1 Kasım 2003 Cumartesi

YÖK Üzerinden Psikolojik Savaş

 (Umran Dergisi)

“Fısk ile olmaz cihan harâp, Eyler ânı müdâhane-i âlimân harâp” Şair İzzet Molla

 

Giriş

Cumhuriyet tarihi boyunca, farklılıklar gösterse de, halk; horlanan, aşağılanan, ezilen, süründürülen, hakkını arayamayan, hakarete uğrayan, ama vergi ve asker vermek zorunda olan, ne olduğu bilinmeyen bir Ötekidir. Daima tehlikeli görülmüştür. CHP+Bürokrat+Ağa-Patrondan oluşan mutlu bir azınlık halkı daima baskı altında tutmayı ilke edinmiştir. Halk ise her seçim döneminde, bu baskı grubunun karşısında olduğunu var saydığı siyası kadroları desteklemiş ve tek başına iktidar yapmıştır. Halkın seçip iktidar yaptıkları ise her seferinde askeri darbelerle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Vergi veren ve ülkeyi kanı ile savunan bir halkı, vatandaş olarak görmeyen bir zihniyet, halkın seçtiklerinin hareket alanını her darbeden sonra daha da daraltmıştır. Böylelikle Türkiye’de ki %3’lük mutlu bir azınlık; vatandaş kabul edilmeyen ötekilerin hükümetlerini her an kontrol etme, engelleme ve gerekirse tasfiye etme imkanına kavuşmuştur.

Şimdi de benzer bir senaryo sahnelenmek isteniyor gibidir. Hükümetin hazırladığı YÖK yasa tasarısı taslağı ile başlatılan tartışmaların, taslağın muhtevasından ziyade hükümet üyelerinin kimliğine yöneltilmesi ve bu tartışmaya katılan aktörlerin kimlikleri, AKP hükümetine karşı özel bir girişimin başlatıldığı sinyallerini vermektedir. 368 milletvekili ile tek başına iktidar olmanın rahatlığını hiç yaşayamadan, ciddi bürokratik engellemelerle karşı karşıya kalmıştır AKP hükümeti. Kullanılan üslup, Refahyol zamanında General Osman Özbek, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın kullandığı üslupla aynıdır. Senaryo aynı fakat aktörler değişmiş gözükmektedir. ‘Beşli çete’nin görevini şimdi(lik) YÖK, üniversiteler,TUSİAD ve bazı sendikalar üstlenmiş gibidir. Bu çalışmada bu konu ele alınıp incelenmektedir.

Bu yazının daha iyi anlaşılabilmesi için Umran’ın 102.(Şubat 2003) sayısında yayınlanan yazının bir kez daha okunması faydalı olacaktır.

YÖK Yasa Tasarısının Üç Evresi

AKP 3 Kasım seçimlerine giderken hükümet olduklarında yapacakları işlere ilişkin kamuoyuna bir deklarasyonda bulunarak rey istemiştir. Halk da AKP’nin seçim beyannamesini beğenmiş olmalı ki %35’ lik bir oy oranı ile AKP’ ye tek başına iktidar olma ruhsatı vermiştir. AKP’nin seçim beyannamesinde, acil olarak ele alıp değiştirecekleri konulardan birinin de YÖK olduğu açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla bugünkü YÖK, Üniversiteler Arası Kurul ve üniversite yönetimlerinin, 4 Kasımdan itibaren Yüksek öğretimle ilgili bir düzenlemenin yapılacağını bilememeleri ve görememeleri mümkün değildir. Eğer gerçekten bunu görememiş veya bilememişlerse yanlış yerlerde oturmuş olmaktadırlar.

Tartışılan Yüksek Öğretim Kanun Tasarısı Taslağının bugüne gelişinde 3 evre bulunmaktadır: 1-Acil Eylem Planı Aşaması, 2- Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu Dönemi, 3- MEB Hüseyin Çelik Dönemi.

1. Evre: Acil Eylem Planı Aşaması

AKP hükümet olur olmaz hazırladığı acil eylem planına Yüksek Öğretimin yeniden yapılandırılmasını koymuş ve bunu kamuoyna açıklamıştır. Hükümetin acil eylem planında YÖK yasasına ilişkin yapılacaklar (SP9’dan SP28’e kadar olan maddeler), ana hatları ile belirtilmiştir. İşin ilginç yanı, Hükümetin acil eylem planında yapmak istedikleri ile YÖK yönetiminin düşünceleri arasında büyük bir paralelliğin bulunmuş olmasıdır. Bu noktanın bugün hatırlanması, YÖK ve üniversite yönetimlerinin bugünkü tutumlarını anlamakta faydalı olacaktır:

Eğitim sistemi hantal, aşırı merkeziyetçi ve bürokratiktir. Eğitim yönetiminde halk dışlanmıştır.

Acil Eylem planı(SP-11):

“Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı 50’yi aşkın birimi ve 5500 personeli ile hizmet üretemez hale gelmiştir. Bu hantal yapı küçültülerek yetkilerin çoğu yerel yönetimler reformu çerçevesinde illere devredilecektir.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz:

 “... Dolayısıyla ikinci ilke, sistemin ürünlerini kullanan ve kendi alanlarındaki başarıları ile temayüz ederek toplumda saygınlık kazanmış kişiler ile velilerin sistemin yönetimine, sadece danışman olarak değil, karar yetkileri ile katılmalarıdır...

...3.3.1340 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan başlayarak günümüze kadar çıkarılmış olan 12 kanun ve bunlara dayanarak kurulan örgüt yapısı ve yayımlanan çok sayıdaki yönetmelik, sistemi hiçbir ülkede görülmeyen ölçüde merkezi ve bürokratik bir yapı içine hapsetmiştir. Bu yapı içinde, bırakınız sistemin ürünlerini kullanan toplumun diğer kesimlerini ve ebeveynleri, yönetici ve öğretmenlere dahi hiçbir inisiyatif tanımayan, yöneticileri ve kurumları bütçelerinin sahibi kılmayan, pazar koşulları ve rekabeti tamamen dışlayan, sistemin en önemli unsuru olan öğretmenleri sıradan memur addeden ve kaliteye önemi vermeksizin, öğretmenler, öğrenciler ve kurumlar arasında her ne pahasına olursa olsun eşitlik sağlamayı zımnen amaç edinmiş marazi bir eşitlik anlayışı olmuştur.1

Yükseköğretim Kurulu Koordinasyon yapmalı, asıl yetkileri Üniversiteler Kullanmalıdır.

Acil Eylem planı(SP-21):

“Yükseköğretim sistemi merkezi, bürokratik ve sorun çözmede yetersiz kalan, hantal bir yapıdadır. Bu durum değiştirilerek YÖK, koordinatör ve uzun vadeli eğitim planlaması yapan Yükseköğretim Koordinasyon Kurulu haline getirilecek, idari ve akademik özgürlükleri daha da artırılacaktır.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz

Yüksek öğretim Kurulunun yetkileri, yüksek öğretime ayrılan kamu kaynaklarını tek kalem bütçeler ve torba kadrolar olarak üniversiteler arasında dağıtmak, üniversiteleri işlevsel olarak sınıflandırmak, özel yüksek öğretim kurumlarını denetleyerek akredite etmek ve yüksek öğretimi koordine etmekle sınırlandırılmalıdır.”1

Büyük Üniversitelerin Bölünmesi

 Acil Eylem planı(SP-23):

“...Bu üniversitelerden bazıları 60000’i aşan sayıda öğrenci mevcutları ile çok büyümüş, hantallaşmıştır. Mesela, İstanbul üniversitesi, Marmara üniversitesi, Gazi üniversitesi ve Selçuk üniversitesi 60-70bin civarında öğrencileri olan üniversitelerdir. Kaliteli bir eğitim ve yönetim için optimum rakamın 20000 civarında olduğu düşünüldüğünde, bu üniversitelerin durumu daha iyi anlaşılır.. Dolayısıyla, bu üniversiteler bölünmek suretiyle herbirinden ikişer üniversite çıkarmak mümkündür.”

Prof. Dr. Kemal Gürüz:

“Büyük şehirlerimizdeki, öğrenci sayısı aşırı derecede artmış olan üniversitelerimiz birlikte ele alınarak bölünmeli ve yönetilebilir büyüklükteki üniversitelere dönüştürülmelidir.”1

Prof.Dr. Kamil Mutluer (Kemal Gürüz Zamanında YÖK Yürütme Kurulu Üyesi):

Çok kampüslü büyük üniversiteler daha küçük üniversitelere bölünmeli ve bölünen üniversiteler de yeni birimler eklenmek suretiyle kapasite artırımı yoluna gidilmelidir”.2

Yukarıdaki karşılaştırmalardan Acil Eylem Planı ile Kemal Gürüz’ün geçmişteki görüşleri arasında büyük paralellikler olduğu görülmektedir. Bugün hükümetin Acil Eylem Planında Yapmak istediklerini o gün kendisi, çözülmesi gereken sorunlar olarak dile getirmiştir. 1995’de söylediği fikirlerinden bugün Kemal Gürüz vazgeçmiş olabilir. Bu nedenle Gürüz kendi beyanlarına sahip çıkmayıp onları çok rahat eleştirebilir. Bu da onun en doğal hakkıdır. Acil Eylem Planında yer alan hususları, bir bilim adamı hüviyeti ile, bir bilimsel üslupla eleştirebilir ve konuyu kamuoyu önünde tartışmaya açabilirdi. O bunu yapmayıp saldırgan ve tahrik edici militan bir üslup kullanmış ve konuyu bambaşka bir alana çekmeye kalkışmıştır(3):

 “Türkiye’de molla rejimi olmasını isteyenler, Türkiye cumhuriyetini, çağdaş çizgiden saptırmak isteyenler, entarisiyle dolaşıp Vahabi bataklığı özleminde olanlar vardır...

ABD’deki ikiz kulelere yapılanlar, kökten dinci terörün açık bir göstergesidir. Bunun finans kaynağı ve fikri yapısı, Vahabi bataklığı ve molla rejimidir. Vahabi bataklığı olan Pakistan’da, medreseler açılmış ve Taliban orada yetişmiştir... TBMM’deki Milli Eğitim Komisyonunda dini eğitim alan, geçmişte zorunlu 8 yıllık eğitime aleni karşı koyanların ağırlık ve çoğunluk oluşturmasına kimsenin ses çıkarmaması beklenmemelidir.”

2. Evre: Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu Dönemi

Bu dönemde Yüksek Öğretimle ilgili sivil eksenli bir Yasa Tasarısı Taslağı hazırlanmıştır. 12 Eylül darbesince şekillendirilmiş bir kanun, baştan sona radikal bir değişikliğe tabi tutulmuştur. Hazırlanan Kanun Taslağı, internet sitesine konmuş ve tüm kamuoyuna duyurulmuştur. İlgili kurum ve kuruluşlardan resmen görüş istenmiş, ayrıca internet aracılığıyla herkesin görüşlerini bildirmeleri ifade edilmiştir. Değişik çevrelerden görüşler gelince, taslak yeniden düzenlenip yeni şekli ile internet sitesine konmaktaydı. Bu nedenle devamlı değişen ve gelişen bir taslak sözkonusu idi. Bu evrede her şey kamuoyunun gözü önünde açık ve aleni yapılmaktaydı.

Yüksek Öğretimin sorumluluk mevkiinde olanlar, taslağın bu şekilde oluşturulmasına karşı çıkmışlar ve taslağın muhtevasını tartışmaktan ziyade Hükümeti eleştirmeyi ve Hükümete hakaret etmeyi daha uygun bulmuşlardır.

3. Evre: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Dönemi

Bu devrede Kanun Tasarısı, ikinci evrenin aksine kamuoyuna tamamen kapalı olarak hazırlanmıştır. 2. Evredeki eleştirilerin etkisi altında kalınarak taslağa son şekli verilene dek kamuoyuna, ilgili kurum ve kuruluşlara herhangi bir bilgi sunulmamıştır. YÖK ve üniversiteler bu kez de taslağın gizli hazırlanmasından şikayetle eleştirilere başlamışlar ve Bakan Çeliği kapalı kapılar ardında entrika çevirmekle suçlamışlardır. Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve Marmara Üniversitesi (MÜ) Rektörü Prof. Dr. Tunç Erem, Gizliliğin yanı sıra yasa taslağının kimlere hazırlatıldığı da belli değil. Niçin gizlilik içinde hazırlandığını da anlamıyorum.. Taslak sızan şekliyle yasalaşırsa bunun bedelini hükümet öder. Bundan doğacak tatsız sonuçlara da katlanmak zorunda kalır” (Radikal 05.07.2003) diyerek taslağın karanlık bir şekilde hazırlandığını ifade etmekte ve de hükümeti tehdit etmektedir.

Fakat bu konuda asıl saldırı, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu tarafından yapılmıştır: “Dünyanın hiçbir ülkesinde gizlilik içinde çıkan bir üniversite yasası olmamıştır. Totaliter dönemlerde de, Stalin döneminde de, Hitler döneminde de. Ülkemizde geçirdiğimiz ihtilal dönemlerinde de, hiçbir şekilde üniversite gibi bir üst bilim kurumu yasası gizlilik içinde çıkmadı.” (Radikal 05.07.2003)

Amaç bağcıyı dövmek olduktan sonra, tasarı ister açık isterse gizli hazırlansın sonuç değişmemektedir. Şekil bahanedir. Amaç ise ortamı gererek sorunu bir hükümet sorunu haline getirmektir.

Yüksek Öğretimde Acil Reform İhtiyacı

Gerçekten üniversitelerde her şey süt liman midir? Gerçekten de yasal bir değişikliğe ihtiyaç yok mudur? Üniversite camiası huzur içinde midir? Maalesef bu sorular, özgür bir şekilde tartışılamamıştır. Yönetimler herhangi bir değişikliğe ihtiyaç olmadığını tehditkar bir üslupla tekrarlayıp durmuşlardır. MEB’nin ‘Buyurun bunu beraber yapalım’ teklifine, YÖK yönetiminin; ‘Hayır 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’nın hiçbir virgülüne dahi dokunulması gerekmiyor. Aynen böyle kalması gerekir. Bizim buna yapacağımız katkı da yoktur’

‘‘Biz bu işin içinde olmayız, katkı sağlamayız. Hazırladığınız yasa taslağına da karşıyız’’

(Hürriyet 04.07.2003, 11.07.2003) şeklinde cevap vermesi, içinde bulundukları psikolojiyi yansıtması açısından önemlidir.

Baskıcı, Merkeziyetçi, Tehditçi Bir Sistem

Mevcut sistemde her şey, YÖK başkanının, Rektörlerin ve Dekanların iki dudağı arasındadır. Adeta tepeden tabana doğru yayılan bir ‘şeflik / komiserlik sistemi’ oluşturulmuştur. YÖK üyesi Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, sistemin baskıcı, tehditkar, merkeziyetçi yapısını şu şekilde ifade etmektedir:

“YÖK’ü içine girince daha iyi tanıdım. Her şey Başkan Kemal Gürüz’e göre şekillendirilmiş. Dolayısıyla YÖK sisteminden demokratik üniversite çıkarmak mümkün değildir. Yasanın, yöneticilerin ve kurum adının sil baştan değiştirilmesi gerekir.” (Akit 14.11.2001)

Uygulanan baskının şiddetini o dereceye varmıştır ki Öğretim elemanları, bu yasanın sadece Kemal Gürüz’ü değiştirilmesini sağlayabilmesini bile yeterli görebilmektedir. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu; “Bu yasa yıllardan beri özlenen demokratik ve özgür üniversite yolunda atılmış önemli bir adımdır. YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün görevden uzaklaştırılması bile başlı başına bir olaydır. Rektörlerin ikinci defa aynı göreve atanamayacaklarına yönelik düzenleme ise devrim niteliğindedir. Rektörler ikinci defa aynı göreve gelebilmek için olmadık yöntemlere müracaat ediyorlardı.”( Yeni şafak 05.07.2003) derken susturulmuş çoğunluğun bu psikolojisini dile getirmiş olmaktadır.

Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun ise mevcut yasanın cunta ürünü olduğundan dolayı dayatmacı özelliğine dikkat çekmektedir: “Mevcut yasa bir cunta ürünü. İhtilal sonrası çıkarılmış bir yasa. Bu yasa bugüne kadar hep cunta mantığıyla hazırlandığı ve merkeziyetçi olduğu için tartışıldı. Hükümetin yapmak istediği şey büyük bir fırsattır. Dayatmacı yasadan sivil bir yasa çıkarılma imkânı doğmuştur. Üniversiteler, yöneticileriyle ve öğretim üyeleriyle buna destek vermeliler. Şu anda bir yasa yapılıyorken ve bunu yapanlar konuyla ilgili üniversitelerden görüş bekliyorken, bunu savsaklamanın bir anlamı yok...” (Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun, Vakit 12.09.2003)

Tehdit, baskı ve karalama at başı gitmektedir. Yöneticilerin kışlada mı yoksa üniversitede mi oldukları belli değildir. Ağızlarından bazı paşaların ismini düşürmemekte, yapılan toplantılara emekli paşaların (kendilerine biçilen rolden bihaber olarak) gelmesi sağlanıp onlar üzerinden baskı uygulanmakta ve güçlülük mesajı verilmektedir. Böylece gelecek dönem Rektörlük ve Dekanlık için Ankara bağlantıları sağlamlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bundan dolayı da öğretim elemanları onların nazarında değersizdir.

 Bütün bu gövde gösterilerinin uzantısında kendilerine karşı çıkanları, bölücü olmakla, mürteci olmakla suçlayabilmektedirler. Kendilerini üniversite hocası olmaktan çok bir komiser, bir savcı veya bir hakim olarak görmektedirler. İÜ Rektörü Kemal Alemdaroğlu: “Anayasal düzeni yıkmak, ülke bütünlüğünü bozmak isteyen güçlerin organizasyonu bu. “Üstelik bunlar benim sözcüklerim değil, bunlar devlet güvenlik görevlilerinin sözcükleri.”.. “11 Aralık’ta İstanbul Üniversitesi’nde ya 10’uncu Yıl Marşı’nı dinleyeceksiniz, ya PKK Marşı’nı..” (Radikal, 03.12.2001,Y.Şafak, 07.12.2001) diyebilmesi üniversitelerin düşürüldüğü durumu yansıtması açısından önemlidir.

Susturulmuş Üniversite

Uygulanan bu baskı, şiddet, karalama ve suçlama kampanyalarının sonucunda üniversite hocalarının büyük bir kesimi, kendi kabuklarına çekilip sessizce beklemeyi tercih etmişlerdir. Karşı çıkanları da, sahte ihbarlarla ya görevden almışlar ya da 7/L maddesi ile denenmek üzere sürgüne göndermişlerdir. Böylelikle üniversiteler susturulmuştur:

 “Konuşma korkusu Üniversiteler kendilerini tartışmadıkları, kendilerini tartıştırmadıkları için siyasi erke koz verdiler. İnsanların birçoğu bazı üniversitelerde konuşmaktan, yazmaktan, eleştirmekten, yanlışı söylemekten çekinir, korkar duruma geldiler. Düşünme, yazma, çizme yeteneği olanların çoğu köşelerine çekildiler. Yeteneklerin üzeri küllendirildi.”( Prof. Dr. Mustafa Gök Çukurova üniversitesi Ziraat fakültesi, Radikal 21.08.2003)

Bu gerçeği, üniversiteleri ve yüksek öğretimi yönetenler maalesef zamanında görememişlerdir. Bu gün bile görebildikleri şüphelidir.

Öğretim Elemanlarından ve Halktan Kopuk Üniversite

Bugünkü üniversite ve yüksek öğretim yönetimleri ne öğretim elemanlarının ne de halkın sorunları ile ilgilenmişlerdir. Öğretim elemanlarının maaş, kadro, yayın gibi sorunlarına hiç ilgi göstermemiş üstelikte bu konularda ayırım yaparak ehliyet, liyakat ve gelenekleri hiçe sayan davranışlarda bulunarak yerleşik tüm kuralları altüst etmişlerdir. Genel olarak üniversitelerin tümünde çifte standart uygulanmış olmasından çok yoğun şikayetler vardır ve yönetimler buna kulaklarını tıkamışlardır.

Diğer taraftan bu ülkenin sahibi halk değilmiş gibi halktan yükselen şikayet seslerini de duymamış ve duymamakta da ısrarcı olmuşlardır. Üniversiteye girişteki puanlama sisteminin meslek liselerinde yaptığı tahribat, tartışmaya açılmamakta; olay sadece İmam hatiplere indirgenerek saptırılmaktadır. Bilimsellik kelimesini ağızlarından düşürmeyen üniversitelerin hiçbiri,Temmuz 1998 tarihinde sınava çok kısa bir zaman kala, bir gece darbesi ile YÖK’ün uygulamaya soktuğu sistemin sonuçlarını araştırmış / tartışmış değildir. Bu konuda halktan yükselen çığlıklar, duymazlıktan gelinmiştir:

“O dinamitin (Üniversiteye girişteki puanlama sistemi) nice başarılı gencin gelecek için bütün umutlarını yıktığını, kimilerini intiharın eşiğine getirdiğini, uğradıkları haksızlığın hayat boyu unutamayacakları bir ukde gibi içlerine oturduğunu, gencecik yüreklerine devlete karşı güvensizlik tohumları ektiğini imkanı yok tahmin edemezsiniz. O yönetmelik bir trajedi idi. Bir skandaldı. Tam bir hukuksuzluk örneğiydi. Ve yaşayanlar şahidimdir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca Milli Eğitimin öğrencilere attığı en büyük kazıktı.” (Gülay Göktürk, Dünden Bugüne Tercüman, 14/10/2003)

YÖK ve Üniversite yönetimlerinin ‘3 maymunları oynamasının’ sonucunda yönetimler, hem halktan hem de öğretim üyelerinden tecrit olmuşlardır. Milliyet gazetesinde Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman İnce ile yapılan röportajda, ‘Sivil toplumdan yeterince destek alıyor musunuz, üniversite sanki köşeye sıkışmış, haklarını savunamıyor gibi, bunda YÖK’e duyulan tepkinin de payı olsa gerek’ sorusuna verdiği cevap bir itiraf niteliği taşımaktadır: “Halkın üniversitesi olma ve halkın sorunlarına öncelik verme konusunda görevimizi tam yapamadık. Büyük bir çoğunluğumuz sırça köşkümüzde kaldık. Şimdi sesimizi yükseltince ‘YÖK’ü mü savunuyorsun’ deniliyor. Bakın özlük haklarını hiç tartışmıyoruz. Bugün bir asistana 706 milyon, bir öğretim görevlisine 776 milyon, bir doçente 1 milyar 362 milyon lira, profesöre 1 milyar 691 milyon ödüyoruz. Öğretim üyesini ek işe zorlayan bir dram yaşanıyor. Beyin göçünden sonra ‘bilgi göçü’ başladı. Ecevit hükümeti geçen yıl söz vermişti, ekonomik koşullar iyileştirilecekti. Yok, size çok daha trajikomik bir şey söyleyeyim. Rektörlere görev tazminatı verilmiyor. Ben Trakya Üniversitesi profesörleri arasında 28. sırada maaş alıyorum. Döner sermaye dahil. Benim yardımcım benden fazla alıyor.” (Milliyet 04.08.2003)

 YÖK ve üniversitelerdeki şeflik sisteminin şefleri, gözlerini, kulaklarını, kalp ve gönüllerini halka ve öğretim elemanlarına kapattıkları için bir reforma, bir değişikliğe gitme lüzumu hissetmemişlerdir. Ta ki hükümet, bu sorunu Acil Eylem Planına alıp bir yasa taslağı hazırlamaya başlayıncaya kadar. Bugün artık üniversitenin değişik kesimlerinde bir reformun zorunlu olduğu seslendirilmeye başlanmıştır. Başlangıçta ‘noktasını ve virgülünü değiştirmeye’ yaklaşmayanların, bugün 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasının çağdaş olmadığını ve değiştirilmesi gerektiğini dile getirmiş olmaları ibret vericidir ve düşündürücüdür:

Rektörlere göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

“1994 yılında Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün koordinatörlüğünde, Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi, Prof. Dr. Celal Şengör, Prof. Dr. Kazım Türker ve Prof. Dr. Ersin Yurtsever tarafından hazırlanan ve TÜSİAD tarafından yayımlanan ‘Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji’ başlıklı raporun 244. sayfasında ‘Türkiye’nin hiçbir dönemde kendi içinde tutarlı bir yükseköğretim, bilim ve teknoloji politikası olmamıştır ve halen de yoktur’ denilmektedir. Bu gözlemin bugün için geçerli olduğunu düşünmekle beraber şu noktayı da vurgulamak doğru olacaktır. Türkiye’de bazı kesimlerin tarihin belirli kesitlerinde yükseköğretim politikaları olmakla birlikte bu politikalar üniversiteler dahil yüksek eğitimin çeşitli paydaşları tarafından ya yeteri kadar benimsenmemiş veyahut anlaşılmamıştır.” (Prof. Dr. Üstün Ergüder Boğaziçi Üniversitesi Eski Rektörü, Radikal 27.08.2003)

“Hükümet, 20 Ağustos’a kadar üniversitelerden görüş bekliyor... AB üniversite normlarına, Bolonya deklarasyonuna, Amerikan üniversitelerindeki ölçütlere uygun üniversitelerin ve Türkiye’nin önünü açabilecek alternatif hazırlıklara başladık.” (Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman İnce, Derya Sazak , Milliyet 04.08.2003)

23 yıldır YÖK Kanunu tartışılıyor ancak yeni bir taslak yerine mevcut yasanın tartışılan yerleri düzeltilmeli, komisyon kurulmalı ve yürürlükte olan yasa düzeltilmeli. YÖK’ün bizim üzerimize baskısı yoktur, diyenlere üzülüyorum. Bize üç yıldır kadro verilmiyor.”( Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Fikri Canoruç, Yeni şafak 11.09.2003)

Rektörleri, Amerika’da ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi araştırma bordu belirlemeli ve Cumhurbaşkanı doğrudan atamalıdır. Seçimle gelen rektörün, üniversitede radikal değişiklikler yapması mümkün değildir. Biz bu üniversitede seçim zorluklarını gördük.” (KTÜ Rektörü Prof. Dr. Türkay Tüdeş, Y.Şafak 11.09.2003)

Üniversiteler Arası Kurul Başkanlarına göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

 ‘’Bizler statükocu değiliz, reformdan yanayız. Ancak üniversite reformu 2 ayda yapılamaz. Atatürk bile üniversite reformunu 2-3 yıllık bir çalışma ile yaptırdı..’’ (MÜ Rektörü ve Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Prof. Dr. Tunç Erem, Radikal, 05.07.2003)

“Avrupa Birliği ve dünya ile bütünleşme sürecinde uyum ortamı sağlayacak, evrensel akademik standartlara uygun ve yasa taslağı çalışmalarına temel oluşturacak çağdaş bir yükseköğretim modeli geliştirmek amacıyla bir komisyon kurulmuştur” (YTÜ Rektörü ve Üniversiteler Arası Kurul Başkanı Prof. Dr. Ayhan Alkış, Radikal 10.09.2003)

YÖK Üyelerine Göre 2547 sayılı yasa  çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

“.. Ancak bizler, üniversiteler ile ilgili olan değişiklikleri kendimiz zamanında yapmadığımızdan bugün bulunduğumuz durum ile karşı karşıyayız. Kendimiz bunu zamanında yapabilirdik. Bence Milli Eğitim Bakanlığı’nın önüne geçelim. YÖK ile ilgili kurultay düzenleyelim bir hafta süre ile herkes konuşsun; böylece kapalı kapılar ardında bu işlerin konuşulmadığı imajını veririz” (Boğaziçi Üniv. Öğretim Üyesi ve YÖK Üyesi Prof. Dr. Güven Alpay, Y.Şafak 11.09.2003)

Bakana reaksiyon olarak 2547’yi savunuyorduk. Bugün mevcut yasanın değişmesi gerektiğini, bunun heveslisi olduğumuzu bildirelim” (YÖK Üyesi Prof. Ali Aşkar, Y.Şafak, 11.09.2003

Üniversite Senatolarına Göre 2547 sayılı yasa çağdaş değildir ve değiştirilmelidir:

12.08.2003 Tarihli Marmara Üniversitesi Senatosu Kararında Avrupa Birliği çerçevesinde yapılan bir değerlendirmede 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun çağdaş, ilerici, eşitlikçi ve özgür bilim anlayışına yer verecek tarzda yeniden düzenlenmesi istenmektedir:

“Günümüzde Avrupa Birliğine üyeliği hedef seçen Türkiye’nin kuşkusuz çağdaş, ilerici, eşitlikçi ve özgür bilim anlayışına yer veren bir yüksek öğretim sistemine sahip olması gerekir. Bu sebeple, 2547 sayılı Kanunun yeniden düzenlenmesi kaçınılmazdır.” (Marmara’nın Sesi , Ekim 2003, Sayı 153)

Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tunç Erem’in o dönemde aynı zamanda Üniversitelerarası Kurul başkanı da olduğunu göz önüne aldığımızda yukarıdaki senato açıklaması ayrı bir önem kazanmaktadır.

Eğer hükümet Acil Eylem Planına yüksek öğretimin yeniden yapılandırılmasını almayıp bir Yasa Tasarısı Taslağı hazırlamamış olsaydı, yukarıdaki itiraf mahiyetindeki sözlerin hiçbiri muhtemeldir ki söylenmemiş olacaktı. Hiçbir rektör veya yönetici, kamuoyuna Kemal Gürüz’e rağmen böyle bir açıklama yapmayacak ya da yapamayacaktı. O nedenle sözkonusu edilen kanun taslağı, bütün eksikliklerine rağmen, YÖK ve üniversiteleri tartışmaya açmış olması açısından çok önemli bir işlev görmüştür.

YÖK’e Yüklenen Görev: Taşeronluk mu?

Yukarıdaki konuşmaların tümünde çağdaş, ABD ve AB standartlarına uygun bir Üniversite çalışmasının başlatıldığı söyleniyor. Bunun anlamı, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun oluşturduğu yapı, çağdaş değildir, AB ve ABD üniversite standartları ile uyumlu değildir. Bugün bu konuşmaları yapanlar sanki sorumlu mevkide olmayan insanlardır. Genelde hepsi ya rektör ya da geçmişte rektörlük yapmış yani yetki ve sorumluluğu olan insanlardır. O nedenle bu noktada şu temel soruya cevap aranmalıdır: Sizler, sorumlu mevkide insanlar olarak böyle bir sorunun çözümlenmesi için daha önce hangi girişimlerde bulundunuz? Bulundunuz da sizlere birileri mi engel oldu? Eğer böyle bir durum varsa bunlar kim veya kimlerdir?

Bu konuda Maltepe Üniversitesi İdare Hukukçusu ve YÖK üyesi Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın “Üniversitelerin YÖK konusunda neden hep suskun kaldığı?” şeklindeki bir soruya verdiği cevap ufuk açıcıdır: “Biraz da Silahlı Kuvvetleri rahatsız eden bazı gelişmelerin ancak YÖK sayesinde frenlenebileceği düşüncesine sahip oldukları için YÖK’ü sarsmamaya çalıştılar.” (Milliyet, 14 Eylül 2003, Türkiye Üniversitesini Arıyor)

Bu ifadelerden çıkan anlam şudur: üniversitelerin ana amaçları arasında ‘Psikolojik Savaş Harekatının’ sivil kanadı olarak hareket etmek vardır. 12 Eylül Askeri darbesinin YÖK ile birlikte üniversitelere yüklediği asıl misyon bu olmalı ki, 1982 yılından bu yana üniversiteler, ülkeyi kilitlemekte, cumhurbaşkanı ve başbakanlar ile sürekli kavga içinde olmaktadır.

Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın tespitini doğrular mahiyette bir başka açıklama da Serdar Turgut tarafından yapılmıştır: Devletin işlerini iyi bilen, olayları yakından takip eden bir arkadaşım 7-8 ay kadar önce bana ‘Bu dönemde iktidarı parlamento dışı muhalefet araçlarını kullanarak destabilize etmeye çalışacaklar, özellikle bazı sendikalara ve rektörlere dikkat et ‘ diye uyarmıştı. (Serdar Turgut, Aksam, 26.09.2003)

Türkiye’de ki %3’lük ‘Refahtan Şımarıp Azan Önde Gelen Küçük bir Azınlık’, toplumun siyasetle haşır neşir olmasından, hak arama alışkanlığını kazanmasından sürekli şikayetçi olmuştur. Bunlara göre halk güvenilmezdir ve tehlikelidir. 2. sınıf vatandaş olarak kabul ettikleri toplumun büyük kesimi susturulmalı ve emrimize amade olmalıdır. Bunun için Türkiye’nin Düzenine bu amaçla sürekli olarak çekidüzen verilmelidir. Bütün darbelerden sonra Türkiye’nin Düzeni buna göre şekillendirmişlerdir. Türkiye’nin bu yeni düzeninde bürokrasi etkindir. Her askeri darbeden sonra bürokrasi, daha da etkin hale getirilmiştir. İhdas edilen üst kurullar, hükümeti ve parlamentoyu devre dişi bırakacak şekilde geniş yetkilerle donatılmıştır(Umran/102). Üst kurullar cumhuriyetinde ülkeyi yönetme hakkı, halkın seçtiklerinden ziyade atanmış bürokratlara aittir. Hükümetin ve parlamentonun hareket alanı kısıtlanmıştır. Üst kurullar, hükümetleri halkın gözünden düşürebilecek operasyonları yürütme imkanına sahiptir. Üst kurulların bu şekilde oluşturulması ile darbe anlayışı da değişmiştir. Postmodern Sürekli Bürokratik Darbe diye adlandırdığımız bu darbelerde, Askeri Bürokrasinin çok fazla önde gözükmesine gerek yoktur. Sivil bürokrasi ve sivil görüntülü toplum örgütleri daha etkin ve baskındır. Ancak zorlanıldığında askeri bürokrasi, açık veya kapalı beyanatlar vererek darbenin sivil kanadını kuvvetlendirir ve rahatlatır. 28 Şubat sürecinde, belli bir noktadan sonra, hükümeti düşürme görevinin; ‘ Bundan sonra sivil kuvvetler devreye girmelidir’ denerek ‘Beşli Çeteye’ devredilmiş olmasının sebebi budur.

Şimdi bu perspektiften Ülkü Azrak ve Serdar Turgut’un açıklamalarına baktığımızda; Postmodern Sürekli Bürokratik Darbenin yeni taşeronlarının Sendikalar, YÖK ve Üniversiteler olabilme ihtimali yüksek gözükmektedir. Böyle bir dönemde Kara Kuvvetleri Komutanının YÖK başkanı ve rektörlerle görüşmesi bize ister istemez 28 Şubat operasyonlarını hatırlatmaktadır. Sanki benzer bir süreç birileri tarafından başlatılmak isteniyor. Orgeneral Aytaç Yalman’ın YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz ve rektörlere, Üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirin, topluma laiklik ile ilgili mesaj verin. Siz, Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçilmez ilkelerine sahip çıkan üniversitelerin rektörlerisiniz. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesinden taviz vermeyin. Gelişmeleri izleyeceğim. Görüşelim hocalarım’’. (Radikal11.09.2003, Hürriyet, 12.09.2003) demesi ve kamuoyundan tepkiler gelince arkasından; Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nin,

“Bünyesinde sadece yükseköğrenim düzeyinde 21 adet öğretim-eğitim kurumu bulunduran, bilim ve teknolojiden azami şekilde yararlanmayı hedef alan TSK için Türkiye’deki eğitim sisteminin önemi aşikâr. Bu çerçevede, TSK 20 yılı aşkın bir süredir YÖK yasası kapsamında yer almakta ve bu kurumda bir temsilcisi de bulunmaktadır. YÖK Kanunu’nda değişiklik öngören yasa taslağı üzerinde devletin ilgili bütün kurum ve kuruluşlarının önemle durması gerekliliğine inanılmaktadır. Bu çerçevede Kara Kuvvetleri Komutanı da Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi dahilinde YÖK Başkanı ve sekiz üniversite rektörünün ziyareti sırasında kendileriyle bu konuda da görüşmelerde bulunmuştur. TSK, Anayasamızın 42. maddesinde de açıkça ifade edildiği gibi ‘Türkiye’de eğitim ve öğretim Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre devletin gözetim ve denetimi altında yapılır’ temel ilkesini yürekten benimsemektedir.” (Radikal 15.09.2003) tarzındaki açıklaması nasıl yorumlanmalıdır. MGK’da birlikte olan tarafların, birbirlerine bu şekilde mesaj iletmeleri ülke yönetimi açısından uygun ve makul mudur?

Kara Kuvvetleri Komutanının YÖK Başkanı ve rektörlerle görüşmesi, bir bilgilenme, eğitimle ilgili bir bilgi alışverişi olsaydı anormal karşılanmayabilirdi. Ancak “Kamuoyu Oluşturucu Haber Üretme Teknikleri”ne uygun olarak buluşmanın sunulması ve “Üniversitelerin açılış törenlerini iyi değerlendirin, topluma laiklik ile ilgili mesaj verin... Gelişmeleri izleyeceğim. Görüşelim hocalarım’’ denmesi, izaha muhtaçtır. Kara Kuvvetleri Komutanının Hükümete karşı kamuoyu oluşturmak gibi bir yasal görevi bulunmamaktadır. İşte bunun için kamuoyunun tepkisi çok sert olmuştur; ‘Herkes kendi görevini yapmalıdır’:

 “Ordu bizim ordumuz. Hepimizin ordusudur. Herkes kendi işini yapsın. Konuyu sivil zeminde tartışmak yerine askere götürüp, işi kilitlemeye çalışıyorlar. Bu çok yanlış bir tavırdır. Bu meselenin askere götürülmesi yanlış. Ordunun ihtilallere yanaşmamasını temenni ederim. İhtilale yanaşan orduyu düşünemiyorum. Bu ordunun devletiyle de milletiyle de arasının iyi olmasını temenni ederim. Ama ordu kendi işini iyi yapmalı. Yasalarda ordunun görevinin ne olduğu açıkça ifade edilmiştir. Üniversiteyle ilgili bir düzenlemeyi yüksek öğretime ve ilgili siyasi iradeye bırakmaları gerekir. Başka bir hava oluşturmaya çalışıyorlar bunlar. Kara Kuvvetleri Komutanıyla görüşmenin başka bir izahı yok. Aba altından sopa göstermek gibi bir yolu izliyorlar. Bu üniversiteye yakışmaz, yanlış buluyorum.” (Üniversite Öğretim Elemanları Dayanışma Derneği (ÜNDER) Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun, Vakit 12.09.2003)

Üniversiteler Üzerinden Psikolojik Savaş

Bütün bunlar, Türkiye’de bir şeylerin ters gittiğinin ve perde arkasında bir şeylerin dönmeye başladığının işaretleridir. Nitekim bu görüşmeden sonra üniversitelerin açılış törenlerinde hemen hemen tüm rektörler, ‘kan dökmekten’, ‘bedel ödemekten’, ‘Kubilay olmaktan’ ve ‘teslim olmamaktan’ bahsetmişlerdir. Yani % 35 oy oranı ile tek başına halkın güvenini kazanan hükümete karşı rektörler, adı konmamış bir savaşı başlatmışlardır. Rektörlerin üniversitelerin açılışlarında yaptıkları konuşmaları, başka türlü değerlendirmekte gerçekten zorlanmaktayız:

Yükseköğretim kanunları değişmez değil. Ancak bugün bir ucube ile karşı karşıyayız. Bunu kaleme alanların bile anlamaları mümkün değil. Çünkü entelektüel seviyeleri buna müsait değil... Bana göre imam hatip liselerinin fonksiyonu bitmiştir ve kapatılmalıdır”(YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, Y.Şafak 11.09.2003)

 “Tasarının bir diğer amacının da üniversitelere de türbanı serbest bırakmak ve imam hatip lisesi mezunlarının her fakülteye girmesine olanak sağlayacak düzenlemeler olduğu anlaşılmaktadır. Bir zamanlar imam hatip liselerini arka bahçeleri olarak gören zihniyetin devam ettiğini üzülerek izliyoruz. Ama bunu izlemekle kalacağımız sanılmamalıdır. Atamızın gençliğe hitabında buyurdukları şekilde Cumhuriyetin ilkelerini ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.’’( Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ferit Koçoğlu, Hürriyet, 24.09.2003)

 ‘‘Temel hedefimiz, aklı ve bilimi temsil eden Atatürkçü düşünceyi Türkiye genelinde korumak. Bu uğurda yeni Kubilaylar gerekiyorsa, biz yeni Kubilay olmaya hazırız’’. (DEÜ Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı, Hürriyet, 24.09.2003)

 Bu mücadele bir çağdaşlık mücadelesidir. Verilmesi gerekiyorsa, verileceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. “Bu hükümete teslim olmayacağız.” (İTÜ Rektörü Gülsün Sağlamer, Vakit 23.09.2003)

 “Yükseköğretim yasa tasarısı taslağının bu yıl mevcut haliyle çıkması durumunda, o günü Türk üniversite ve bilim tarihi için kara gün olarak ilan edeceğiz.” (ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut, Vakit 23.09.2003)

 “Bu yasa taslağı kanunlaştığı taktirde bunun bedelini hükümet ödeyecek ve bundan doğacak tatsız sonuçlara da katlanmak zorunda kalacaktır.” (Üniversitelerarası Kurul Bildirisi, D.B.Tercüman, 28.07.2003, Radikal 05.07.2003)

“Bu bir reform değil, yıkım taslağıdır.” (Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve MÜ Rektörü Tunç Erem, Milliyet. 05.08.2003)

“Deklare edilmemiş kuşatma altında olabiliriz. Ama bu kadar öğrenci ve aileleri ile bu kuşatmayı kırabiliriz. Sabancı Üniv. Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu Y.Şafak 11.09.2003)

 “Karşımızda iyi niyetli bir hükümet yok. Önerilerin kesinlikle hükümete gönderilmemesi gerekmektedir.” (İÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter, Yeni Şafak 11.09.2003)

 “Bu hükümet bizi by pass edemez. Biz de bunları kendi silahı ile vuralım. YÖK Tasarısı’nın AB kriterlerine uymadığını açıklayalım. Kamuoyunu bilgilendirelim. Kamuoyu duyurusunu Ata’nın huzurunda yapalım”. (M.Ü Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İrfan Güney, Y.Şafak 11.09.2003)

“Üniversiteler siyasî iktidarın etki alanı içine sokuluyor. Bu, Türkiye’yi karanlığın içine sokacaktır. Bakanlığa gidecek cevap ve kamuoyuna bildiri ayrı olsun. Bakanlığa gönderilecek yazıda kesinlikle öneriler kısmı bulunmamalı, sadece eleştiri olmalı.” 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Ferit Bernay Y.Şafak, 11.09.2003, D.B.Tercüman, 10.07.2003)

Bütün bu rektörlerin konuşmasında; taslağın özüne ilişkin bir şey söylenmemesi ve konunun ısrarla meslek liselerine değil de imam hatiplere getirilip dayatılması, 28 Şubat benzeri bir kamuoyu hazırlama taktiğinin uygulandığı anlamına gelmektedir. Kamuoyunun dikkati daha başka yönlere çekilerek toplum gerilmek istenmektedir. Aslında yapmak istedikleri, 27 Mayıs darbesi öncesinde zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’ın “İstanbul’da öldürülen öğrenci sayısı az değil. Kamyonlarla taşınan bir çok ceset, Çeşitli mezarlıklara gömülmüştür.” (D.B.Tercüman, 26.09.2003) tarzındaki beyanları ile yapmak istediği ile aynı amaçlı gözükmektedir. İÜ Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun, ‘daha önce yaptığımızı yaparız’, ‘Ordu Gençlik el ele’ tarzında ki söylemleri bu olguyu kuvvetlendirmektedir.

Basına yansıyan bu ve buna benzer tarzdaki bir çok beyanatın ortak noktası, Psikolojik Savaş tekniğine uygun olarak ifade edilmiş olmalarıdır: Tehdit var, hakaret var, karalama ve aşağılama vardır. Taslağa ilişkin yorum ve değerlendirme yerine hükümet üyelerinin kimlikleri ön plana çıkarılmaktadır. Konu Türban ve İmam hatiplere çekilerek toplum yanıltılmaya ve ortam gerilmeye uğraşılmaktadır. Makul, anlaşılabilir, kabul edilebilir önerilerle meydana gelen yumuşama ortamını, Psikolojik savaş uzmanları bozmaya uğraşmaktadır. Hükümet sıkıştırılıp psikolojik savaşın bir parçası yapılmaya zorlanmaktadır. İşte böyle bir ortamda dumanlı havayı sevenler, arzı endam ederek ortamı daha da germeye uğraşmaktadırlar. Ortamın gerilmesi ile kendisine bir pay düşebileceğini hayal etmektedirler. Bunların başında da Demirel gelmektedir: Üniversitelerin bugün altında kaldığı tazyiki üzüntüyle karşılıyorum. Siyasi iktidarların yapacağı en yanlış şey, üniversitelere el atmaktır. Türkiye’yi yönetecek insanları yetiştiren kadrolara el atıp ne yapacaksınız? Onlarla ancak işbirliği yapılır. Üniversiteleri hizalandırmaya kalkmak, kafanızı taş duvara vurmaktır. Benden söylemesi! Gayet açık konuşuyorum, siyasi bir maksadım yok. Siyasette uğraşacağım kimse de yok. Büyük bir yanlış yapılıyor, üniversiteleri siyasi istikamete doğru yönlendirmeye kalkmak yanlıştır. Bırakın üniversiteleri bilimin istikametinde kalsın. Özerk üniversitelerden korkmayın, ama yönlendirilmiş bilim adamından korkun. Bunun için bırakın, bu ülkenin üniversitelerinin beyinleri hür olsun. Bu insanların görevlerini daha iyi yapması için gereken koşulları hazırlayın”. (Vakit 23.09.2003) cümleleri arasına yerleştirdiği tahrik edici ifadelerle hükümeti beyana ve zora sürüklemeye çalışmaktadır. Kim bilir oluşacak bir kriz ortamında ANAP ve DYP gibi partileri birleştirme misyonunun kendisine tevdi edilebileceğini düşünmektedir. Hükümet mensuplarının bu noktaya dikkat etmesi gerekmektedir.

Sonuç: Hükümet Ne Yapmalıdır?

Hükümet, öncelikle Türkiye’de YÖK ve üniversiteler üzerinden başlatılan Psikolojik Savaşın adını iyi koymalı ve okumalıdır. 28 Şubat sürecinde hükümetin düştüğü hataya düşmemeli, kararlı davranmalı, gelişmeleri halka anlatabilmeli ve gerekirse halkın hakemliğine başvurmalıdır.

Şu an birileri, Türkiye’yi bir psikolojik savaş ortamına sokarak germek istemektedir.

Psikolojik savaş gerilime dayanır, gerilim meydana getirmek asıldır. İnsanların düşünmeden duyguları ile hareket etmesi istenir. Çünkü bu durumda gerçekleri görememeleri daha kolaydır ve daha kolay kandırılıp tahrik edilebilirler. Bu nedenle hükümet üyeleri, ortamı gerecek konuşma ve beyanlardan kaçınmalıdırlar. Bu açıdan baktığımızda psikolojik savaş uzmanlarının asıl hedefi Başbakandır. Başbakanı bu gerilim ortamının içine çekerek hata yapmasına imkan verecek bir zemin oluşturmaya çalışıyorlar. O nedenle Başbakan, her şeye cevap verme hatasına düşmemelidir.

Sağlanan bu diyalog ortamının psikolojik savaş uzmanlarınca bozulmak isteneceği hatırda tutularak hükümet yanlış adım atmamalıdır. Yasa tasarısının kapsamına giren konular komisyondan ayrı olarak ele alınıp ayrı kanunlarla çözüme kavuşturulması yoluna gidilmemelidir. Bundan sonra her şey uzlaşma komisyonu ile birlikte yürütülmelidir. Ancak bir oyalama taktiğinin de kurbanı olunmamalıdır. O nedenle çalışmanın bir takvimi olmalıdır. Takvimin sonunda hükümet, sorumluluğu üstlenip kararını vermeli ve uygulamaya girmelidir. Bir adım ileri iki adım geri gibi bir politika benimsenmemeli, geri adım atılmamalıdır. Toplumun güveni sarsılmamalıdır.

Üniversiteler bir taraftan Milli Eğitim Bakanlığı diğer taraftan Maliye Bakanlığı ile ilişkilidirler. Bu iki bakanlık ve ilgileri varsa diğer bakanlıkları da içine alan özel bir komisyon kurulmalı ve üniversitelerle ilgili işlemler ortak yürütülmeli, diyalog ortamını bozacak tepkilerden kaçınılmalıdır. Bu bağlamda İÜ’nün sosyal tesislerine el koyma girişimi durdurulmalıdır.

Diğer taraftan tarih boyu ulemanın ayrı bir gücü ve etkinliği olmuştur. O nedenle hükümet, ‘ben memurlarımı muhatap almam’ havasında olmamalıdır. Üniversiteler ciddiye alınmalıdır.

 Üniversite öğretim elemanlarının büyük bir çoğunluğu, 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Yasasının değiştirilmesi taraftarıdır. Yanlış davranışlar yapılarak bu arzu ve istek heder edilmemelidir ve bu yasa mutlaka değiştirilmelidir.

 Üniversiteler yasasının toplumun her kesiminin katkısı sağlanarak çıkarılmasına gayret edilmelidir. Üniversiteler arası kurulla oluşturulan ortak çalışma komisyonuna, meslek odalarından, sendikalardan, ana muhalefet partisinden, öğrenci konseyinden, sanayicilerden, değişik akademik ünvanlı öğretim elemanlarından, yerel yönetimlerden ve öğretim elemanlarına ilişkin derneklerden temsilciler katılmalıdır.

Hazırlanan taslakta ki tepkisel maddeler düzeltilmelidir. 7 kişilik geçici komisyon kaldırılmalı yeni yasanın uygulamaya sokulması belli bir periyot içerisinde doğal olarak yapılmalıdır.

Öğretim üyelerinin %50’sini oluşturan Yardımcı Doçentlerin durumu daha kalıcı bir olacak tarzda bir çözüme kavuşturulmalıdır.

Üniversitelerin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara el atılmalı, çözüm için özel komisyonlar oluşturulmalıdır. Bununla ilgili olarak Üniversite-Sanayi işbirliği gündeme getirilerek çözüm yolları araştırılmalıdır.

Disiplinle ilgili düzenlemelerde, düşünce özgürlüğü, inanç ve fikir özgürlüğünü kısıtlayacak hiçbir madde bulunmamalıdır. Tam özgür bir üniversite inşa edilmelidir.

Üniversite evrenseldir ve dünyanın her tarafından öğrenci kabul ederler. Yabancı öğrenci sayısı, bazen itibarlarının bir ölçüsü de olabilir. O nedenle 2547 Sayılı yasanın amaç kısmından yer alanlar, üniversite kavramının ruhuna aykırıdır. Bu maddeler, 12 Eylül darbesinin ürünüdür. Bu kısmın, spekülasyona ve yeni bir psikolojik savaşa imkan vermeyecek tarzda, uzlaşma ile kaldırılmasına çalışılmalıdır.

Üniversiteler idari, malı ve akademik özerkliğe kavuşturulmalıdır. Kendi yöneticisini kendisi seçmelidir. Üniversitelerde ki tüm kurullar etkin hale getirilip, idarecilerin icracı özelliği artırılmalıdır. Fakültelerde fakülte kurulları, üniversitelerde senatolar en üst kuruluş olacak tarzda yapılandırılmaya gidilmelidir.

Yüksek öğretimin denetlenmesi üniversitelerden bağımsız bir kurul tarafından yapılmalıdır.

Yüksek öğretimin planlanmasında ve yapılandırılmasında toplum katkısı sağlanmalıdır.     

Kaynaklar

1-Gürüz K., ‘Eğitim Yönetimi ve Kalite’, 4. Ulusal Kalite Kongresi, 8-9 Kasım, 1995 Sayfa: 17-21.

2- 15. Milli Eğitim Şurası Yüksek Öğretime Geçişin Yeniden Düzenlenmesi,13-17 Mayıs 1996 Şura Kararları Sayfa 288,332,340.

3- İnternethaber.com, Bütün gazeteler, 23.12. 2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...