinde bir mutabakat sağlamaya ve ona göre kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. Başkan Bill Clinton’ın politikaları ile Başkan Obama’nın politikaları, ABD menfaatleri açısından özünde örtüşmektedir. Bill Clinton, 15 Kasım 1999 tarihinde Türkiye’ye gelip TBMM’de yaptığı konuşmanın muhtevası, kullandığı kavramlar ve vurgu yaptığı noktalar ile Obama’nın 6 Nisan 2009 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmanın muhtevası, kullandığı kavramlar ve vurgu yaptığı noktalar, neredeyse birebir örtüşmektedir. Bu açıdan ‘21.Yüzyıl ABD Yüzyılı’ projesi, görüntüsü farklı olmakla beraber adım adım uygulanmaktadır. Bu nokta asla unutulmamalıdır.

Obama’nin  ‘Hıristiyan dünya ile Müslüman dünyanın Türkiye’de buluşması’, ‘Türkiye’nin Model Ülke olması’ fikri, Bill Clinton’un 8 Kasım 1999 tarihinde Georgetown Üniversitesi’nde ve 15 Kasım 1999 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmalardaki özdür:

“…Türkiye Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya kavşağında bir ülkedir ve eğer Türkiye tümüyle Avrupa’nın bir parçası ve istikrarlı, demokratik, laik bir İslam ülkesi olabilirse gelecek daha iyi şekillenecektir. Avrupa ve Müslüman dünya barış ve uyum içinde Türkiye’de buluşabilir ve yeni bir bin yılda (milenyum) rüyalarımızdaki geleceğin şekillenmesi şansını sağlar”- (2)

“20’nci Yüzyılı anlamak için, Türkiye’nin tarihi, bir anahtardır. …Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirebilmesindeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca, daha da önem kazanmaktadır...

Bu odada başlayan ve halen yükselmekte olan demokratik devrimi derinleştirerek, Türkiye, vatandaşlarına iyi hizmet etmekten daha da fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye, dünyanın ilham kaynağı olabilir.” ( 3)

 Bill Clinton, bu konuşmalarında Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik öneminden bahsederek Türkiye’yi ‘Stratejik Ortak’ ve ‘Model Ülke’ olarak ilan etmiştir. Buna karşılık Obama, gerek TBMM’de gerekse ilgili devlet ricalı ile yaptığı konuşmalarda, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik öneminden pek bahsetmemiş ve eskiden beri çok sık kullanılan “stratejik ortaklık” kavramı üzerinde ise durmamıştır. Bunun yerine Obama, Türkiye ile ilgili ilişkileri, uluslararası ilişkilerde bu güne kadar kullanılmayan yeni bir kavram üzerine oturtmak istemiştir. O kavram da,  ‘Model Ortaklık’ (Model Partnership) kavramıdır.

Model ortaklık kavramı, son yıllarda ABD’de değişik kurumlar arasında çokça kullanılan bir kavram olmuş olmasına karşılık siyasette ve uluslararası ilişkilerde ilk defa Obama tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen 2006 yılında CSIS’de yapılan ve  ‘Akıllı Güç’ ve ‘Akıllı Güç Stratejisinin’ belirlendiği toplantılarda kullanılan kavramlardan biri olabilir. Kavramın Siyasette ve Uluslararası ilişkilerde ne anlamda ve hangi boyutta kullanıldığı, Obama’nın yaptığı tanımlama ile sınırlı kalmıştır:

“Başarı Türkiye ve ABD’nin model ortaklık oluşturmasıyla mümkün olabilir. Baskın bir Hıristiyan ulusla Müslüman ulus bir araya gelecek ve iki kıtayı birleştirecek. Büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen biz kendimizi vatandaşların oluşturduğu, ideallerin birbirine bağladığı bir ulus olarak görüyoruz. Laik bir ülke vaadinin ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterme vaadinin sürdürülmesinin, Batı ve Doğu olarak birlikte hareket edecek olursak son derece sıra dışı bir etkisi olacaktır…”

“Biz kendimizi Hıristiyan, Müslüman veya Musevi diye tarif etmiyoruz; vatandaşlık ve ortak ideallerle tarif ediyoruz. ABD gibi, Türkiye de benzer değerlerle kurulmuştur.” “Ülkemizde çok sayıda Hıristiyan’ın yaşamasına rağmen, biz kendimizi Hıristiyan bir ulus olarak görmüyoruz. Laik bir ülke, inanç ve hukuk üstünlüğüne bağlılık vaadini desteklemeye devam edeceğiz…” “Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye ile nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan ABD’nin ortak ideallerde, ortak hedeflerde, ortak çözümlerde işbirliği yapabilmesi mümkündür…” (4-6).

Obama’nın tanımlamasından ‘Model Ortaklık’, “idealler ve değerler(!)” temelinde meydana getirilen bir birliktelik, bir ortaklıktır. Her iki ülkenin aynı ortak paydada birleşmesi, bu ortak payda etrafında birbirlerini kabul etmeleri, birbirlerine karşı sorumluluk duymaları ve birlikte sorumluluk alıp hareket etmeleri, ideal ve değerlerden neşet eden ortak çıkarları korumaları, Model ortaklığın alt zeminini oluşturmaktadır. Ortak ideal, değer ve çıkarlar, model ortaklığın temel bileşenleridir.

Model Ortaklık (Model Partnership) kavramının İngilizcesinden dolayı hem “model ortaklık” hem de “model ortaklığı” olarak anlaşılabilmektedir. Obama’nın TBMM’de, basın toplantısında yaptığı konuşmaların bütününe ve de Anıtkabir defterine yazdıklarına bakılırsa bu kavramı, her iki boyutu ile birlikte kullanmış olabilir. Obama, bir taraftan Türkiye ve ABD’nin kullandığı sistem modellerinin aynı olduğu, dolayısıyla modellerin ortaklığından yeni bir ortaklık anlayışı oluşturulabilir derken; diğer taraftan Türkiye’yi İslam dünyasına İslam’la demokrasiyi bir arada yaşatan ‘eşsiz’ bir ülke olarak göstermektedir. ‘Hıristiyan ABD ile Müslüman Türkiye’nin’ dinleri dışarıda bırakan, ABD’nin öngördüğü bazı ideal ve değerler etrafında oluşturacağı bir ortaklığın dünya için yeni bir model ortaklık olacağı Obama’nın açıklamalarından anlaşılmaktadır.

Bu ideal ve değerler, Obama’ya göre hem Hıristiyanlıktan ve hem de İslam’dan bağımsız ideal ve değerlerdir. Obama’nın konuşmalarından halkların Hıristiyan ya da Müslüman olmalarının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan her iki ülkede, her iki dinin toplumun günlük hayatında, yaşam tarzında etkili olmamasıdır. Her iki ülkenin laik, seküler yapısı, laik ve seküler yönetimle idare edilmiş olması, iki ülke arasında en temel benzerlik ve ortak paydadır. Ayrıca her iki ülke demokrasi ile idare edilmekte ve bütün eksikliklerine rağmen her iki ülkede de, insan hakları, din, vicdan, fikir özgürlüğü vardır. Bütün bunlar, iki ülkenin temel değerleri, ortak paydaları ve benzerlikleri olarak kabul edilip bunların üzerine bir ortaklık inşa edilmelidir.

Sonuç: Model Ortaklık Şizofren Bir Kimlik Dayatmasıdır

Obama 2009 yılında yaptığı tanımlamalarla Türkiye’nin taşıması gereken kimliği tarif etmiş ve dayatmıştır. Laik, seküler, demokratik, Batılı değerleri benimsemiş ve Batı ile bütünleşmiş, İslami temel değerleri hayattan dışlayan ve bununla beraber halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan melez değerlere dayanan şizofren bir toplum inşa edecek olan mozaik bir kimlik tanımlaması yapmıştır. Bu, RAND raporlarında ısrarla tanımlanan ‘Modernist Müslüman’  ya da ‘sekülerleşmiş’, ‘Protestanlaşmış’, ‘Burjuva Müslüman’ bir kimliktir. Ya da Bush döneminin ‘Ilımlı İslam’ından’ başka bir şey değildir.

Bu, “imanla Küfür arasında bir yol” (4 Nisa 150-151) olup Şizofren bir kimlik tanımlamasıdır (2 Bakara 137); İslam’la alakası yoktur. Bir Müminin bunu kabul etmesi mümkün değildir.

Bu, sosyolojik bir savaşın şiddetlendirileceği anlamına gelmektedir. Türkiye’yi yönetenlerin kullandıkları kavramlara dikkat etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sosyolojik savaşın bir unsuru haline gelinebilir.

Allah basiretimizi ve ferasetimizi artırsın.

Kaynaklar

1- ‘Uluslararası Terörizm Çok Keskin Karşılık Bulacaktır’, Anadolu Ajansı 15.11.2015

http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/uluslararasi-terorizm-cok-keskin-karsilik-bulacaktir/473794.

2-8 Kasım 1999 Georgetown Üniversitesi Konuşması-SAE (Stratejik Araştırmalar Enstitüsü) Nisan 2009.

3- Bill Clinton’ın 15 Kasım 1999 TBMM Konuşması.

4- Obama’nın TBMM’de ki Konuşması, Beyaz Saray Basın Bürosu, 6 Nisan 2009. Ankara, Türkiye

5- Bila, F., Obama Modeli Ortaklık,  Milliyet, 07.04.2009.

6- Korkmaz T., Ortaklık? Yeni Şafak, 09.04.2009. 

 

 

12 Kasım 2015 Perşembe

TAKSİM KADİFE DARBESiNiN TASFİYE SÜRECİ

 (Milli Gazete)

Gerçek şu ki, onlar tuzaklar/hileli düzenler kurdular. Oysa onların tuzakları/düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış tuzak/düzen vardır. (14 İbrahim 46).

Giriş

Kadife darbeler, seçim endeksli, dış destekli, gayrı memnunlar ittifakına ve gerilime dayalı, seçim öncesi, esnası ve sonrasında sokak hâkimiyeti kurarak ve fakat şiddet kullanmadan siyasi iktidarları düşürmeyi hedefleyen yeni bir darbe türüdür. Bugüne kadar üç farklı coğrafyada, özü aynı kalmak şartıyla farklı kadife darbe türleri denenmiştir. Bir kısmı başarılı olmuş, bir kısmı da başarılı olamamıştır. Kadife darbelerin ilk denendiği ve başarılı olduğu ülke Sırbistan dır. Sırbistan, kobay olarak kullanılmış, elde edilen tecrübe, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan, Belucıstan ve Kıbrıs ta kullanılarak kadife darbeler başarı ile sonlandırılmıştır. Bu darbelerin ortak özelliklerinden dolayı bunlara Birinci Nesil Kadife Darbeler adını vermekteyiz. İkinci Nesil Kadife Darbeler, Arap Baharı denen süreçle başlatılan darbelerdir. Siyasi iktidarların düşürülmesi aşamasında Tunus ve Mısır da başarılı olunmuş fakat seçim aşamasında, her iki ülkede de Müslüman Hareketler iş başına gelerek Kadife darbecilerin öngördükleri yönetimi engellemişlerdir. Ancak Mısır da Sisi Darbesi ile Müslüman kardeşler; Tunus ta ise seçim ile Nahta Hareketi düşürülmüştür. Libya ve Suriye de Kadife darbe girişimi iç savaşın başlamasına neden olmuştur.

Reyhanlı ve hemen ardından Taksim Gezi Parkı olayları ile Türkiye de Kadife Darbe süreci (Üçüncü Nesil Kadife Darbe) fiilen başlatılmıştır. Kadife darbelerin seçim odaklı olmasını göz önüne aldığımızda, Reyhanlı olaylarının başladığı zaman itibarıyla Türkiye nin önünde mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimleri olmak üzere üç seçim dönemi vardı. Taksim Gezi Parkı eylemleri ile birlikte başlatılan Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, en azından bu üç seçim dönemi göz önüne alınarak çizilmişti (Ayrıntılı bilgi için Geçmişteki Umran Dergisi ve Milli Gazete yazılarına bakılabilir).

AKP ye vurulmak istenen darbe, 7 Haziran Genel Seçimleri olarak planlanmış, strateji ve taktikler buna göre şekillendirilmiştir. Genel olarak dini hassasiyeti yüksek olan camia, özel olarak da AKP kadroları, Taksim Gezi Parkı olayları ile fiilen başlatılan kadife darbe sürecini ve bu sürece ilişkin ana stratejiyi görmemiş/görememiş, daha doğrusu görmek istememişlerdir. O nedenle de, 7 Haziran 2015 Genel seçim stratejisini, yanlış temeller üzerine inşa etmişler ve bedelini seçimlerden birinci parti ve fakat iktidar olarak çıkamamakla ödemişlerdir. Kadife Darbeciler, 7 Haziran seçimlerinde AKP yi çok daha başarısız kılma noktasında öngördükleri hedefi gerçekleştirememekle birlikte tek başına iktidar olmasını engelleyerek büyük bir başarı kazanmışlardır.

MHP lideri Bahçeli nin seçim sonuçlarına ilişkin erken seçim mesajı, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından zamanında alınıp değerlendirilerek Türkiye tekrar seçim sürecine sokulmuştur. AKP - MHP gizli ittifakı ve Ordu-Emniyet-MİT desteği ile 1 Kasım 2015 seçimleri tüm algıları, beklentileri altüst ederek AKP yi tek başına iktidar yapmış ve Reyhanlı ile başlatılan Taksim Kadife Darbesi fiilen tasfiye sürecine sokulmuştur. Burada, Reyhanlı dan bugüne Taksim Kadife Darbe Sürecinin farklı aşamaları özetlenecektir. Daha sonraki yazı serisinde Sosyolojik Savaş kapsamında 1 Kasım seçimleri değerlendirilecek ve sosyolojik savaşa karşı Türkiye nin alması gereken tedbirler üzerinde durulacaktir.

Reyhanlı dan 1 Kasım 2015 Seçimlerine Kadar Taksim Kadife Darbe Sürecinin Farklı Aşamaları

Dünyada bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan kadife darbelerin ana stratejisini çizen beyin takımı, Soros Merkezli Siyonist-Mason bir kadrodur. Bu, kadife darbelerin yönetimi anlamında ilk halkayı oluşturmakta olup uygulanan ülkelerin dışında bir merkezdir. Bu nedenle hedef ülkelerde, ana stratejiye uygun bir şekilde Kadife darbelerin yönetilebilmesi için o ülke içerisinde var olan, o ülkenin vatandaşı olan Mason- Sabetayist-Siyonist-İşbirlikçilerden oluşan 2. Derecede bir beyin takımı daha vardır. Bu iki merkez, mevcut siyasi iktidara, sisteme/devlete karşı olan gayrı memnun örgütleri , bir çatı kuruluş etrafında (Taşeron Yapı) birleştirerek (yönetimin üçüncü halkası), ana stratejiyi ve ana stratejinin öngördüğü tüm taktikleri, bunlar aracılığıyla hayata geçirmeye çalışmaktadır. En dış halkada ise ülkedeki gayrı memnunlar yer almaktadır.

Türkiye deki Kadife Darbenin (Taksim Kadife Darbe Süreci) Reyhanlı dan 1 Kasım 2015 Genel Seçimlerine kadar olan dönemini, aşağıdaki şekilde, farklı aşamalara göre tasnif etmemiz mümkündür:

Birinci Aşama: İktidara karşı Çıkılabilir Psikolojisini İnşa etme Aşaması: Eylemci Yapı ve Dayanak Bir Kitle Ortaya Çıkarma,

Birinci Evre: Reyhanlı Olayları Alevi-Sünni Gerilimi Meydana Getirme ve Sol-Alevi Özellikli DHKP-C nin öne çıkarılması.

İkinci Evre: DHKP-C nin önderliğinde Taksim Gezi Parkı Olayları ile Türkiye nin dört bir tarafında eylem yaparak sokak hâkimiyeti kurmaya çalışma,

İkinci Aşama: İttifakı Genişletme ve Gülen Maskesi Takmış Yapının Öncülüğe Getirilmesi: Dershaneler Savaşı

Üçüncü Aşama: Gülen Maskesi Takmış Yapının Öncülüğünde Polis-Yargı Kıskacı

Birinci Evre: 17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu ile İtibarsızlaştırma

İkinci Evre: 25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu ile İtibarsızlaştırma- Yalnızlaştırma-İhtilaflar çıkarma 

Üçüncü Evre: İzmir Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu

Dördüncü Aşama: Gülen Maskesi Takmış Yapının Öncülüğünde MIT Tırları Operasyonu: AKP-İŞİD Ortaklığı Algısı Oluşturma

MİT in Tırları ile İŞİD e silah gönderildiği algısı oluşturma Teröre yardım yataklıktan suçlu gösterme İktidarı Acziyet içerisine sokma Kürt halkında AKP karşıtlığı algısı oluşturma.

Beşinci Aşama: Dişişleri Bakanlığının Dinlenmesi Teröre yardım yataklıktan suçlu gösterme İktidarı Acziyet içerisine sokma operasyonu.

Altıncı Aşama: Mahalli Seçimlerde Yeni İttifak Modeli Deneme(Ankara/Yalova Modeli)

Bazı Alevi-Sol Yapılarla Gülen Maskesi Takmış Yapının İttifakı

Yedinci Aşama: HDP nin, Kadife Darbenin Çatı Örgütü Haline Getirilmesi Hazırlık Aşaması. CHP, Bazı Alevi-Sol Yapılar ve Gülen Maskesi Takmış Yapının İttifakı

Birinci Evre: Soma Maden Sabotajı, 13 Mayıs 2014

İkinci Evre: IŞİD in Musul Konsolosluğu personelini rehin alması

Üçüncü Evre: Cumhurbaşkanlığı Seçimine İhsanoğlu nun CHP den aday gösterilerek, CHP nin belli bir seçmen kitlesinin öfke ile HDP ye yönlendirilmesi.

Dördüncü Evre: Cumhurbaşkanlığı Seçimine HDP adayı olarak Demirtaş ın katılması ve %9,8 civarında bir rey alarak Genel Seçimlerde HDP nin barajı geçeceği algısının inşa edilmesi.

Sekizinci Aşama: Çatı Örgüt HDP Öncülüğünde Bazı Sol-Alevi yapılarla Gülen Maskesi Takmış Yapı İttifakının Sağlanması

Birinci Evre: Musul Konsolosluğu rehinelerinin serbest bırakılması

İkinci Evre: İŞİD in Ayne El Arab a (Kobani) saldırması ile Kürt Seçmenlerde İŞİD ile ilgili bir şuuraltı oluşturma ve AKP karşıtlığını derinleştirme.

Üçüncü Evre: Bazı Sol yapılarla- PKK-HDP-KCK nın Sokak Terörü provokasyonu (Kobani Provokasyonu)

Barajın geçilmemesi durumunda Türkiye nin kan gölüne döneceği algısını oluşturma. Kürt Halkında AKP karşıtlığını Pekiştirme.

Dokuzuncu Aşama: 7 Haziran 2015 Seçimlerine Hazırlık: Psikolojik Alt yapı Oluşturma, Özel Mesajlar verme, Biz Güçlüyüz Siyasi İktidar Çaresiz, AKP Oy Tabanını Ayrıştırma ve AKP yi yalnızlaştırma

Birinci Evre: Siber Saldırı; 79 ilde Elektriklerin kesilmesi. Seçimlere Şüphe Düşürme algısı oluşturma.

İkinci Evre: Çağlayan Adliyesinde Savcının öldürülmesi ve aynı anda Emniyet Müdürlüğüne saldırı düzenlenmesi

Üçüncü Evre: Fenerbahçe Futbolcularına silahlı saldırı yapılması

Dördüncü Evre: Seçimlere bir hafta kala MIT Tırları ile İŞİD e silah gönderildi (!) fotoğraflarının yayınlanması ile AKP li Kürt Seçmenin bir kısmını daha AKP den uzaklaştırma.

Onuncu Aşama: 7 Haziran 2015 Seçimlerinde AKP yi İktidardan Düşürme-Tek Başına İktidar Yapmama (%41 oy oranı, 258 Milletvekili) AKP nin 2003 Çizgisine Geri Döndürülmesi

Birinci Evre: CHP ve/veya HDP ile koalisyon ortağı yapılarak yıpratılması

İkinci Evre: Koalisyon dışında bırakılarak iç ihtilaflar meydana getirilmesi

Üçüncü Evre: AKP Yönetiminin el değiştirmesi (ANAP, DYP deneyimleri)

Dördüncü Evre: AKP nin bölünmesi (RP/FP, ANAP, DYP, DSP deneyimleri)

On Birinci Aşama: Tekrar Seçim Aşaması: Türkiye yi Suriyeleştirmek Ve Zihnen Bölmek, AKP nin tasfiye edilmesi (RP/FP, ANAP, DYP, DSP deneyimleri)

Birinci Evre: PKK nin Doğu ve Güney Doğuda Kıra Dayalı Şehir Gerillasına geçmesi , Özerklik ve İç Savaş İlan etmesi

İkinci Evre: Suruç Provokasyonu

Üçüncü Evre: Türkiye nin PKK-İŞİD operasyonunu Türkiye-Irak-Suriye Düzleminde Eş zamanlı Başlatması

Dördüncü Evre: Seçim Hükümeti Kurulması

Beşinci Evre: Tuğrul Türkeş-Sedat Peker in sürece dâhil olması

Altıncı Evre: Ankara Provokasyonu

Yedinci Evre: Medya Provokasyonları, Kayyum Olayı ve Şehir Üniversitesi Olayları

Sekizinci Evre: Bahçeli nin beşinci parti İddiası, Abdullah Gül ve Bülent Arınç ın konuşmaları ve yapılan toplantılar

Dokuzuncu Evre: Tekrar Seçimin Yapılması; AKP nin Tek başına İktidar olması ile Taksim Kadife Darbesinin Tasfiye Sürecinin Başlaması

Sonuç: Taksim Kadife Darbesinin Tasfiye Süreci

Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-AB) tarafından Taksim Kadife darbe süreci bir siyasi iktidarı düşürmek amacıyla başlatılmıştır. Ancak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra amaç, bir siyasi iktidarı düşürmekle birlikte Türkiye yi Suriyeleştirmek ve zihnen bölmek tarzında genişletilmiştir. AKP nin tek başına iktidar olması, seçim endeksli kadife darbesini sonun başlangıcına getirmiştir. Bundan sonra yapılacak iş, Taksim Kadife Darbe sürecinde rol alan tüm unsurların, belgeli ve delilli olarak teşhir edilip yargı önüne çıkarılmasıdır. Bu ülkeyi seven ve Allah a ve Ahiret gününe iman ettiğini söyleyen herkes, ülkeyi birleştirici, bütünleştirici ve kaynaştırıcı bir politika ortaya koymalı ve güzel bir dil ve söylem kullanmalıdırlar.

Henüz vakit varken!

Yarın çok geç olabilir!

 

6 Kasım 2015 Cuma

Sosyolojik Savaş - 1

 (Milli Gazete)

İnsanlık, Hz. Adem’le İblis arasında başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan bir mücadelenin muhatabıdır. Bu mücadele tarih boyu iktisadi, siyasi, askeri, kültürel, psikolojik ve sosyolojik boyutlu olarak hep var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Değer sistemleri, doğası gereği kendilerini mutlak hak olarak görür ve kendi dışındaki değerlere karşı tahammülsüzdürler. Değerlerin kendilerini mutlak hak olarak görmeleri, onları inhisarcı yapar ve sınırsız ve topyekûn bir mücadeleye sevk eder. Bu sınırsız ve topyekûn mücadelenin hedefi, diğer tüm değer sistemlerini tasfiye ederek tüm dünyaya hâkim olmaktır.

Bu mücadelede kullanılan vasıtalar bilim ve teknolojinin gelişmesine bağlı olarak değişip genişlemiştir. Psikoloji, sosyoloji ve antropoloji v.b. bilim dalları gelişip sistemleştikçe, elde edilen bulgular, bu büyük mücadelede daha sistematik olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu bulgular, mücadelede sistematik olarak kullanılmaya başlanınca savaşın şekli, vasıtaları ve muhtevası değişmiştir. Bu yeni mücadele şekli, “Sosyolojik Savaş” olarak adlandırılmaktadır.

Bugün Afganistan-Pakistan-Irak-Suriye-Türkiye-Libya-Yemen-Somalı-Sudan düzleminde yoğunlaşan iç çatışmalar, sosyolojik savaşın bir sonucudur. O nedenle Bugün sosyolojik savaş, başta Türkiye olmak üzere ümmetin en önemli bir sorunudur.

Bu yazı serisinde, sosyolojik savaş üzerinde bir değerlendirme yapılacaktır. Ancak sosyolojik savaşı daha iyi anlayabilmek için Kimliğin oluşumu ve kimlik krizini öncelikle ele almamız gerekmektedir.

Kimlik ve Oluşumu

İnsanoğlu tarih boyu hayatın başlangıcı ve sonucuna ilişkin bir sorgulama içinde bulunmuştur. Bu, doktriner (akidevi) bir arayıştır. Hayat, kâinat, insan ve bunların başlangıç ve sonuçlarına ilişkin sistemli bir düşünceye ulaşmak demek bir doktrine/akideye, değerler sistemine sahip olmak demektir. Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve kimlerden olduğumuzu, nereden gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır.

Bu soruların cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp, bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın-, olmaktan kurtulup toplum olmaya hak kazanır. Bireyler arasında ortak değerler arttıkça bütünleşme sağlanır. Kader birliği oluşur. Hayat, ortak paydalar etrafında şekillenir. Yeni bir hayat tarzı ortaya çıkar. Gelenek, görenek, örf, adet, töre, yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi, eğitim, ahlak, özetle her şey, ana değerler sistemine göre oluşur ve gelişir. Bütün bunlarla örtüşen bir kültür ve medeniyet meydana gelir.

Değer sistemi, hayatın başlangıcı, sonucu, ölüm ötesini kuşatacak bir donanıma sahipse evrensellik iddiasında bulunabilir. Evrensellik iddiasındaki değer sistemlerinde değerler, iki ana sınıfta toplanabilir. Birincil değerler ve ikincil değerler.

Birincil değerler; zaman ve mekândan bağımsız, kalıcı, değişmeyen, o değerler sistemi için olmazsa olmazlardır. İkincil değerler, birincilerle uyumlu ve fakat zaman ve mekâna bağımlıdır. Birinciler değişmeden kalırken, ikinciler değişik coğrafyada, farklı şartlarda, farklı zaman dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de. Aynı koşullar meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Bir değer sistemi, farklı değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu boyutu ile bakıldığında kültürler arasında karşılıklı etkileşim olabilir. Ancak birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini inkârıdır. Oluşturduğu kültür ve medeniyetin yıkımıdır.

Değerler sisteminin hayatın değerlendirilmesi ve tanzimine ilişkin ortaya koyduğu maddi ve manevi her şey kültür ve medeniyet olarak isimlendirilmektedir. Dolayısıyla her kültür ve medeniyet, dayandığı değer sistemine bağlı olarak hayatı yorumlar ve tanzim eder. Bu gücünden dolayı saygındır, özgündür. Ancak zaman ve mekâna bağlı olarak, özü aynı kalmak kaydıyla değişime uğrayabilir. Ana doğrular etrafında değişebilirlik bir kültür ve medeniyetin gücünü gösterir; ona gelişip yayılma imkânı verir. Her kültür ve medeniyet, bazı ortak paydaları olsa bile bir başka kültür ve medeniyetin aynı olamaz.

İnsanın bir değer sistemine ya da bir kültüre tabi olması ile başlayan değişimi, kendisinin başkaları ile aynileşmesine ya da farklılaşmasına neden olur. Bu, insanın kendini yeniden tanımlaması ve konumlandırmasıdır. Bu aşamada “ben ve öteki” vardır; “ben idraki” ortaya çıkar. Bireyler arasındaki etkileşimin yönüne bağlı olarak “ben ve ötekiler” (1) ya da biz ve ötekiler meydana gelir. Tanımlama, konumlandırma ve tasnif etme, belli özellikler, ortak paydalar, etrafında bireylerin bütünleşmesi, kaynaşmasıdır. Olaylar karşısında, genel olarak, benzer tutum ve tavrı ortaya koyabilmeleridir. Daha genel bir ifade ile kader birliği yaparak dayanışma içerisine girmeleridir. İşte bu, bir kimliğin oluşumudur.

Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak paydalara göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir. Kazanılan ortak özelliklerin bütünleşmesi, güven duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık” şuurudur. Kendinden beklenen rollerin istenerek yapılmasıdır. Değerlerin, kuralların ve onların yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur. Değerlere, kurallara, daha genel ifade ile kültür ve medeniyete kesin ve emin bir inançla bağlanıştır. Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları, ortak bir zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir. Kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana doğru bir açılma, aynılaşma, aidiyet olgusu vardır.

Kimlikte önemli olan bireyin/bireylerin kendisini/kendilerini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve kimlerle özdeş kıldığıdır. Karşıdakine/ Karşıdakilere göre kendine nasıl bir konum biçtiğidir. Burada önemli olan başkalarının onu nasıl görüp konumlandırdığı değil; kendisinin kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim ya da kimlerle kader birliği yaptığıdır.

Kimliğin Elemanları

Bir kimliğin üç ana unsuru mevcuttur:

• Taraflar: Ben/Biz, Öteki/Ötekiler

• Ortak payda ya da ortak özellikler: Temel değerler, tarih, coğrafya, dil, kan, kültür-medeniyet, vatandaşlık, özel sözleşme; Bizim aramızda, Ötekiler arasında

• Taraflar arasında ki etkileşim: Dost, Müttefik, Düşman, Rakip

Burada en önemli unsur, bizi biz yapan, bizi birbirine bağlayan ortak paydanın ya da ortak özelliklerin ne olduğudur. Kimlikte bu ortak payda, değer sistemi, tarih, coğrafya, dil, kan, kültür-medeniyet, özel sözleşme, soy bağı, vatandaşlık bağı gibi özellikler etrafında oluşur. Seçilen ortak payda kimliği niteler: Dini kimlik, milli kimlik, ulusal kimlik, etnik kimlik, bireysel kimlik, ümmet kimliği gibi. Bunlar arasında en etkin olanı değer sistemidir. Değer sistemi, bir taraftan bizim kendi aramızda ki hukuku, İç Hukuk, belirlerken; diğer taraftan bizimle ötekiler arasındaki ilişkiyi de, hukuku da, dış hukuk, belirler. Değer sisteminin değişmesi, hem iç hem de dış hukukun değişmesine neden olacaktır.

Kimlik Krizi: Kimlikten Şüphe

Kimlik ortak paydalar etrafında rızaya dayanan bir birliktelik olduğuna göre ortak paydaların zayıflaması-azalması ya da parçalanması, kimlikte ayrışmaya ve krize neden olacaktır. Fertlerin ortak paydaya karşı şüphe duyması, kimlik için en ciddi tehlikedir. Çünkü Kimlik, ortak değerlere rıza tabanlı bir bağlanış olduğu için fertlerin ortak değerlere mutmain olmuş olarak bağlanmaları önemlidir. Buna kimliğin mutmainlik ilkesi diyebiliriz. Mutmain olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek bir enerji kazandırır.

Kimlik oluşumunda mutmain olma olgusu, Kur’an’ın üzerinde yoğun bir şekilde durduğu bir konudur. Vahyi bilginin mutmainlik ilkesine verdiği önemi bütün peygamberlerin kimlik oluşturma mücadelesinde görebilmekteyiz. Hz. İbrahim’in âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı, “ölüleri nasıl dirilttiğinin kendisine gösterilmesini” istemesini bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir (2 Bakara 260). Bu ayette Allah’ın “inanmıyor musun ” sorusuna Hz. İbrahim’in verdiği, “Hayır inandım; ancak kalbimin tatmin olması için” şeklindeki cevabı çok anlamlıdır. Allah’ın Hz. İbrahim’in kalbinin mutmain olması için gerekeni yapması, kimlik krizinin ortaya çıktığı durumlarda müminler için izlenecek yolun bir ölçüsü olarak değerlendirilmelidir.

Bir beşerin mutmain olmak için Âlemlerin Rabbi’ne soru yöneltebilmesi ve cevabını alabilmesi üzerine bugün hepimizin oturup düşünmesi gerekmektedir. Çoğunluk olmak ya da güç ve kuvveti elde bulundurmak sorunun zorla, baskı ile çözüme kavuşturulabileceği vehmine kimseyi kaptırmamalıdır. Bugün Türkiye’nin en ciddi sorunu, bu ülke insanlarının genelinin kalbi mutmain olmuş bir şekilde bir üst kimlikte uzlaşamamış olmasıdır.

Bu sorun, güç kullanarak değil; tartışarak, konuşarak, doğrularda anlaşarak, uzlaşarak ve ortak paydalar oluşturarak çözülebilir. İşte bu aşamada Hz. İbrahim’in duruşu gibi bir duruş, hayati bir önem kazanır. Çünkü Hz. İbrahim, vahyi bilgi, akıl ve beş duyuyu (gözlem ve değerlendirme) en estetik ve ayrıntılı bir şekilde kullanarak bir kimliğin, nasıl ortaya çıkabileceğini bize göstermektedir(6 Enam 74-78; 19 Meryem 42; 26 Şuara 72-73; 29 Ankebut 17; 37 Saffat 91- 95; 21 Enbiya 58-67).

Sonuç: Dini Hassasiyeti Olan Türkler ve Kürtler Ümmet Kimliğinden Şüpheye Düşmeyin

Kimlikler ya da değerler arasında mücadele, zaman zaman çok sert şekil alabilir. Çok farklı nedenlerle, psikolojik faktörlerle iman edenlerin ruh dünyalarında geçici de olsa kırılmalar meydana gelebilir. Bu beşeri bir vakadır. Bu nedenle Allah’ın yol boyu, kendi peygamberlerini şüpheye düşmeme konusunda uyarıp desteklediğini göz önüne almak gerekmektedir: “Gerçek (hak) Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma”.(2 Bakara 147; 3 Al-i İmran 60; 6 En’am 114; 10 Yunus 94-95)

Gerçekte uyarılan ve desteklenen Peygamberlerin şahsında peygamberlerin izinden gidenlerdir.

Öyleyse, Ey İman Edenler, Ümmet Kimliğinden asla vazgeçmeyin.

Unutmayın! Sosyolojik savaş kimlik krizi inşası üzerine yapılan bir savaştır.

Henüz Vakit varken!

Kaynaklar

1- Kösoğlu, N., Kültür Kimlik Üzerine, Türkiye Günlüğü, sayı 33 1995, s. 41-47.

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...