(Milli Gazete)
İnsanlık, Hz. Adem’le İblis arasında başlayan ve kıyamete
kadar sürecek olan bir mücadelenin muhatabıdır. Bu mücadele tarih boyu
iktisadi, siyasi, askeri, kültürel, psikolojik ve sosyolojik boyutlu olarak hep
var olmuş ve var olmaya da devam edecektir. Değer sistemleri, doğası gereği
kendilerini mutlak hak olarak görür ve kendi dışındaki değerlere karşı
tahammülsüzdürler. Değerlerin kendilerini mutlak hak olarak görmeleri, onları
inhisarcı yapar ve sınırsız ve topyekûn bir mücadeleye sevk eder. Bu sınırsız
ve topyekûn mücadelenin hedefi, diğer tüm değer sistemlerini tasfiye ederek tüm
dünyaya hâkim olmaktır.
Bu mücadelede kullanılan vasıtalar bilim ve teknolojinin
gelişmesine bağlı olarak değişip genişlemiştir. Psikoloji, sosyoloji ve
antropoloji v.b. bilim dalları gelişip sistemleştikçe, elde edilen bulgular, bu
büyük mücadelede daha sistematik olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu bulgular,
mücadelede sistematik olarak kullanılmaya başlanınca savaşın şekli, vasıtaları
ve muhtevası değişmiştir. Bu yeni mücadele şekli, “Sosyolojik Savaş” olarak
adlandırılmaktadır.
Bugün
Afganistan-Pakistan-Irak-Suriye-Türkiye-Libya-Yemen-Somalı-Sudan düzleminde
yoğunlaşan iç çatışmalar, sosyolojik savaşın bir sonucudur. O nedenle Bugün
sosyolojik savaş, başta Türkiye olmak üzere ümmetin en önemli bir sorunudur.
Bu yazı serisinde, sosyolojik savaş üzerinde bir
değerlendirme yapılacaktır. Ancak sosyolojik savaşı daha iyi anlayabilmek için
Kimliğin oluşumu ve kimlik krizini öncelikle ele almamız gerekmektedir.
Kimlik ve Oluşumu
İnsanoğlu tarih boyu hayatın başlangıcı ve sonucuna ilişkin
bir sorgulama içinde bulunmuştur. Bu, doktriner (akidevi) bir arayıştır. Hayat,
kâinat, insan ve bunların başlangıç ve sonuçlarına ilişkin sistemli bir
düşünceye ulaşmak demek bir doktrine/akideye, değerler sistemine sahip olmak
demektir. Değerler sistemi, kim olduğumuzu ve kimlerden olduğumuzu, nereden
gelip, nereye gittiğimizi cevaplandırır.
Bu soruların cevapları, tek bireyin malı olmaktan çıkıp,
bireylerin ortak doğruları olduğu zaman topluluk; bireylerin toplamı -yığın-,
olmaktan kurtulup toplum olmaya hak kazanır. Bireyler arasında ortak değerler
arttıkça bütünleşme sağlanır. Kader birliği oluşur. Hayat, ortak paydalar
etrafında şekillenir. Yeni bir hayat tarzı ortaya çıkar. Gelenek, görenek, örf,
adet, töre, yazılı olan ve olmayan hukuk, ekonomi, eğitim, ahlak, özetle her
şey, ana değerler sistemine göre oluşur ve gelişir. Bütün bunlarla örtüşen bir
kültür ve medeniyet meydana gelir.
Değer sistemi, hayatın başlangıcı, sonucu, ölüm ötesini
kuşatacak bir donanıma sahipse evrensellik iddiasında bulunabilir. Evrensellik
iddiasındaki değer sistemlerinde değerler, iki ana sınıfta toplanabilir.
Birincil değerler ve ikincil değerler.
Birincil değerler; zaman ve mekândan bağımsız, kalıcı,
değişmeyen, o değerler sistemi için olmazsa olmazlardır. İkincil değerler,
birincilerle uyumlu ve fakat zaman ve mekâna bağımlıdır. Birinciler değişmeden
kalırken, ikinciler değişik coğrafyada, farklı şartlarda, farklı zaman
dilimlerinde farklı şekiller alabilir. Hatta uygulamadan kalkabilir de. Aynı
koşullar meydana geldiğinde, yeniden uygulanabilir. Bir değer sistemi, farklı
değer sistemleri ile etkileşerek yeni ikincil değerler kazanabilir. Bu boyutu
ile bakıldığında kültürler arasında karşılıklı etkileşim olabilir. Ancak
birincil değerlerde değişim, o düşünce ya da değerler sisteminin kendini
inkârıdır. Oluşturduğu kültür ve medeniyetin yıkımıdır.
Değerler sisteminin hayatın değerlendirilmesi ve tanzimine
ilişkin ortaya koyduğu maddi ve manevi her şey kültür ve medeniyet olarak
isimlendirilmektedir. Dolayısıyla her kültür ve medeniyet, dayandığı değer
sistemine bağlı olarak hayatı yorumlar ve tanzim eder. Bu gücünden dolayı
saygındır, özgündür. Ancak zaman ve mekâna bağlı olarak, özü aynı kalmak kaydıyla
değişime uğrayabilir. Ana doğrular etrafında değişebilirlik bir kültür ve
medeniyetin gücünü gösterir; ona gelişip yayılma imkânı verir. Her kültür ve
medeniyet, bazı ortak paydaları olsa bile bir başka kültür ve medeniyetin aynı
olamaz.
İnsanın bir değer sistemine ya da bir kültüre tabi olması
ile başlayan değişimi, kendisinin başkaları ile aynileşmesine ya da
farklılaşmasına neden olur. Bu, insanın kendini yeniden tanımlaması ve
konumlandırmasıdır. Bu aşamada “ben ve öteki” vardır; “ben idraki” ortaya
çıkar. Bireyler arasındaki etkileşimin yönüne bağlı olarak “ben ve ötekiler”
(1) ya da biz ve ötekiler meydana gelir. Tanımlama, konumlandırma ve tasnif
etme, belli özellikler, ortak paydalar, etrafında bireylerin bütünleşmesi,
kaynaşmasıdır. Olaylar karşısında, genel olarak, benzer tutum ve tavrı ortaya
koyabilmeleridir. Daha genel bir ifade ile kader birliği yaparak dayanışma
içerisine girmeleridir. İşte bu, bir kimliğin oluşumudur.
Kimlik, konumlanma, aidiyetin ve tasnifin ortak paydalara
göre yapılışıdır. Bir özdeşleşmedir. Kazanılan ortak özelliklerin bütünleşmesi,
güven duygusunun oluşumudur. “Farklı” oluştur, “farklılık” şuurudur. Kendinden
beklenen rollerin istenerek yapılmasıdır. Değerlerin, kuralların ve onların
yaptırım gücünün belirli ve sürekli oluşudur. Değerlere, kurallara, daha genel
ifade ile kültür ve medeniyete kesin ve emin bir inançla bağlanıştır.
Karşılıklı etkileşimin ortak bir senteze ulaşabilmesidir. Kutsalları, ortak bir
zeminde saygın bir şekilde severek, isteyerek gönül huzuru içinde tutabilmedir.
Kimlikte, ferdi olandan toplumsal olana doğru bir açılma, aynılaşma, aidiyet
olgusu vardır.
Kimlikte önemli olan bireyin/bireylerin
kendisini/kendilerini nasıl algıladığı, değerlendirdiği, konumlandırdığı ve
kimlerle özdeş kıldığıdır. Karşıdakine/ Karşıdakilere göre kendine nasıl bir
konum biçtiğidir. Burada önemli olan başkalarının onu nasıl görüp
konumlandırdığı değil; kendisinin kendisini nasıl görüp konumlandırdığı, kim ya
da kimlerle kader birliği yaptığıdır.
Kimliğin Elemanları
Bir kimliğin üç ana unsuru mevcuttur:
• Taraflar: Ben/Biz, Öteki/Ötekiler
• Ortak payda ya da ortak özellikler: Temel değerler, tarih,
coğrafya, dil, kan, kültür-medeniyet, vatandaşlık, özel sözleşme; Bizim
aramızda, Ötekiler arasında
• Taraflar arasında ki etkileşim: Dost, Müttefik, Düşman,
Rakip
Burada en önemli unsur, bizi biz yapan, bizi birbirine
bağlayan ortak paydanın ya da ortak özelliklerin ne olduğudur. Kimlikte bu
ortak payda, değer sistemi, tarih, coğrafya, dil, kan, kültür-medeniyet, özel
sözleşme, soy bağı, vatandaşlık bağı gibi özellikler etrafında oluşur. Seçilen
ortak payda kimliği niteler: Dini kimlik, milli kimlik, ulusal kimlik, etnik
kimlik, bireysel kimlik, ümmet kimliği gibi. Bunlar arasında en etkin olanı
değer sistemidir. Değer sistemi, bir taraftan bizim kendi aramızda ki hukuku,
İç Hukuk, belirlerken; diğer taraftan bizimle ötekiler arasındaki ilişkiyi de,
hukuku da, dış hukuk, belirler. Değer sisteminin değişmesi, hem iç hem de dış
hukukun değişmesine neden olacaktır.
Kimlik Krizi: Kimlikten Şüphe
Kimlik ortak paydalar etrafında rızaya dayanan bir
birliktelik olduğuna göre ortak paydaların zayıflaması-azalması ya da
parçalanması, kimlikte ayrışmaya ve krize neden olacaktır. Fertlerin ortak
paydaya karşı şüphe duyması, kimlik için en ciddi tehlikedir. Çünkü Kimlik,
ortak değerlere rıza tabanlı bir bağlanış olduğu için fertlerin ortak değerlere
mutmain olmuş olarak bağlanmaları önemlidir. Buna kimliğin mutmainlik ilkesi
diyebiliriz. Mutmain olma duygusu, aidiyeti kuvvetlendirirken, kişiye de yüksek
bir enerji kazandırır.
Kimlik oluşumunda mutmain olma olgusu, Kur’an’ın üzerinde
yoğun bir şekilde durduğu bir konudur. Vahyi bilginin mutmainlik ilkesine
verdiği önemi bütün peygamberlerin kimlik oluşturma mücadelesinde
görebilmekteyiz. Hz. İbrahim’in âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı, “ölüleri
nasıl dirilttiğinin kendisine gösterilmesini” istemesini bu açıdan
değerlendirmek gerekmektedir (2 Bakara 260). Bu ayette Allah’ın “inanmıyor
musun ” sorusuna Hz. İbrahim’in verdiği, “Hayır inandım; ancak kalbimin tatmin
olması için” şeklindeki cevabı çok anlamlıdır. Allah’ın Hz. İbrahim’in kalbinin
mutmain olması için gerekeni yapması, kimlik krizinin ortaya çıktığı durumlarda
müminler için izlenecek yolun bir ölçüsü olarak değerlendirilmelidir.
Bir beşerin mutmain olmak için Âlemlerin Rabbi’ne soru
yöneltebilmesi ve cevabını alabilmesi üzerine bugün hepimizin oturup düşünmesi
gerekmektedir. Çoğunluk olmak ya da güç ve kuvveti elde bulundurmak sorunun
zorla, baskı ile çözüme kavuşturulabileceği vehmine kimseyi kaptırmamalıdır.
Bugün Türkiye’nin en ciddi sorunu, bu ülke insanlarının genelinin kalbi mutmain
olmuş bir şekilde bir üst kimlikte uzlaşamamış olmasıdır.
Bu sorun, güç kullanarak değil; tartışarak, konuşarak,
doğrularda anlaşarak, uzlaşarak ve ortak paydalar oluşturarak çözülebilir. İşte
bu aşamada Hz. İbrahim’in duruşu gibi bir duruş, hayati bir önem kazanır. Çünkü
Hz. İbrahim, vahyi bilgi, akıl ve beş duyuyu (gözlem ve değerlendirme) en
estetik ve ayrıntılı bir şekilde kullanarak bir kimliğin, nasıl ortaya çıkabileceğini
bize göstermektedir(6 Enam 74-78; 19 Meryem 42; 26 Şuara 72-73; 29 Ankebut 17;
37 Saffat 91- 95; 21 Enbiya 58-67).
Sonuç: Dini Hassasiyeti Olan Türkler ve Kürtler Ümmet
Kimliğinden Şüpheye Düşmeyin
Kimlikler ya da değerler arasında mücadele, zaman zaman çok
sert şekil alabilir. Çok farklı nedenlerle, psikolojik faktörlerle iman
edenlerin ruh dünyalarında geçici de olsa kırılmalar meydana gelebilir. Bu
beşeri bir vakadır. Bu nedenle Allah’ın yol boyu, kendi peygamberlerini şüpheye
düşmeme konusunda uyarıp desteklediğini göz önüne almak gerekmektedir: “Gerçek
(hak) Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma”.(2 Bakara 147; 3
Al-i İmran 60; 6 En’am 114; 10 Yunus 94-95)
Gerçekte uyarılan ve desteklenen Peygamberlerin şahsında
peygamberlerin izinden gidenlerdir.
Öyleyse, Ey İman Edenler, Ümmet Kimliğinden asla
vazgeçmeyin.
Unutmayın! Sosyolojik savaş kimlik krizi inşası üzerine
yapılan bir savaştır.
Henüz Vakit varken!
Kaynaklar
1- Kösoğlu, N., Kültür Kimlik Üzerine, Türkiye Günlüğü, sayı
33 1995, s. 41-47.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder