31 Ocak 2013 Perşembe

Yanlış Teşhis Doğru Çözüme Ulaştırmaz

 (Milli Gazete)

Giriş

Uzun vadeli bir devlet politikasının ve stratejisinin olmamış olması ve devletin değişik kurumları arasında var olan güvensizlik ve farklı yaklaşım, Türkiye’nin meselelerini çözmekte, en güçlü engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, dış bölgesel ve küresel güçlerin devreye girmesi ile işler daha da karmaşık hale gelmekte ve kolay çözülebilecek olan bir konu çözümsüzlüğe mahkûm edilmektedir.

Türkiye’nin kendi problemlerini çözüp güçlenmesi, elbette dış güçlerin (bölgesel ve küresel güçlerin) işine gelmez. Bunda herhangi bir anormallik yoktur. Anormal olan, tüm çözümlere ülke içinden muhalefet eden ve çözümleri engelleyen iç güç odaklarının olmuş olmasıdır.

Son günlerde ‘Kürt sorunu’(!) diye isimlendirilen bir sorun, mehter yürüyüşü ile yeniden ele alınmıştır. Türkiye’yi yönetenler, bir dönem Abdullah Öcalan’la görüşmeyi ‘şerefsizlik’ sayarken, bu günlerde çözümün bir parçası olarak görmektedirler. Bu bağlamda siyasette kullanılan dil, ne yazık ki hep sorunlu olmuştur. Asıl mesele, Abdullah Öcalan’la görüşüp görüşmeme ya da onu muhatap alıp almama değildir. Asıl mesele, Türkiye’nin kendi sorunlarına gerçekçi teşhis koyamamış; günlük, anlık, geçici ve yasak savma kabilinden çözümlerle uğraşıyor olmasıdır.

Bu noktada sorulması gereken temel soru, Türkiye’nin, başta dinî, mezhebî ve kavmî sorunları olmak üzere tüm sorunlarını, adil bir çözüme kavuşturmasının önündeki en temel engel nedir   Bu bağlamda sadece ‘Kürt sorununu’ ele aldığımızda ‘Kürt sorunu’ denen sorunun kökeni, temel nedeni nedir ‘Kürt sorununun’ çözülmesi ile Türkiye bütün sorunlarından arındırılmış olacak mıdır Mesele, kavmi ya da mezhebi noktadan ele alındığında çözüme ulaşılmış mı olacak; yoksa mesele, daha da karmaşıklaşmış mı olacaktır

O nedenle, şu sorunun cevabını, daha köklü ve derinlemesine aramalıyız. Türkiye’nin ana sorunu, gerçekten de Kürt sorunu mudur, Alevi sorunu mudur Yoksa Kürt sorunu, Alevi sorunu ana sorunun bir sonucu mudur?

Burada ‘Kürt Meselesi’ kapsamında bu konu ele alınacaktır.

Türkiye’de Sorunların Anası: Lozan’da Kurulan Laik - Seküler Sistemdir

Osmanlının yüzlerce yıl içinde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları, bir potada eriterek belli ortak paydalar etrafında inşa ettiği üst kimlik, Lozan’da verilen sözler çerçevesinde parçalanmıştır. Anadolu coğrafyasında var olanların tümünün ‘saf kan Türk’ olmadığı bilinmesine rağmen yeni bir ulusal kimlik inşasına, ‘kanunen ve cebren’ başvurularak kin, nefret ve nifak tohumları bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara ekilmiştir. Nifak tohumlarını ekenler, bizzat içerdekiler olmuştur; dış güçler ise, ekilen bu zehirli sarmaşıkları, yeri ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere korumuşlar, sulamışlar ve de beslemişlerdir. İçerdekiler, uluslar arası konjonktürün değişmeyeceğini varsayarak tüm kavmi kimlikleri asimile etmek için pervasızca hareket etmişlerdir. Bu nedenle bu gün karşı karşıya kalınan sorunu, seküler-laik- liberal olan iki kavmiyetçi akımın (Türk, Kürt) çözmesini beklemek büyük bir hata olur.

Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet Türkiye, ‘yaratılmıştı’(!) Şimdi de bu ulus devlet için bir ulus ‘yaratılmalıydı’(!) Milli mücadele sürecinde İttihat Terakki’nin ikinci derece insan unsurundan meydana gelen çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem İslami kimlik, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikleri, ret ve inkâr etmiştir. Aynı tornadan çıkmışçasına homojen bir toplum ve tek tip insan ‘yaratmak’(!) amacıyla tüm alt ve üst kimlikler parçalanmıştır.

Devrimlerle bir taraftan var olan tüm kimlikler parçalanırken, Batı kültür ve medeniyetinin değerlerini benimseyip inanan bir halk inşa edilmekteydi. İnşa edilecek olan yeni toplumun, mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O dayanak da, kavmi olarak çoğunlukta olan Türklerin ismi, kanı, coğrafyası ve konuşma dili, söz düzeyinde, kabul edilerek bulunmuştur. 

Müslüman Türk’ün Ve Kürt’ün Asimile Edilmesi

Gerçekte yeni kimlikte, Türk’ün ismi vardı; fakat kültür ve medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri yoktu. Alfabesi değiştirilmiş, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanmıştı. Tüm yaşantısı batılı değerlere göre şekillendirilmek istenen bir halk, yeni Türk olarak isimlendirilmişti. Yeni Türk, tarihten bize intikal eden Eski Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi olmayan ve fakat kendi tabirleri ile ‘yarattıkları’(!) yeni bir ulustu. Bu Yeni Türk, bir halk olarak henüz ortada yoktu. Yeni Türk, Eski Türk’ün ismini, coğrafyasını, kanını ve konuşma dilini miras olarak almıştı.

Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (Batılı Türk) ise, tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını, kıblesini ret eden mankurtlaştırılmış bir Türk idi. Bu coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi, laiklik dinini benimseyen, İslam’la ilişkili tüm tarihi, kültür medeniyeti ret ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini benimseyen herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi.

Kanı işin içine niçin soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu -İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen…- Türk soyundan gelmemekteydi.

Bu Yeni Türk’ün gözünde Eski Türk ‘Öküz Anadolulu’(!) idi ve düşmandı. Bunun için medeni olan şehirlere girmemeliydi. Yeni Türk’e ‘hizmet etmekle’ ve onu ‘korumakla görevliydi’. 

Türk milletinden kast edilen aynı coğrafyada, ‘aynı soydan’(!), ‘aynı kandan’(!) ve ‘aynı dilden’(!) olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada yaşadığı halde aynı dil, aynı soy ve kandan olmayanlar ne olacaktı Herkes yeni din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma asimile olmak demekti. Ya asimile olacaklar ya da yok edileceklerdir. Cumhuriyetin çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’ formatlanma gerçekleştirilerek, ‘Yeni Türk yaratılacaktı’(!) Onun için ‘On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’ demekteydiler. Onuncu yıl marşı, bu yeni Türk’ün marşıydı. ‘Yeni Türk’, tek parti döneminde kendisine karşı çıkanları suikastlarla yok etmiştir. Yeni Türk’ün adalet anlayışı, ‘Sanıkların idamına tanıkların bilahare dinlenmesine karar vermeye’ dayanır. Erzurum’da ‘bohçacı bir kadını şapka devrimine karşı çıktı gerekçesiyle asarak’  ya da Batı’daki bir olaydan Doğu’daki bir şeyhi ve/veya bir Kürt aşiret reisini sorumlu tutarak ortalığa dehşet salar. Köyler göçe zorlanarak ve gecekondulaşma ile köylülerin dayanaksız hale getirilerek dönüştürülmesi hedeflenir.

Cumhuriyet yönetici kadroları için, nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve İslam dinine bağlılıkları açısından tehlikeli olabilecek olan unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen yeni Türk’ün saflarına katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. Yerel isimler kazınarak yok edildi. Dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ yazıldı. Türklerin bir boyu, ‘Dağ Türkleri’, bir kolu olarak gösterilmek istendi. Tıpkı Türkler gibi onlar da ekonomik olarak mağdur edilip köyden kente göçe zorlandı.

Anadolu’da var olan diğer kavmi unsurlarda olduğu gibi Kürtlerin de anadillerinde konuşmaları, yazmaları, eğitim görmeleri, şarkı ve türkü söylemeleri, tarihten gelen ve Kürtçe olan yerel isimleri ve bölgenin ismini kullanmaları yasaklandı.

Haklarını elde etmek için yapılan her hareket, isyan, başkaldırı olarak nitelendirilip yabancı işbirlikçiliği ile suçlandı, karalandı.

Müslüman Türk Ve Kürtlerin Yanılgısı

Yaklaşık 80 yıldır uygulanan asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak, bu ülkede yaşayan insanların zihinsel yapısında ciddi bir kırılma ve bir kısmında tam, bir kısmında ise kısmen mankurtlaşma (hafızasını kaybetmiş köle) vuku bulmuştur. Lozan’da Batı kültür-medeniyet değerlerine göre kurulan bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir hatanın içerisine zaman zaman düşülmüştür. ‘Bu ülkede herkes Türk’tür’  şeklinde 80 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, Türk’ten başka kavmi yapılardan, farklı dillerden bahsetmek, ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı… olduğuna bakılmamıştır.

İslam’ın ahkâm hükümlerini bir tarafa bırakalım; sadece başörtülülerin üniversitelere girememesi (yakın tarihe kadar) ve devlet dairelerinde çalışamamasını hangi milli kültür ve medeniyet mensubiyeti ile izah etmek mümkündür. Ailedeki eğitimle, okuldaki eğitim birbirine ters ise, bu sistem, nasıl bir Müslüman Türk’ün sistemi olabilir. İslam kültür ve medeniyetine savaş açmış bir sistemi ve bunun yaptıklarını savunmak Müslüman Türk’e düşmez.

Bu ülkede yüzde 5’lik refahtan şımarıp azan mutlu bir azınlık, kan dökülmesini sağlayarak, kanın inşa ettiği kin ve nefreti kullanarak, tüm etnik ve mezhepsel alt kimlikleri birbirine düşman kılarak, sistemin sorgulanmasını engellemektedir. Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya da buna varacak bir dil kullanması tehlikelidir ve İslami değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek demektir.

Kürt dilinin, Kürtçe şarkı türkünün, Kürtçe konuşmanın ve Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel isimlerin değiştirilmesi ve Osmanlı zamanında Kürdistan olan bölge isminin değiştirilmesi, ne İslami’dir ne de insanidir. Bu noktada Müslüman Türklerin, Özal zamanında Bulgaristan’da Müslümanlara, Türklere yapılan zulmü hatırlamalarında fayda vardır. Türklerin Türkçe konuşması yasaklanıyor, isimleri değiştiriliyor ve başörtüsü kullanmaları engelleniyor diye Müslümanlar, bu ülkede meydanlara inip muhteşem kalabalıklarla gövde gösterisi yaparak Bulgaristan’ı protesto etmişlerdir. Bulgaristan komünist bir ülke idi ve dine düşmandı. Müslümanları ve Türkleri de asimile etmek istiyordu.  Oysa o yıllarda Türkiye’de kız öğrencilerin başörtülü olarak üniversiteye girip okuması yasaktı. İlginç olan Türkiye’de yasaklama getiren zihniyet, meydanlara inen halk gösterilerine destek vermiş ve teşvik etmiştir. Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.

Bulgaristan’da kendi soydaşlarınıza yapılan bir hareketi, zulüm olarak kabul edip protesto edeceksiniz ama Türkiye’de Müslüman kardeşine aynı zulüm yapıldığı zaman susacak ya da zulme hak vereceksiniz. Kavmiyetçilik budur. Müslüman Türk ve Kürt, bu zihni kirlilikten ve yanılgıdan kurtulmalıdır.

Bu ülkede komünizmle mücadele adına CIA’nın tuzağına düşmüş nice Türk vardır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ortaya dökülmüş birçok belgede, itirafta bunu görmek mümkündür. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ve Özel Harp Dairesi’nin maaşlarını, bir dönem ABD vermiştir. Ayrıca Ergenekon diye adlandırılan gizli teşkilatlanma, NATO’nun bünyesinde yapılmıştır. ABD menfaatlerinin gerektiği zamanlarda bu yapı, Türkiye’de darbe yapmıştır. O darbeyi yapıp Müslüman Türklere ve Kürtlere zulüm yapanlar, sadece Türk olanlar değildi; o yapının içinde Kürtler de vardı. Bu gerçek üzerinde bugün Müslüman Kürtlerin ve Türklerin çok derin bir şekilde düşünmesi gereklidir.

Özellikle Müslüman Türklerin tefekkür etmesi gereken şey, bu ülkenin Kürt çocukları, dağa çıkarak kendi ülkesine, hatta kendi anne ve babasına düşman hale gelmiş olması ya da getirilmiş olmasıdır. Niçin

Bu ülkede, 12 Eylül 1980 öncesinde, aynı anne babanın çocuklarının sağ-sol adına birbirini kırması vakası yaşanmıştır. Onları birbirine düşman kardeş yapan kimlerdi ve hangi şartlardı Bu sorgulama, gerçekçi bir şekilde henüz yapılmadı. Aynı soruyu, şimdi PKK hadisesinde sormalıyız. Hangi nedenlerle bu ülkenin Kürt çocukları dağa çıkmakta ve kendi halkına silah sıkmaktadır Kadın konusunda son derece hassas olan Kürtlerin kızlarının, dağa çıkmasına sebep olan nedir

Asimilasyon politikalarının dışında, 1980 öncesi Güneydoğu’da ki askeri operasyonlarda, halka yapılan zulmün ve Diyarbakır Cezaevi’nde mahkûmlara reva görülen gayrı insanı davranışların, yöre insanın zihin yapısını şekillendirmesinde ve isyanında hiç payı yok mudur Aksini düşünenlerin, Balkan faciasına, Rumelinin İslam diyarı olmaktan çıkmasına, sebebiyet veren ağa-bürokrat zulüm çarkının, yöre insanının zihin dünyasında yaptığı tahribata bakmalarında fayda vardır. Bunun için Pınar Yayınları’ndan çıkan eyalet valiliği yapmış Hüseyin Kazım Kadri’nin “İmparatorluğun Tasfiyesi” kitabını okumaları yararlı olacaktır.

Müslüman Kürtler ve Türkler bu ve buna benzer soruları sorgulamalı ve cevaplarını, İslam kültür ve medeniyetinin temel değerleri açısından vermelidir.

Kendi öz çocuğunu, kendine yabancılaştıran, hatta düşman haline getiren bir sistemi sorgulamayan tüm Müslümanlar, hatalıdırlar. Bu sorgulama olmadığı sürece de bu ülkenin hiçbir sorunu, gerçek anlamda çözüme kavuşturulamayacak, pansumanvari tedbirlerle sisteme suni teneffüs yaptırılacaktır. Müslüman olan herkesin, özellikle de Türklerin, bu gerçeği görerek, kurulan oyunu bozması, Kürt halkının fıtri olan haklarını yerine getirmek üzere mücadele etmesi gerekmektedir.

Müslüman Kürtlerin Yanılgısı,  zulmün sadece kendilerine uygulandığıdır.  Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, ayırım yapmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardır. Cumhuriyet tarihinin büyük bir zaman diliminin sıkıyönetim ya da olağanüstü hâl ile geçmesi, bunun bir göstergesidir.  Gecekondulaştırma politikası, kavmi kimliklere bakılmaksızın Müslüman bir halkın asimile edilmesine dönük bir projedir. Köylerin boşaltılması (Köy nüfusunun yüzde 20’lere indirilmesi), bugün, AB adına açık bir şekilde ve meşru gösterilerek yapılmaktadır. Müslüman Türkler de, Kürtler de bunu alkışlamaktadır. Yapanlar farkına varsın ya da varmasın gökdelenleşme politikası, kimliksizleştirme ve asimilasyonu beraberinde getirecektir. Gökdelenleşme, bu ülkenin insanlarını, bireyselleştirerek, kendi kültür ve medeniyetinden kopararak, laik-seküler Batı kültür medeniyetini benimsemiş bir dünya vatandaşı yapacaktır.

Sonuç: Bu Sistem Değişmelidir.

Bataklık kurutulmadan sivrisineklerin çoğalmasına ve sıtmanın yayılmasına mani olmak mümkün değildir. Türkiye’deki ana sorun, insan fıtratına zıt bir hayat tarzının zorla uygulanmış olmasıdır. Bu da sistem sorunudur. Asimilasyon politikası, bu sistemin ürünüdür. Bu ülkenin Müslüman Kürtleri, Türkleri, Çerkezleri, Boşnakları, Arnavutları… özetle, tüm Müslüman unsurları, toptan asimile edilmek istenmektedir. Bu asimilasyonun gerçekleşebilmesi için laik-seküler tabanlı Kürt ve Türk kavmiyetçiliği, şuurlu bir şekilde inşa edilmiştir.

Asimilasyon politikası, Türkiye’nin kimliğinin parçalanmasını sağlamıştır. Allah’ın farklı soy, renk ve dilde yarattığı insanlar, tek tip yapmaya kalkılarak Allah’ın ayetleri ret ve inkâr edilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması da, Onun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.” (30 Rum 22)

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (49 Hucurat 13)

Türkiye’yi kurtuluşa, huzura, büyümeye götürecek olan, insan fıtratının gereği olan bir hayat nizamının inşa edilmesidir. Sadece Türlerin veya Kürtlerin değil bütün kavmi kimliklerin, alt kimlik olarak korunup yaşadığı bir üst kimlik, yalnız ve yalnız İslam’dır:

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allahın yaratışında değişme yoktur.

İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” ( 30 Rum 30)

Bunun için de çok hukuklu ve çok dilli bir hayat nizamı inşa edilmek zorundadır.

‘Kürt sorununa’ bu kapsamda bakılmalıdır. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ı muhatap alıp almamak, meselenin nirengi noktası değildir. Sistemi yaşatacak bir hedef saptırmasıdır.

Bu nedenle bu ülkenin Müslüman tüm unsurları, bu ülke için gerekli olan üst kimlik için mücadele vermeli ve cahillerin peşine takılmamalıdırlar: 

“Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.” (10 Yunus 89)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...