(Umran Dergisi)
‘Eğer soğuk savaş olmaz ise Amerikalı olmanın anlamı nedir?’ Rabbit Angstrom
Kasım ayında İstanbul’da önce Beth İsrael ve Neve
Şalom sinagogları, bir hafta sonra da HSBC bankasının Levent şubesi ile
Beyoğlu’ndaki İngiliz Konsolosluğu bombalandı. Dört eylemde de bomba yüklü
kamyonetlerin kullanıldığı ve birer intihar saldırısı şeklinde
gerçekleştirildiği, değişik çevrelerce söylendi ve yazıldı. Olayın faillerinin,
dışarda El-Kaide, içerde Hizbullah, İBDA-C olduğu ifade edildi. Gerçekte bunlar
ne kadar doğruydu?
Geriye dönüp baktığımızda Soğuk Savaş döneminde terör diye adlandırılan ve komünist
gruplara atfedilen olaylarla; günümüzde vuku bulan ve Müslümanlara atfedilen
olaylar arasında, oluş, sunuluş biçimleri ve sonuçları açısından, büyük
benzerliklerin olduğunu görebilmekteyiz. İlginçtir ki Soğuk Savaş dönemi bitip
de bir kısım belgeler yayınlanmaya, ülkeler safralarını atmaya başladıklarında
komünistlere atfedilen pek çok terör olayının, NATO’nun Gladyosu tarafından
planlanıp organize edildiği, icraatçı olarak da Gladyo tarafından ya bizzat
kurulmuş veya içerisine sızılmış grupların kullanıldığı anlaşılmıştır.
Ülkemizde darbe gerekçesi olarak gösterilen olayların pek çoğunda, karar
vericilerin ve organizatörlerin bizzat darbeci gruplar olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu gün vuku bulan olaylara bu açıdan da dönülüp bakılmasında fayda vardır. Bu
çalışmada iki ana konu ele alınmaktadır. Birincisi, Müslüman olarak psikolojik
savaş ortamında haber ve olayları değerlendirmek için nasıl davranmalıyız; ikincisi
ise Yeni Soğuk Savaşın tarafları kimler olacaktır?
Olaylar/Haberler Değerlendirilirken Dikkat Edilecek Noktalar
Sorumluluk Duygusu
Olayları, büyük bir çoğunluğu istihbarat örgütleri ile
işbirliği içinde olan medyanın bize sunduğu biçimi ile mi kabul etmeliyiz,
yoksa kendimiz tahliller yapıp yolumuzu mu aydınlatmalıyız? Elbette ki ikinci
yol tercih edilmelidir. Gerçekte bu konuda öncelikle yapılması gereken,
ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakının, başta Müslümanlar olmak üzere, tüm
dünya insanlığına karşı giriştikleri psikolojik bir savaşa karşı ümmeti ve
insanlığı aydınlatacak bir mekanizmanın kurulmasıdır. Bu, ümmete Kur’ân’ın yüklediği
bir sorumluluktur:
“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber
geldiğinde onu yayarlar; halbuki o haberi Peygamber’e veya kendilerinden buyruk
sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu
bilirdi. Allah’ın size bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana, şeytana
uyardınız.” (4/83)
Ne yazık ki Müslüman dünya, böyle bir mekanizmayı
kurma anlayışından çok uzaktır. Ayrıca Müslüman coğrafyadaki yönetimlerin kahir
ekseriyeti, kendi halklarını tehlikeli görmektedir. Öyleyse bu görev, Müslüman
aydınlara, bilim adamlarına, sivil toplum örgütlerine ya da Müslüman’ın bizzat
kendisine düşmektedir. Müslüman’ın tek başına, ihtisas isteyen böyle bir
değerlendirmeyi yapması ve bu yolla gerçeğe ulaşması elbette çok zordur. Bu
doğrudur. Ancak istihbarat örgütleri ile işbirliği içinde olan değişik medya
kanallarının sunduğu ile yetinmek daha tehlikelidir. Her halükârda ve şartlar
ne olursa olsun, gerekli mekanizmalar olsun yada olmasın, Müslüman bir bilincin
ifa etmesi gereken bir sorumluluk vardır; o, da haberlerin doğruluğunu
araştırma konusunda hassasiyet göstermektir:
“Ey iman edenler! Size bir fasık (yoldan çıkmış) bir haber
getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı
kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”(49/6)
Eğer bu hassasiyet, bugün gösterilmezse ödenecek
bedelin çok ağır olacağı unutulmamalıdır. Bugünün Müslümanları, Hz. Peygamberin
hanımı Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasının (ifk olayı) Müslümanlar tarafından
araştırılıp değerlendirilmeden aktarılmasının yaptığı tahribatı görmelidirler.
Bu olayın Allah’ın sevgili peygamberinin başına niçin geldiği üzerinde günümüz
Müslümanlarının öncelikle düşünmesi gerekir. Olayın Kur’ân’da sunuluş
biçiminden, Müslümanların haberleri değerlendirme konusunda zaafları olduğu ve
bu konuda önemli bir eğitime ihtiyaçları olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür
haberleri üretip yaygınlaştırabilme gayretinde olabilecek insan unsurlarının
daima mevcut olabileceği Müslümanlara anlatılmak istenmektedir:
“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin
içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer
saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır.”(24/11)
Ortalığa bırakılan ve dolaştırılması istenen
haberlerin doğruluğu araştırılmadan kullanılmamalı ve taşıyıcı görevi
görülmemelidir:
“Onu
işittiğiniz vakit mümin erkeklerle, mümin kadınların kendiliklerinden hüsn-ü
zanda bulunup: Bu, apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?”
(Bu iddiayı
ortaya atanların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki
şahitler getirip ispat edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların
ta kendisidirler.
“Allah’ın dünya ve ahirette size lütuf ve merhameti
olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız. Çünkü siz
bu iftirayı, gelişi güzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi
olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun
önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.
Onu duyduğunuzda
«Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır...»
demeli değil miydiniz?
Muhakkak o kimseler ki, imân etmiş olanlar arasında
çirkin, yaramaz şeylerin yayılmasını arzu ederler.”(24/12-19)
Bu hassasiyeti göstermeyen Müslümanların, şeytana tabi
olduklarını ve bu davranışlarını terk etmedikçe kendilerini temize
çıkaramayacaklarını görmeleri gerekir:
“Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın! Her kim şeytanın adımlarına uyarsa, şunu bilsin ki o, çirkin ve kötü şeyler emreder. Allah’ın size karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri asla temize çıkamazdı; fakat Allah, dilediğini temize çıkarır.” (24/21)
Bir Turnusol Kağıdına
(Şablona) İhtiyaç Var
Dolayısıyla her Müslüman’ın, sunulan haber, yorum ve
değerlendirmeler karşısında alması gereken bir tavır ve yüklenmesi gereken bir
sorumluluk vardır: Şeytanî ittifaka hizmet edecek tutum, tavır, davranış ve
değerlendirmelerden kaçınmak gerekir. Bu sebeple olayları değerlendirmede,
Müslüman’ın elinde bir şablon, bir turnusol kağıdı olmalıdır..
Ümmetin karşı karşıya kaldığı bu topyekün savaş
sürecinde, Şeytanî ittifakın psikolojik savaş aygıtının etkisini kıracak bir
değerlendirme yapabilmek için aşağıdaki şablon aydınlatıcı olabilir:
-Vuku bulan her olay, yeni soğuk savaşın varlığı göz önüne alınarak ele alınmalıdır.
-Bu yeni soğuk
savaşta düşman olarak Müslümanlar seçilmişlerdir.
-Müslüman halklar arasına kin ve nefret sokabilmek
için paravan örgütler kullanılarak karşılıklı saldırılar düzenlenebilir.
-Bunalım içerisindeki insanlığın İslam’ı bir kurtuluş
yolu olarak görmemesi için İslam’ın imajını zedeleyerek gözden düşürmek ana
hedeflerden biridir. Bunun için insanlığın nefret ettiği en pis eylemler
Müslüman isimler öne çıkarılarak sahnelenmeye çalışılacaktır. Eylemci grup veya
haber yayıcıların, gerçekten Müslüman olup olmadıkları sorgulanmalıdır.
-Olaylara ilişkin tüm bilgi ve belgeler derlenip
toparlanmalıdır. Olayların vukuu esnasında olaya tanık olan insanların ilk
beyanları ile sonradan uzman ve medyanın yapacağı yorum ve değerlendirmeler
karşılaştırılmalıdır. Aradaki benzerlik ve tezatlar bulunup çıkarılmalıdır.
Haberlerin yönlendirilip yönlendirilmediğinin ip uçları yakalanmaya
çalışılmalıdır.
-Birbiri ile çelişse bile akla gelebilecek tüm sorular
cesaretle sorulabilmelidir. Olayı kim yapmıştır veya kim yapabilir? Niçin ve
nasıl, kar ve zararı nedir?
-Olayları organize eden güçler, dikkatleri
kendilerinden uzaklaştıracak şekilde kamuoyunu farklı istikametlere
yönlendirmek isterler. Bunun için eylem yerlerinde bu yönlendirmeye imkan
verecek bilgi ve belge bırakabilir, yönlendirici bulundurabilirler.
-Eylemleri üstlenen olup olmadığı ve bunların
gerçekten asıl örgüt olup olmadığı sorularla tartışılmalıdır.
-Eylemlerin yapılış şekilleri ile örgütlerin
felsefeleri, inançları ve benimsedikleri stratejileri arasında önemli ilişki
vardır. Örgütler, yaptıkları eylemlerle felsefi düşünceleri arasındaki ilişkiye
dikkat ederler. Her örgüt, her türlü eylemi yapmaz, yapamaz.
-Yapılan eylemin büyüklüğü ile örgütün gücü arasındaki
ilişki uygun mudur? Bu örgüt bu işi yapabilme kapasitesine sahip mi? Daha önce
bu denli büyük bir eylem yaptı mı? Ya da karşı cevap geldiğinde ne tür tepkiler
vermiştir veya verebilir?
-Örgütlerin istihbaratlarla ilişkileri var mı,
geçmişte olmuş mu?
-Yapılan eylem, eylemi yapan örgütün inançlarına,
menfaatlerine stratejilerini mi yoksa düşman ilan ettiği ülke, grup veya
milletlerin inançlarına, menfaatlerine ve stratejilerine mi yaramaktadır.
-Yapılan eylemin, yakın ve uzak gelecekte sonuçları ne
olacak? Kim bundan hangi boyutları ile yararlanabilecektir?
-Yapılan eylem, eylemci gruba ulusal veya uluslar
arası düzeyde kamuoyu desteği sağlıyor mu? Yoksa kamuoyunun nefretini mi
kazandırıyor?
-Yapılan eylem, eylemci grubun müttefiklerini mi yoksa
düşmanının müttefiklerini mi artırıyor?
-Yapılan eylemde asıl zarar görenler, eylemci grubun
bizatihi düşmanları mı yoksa masum insanlar mı, kendilerine psikolojik olarak
sempati besleyen topluluklar mı?
-Eylemin icrasındaki profesyonellik düzeyi nedir?
Nasıl bir hazırlık süreci gerektirir?
-Eylem, kendi ülkesinde mi yabancı bir ülkede mi
yapıldı? Eylem için gerekli lojistik desteğin büyüklüğü nedir? Bunu, eylemi
yapan örgüt gerçekten sağlayabilir mi?
-Eylemciler, eylemlerinde kendi kimliklerini mi sahte
kimlikleri mi kullanırlar? Eylem olur olmaz ortaya atılan kimlikler, gerçek mi?
Yanlış yönlendirmek için bırakılmış veya sunulmuş olamaz mı?
-Eylemciler, olaydan hemen sonra kolayca teşhis
edilebiliyorsa eylemi yapmadan önce kendilerine niçin mani olunamıyor veya
olunmuyor?
-Olaydan hemen sonra yakalananlar, gerçek failler mi,
yoksa kamuoyunu yanlış yönlendirmek için istihbarat örgütlerinin veya
Gladyo’nun gizli özel elemanları mı?
-Eylemciler, istihbarat örgütlerinin veya Gladyo’nun
gizli özel elemanları olup yakalanmaları mı istenmiştir?
-Eylemle verilmek istenen mesaj, örgütün mesajı mıdır
yoksa örgüt üzerinden devletlerin, istihbarat örgütlerinin birbirlerine
ilettikleri gizli bir mesaj mıdır?
Bu ve buna benzer soruları artırmak mümkündür. Ama en azından yukarıdaki soruları cesaretle sorarak cevapları arandığında, Şeytanî ittifakın psikolojik savaş aygıtının bir elemanı durumuna düşmekten, kaosun oluşmasına yardımcı olmaktan kurtulur ve halkın daha sakin bir şekilde düşünmesine katkıda bulunmuş oluruz.
11 Eylül Provokasyonu ile İstanbul Bombalama Provokasyonu Arasındaki İlginç Benzerlikler
İstanbul’daki bombalama olaylarının perde arkasının
görülebilmesi için, ABD’deki 11 Eylül provokasyonunda ileri sürülen argümanları
hatırlayıp bir karşılaştırma yapmakta fayda vardır. (11 Eylül provokasyonu için
Umran-Ekim 2001, Sayı: 86’nın tekrar okunmasında fayda vardır.)
1. Ortak nokta:11 Eylül’de ABD’de aynı anda birkaç
yerde olaylar olmuş; İkiz kulelerle Pentagon’un eşzamanlı vurulduğu ifade
edilmiştir. Olayın şoku içerisinde olayla ilgili yapılan ilk
değerlendirmelerde, ‘böyle bir organizasyonun yapılabilmesi için en az 3 yıllık
bir hazırlığa ihtiyaç vardır’ denmiştir. Ancak El-Kaide adı ortaya atılınca,
ilk değerlendirmeler örtbas edilip; ‘yapılan eylem için profesyonel olmaya gerek
olmadığı, bu işi yapmanın sıradan bir iş olduğu ve bunun herkes tarafından
kolaylıkla yapılabileceği’ ifade edilmeye başlanmıştı.
Türkiye’deki olaylar meydana geldiğinde yapılan ilk
değerlendirmelerde, ‘yapılan işin büyük bir organizasyon işi olduğu’, ‘profesyonellik
gerektirdiği’, ‘büyük bir istihbarat ve lojistik destek ağına ihtiyaç olduğu’
ve ‘hazırlığının uzun bir zaman alacağı’ istikametinde yorum ve
değerlendirmeler yapılmıştır. Ancak El-Kaide ve Hizbullah adı ortaya atıldıktan
sonra, yorumların şekli ve istikameti değiştirilmiş, iş sıradanlaşmış,
‘herkesin bu işi yapabileceği’, ‘profesyonelliğe ihtiyaç olmadığı’ ve ‘büyük
bir hazırlık ve organizasyona ihtiyaç duyulmadığı’ söylenmeye başlanmıştır.
Bombaların hazırlandığı mekan, bir baharatçının son derece dar olan iş yeri
olarak sunulabilmiştir.
Her iki olayda, eylemin büyüklüğü ile ismi geçen
örgütün gücü arasındaki dengesizlik (yani bu işleri, bu örgütlerin yapma imkan
ve kapasitesi olmadığı) göz önüne alınarak; iddianın inandırıcı olabilmesi için
eylem bilinçli bir şeklide küçültülerek basitleştirilmek istenmiştir.
2. Ortak nokta: ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakı,
her iki olayı uluslararası terör olarak nitelemiş ve adını ‘İslamî terör’ koyarak İslam’la terörizmi özdeş hale getirmeye
çalışmışlardır.
3. Ortak nokta: Her iki olayın, birbirine nazaran
gerekli eleman sayısı değişse de geniş bir eylemci grup tarafından yapılmış
olması gerekir. Geniş bir grupça, geniş bir zaman diliminde yapılan hazırlıktan
haberdar olamayan dünyanın en donanımlı istihbarat örgütleri, olaylardan hemen
sonra faillerin isimlerini, eşkallerini, kaldıkları yerleri ve tüm
kullandıkları eşyaları nasıl teşhis edebilmiş ve nasıl bulabilmiştir? Medyaya
bu isimler, vaktinden önce kimler tarafından ve hangi amaçla sızdırabilmiştir?
4. Ortak nokta: 4000-5000 0C sıcaklıkta İkiz
kulelerdeki çelik konstrüksiyon erirken, binanın enkazında, uçakta oldukları
söylenen teröristlerin çelikten daha yüksek sıcaklığa dayanabilen kağıttan
yapılmış pasaportları sağlam bir şekilde bulunabilmiş ve kamuoyuna
gösterilebilmiştir! İstanbul’daki olaylarda da, parçalanarak tanınmaz hale
geldiği söylenen teröristlerin nüfus cüzdanları sapasağlam bulunabilmiş ve
kamuoyuna gösterilebilmiştir. Bu kadar büyük bir eylemi yapan insanların sahte
kimlik yerine kendi orijinal kimliklerini niçin kullandıkları
anlaşılamamaktadır. Her alanda sahte kimlik kullanan eylemci örgütler, nedense
bu tür olaylarda gerçek kimliklerini kullanmışlardır!
5. Ortak nokta: Eylemciler, yaptıkları eylemleri
silahlı propaganda dedikleri bir propaganda aracı olarak görürler; bu yolla
isimlerini duyurup taraftar toplamak ve korku salmak isterler. Fakat nedense 11
Eylül ve sonrası eylemleri üstlenen hiçbir örgüt yoktur. Silahlı propagandayı
benimseyenler, bu kadar büyük eylemler yapacaklar ve fakat bunu
üstlenmeyecekler; bu hiç de mantıki değildir.
6. Ortak nokta: 11 Eylül’ü gerçekleştirenlerin, halkı Müslüman olan farklı ülkelerin insanları olduğu iddia edilmiş, bu yüzden o ülke yönetimleri suçlanarak terörizmi besleyen ülkeler olarak hedefe yerleştirilip teslim alınmaya çalışılmıştır. İstanbul’daki olayları gerçekleştirenlerin barınma mekanları olarak da Türkiye ve Suriye gösterilmiştir. ABD’nin 11 Eylül’den beri İsrail’le birlikte Suriye’den şikayetçi oldukları ve Suriye’yi parçalamak istedikleri bilinmektedir. İstanbul’daki olayda Suriye’nin hedef tahtasına konması bir tesadüf değildir. Olayın arkasından ABD heyetinin Türkiye’den İncirlik üssünün kullanımını istemesi düşündürücücüdür.
İstanbul Olaylarında Kafa Karıştıran Sorular
Türkiye’de DNA Veri Bankası Ne Zaman Kuruldu?
İstanbul’daki bombalama olaylarında, paramparça olduğu söylenen eylemcinin bir parçasından alınanların DNA testine tabi tutulması ile, eylemcinin kimliğinin tespit edilebildiği ifade edilmektedir. Ne zamandan beri Türkiye’nin elinde bir DNA veri bankası mevcuttur. Bu bilinmemektedir. Türkiye vatandaşlarının tümü DNA testine tabi tutulmuş ve buna ilişkin bir veri bankası elde edilmiş, eylemcilerden alınan örnekler üzerinden yapılan test sonuçları ile veri bankasındaki sonuçlar karşılaştırılarak şahıslar tespit edilebilmiş midir? Kamuoyunun bu denli kandırılmasında geçici fayda umanlar, uzun vadede neleri kaybettiklerinin ve Türkiye’ye neler kaybettirdiklerinin farkında mıdırlar?
Eylemlerden Zarar Görenler Niçin Hep Müslümanlar?
11 Eylül sonrası başlayan dönemde meydana gelen
eylemlerin hep Müslüman coğrafyada yapılmış olması ve eylemin mağdurlarının da
Müslümanlar olmuş olması dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husustur. Eğer
iddia edildiği gibi bu eylemler, İslam adına Müslüman kişiler tarafından
yapılıyor ise niçin eylemlerden ABD-İsrail-İngiltere mağdur olmuyor; ölenlerin
çoğunluğu Müslümanlar oluyor. Zarar görenler Müslümanlar, kâr edenler hep
şeytanî ittifak mensupları oluyor. Bunda sizce bir terslik yok mudur?
Bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, İrak’ın işgali sırasında ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakının isteklerine karşı direnen ve halkı Müslüman olan tüm ülkelerde, benzer bombalama olaylarının yaşanmış olmasıdır. Direnenlerin direncini kırmak için İslam adına mücadele ettiğini söyleyen örgütler, niçin eylem yapmış olsun, niçin işgalcilere karşı direnenleri İslam adına cezalandırmaya kalksın? Ya bu örgütler, İslam için kıyama kalkmış değil, ya da bu eylemleri bunlar yapmamıştır. Yoksa bu eylemler, onlar adına birileri tarafından yapılıp onların isimleri mi kullanılmaktadır?
Hangi Örgüt Devamlı Düşmanlarını Artırıcı Eylemler Yapar?
ABD-İsrail-İngiltere’ye belli bir boyutta direnebilen
ve halkı Müslüman olan ülkelerde bu eylemlerin yapılması ne anlama gelmektedir?
Afganistan ve Irak işgal edilirken ABD-İsrail- İngiltere’de hiçbir eylem
yapmayan veya yapamayan El-Kaide ve benzeri organizasyonların, kendileri ile
çatışma içerisinde olmayan ve halkı Müslüman olan ülkeleri seçmesi, ne derece strateji
bilgisi ile bağdaşır? İstanbul’daki olayların yapılma gerekçesi olarak medyanın
diline doladığı, Türkiye’deki model niçin kendileri için asıl tehlike olsun?
Türkiye’deki model, 80 yıldır uygulamada olup yeni değildir. Eğer bu model
kendileri için asıl tehlike ise bu örgütler niçin bu zamana kadar beklemiş ve
ABD’nin isteklerine Türkiye direndiği zaman eyleme geçmiştir? Kimse kendisini
kandırmasın; Türkiye’nin İslam coğrafyasına sunabileceği kendi içinde tutarlı
bir modeli yoktur. Bu iddia, hükümeti yanlış yöne yönlendirmek için ortaya
atılmış bir yemdir.
Eylemi yaptığı iddia edilen örgütler için
Afganistan’ın, Irak’ın ve Filistin’in işgali ile ortaya konan modellerden daha
tehlikeli bir modelin; kendileri ile çatışma halinde bulunmayan Türkiye, Suudi
Arabistan ve Pakistan gibi ülkelerde olduğunu iddia etmek, ya aptal olmayı ya
da hain olmayı gerektirir. Bu kadar başarılı eylemleri yapabilenler, aptal
olamayacaklarına göre geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya hain-işbirlikçidirler
ya da bu eylemleri kendileri yapmamıştır.
Stratejinin temel yasası; kendi kuvvetlerini mümkün olduğunca artırmak, düşman kuvvetleri mümkün olduğunca parçalamak ve azaltmaktır. Bu stratejik zaviyeden baktığımızda, ABD-İsrail-İngiltere gibi düşmanlar tarafından ülkeleri işgal edilmiş örgütler, niçin kendilerini yalnızlaştıracak, düşman cephesini kuvvetlendirecek eylemler yapmış olsunlar? Durup dururken Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi ülkeleri karşılarına alsınlar?
Neden Türkiye ABD’ye
Direndiğinde Eylem?
Eylemi, Hizbullah’ın yaptığı iddia ediliyorsa, unutulmasın ki lider kadroları öldürülürken, Afganistan ve Irak işgal edilirken böyle bir eylem yapmayıp Türkiye Irak’a asker göndermeyi reddettikten, Kuzey Irak’taki Kürt devletine karşı çıktıktan, Mossad’ın Kuzey Irak’taki hareketlerini kınadıktan, İsrail başbakanı ile görüşmeyi reddettikten ve Kıbrıs’ta ABD ve AB isteklerine karşı çıktıktan sonra, ABD-İsrail’e düşman olduğu ileri sürülen bir örgüt neden bu eylemi şimdi yapmış olsun? Eylemin yapılış, sunuluş ve değerlendiriliş biçimine baktığımızda olayın planlayıcıları ve karar vericileri, dile getirilen örgütler olarak görülmemektedir. Bu mızrak bu çuvala sığmamaktadır.
Korumakla Görevli Oldukları
İbadethaneleri Müslümanlar Bombalar mı?
İbadet yerleri, İslam inancına göre kutsaldır ve
İslam’ın koruması altındadır. İbadethanenin camı, sinagog, kilise veya havra
olması fark etmez. Osmanlı coğrafyasında cami, kilise ve havra / sinagog
yanyana insanlara hizmet sunmuşlardır. Bu nedenle Haydarpaşa lisesinde mescit
ve kilise bir aradadır. Onun için Darülaceze’de kilise, havra ve cami yanyana
bulunmaktadır. Müslümanların görevi, ibadet ve inanç özgürlüğünü güvence altına
almaktır. İbadethaneleri koruyarak, insanların korkmadan, endişelenmeden güven
içerisinde ibadetlerini yapmasını sağlamaktır. Kendileri zulme uğramış olsalar
bile bu böyledir:
“Onlar «Rabbimiz Allah’tır» demelerinden başka bir
sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların
bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah’ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22/40)
İslam adına yola çıkanlar, ibadethaneleri korumakla görevli iken nasıl olur da ibadethanelerde ibadet eden insanları öldürmeye kalkışabilir? Sizce bu noktada ciddi bir çelişki yok mudur?
Bağımsızlık Savaşı Verenlerin Kamuoyunun Desteğine İhtiyaçları Yok mu?
Sivil hedeflerin, özellikle, ibadethanelerin
vurulması, dünya kamuoyunun tasvip etmeyeceği, hatta nefretle karşılayacağı bir
eylem tarzıdır. Bağımsızlık savaşı verenler için dünya kamuoyu, son derece
önemlidir. Bağımsızlık savaşını yürütenlerin ilk bilmesi gereken şey, kamuoyu
desteğinin önemi olup bunu kazanabilmek için nelerin yapılması gerektiğidir.
Gerek 11 Eylül’de, gerekse İstanbul’daki olaylarda siviller ve ibadethaneler
hedef seçilmiştir. Bu kadar büyük bir eylemi başaranların, bu kadar basit bir
noktayı görememeleri ve kendilerini kamuoyundan tecrit etmeleri düşünülebilir
mi?
Kamyonet Şoförleri Kaçtı mı İntihar mı Etti?
İstanbul’daki ilk eylemlerle ilgili görgü şahitlerinin
tv kameralarına yansıyan ilk ifadeleri, kamyonet şoförlerinin araçlarını park
edip hızlıca olay mahallinden uzaklaştıkları şeklindedir. Olayda yaralanmış ve
olayın bütün dehşetini yaşamış görgü tanıklarının ilk beyanları, olayın
propagandaya bulaşmamış yalın halinin bir resmi mahiyetindedir. Bütün bu
beyanlar, ekranlardan kamuoyuna yansımamışçasına herşey tersyüz edilerek
kamyonet şoförlerinin birer intihar saldırısı yaparak parçalandıkları şeklinde
bir değiştirmeye gidilmesi, kimin veya kimlerin eseridir ve ne amaçlanmaktadır?
Olayın üzerine gidilmek isteniyorsa bu noktanın öncelikle ele alınması gerekir.
İkinci bombalama olayında kamyonet şoförlerinin taşıdıkları yükten haberlerinin olup olmadığının anlaşılması, olayın çözümünde anahtar rolündedir. Gerçek organizatörlere, karar vericilere ulaşmak için hayatî önemi haizdir. İntihar eylemi, genelde Filistinlilerin kendi topraklarında veya İsrail’de kullandıkları bir eylem tarzıdır. Hedef de düşman olarak kabul ettikleri Yahudilerdir. Oysa İstanbul’daki olaylarda İngiliz Başkonsolosu hariç (muhtemeldir ki o da yanlış bir zamanda yanlış bir yerde bulunmuştur) mağdurların büyük bir ekseriyeti Müslümanlar ve TC vatandaşlarıdır.
Silahlı Propagandayı Benimseyenler Niçin Eylemlerini Üstlenmezler?
Silahlı eylemi metod olarak benimseyen örgütler,
silahlı eylemleri propaganda aracı olarak kullanırlar. O nedenle yaptıkları
eylemleri üstlenir ve isteklerini tekrarlar. Eylemlerindeki başarı ile
taraftarlarını artırmayı, kendilerine inananların inançlarını pekiştirmeyi,
güçlü ve yenilmez olduklarını, istediklerini cezalandırabileceklerini
göstermeyi hedeflerler. Oysa bu örgütlere atfedilen olayların hiçbiri, bunlar
tarafından üstlenilmiş değildir. Bu silahlı propagandanın mantığına terstir.
Başbakanın İlkinde Alamayıp İkincisinde Aldığı Mesaj Nedir?
İstanbul’daki ilk bombalama olayından sonra Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşma anlamlıdır. Üzerinde düşünülmesi ve yorumlanması gerekir. Başbakan özetle; “Devletimize ve Hükümetimize bu yolla bir mesaj verilmek isteniyorsa, o mesajı ayaklarımın altına alıp çiğniyorum.” demiştir. Başbakan bu konuşma ile, bir yerlere karşı bir mesaj göndermiştir. Eylemleri kimlerin organize ettiğini bilmektedir. Hükümetten talep edilen şeye bu konuşma ile sert bir cevap verilmiştir. Başbakanın cevabî mesajı, teröristlerle ilgili olsaydı, ikinci bombalama olaylarından sonra Başbakanın suskunluğa bürünmemesi gerekirdi. Demek ki başbakan ilk konuşmasında, teröristlerin haricinde bazı devletlere veya güçlere karşı mesaj göndermiştir. Ya da başta verilmek istenen mesajı yeterince anlayamamıştır da onun için o kadar sert ve kararlı konuşmuştur. Karşı taraf, Başbakan tarafından mesajlarının yeterince anlaşılamadığını ve isteklerinde ısrarlı ve kararlı olduklarını belirtmek için ikinci bir mesajı, yeni bir bombalama ile göndermek lüzumu hissetmişlerdir. Bu ikinci bombalama olayından sonra başbakan kendisine verilmek istenen mesajı almış olmalı ki suskun kalmayı tercih etmiştir. Hükümete iletilmek istenen mesaj, ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissenger’in; “Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgede ki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmeliler”1 şeklinde tanımladığı çerçevenin dışına çıktınız mıdır?
ABD-İsrail-İngiltere Yönetimleri Kendi Kamu Oylarını Kazanmak İçin Ne Yaparlar?
AB ülkelerinde yapılan ankette, ‘Dünya barışı için en tehlikeli ülke hangisidir’ sorusunun cevabında 1. sırada İsrail, 2. sırada ABD yer almıştır.2 Dünyanın her tarafında bu iki ülke, halklar tarafından protesto edilmektedir. ABD Başkanı Bush, İngiltere seyahatinde çok büyük kalabalıklar tarafından protesto edilmiştir. İngiliz başbakanı ve ABD başkanı ülkelerinde büyük bir itibar kaybına uğramışlardır. İstanbul’daki bombalama olaylarının arkasından yapılan anketlerde, her iki ülke liderinin itibarı artmış bulunmaktadır. Diğer taraftan son yıllarda İsrail’e dışardan Yahudi göçünün olmaması; tam tersine İsrail’den dışarıya göç olmaya başlaması ve İstanbul’daki bombalama olaylarından sonra Ariel Şaron’un; “Yahudilerin güven içerisinde yaşayabilecekleri tek yerin İsrail olduğunu” belirterek Yahudileri İsrail’e yerleşmeye davet etmesindeki zamanlama ilginçtir. Olayların zamanlaması ile üç ülke yönetimlerinin kamuoyu desteğine olan ihtiyaçları arasında bir ilişki olamaz mı?
Bu Eylemler Daha Büyük
Güçlerin İşidir
Yukarıdaki analizlerin uzantısında bu eylemler,
El-Kaide, Hizbullah gibi örgütlerin kararlaştırıp icra ettikler birer eylem
olarak gözükmemektedir. Dünya kamuoyunun her geçen gün desteğini kaybeden
ABD-İsrail-İngiltere şeytan ittifakının yaptığı bir işe benzemektedir. Ancak bu
noktada bu işi tek başlarına mı, yoksa içerden 28 Şubat cuntasının uzantıları
ile birlikte mi yaptıkları şimdilik çok net değildir. Ayrıca bu nokta analiz
edilmeye muhtaçtır. Ancak 28 Şubat cuntasının uzantılarının böyle bir eylemden
yararlanmaya kalktıkları, bu yolla hükümeti ve hükümetin şahsında İslam’ı
yıpratmak istedikleri çok açıktır.
ABD’nin Yeni Bir Soğuk Savaşa İhtiyacı Vardır
Bu ve buna benzer olaylar durmayacaktır. Şeytanî ittifaka karşı çıkıldıkça daha büyük bir şiddetle olaylar tırmandırılmak istenecektir. Bu gerçeğin iyice anlaşılması gerekir. Şeytanî ittifakın 21. yüzyıl için stratejik hedeflerini gözönüne almadan, mantıklarını kavramadan olacak olayları tahlil edip çözümler üretmek mümkün değildir.
Kendisini Düşmanı ile
Tanımlayan ve Korku Üzerine İnşa Edilen Ülke: ABD
ABD, göçmenler üzerine kurulu bir devlettir. Bu
federatif birliğin kurulabilmesi için uzun, kanlı iç savaşlar yaşanmıştır.
Karmaşık bir etnik ve inanç yapısına sahiptir. Bu karmaşık yapıyı, zenginlik ve
korku bir arada tutabilmektedir. Özellikle korku, ABD tarihi boyunca başat rolü
oynamıştır. ABD’nin zenginliklerine göz dikmiş büyük bir düşmanın varlığı,
ABD’nin yönetilmesinde birinci dereceden bir gerek şart olarak kabul
edilmiştir. Etnik mozaik, büyük bir düşmanın varlığına inandırılarak uygulanan
politikalara karşı sessiz kalması sağlanmış, ülkeye hakim uluslararası
şirketlerin daha çok kâr yapması için muhalefetsiz bir ortam sağlanabilmiştir3
“Bir başka büyük düşman daha vardır ki, bununla
uğraşabilmek için yığınla problemin çözülmesi gerekir. Bu düşman Birleşik
Devletlerin halkıdır. Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz
kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: yüreklere korku salmak. Halk
malının ve canının büyük bir düşmanın tehdidi altında olduğuna inandırılırsa,
muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder,
yapılanları hoş karşılamasa bile zaruri bulabilir... ABD tarihinde büyük şeytan
rolünü kimi zaman İngiltere’nin, kimi zaman İspanya’nın ve kimi zaman da
barbarların oynadığını görmekteyiz. 1917’den bu yana ise büyük şeytan rolü
Sovyetlerin üzerine yıkılmış bulunmaktadır.”
Kendisi ile ilgili yürütülen bir soruşturmada Yarbay Oliver
North’un verdiği ifade, bu temel varsayımın ABD yönetimi için ne kadar önemli
olduğunu doğrular mahiyettedir4
“Amerikan vatandaşları dünyanın büyük tehlikelerle
dolu olduğunu çok iyi bilmek zorundadır. Hayatımız ve ulusumuz bu tehlikeli
dünyada risk altındadır”.
Dünyada
kendisini düşmanı ile tanımlayan tek ülkenin ABD olduğu söylenebilir. Bunu, alt
kimliklerin birlikteliği için şart olarak görüp benimsemişlerdir. Huntington’un
‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin
önemli dayanaklarından biri, ABD’nin yeni bir düşmana olan ihtiyacıdır.
Komünizmin çöküşünden sonra eğer ABD için yeni bir düşman bulunamaz ise ABD’nin
çökeceği kanaatini taşımaktadır:5
“Çin bir çok hanedanın yıkılışını atlattı. Ve komünizmin yıkılışından sonra da Çin hala ortada duruyor. Ama ABD kimliğini tanımlayan siyasal ideolojinin sona ermesinden sonra yaşayamaz. Liberal demokrasinin ortadan kalkması ile birlikte Birleşik Devletlerde tarihin çöplüğündeki Sovyetler Birliğinin yanına gider. Demokrasinin her yerde başarıya ulaşması bunu mümkün kılar. Çünkü Birleşik Devletler hep kendisini bir şeyin karşıtı olarak tanımlamıştır. III.George’un, Avrupa monarşilerinin, Avrupa emperyalizminin , Faşizmin, Komünizmin. Ortada sürekli olarak kendi kimliğimizi şekillendirmemize yardımcı olan bir düşman olmuştur. Kime karşı olduğumuzu bilmez isek, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz? Bugün bizim gibi demokrasilere kalan soru, Amerikan demokrasisinin gücü, ne ölçüde ona güç ve hayat veren bazı dış ‘diğere’ dayanmaktadır?”
ABD Sistemi ‘Pazar Tek Tanrıcılığı Dinine’ Dayanır
Sovyetler Birliği varken ABD ve Batı kamuoyu,
tehlikeli büyük şeytanın varlığını
kabullenmişti. Dolayısıyla ABD politikalarına istemese de destek verme
zorunluluğu duyuyordu. Sovyetler çöktükten sonra batı kamuoyu derin bir nefes
almış, Soğuk Savaşın stresini sırtından atmıştı. Düşmansız bir dünyada korkusuz
yaşayabilirdi. Oysa ABD’deki sistem, ‘Pazar
Tek Tanrıcılığını’ din olarak benimsemişti.6 Baştan beri şuna inanılmıştır:
‘ABD’nin zenginliği, her 10 yılda bir
çıkarılacak savaşlarla sağlanabilir’7 ABD yönetiminin yeni dini Pazar Tek
Tanrıcılığının temel varsayımı budur. Bu tüketim dininin yaşayabilmesi için hem
ülke içerisinde, hem de dünyada gerilime ihtiyaç vardır. Bu anlayış, ABD eski
başkanlarından Woodrow Wilson tarafından devletin gizli politikası haline
getirilmiştir:8
“Madem ki ticaret milli sınırları tanımıyor ve madem
ki imalatçı dünyayı pazar olarak görmek istiyor; onun ülkesinin bayrağı da
kendisini takıp etmeli ve milletlerin ona kapalı olan kapıları kırılmalıdır:
Para babalarının elde ettiği tavizler, dik kafalı milletlerin egemenliklerinin
ayaklar altına alınması pahasına da olsa, devletin bakanları tarafından
korunmalıdır. Dünyanın hiçbir köşesi bırakılamayacak veya ihmal edilemeyecek
şekilde sömürgeler oluşturulmalı veya edinilmelidir.”
Dünyanın her tarafındaki kaynak ve pazarlara
rahatlıkla ulaşabilmek, oralardaki rakipleri nükleer üstünlüğe dayanarak
tasfiye etmek, Amerikan Milli Güvenlik kavramının boyutlarını ortaya
koymaktadır:9
“Amerikan milli güvenlik kavramı… Batı yarım kürede yer alan stratejik bir nüfuz alanının kapsıyordu.(Öyle bir alan ki, oradan başkalarının, özellikle de Avrupa’nın dışlanması gerekiyor ve bu saha da ‘stratejik nüfuz’ ekonomik kontrolü de gerektiriyordu). Ayrıca bu milli güvenlik kavramı, Atlantik ve Pasifik okyanuslarının hakimiyetini de içeriyordu. Stratejik sınırları yaymak ve Amerikan iktidarını gerçekleştirmek için dış üslere uzanmış bir sistemdi bu. Ticari üslerin askeri üslere dönüşmesini kolaylaştırmak, Avrasya’nın en büyük kesimlerinin kaynak ve pazarlarına ulaşmak, potansiyel her düşmanın bu kaynaklara ulaşmasını engellemek ve nükleer üstünlüğü devam ettirmek için, transit hakların daha da yaygın hale getirildiği bir sistem…”
ABD Sistemi Yeni Düşman
Arıyor
ABD’nin öngördüğü bu sisteminin yaşayabilmesi için ABD
halkının bedel ödemeye , rahatından fedakârlık yapmaya hazır olması gerekir.
Dünyanın her tarafında akıtılacak kanın kutsal bir amaç için, ABD’nin
bağımsızlığı için olduğuna halkın inanması lazım. Bunun için tehlikeli büyük
bir düşmana ihtiyaç vardır. Bu yeni düşman, Huntington tarafından keşfedilip
kamuoyuna sunulmuştur.
Huntington’un kimliği, ortaya atılan tezdeki nihai
niyeti daha iyi açıklar. Huntington, (tezini ortaya attığı zaman) Harward
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı, Amerikan Milli Güvenlik
Kurulu Strateji Direktörü, Amerikan Siyasal Bilimler Derneği Başkanı, Foreign
Affairs Dergisinin kurucusu ve editörü. Ve bir Yahudi. Tezin asıl fikir
babasının Yahudi Bernard Lewis olması, tezin siyonist ideallerle ilişkili olma
ihtimalini kuvvetlendirmektedir.10
Bu kadar önemli mevkilerde bulunan birinin ‘Medeniyetlerin Çatışması’ tarzındaki
bir gerilim ve çatışma tezini ileri sürmesi, bireysel bir olay olarak ele
alınıp değerlendirilemez, değerlendirilmemeli de.
Huntington’ın tezinin ana varsayımı, farklı
medeniyetlerin mutlaka çatışacağı ve bu çatışmanın global politikaları
belirleyeceğidir:11
“Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim
mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en
güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı
medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin
çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları
geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele
modern dünyadaki mücadelenin nihai evrimi olacak.”
Huntington, medeniyetlerin niçin çatışacağına ilişkin
6 ayrı sebep ileri sürmektedir:12
1.‘Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür,
gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşırlar.’
2.‘İletişim ve ulaşımın artması ile dünya küçülmüştür.
Bundan dolayı farklı medeniyetlerin insanları arasındaki etkileşim artmaktadır.
Bu da insanların medeniyet şuurlarını artırmaktadır.’
3.‘20.asrın sonlarından itibaren dünya
sekülarizasyondan uzaklaşmakta, din yeniden doğmakladır.’
4.‘Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan
yollardan dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve
kaynağa sahip olan Batı dışı ülkelerle yüzyüze gelmektedir.’
5.‘Sınıf ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru,
‘sen hangi taraftasın?’ biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte
bulunabilir ve taraf değiştirebilirdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda bu
soru, ‘sen nesin?’ şeklindedir. Etnisiteden daha fazla din, insanlar arasında
keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapmaktadır.’
6.‘Ekonomik bölgecilik artmaktadır... Bir yandan,
başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet şuurunu takviye edecek, diğer yandan da
ekonomik bölgecilik ancak müşterek bir medeniyet içinde kök saldığı zaman
muvaffak olabilecektir.’
Huntington’un tezinin toplumun değişik çevrelerinden tepki göreceği bekleniyordu. Yapılmak istenen şey, yeni bir soğuk savaşa kamuoyunu alıştırmaktı. Kabullendirmek daha sonranın işiydi.
Huntington’un Tezinin Üç Ayağı
1-Amerikalı Kimliği
Kaybolmakta
Etnik Kimlikler Öne
Çıkmaktadır
ABD, Soğuk Savaş sonrasında düşmansız kaldığı için
ülke içerisinde alt kimlikler öne çıkmakta, Amerikalılık bilinci kaybolmakta ve
ülke çözülmeye doğru gitmektedir. Sınıfsal ayırımın zirvede olduğu, tüm beşeri
ilişkilerin metalaştığı ABD’de bir mozayiği andıran iç etnik yapı, devamlı ve
tehlikeli bir düşman olmadan uzun süre birarada, birlikte yaşaması mümkün
gözükmemektedir. Sovyetlerin çöküşünden sonra halkına göstereceği makul bir
tehlike olmadığı için çok ciddi bir iç çözülme sürecine girmiştir:13
“Kendi kaderini tayin hakkı için yani her grubun kendi
yolunu izlemesine izin verilmesi-çeşitli gerekçeler ileri sürülebilir ama bu da
toplumun ve devletin gittikçe parçalara bölünmesine ve dağılmasına neden
olabilir. Dahası demokrasiler bu sorunu çözmeye uygun değildir. Tam anlamı ile
bir demokratikleşme ve demokrasinin işlemesi etnik, dini ve mahalli gruplar
arasındaki ilişkileri şiddetlendirebilir. Zamanla bu kimlikler merkezi bir
konuma gelir ve politikacılar bu kimliklere seslenirler ve bu da etnik gruplar
arasında ki çatışmaları yoğunlaştırır. Bu sorun yeni demokrasilerde yaygındır
ve Birleşik Devletlerde de mevcuttur... Bir açıdan komünizmin yıkılışından beri
olanlar liberal demokrasinin zaferi olmaktan çok etnikliğin ve milliyetçiliğin
zaferidir. Bu Birleşik Devletlerin geleceği ile ilgili olarak çok ciddi
sorunları gündeme getirmektedir..”
Okuyucunun bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinebilmesi için Fukuyama’nın ‘Büyük Çözülme’ ve Brezinsky’nin ‘Kontrolden Çıkmış Dünya’ ve Garaudy’nin ‘Çöküşün Öncüsü ABD’ adlı eserleri okumasında büyük fayda vardır.
2- Batı Dışı Ülkeler
Milliyetçiliğe Kaymakta, ABD Karşıtı Bölgesel Güçler Oluşmaktadır
ABD’nin dışında bölgesel güçler ortaya çıkmakta ve
bunlar ABD politikalarına karşı tavır belirleme cesaretini gösterebilmektedir.
Şimdilik bu bölgesel güç, Huntington’a göre, büyük bir ekonomik büyüme
içerisinde olan Çin’dir.
1990’ün başlarında Pentagon bünyesinde Paul Wolfowitz
başkanlığındaki bir komisyonun hazırladığı milli güvenlikle ilgili belgede, Çin
ve benzeri güçlerin gelecekte ABD’ye ciddi bir rakip olmasının şimdiden
engellenmesi istenmiştir:14
“Milletlerarası düzen, kısacası, ABD tarafından
teminat altına alınmıştır. Ve ABD toplu bir eylem durdurulamadığı zaman veya
doğrudan bir eylem gerektiren krizler durumunda, bağımsız olarak harekete
geçebilecek vaziyette olmalıdır... NATO’nun istikrarını bozabilecek sırf
Avrupa’ya mahsusu bir güvenlik sisteminin ortaya çıkmasını önlemek için
harekete geçmeliyiz... Almanya ve Japonya, ABD tarafından yönetilen toplu bir
güvenlik sistemine dahil edilmelidir... Muhtemel rakipler, kendilerinin daha
büyük bir rol oynama özlemi duyma ihtiyacında olmadıkları konusunda ikna
edilmelidir”.
ABD’yi asıl rahatsız eden konulardan birisi de, batıda
okuyan elitlerin-aydınların-yöneticilerin durumudur. Batıda okuyan batı dışı
elitler, eskiden batılı tavır ve değerleri benimser ve batılı değerlere karşı
çıkan yerli halka karşı savunurken; şimdi bu işleyiş tersine dönmüş, aydınlar
batılı değerlere karşı çıkarken, halk arasında Amerikan kültür ve değerleri
yaygınlaşmaktadır. Aydın ve yönetici kadronun bu şekilde ABD’ye karşı çıkıp
halkın hayat standartlarını iyileştirmeye çalışması, ABD tarafından bir tehdit
olarak algılanmaktadır:15
“Amerikan menfaatlerine karşı en büyük tehdit, ‘
kitlelerin düşük hayat seviyesini hemen iyileştirmeyi’ ve ekonominin
çeşitlenmesini hedef alan, halktan gelen tazyiklere kulak veren ’milliyetçi
rejimlerden gelmektedir. Bu istekler sadece ‘bizim kaynaklarımızı koruma’
ihtiyacımızla çatışmakla kalmaz, ‘özel yatırım için uygun bir ortak teşvik
etme’ ve ‘yabancı sermaye getirenlere makul karlar sağlama‘ kaygımıza da ters
düşer.”
Bugünkü başkan yardımcısı Dick Cheney, 1990 yılında
asıl çatışmanın üçüncü dünya ülkeleri ile olacağını ve buna göre ABD’nin
hazırlanması gerektiğini ileri sürmüştür:16
“Amerika Birleşik Devletleri, gizli çatışmaları durdurmak ve Amerikan çıkarlarını -sözgelimi Asya ve Latin Amerika’da- korumak için önemli bir filoya (ve genellikle bütün müdahale güçlerine) daima ihtiyaç duyacaktır. Gelecekte, askeri kuvvetimiz güçler dengesinde temel öge olacak, fakat kendisini farklı şekilde gösterecektir. Çok muhtemeldir ki askeri gücümüze başvurmamızı, Sovyetler Birliği değil de, Üçüncü Dünya ülkeleri tahrik edecek, bu da, yeni yetenekler ve farklı yaklaşımları gerektirecektir.”
3- İslam Dünyada Hızlıca Yayılmakta ve İslam Coğrafyasında Batı Kültür ve Medeniyetine Tepki Büyümektedir
Huntington’un tezinin 3. ayağı, İslam’ın dünyada
hızlıca yayılması, dünyanın her tarafına dağılmış, Müslümanların kimliklerini
muhafaza ederek asimile olmamaları ve İslam’ın başka dine mensup insanlar
arasında yayılmasını sağlamaları, kendi ülkelerinde batı kültür ve medeniyetine
karşı tepki vermeleridir:17
“Batı kültürüne, bazen Hıristiyan ve yıkıcı olduğu
için karşı çıkılmaktadır. Mahalli kültüre dönüş en belirgin biçimde Müslüman
toplumlarda ve Asya toplumlarında görülmektedir. Bütün Müslüman ülkelerde İslam’ı
diriliş kendini göstermekte, hemen hepsinde en belirgin sosyal, kültürel ve
entelektüel hareket haline gelmekte, etkisini en çok da politikada
göstermektedir. 1996’da İran hariç, diğer bütün İslam ülkelerinde, İslam’ı ve
İslamist görüş, düşünce ve kurumlar, 15 yıl öncesine göre çok daha yayılmıştır.
İslamcı politikaların iktidar olamadığı ülkelerin hepsinde muhalefeti tek
başına veya en etkin bir şekilde bu görüş temsil etmektedir. İslam dünyası,
toplumlarının ‘Batı zehiri ile zehirlenmesine’ tepki göstermektedirler.”
İslam’ın ABD değerlerine zıt ayrı bir değerler sistemi
sunması, yepyeni bir toplumsal yapı ve toplumsal ilişki ağı öngörmüş olması,
batı değerlerine karşı bir başkaldırı olarak algılanmaktadır. Bernard Levis,
1990 yılında yazdığı bir makalede bu konuya batının dikkatini çekmeye
çalışmıştır:18
“Hükümetlerin takip ettikleri politikalar ve dava konusu meseleler seviyesini çok aşan bir halet-i ruhiye ve hareketle yüzyüze geliyoruz. Bir medeniyetler çatışmasından daha az bir şey değildir bu: bekli irrasyonel ama bizim Judeo-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında ki genişlemesine karşı, kesinlikle eski bir rakibin tarihi bir tepkisidir..”
ABD Yeni Düşmanını Keşfediyor: İslam Medeniyeti - Konfiçyüs Medeniyeti
11 Eylül’den sonraki gelişmelere ABD güvenlik
belgeleri çerçevesinden baktığımızda, gelecekte kendileri için tehlikeli
gördükleri iki medeniyete karşı bir kuşatma girişiminde bulundukları
anlaşılmaktadır. Değerler sistemi açısından İslam medeniyetini, ekonomik büyüme
açısından Çin medeniyetini düşman ve tehlikeli görüp şimdiden önlerini kesmek
istemektedirler. Huntington, Batı ile İslam-Konfüçyüsçü medeniyetler arasında
nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların kullanılacağı bir çatışma
öngörmektedir:19
“Batı ülkeleri ile Müslüman-Konfiçyüsçü devletler
arasındaki çatışma, büyük oranda nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar,
balistik füzeler ve gelişmiş güdüm sistemleri üzerinde yoğunlaşıyor. Batı,
nükleer silahlarda artışa gidilmemesini evrensel bir norm olarak savunurken, bu
ülkeler güvenlikleri için ihtiyaçları olduğunu düşündükleri silahları elde etme
ve konuşlandırma haklarının bulunduğunu ileri sürmektedir.”
ABD sisteminin Pazar Tek Tanrıcılığı dinine İslam ve
Çin medeniyetinin karşı çıkması, ekonomik ve askeri gücünün zirvesinde bulunan
ABD için bir tehdit, bir başkaldırı ve bir asayiş sorunu olarak
değerlendirilmektedir. Bu asayiş sorunu, gerekli ülkeleri işgal ederek, oralara
yerleşerek çözülebilir:20
“Kültür gücü takip eder. Eğer batı dışı toplumlar
tekrar batı kültürü tarafından şekillendirilecekse, bu, Batı gücünün yayılması
sonucu olacaktır. Emperyalizm, üniversalizmin zaruri ve mantıki sonucudur...
Kriminoloji konusundan biraz haberi olan herkes bilir
ki, mahalli düzen en iyi şekilde, ufukta belirecek motorize polis ekibinin çıkagelme
korkusu ile değil, çevrede dolaşan polisin copuyla sağlanır...
Batı uygarlığında evrensel bir devlete ulaşmak
imparatorluk şeklinde olacaktır.”
Huntington, ABD’nin bir imparatorluk haline
dönüşebilmesi için Batıyı kendi patronajında bütünleştirmesini, NATO gibi
kuruluşlardan Müslüman ve Ortodoks ülkeleri atmasını öngörmektedir:21
“Görüşüm, Orta Avrupa ülkeleri ve Latin Amerika
ülkelerinin uluslararası kurumlara dahil edilmesi. Bunlar, Batı ile yakın
akrabalığı olan ülkeler. Batı için Rusya ve Japonya ile iyi ilişkiler
içerisinde olmak da çok önemlidir. Burada Çin, Kuzey Kore ve Bazı İslam
ülkelerini şekillendiren medeniyetlere elimizi uzatmak zor olacaktır...
NATO Visegrad ülkelerine, Baltık ülkelerine, Slovenya’ya, Hırvatistan’a açık, Müslüman ve Ortodoks ülkelere kapalı olmalıdır... Artık NATO’nun misyonunun değiştiğini kabul etmenin zamanı gelmiştir.”
Sonuç
Yukarıdaki incelemeden çıkan sonuç, dünyanın içine
girdiği yeni bunalımı, ABD-İsrail-İngiltere Şeytan ittifakı bilinçli olarak
çıkarmıştır. Sovyetlerin çöküşünden sonra ABD’nin birlik ve beraberliğini
koruması için ABD halkına göstereceği tehlikeli bir düşmana ihtiyacı vardır.
ABD, gelecekte de askeri ve ekonomik olarak rakipsiz kalabilmek için güç olma
ihtimali bulunan bütün ülke ve medeniyetlerin önünü bugünden kesmek
istemektedir. Medeniyetler Çatışması
tezi bunun için ortaya atılmıştır. ABD’nin öncelikli yeni düşmanları da, İslam
Medeniyeti ve Konfüçyüs Medeniyetidir.
Eski Soğuk Savaştaki Komünist ideoloji yerine, Yeni
Soğuk Savaşta İslam ve Çin medeniyetlerini koyarak eski Soğuk Savaşın filmini
seyrettiğimizde; dünyada neler olabileceğini rahatlıkla görebilir ve
değerlendirebiliriz.
Bu medeniyetleri, kendi ve dünya kamuoyuna tehlikeli
gösterebilmenin yolu, terördür.
Bu medeniyetlere mensup insanlar üzerinden uluslar
arası terörizmin beslenmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Kendilerine karşı
çıkacak her ülkeyi terörle tanıştırarak işgal etmek ana strateji olarak
gözükmektedir. 21.asırda, Şeytanî ittifakın güdümünde büyütülecek bir terör
dalgası ile dünya, bir uçtan diğer uca kadar büyük bir şoka sokulmak
istenecektir. Şeytanî ittifakın yaşayabilmesi buna bağlıdır.
Eğer Türkiye kendine sağlam bir yol haritası çizmek
istiyorsa, Şeytanî ittifakın yeni stratejisini yeniden değerlendirmeli, bunların
terör gerekçesi ile elde etmek istediği hedeflerin neler olabileceğini
öncelikle tespit etmeli ve tedbirini de almalıdır. Kendi ve dünya kamuoyunu
aydınlatıcı girişimlerde bulunmalıdır. Şeytanî ittifak karşıtı bir kamuoyu
oluşmasına katkıda bulunmalıdır.
Türkiye, Osmanlı misyonunu yeniden üstlenerek bu
coğrafyadaki yeni sömürgeleştirme hareketine karşı bağımsızlık ve özgürlük
hareketlerini desteklemelidir. Bunu için de Türkiye kendi içindeki kavgalara
son vermelidir.
Müslümanlar, yaşanacak bu yeni dönemde Şeytanî
ittifakın yürütüleceği topyekün bir savaşın nesnesi; psikolojik savaşın da
taşıyıcısı olmamalıdırlar. Olayları ve haberleri değerlendirme bilgi ve
becerilerini geliştirerek dosdoğru yolu bulabilmelidirler. Müslümanlar Yeni
Soğuk Savaşı çok iyi okumalı, şeytanların işine yarayabilecek herşeyden uzak
durmalı, ümmetin birlik ve beraberlik ruhunu diri tutmalıdırlar.
Allah’ın zalimlerin zulmünü mazlumların eliyle
defedeceği gerçeği asla unutulmamalıdır:
“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227)
Kaynaklar
1- Chomsky, N. Terörizm Kültürü ABD Terörü, Pınar
Yayınları, İstanbul 1991 s. 50
2- Koru F. Teröristi Kahredebiliyor muyuz, Yeni Şafak 17.11.2003
3- Chomsky, N., Terörizm
Kültürü-ABD Terörü, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991 s. 221
4- Akfırat, A., Özel
Savaş Pentagon, Kaynak Yay. İstanbul, 1997 s. 200-201
5- Huntıngton,S.P., Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları Ankara, 1997 s.120
6- Garaudy R., Çöküşün
Öncüsü ABD, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997, s. 31
7- Özemre A.Y., ABD Her 10 Yılda Bir Savaş Çıkarmak
Zorundadır, Umran, Kasım 2001/87,
s.21-26.
8- Garaudy R., age,
s. 51
9- Garaudy R., age, s.77
10-Bayraktar M., Medeniyetler Çatıştırılacak mı? D.B. Tercüman 18.11 2003
11-Huntıngton,S.P., age. s.15-16,18
12- Huntıngton,S.P., age. s.18-21
13- Huntıngton,S.P., age s.119
14- Garaudy R., age
s. 86
15- Garaudy R., age
s.79
16- Garaudy R., age.
s. 80
17- Huntıngton, S.P., age s.107
18- Huntıngton, S.P., age s.26
19- Huntıngton, S.P., age s.86
20- Huntıngton, S.P., age s.110-112
21- Huntıngton, S.P., age s. 96, 113
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder