1 Şubat 2001 Perşembe

28 Şubat Kıskacında Türkiye ve RP/FP

 (Umran Dergisi)

Türkiye’nin Jeostratejik Önemi

Bir ülkenin coğrafyası, o ülkenin politika ve stratejisinin tespitinde son derece önemli bir rol oynar. Stratejik bir coğrafya, ülkeye önemli avantajlar sağlarken, ciddi düşmanlıkları da beraberinde getirir. O ülkeyi yönetenler, bu gerçeği daima göz önünde bulundurmak zorundadır. Ülke politikalarını,  hayaller üzerine değil de gerçeklere oturtmalıdırlar.

Türkiye, coğrafi olarak böyle bir öneme haizdir. Üç kıtanın kesişiminde, üç tarafı denizle çevrilidir. Karadeniz’le Akdeniz’i birbirine bağlayan boğazlara sahiptir. Rusya’nın sıcak denizlere açılabilmesi için önemli bir koridordur bu boğazlar. Çarlık Rusya’sından bugüne dek Türkiye, Rusya’nın hep iştahını kabartmıştır, ilgisini çekmiştir.

2010 yılında dünyanın doğal gaz ve petrol ihtiyacının % 75’ini karşılayacağı öngörülen Ortadoğu ve Kafkasya’nın ortasında bir yerde bulunması Türkiye’nin önemini bir kat daha artırmaktadır. Diğer taraftan Avrasya uranyum, altın gibi kıymetli zengin maden rezervlerine sahiptir.

Türkiye coğrafi olarak bir tarım, hayvancılık ve orman ülkesidir. En zengin su kaynaklarına sahiptir.

Türkiye bu coğrafi öneminin yanı sıra inancından, etnik kimliğinden ve tarihi kimliğinden kaynaklanan avantajlara sahiptir. Türk kimliğinden dolayı Türkî Cumhuriyetler ile, İslam kimliğinden dolayı tüm İslam ülkeleri ile, Osmanlı kimliğinden dolayı Adriyatik’e kadar uzanan birçok Avrupa ülkesi ile psikolojik bağları vardır. İmparatorluklar geleneğinden gelmesi, halkın sabır, direnme gücü ve genç nüfusu Türkiye’yi daha da avantajlı konuma getirmektedir.

Hıristiyanlık ve Yahudilik için manevi öneme sahiptir. Bu iki büyük din mensupları için Türkiye iştah kabartıcıdır.

Bu özelliklere sahip bir Türkiye’de meydana gelen olaylar, yalnızca iç dinamiklere bağlı kalınarak izah edilemez. Olaylarda yer alabilecek ulusal ve de uluslararası dinamikleri, bütün boyutları ile en ince ayrıntısına inerek gözönüne almak lazımdır. Tüm olasılıkları düşünmek ve değerlendirmek gerekir.

İşte 28 Şubat Postmodern Darbesi’ni bu çerçevede ele alıp inceleyeceğiz.

Dünya Hakimiyetinin Yolu

Ortadoğu ve Kafkaslar, sahip olduğu enerji kaynakları ve maden rezervleri ile dünya hakimiyeti mücadelesinde son derece önemli bir konuma sahiptir. Dünyaya hakim olmanın yolu bu coğrafyadan geçer dense yanlış olmaz. İşte böyle bir coğrafyanın ortasında Türkiye bulunmaktadır.

Bu nedenle Türkiye, dünyada etkin olmak isteyen güçlerin kıran kırana mücadele ettiği bir savaş alanıdır. Bu coğrafyada vuku bulan olaylar, karmaşık ilişkiler ağının bir sonucudur. Basit yorumlar, sloganik söylemler, yanlış yönlendirmeler, kafa karıştırmalar oyunun bir parçasıdır. Asıl failleri gizlemeye dönük ince harp sanatlarıdır çoğu kez bu yorumlar. Türkiye halkının ve aydınının yönetimle beraber bunu görebilmesi, ülke için bir dönüm noktası olacaktır. Ülkenin rahatlaması, kaynaşması, bütünleşmesi ve manipülasyonlardan kurtulması buna bağlıdır.

Bugün Türkiye üzerinde,  genel yapı itibari ile, ABD ve AB olmak üzere iki güç, hakimiyet mücadelesi vermektedir. ABD, dünyanın tek hakimi olarak karşısında rakip istememektedir. ‘Tek Süper Devletli Dünya Raporu’ adlı belgede, ABD Politikası çok net bir şekilde Amerikan yönetimi tarafından ortaya konulmaktadır:

“Batı Avrupa’daki,  Asya’daki ya da eski Sovyetler Birliği’ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika’nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek...”1

Sanayileşmiş bir Avrupa, enerji ihtiyacını Ortadoğu ve Kafkaslardan sağlamaya ve ürettiği malları buralara satmaya kendini mecbur hissetmektedir. Bu nedenle bu iki gücün çekişmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bölgenin ortasında bulunan Türkiye bu çekişmeden payını alacak, güçlü oluncaya dek sürekli bir gerilim ortamında yaşayacaktır. Türkî Cumhuriyetleri arka bahçesi olarak gören Rusya,  bu bölgede olabilecek her şeyle yakından ilgilidir.

Bölgedeki İsrail, dini temellere oturtulmuş bir devlet olup ‘Nil’den Fırat’a Kadar’ olan coğrafyayı kendi mülkü olarak görmektedir:

“Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim”.(Tekvin,15/18).

 Bu dini inanışın bir sonucu olarak General Moşe Dayan rahatlıkla şöyle diyebilmektedir:

“Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün bu topraklara sahip olmak zorundayız.”2

ABD ve AB’nin yanısıra Ortadoğu’da bulunan dini temelli bir ülke olarak İsrail, bu coğrafyadaki ilişkiler ağında ciddi bir rol almaktadır. Üstelik ABD’nin ‘Stratejik Bir Ortağı’dır. Ortadoğu’nun şekillenmesinde ABD ve İsrail birlikte hareket etmektedir.

 Ortadoğu denkleminde bir başka parametre İran’dır. İran İslam Devrimi; ABD, AB ve İsrail’in korkulu rüyasıdır. Bu açıdan Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılarak İsrail’in güvenliğinin daha da sağlamlaştırılması ABD-İsrail ikilisi için önemli bir zaruretti. Bu fırsat, ABD ve İsrail ikilisine Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek dünya petrol rezervinin %20’sine sahip olmaya kalkması ile verilmiş oldu. Yerleşik petrol düzeninin bozulmasına razı olması mümkün olmayan Batı dünyasının harekete geçmesi gecikmedi. Körfez savaşı, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması için istenen fırsatı yaratmış oldu. ABD, Ortadoğu’ya fiilen yerleşerek petrol bölgelerini daha rahat kontrol ederken; diğer taraftan İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin başını çok ağrıtacak olan Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurma çalışmalarına başlamış oldu.

Kuzey Irak’ta kurulacak olan Kürt devleti, Kürtler için değildi. ‘Nil’den Fırat’a kadar olan’ toprakların daha rahat ilhak edilmesi, Filistin’de bunalan İsrail’in rahatlaması ve bölgedeki petrol ile su kaynaklarının daha rahat kontrol edilebilmesi için uzun vadeli bir stratejinin yalnızca bir parçası idi. İsrail’in hedefi bölgeyi sandviç gibi dilimleyip rahatça yutmaktı:

“Diğer cephelerde de aynı şey geçerlidir; Lübnan, Suriye, Irak ve Arap yarımadası, Osmanlı döneminde Doğu Akdeniz sahillerinin durumu gibi, dini ve etnik küçük parçalara ayrılmalıdır.”3

Bu amaca ulaşabilmek için bölgedeki ülkelerin aleyhine olabilecek her türlü girişimde bulunmaktan çekinmiyordu. Uğur Mumcu,  7 Ocak 1993’de yazdığı bir yazıda olayın bu yönüne ve Ortadoğu’daki karmaşık ilişkilere dikkat çekmeye çalışıyordu:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu hergün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki Mossad-Barzani ilişkisidir. Mossad, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt Lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı? Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, ‘hayır olmadı’ diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da Mossad-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.”4 (Okuyucu bu konuda daha ayrıntılı bilgiyi Aydoğan Vatandaş’ın Armagedon adlı kitabında bulabilir.)

ABD–İsrail ikilisinin Ortadoğu’da yapmak istedikleri yapılanmanın önünde en güçlü engel Türkiye’dir. Türkiye’nin bu konudaki direnişinin kırılması, kendisine tayin edilen rolün dışına çıkmaması için kendi içine kapanması ve istikrarsızlaştırılması gerekmektedir. Bu nedenledir ki gerek CIA, gerekse Mossad PKK hareketini desteklemişlerdir. Gene bu amaçla, gerek Hatay gerekse “su sorunu” Suriye’den ziyade Batı ve CIA kaynaklı kuruluşlar tarafından hep gündemde tutulmuştur.5

Türkiye’ye Biçilen Rol: Jandarmalık

ABD ve İsrail ikilisinin Ortadoğu politikalarını realize edebilmeleri için Türkiye’ye biçtikleri rol, bu ülkelerin ileri karakolu olarak çalışan ‘jandarmalık’ görevidir. Türkiye bu görevi yerine getirmediği veya buna karşıt tavırlar aldığı zaman, ‘tehlikeli ve masraflı’ bir bedel ödemekle karşı karşıya bırakılmaktadır. Eski CIA şefi Graham Fuller konuya ilişkin düşüncelerini açık açık söylemekten çekinmiyordu:

“Maalesef ayrılıkçı hareketler tüm dünyada görülmeye başlanmıştır. Üzücü olan gerçek uygulanan politikalar ne derece liberal ve açık olursa olsun kimse, Kürt topluluğunun en düşük düzeyde bir özerklik istemeyeceğini garanti edememektedir. Kürtler, muhtemelen PKK’yı Kürt arzuları için ideal bir örgüt olarak görmemektedir. Ancak PKK’nın Türkiye Kürtlerinin sahip olduğu tek milli örgüt olduğu ve bir çok Kürd’ün PKK’yı kendi durumlarını düzeltecek bir kuruluş olarak gördüğü ve en azından sempati duyduğu değerlendirilmektedir. Kısacası artık liberal politikaların Kürtlerin Irak, İran ve Türkiye’de ‘self-determination’ arayışlarını önlemek için yetersiz kalabileceği kıymetlendirilmektedir.

Kürtlerin bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak’ta önüne geçilmez bir hal almıştır. Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir.

Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye’nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunun da istikrarsızlığına sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye’nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır.”6

ABD, açık bir şekilde Ortadoğu politikasını ortaya koyarak, Türkiye’ye, ‘buna mani olmaya çalışma; çalışırsan senin için tehlikeli ve de masraflı olur’ demektedir. Geçmişte gerçekleştirilen Muavenet, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu ve Kışlalı olayları, ABD ve İsrail’in tehlikeli ve masraflı operasyonlarından bazıları niçin olmasın? Son zamanlarda polislerin öldürülmesi,  Gazi Mahallesi olayları ve son olarak Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi, bu tehlikeli ve masraflı operasyonların bir parçası olabilir miydi? Üzerinde düşünülmesi gerekir.

ABD, dünya hakimiyetine ilişkin politikalarını hep bu düzlemde gerçekleştirmiştir:

“Dostumuz olan ülkeler, Washington tarafından çizilen genel çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla bulundukları bölgedeki çıkarlarını kendileri hararetle takip etmelidirler.”7

Eğer bir ülke yönetimi bu çerçevenin dışına çıkarsa ne olur, sorusunun cevabını Graham Fuller’in yukarıdaki konuşmasında bulabiliyoruz: ‘Tehlikeli ve masraflı’ bir bedel.

Bu gerçeği zaman zaman göremeyen yöneticilerimiz; iktidarda kalma veya iktidara gelme hırsıyla birbirlerini yıpratmaktan çekinmemiş, halkın gücünü harekete geçirerek sömürgeleştirme, köleleştirme politikalarına ilişkin oyunları bozamamışlardır. İktidar ve muhalefette olma rolleri, yer değiştirdiği zaman bile, gerçekleri bildikleri halde birbirlerine destek vermemişlerdir.

Bu tehlikeli ve masraflı oyunda 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin konumu nedir, rolü nedir? Suudi ve Kuveyt krallıkları ile anlaşabilen ABD, Refahyol ile niçin anlaşamıyordu? Niçin bu iktidarın gitmesini istiyordu?

28 Şubat Postmodern Darbesi

28 Şubat Postmodern Darbesi,  27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin değişik bir versiyonudur. Hepsinin ortak özelliği, dış destekli olmalarıdır. ABD’ ye ciddi tavizler verilmesi,  ordunun siyasete daha fazla sokularak yıpratılması, gelişen genç ve dinç tüm sivil ve siyasi yapıların tahrip edilmesi, bu darbelerin genel özelliğidir. 27 Mayıs’ta DP, 12 Mart’ta AP, 12 Eylül’de tüm siyasi partiler ve 28 Şubat’ta RP bertaraf edilmek istenmiştir.

Bu darbelerin olmasında, siyasi iktidarların hiçbir dahlinin, günahının ve hatasının olmadığı söylenmek istenmiyor. Elbette ki siyasi iktidarların gerilim ortamının oluşmasında payları vardır. Ama bu, bir darbenin yapılmasına meşruiyet kazandırmaz. Kuvvetler ayrılığının esas olduğu bir ülkede kurumlar birbiri ile uyumlu çalışmayıp birbirlerini engellemeye, birbirlerini yıpratmaya gayret sarfederlerse; bunun suçunu, sadece hükümetlere fatura etmek hem gerçekçi, hem de adil olmaz. Yönetimler, meşru zeminlerde darbesiz, entrikasız, hilesiz el değiştirmelidir. Türkiye’nin kurtuluşu buna bağlıdır.

Türkiye kuşatılmışlık çemberini kırabilmesi için halkı ile bütünleşmeli, yaşayan gerçek halk için yeniden yapılanmalıdır. Türkiye şeffaf, özgür olmalı, konuşabilmeli, tartışabilmelidir. Susan bir Türkiye gerçekleri bulamaz; kuşatılmışlık çemberini kıramaz.

Bütün darbelerden sonra Türkiye’nin suskunluğa gömülmesi tesadüfi değildir. O da oyunun bir parçası olup halkın dışlanması ve pasifize edilmesi amaçlanmaktadır. Büyük güçler, halkların uyanmasını ve ülke yönetiminde gerçek anlamda söz sahibi olmasını istemezler:

“Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klâsik bir yöntem vardır. Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder, yapılanları hoş karşılamasa bile zaruri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır, o an için gündemde bulunan düşman olabildiğince abartılır... Gerçekleri saklamak, olabildiğince çarpıtmak, basını bir güzel yoğurup istenilen tarzda biçimlendirerek halkı uyutmasını sağlamak terör kültürü ile yoğrulmuş sistemlerin sıradan faaliyetlerindendir...

Halkın sesinin bastırılmasının yollarından biri de terördür. Halkın terör yoluyla susturulması ABD’nin tercihidir ve sopayla halkın üzerine yürüyen hükümetlerin Washington’un gözünde itibarı ve kredisi artmaktadır...”8

ABD,  halkı ile bütünleşmiş yönetimleri sevmez. Hele bu yönetimler, ABD menfaatlarına ters düşen politikaları hayata geçirmeye çalışırlarsa bunların iktidarda kalması hiç istenmez . Bu, ABD yönetimlerinin temel yaşam felsefesidir. Bunu, Ortadoğu coğrafyasında bulunan Türkiye daima göz önünde bulundurmalıdır.

İşte ABD yönetimi,  yeni bir güç olarak iktidara yürüyen RP’yi sürekli gözlemiş, raporlar hazırlatmış, olası durumlara karşı, olası hareket şekillerini olgunlaştırmak ve uygulamak için harekete geçmiştir. Refahyol karşısına dikilebilecek her kesimin nabzını tutmaya ve onları yönlendirmeye çalışmıştır.

Amerikan Kongresi’nin Ortadoğu masası şefi Carol Migdalovitz tarafından kaleme alınan ‘Toparlanamayan Türkiye’nin Politik Krizi’ adlı raporda Refahyol Hükümeti ile ilgili önemli notlar yer almaktadır:

“Amerika, belki şu anda Refah hükümetinin düşmesini istiyor. Ama Amerika şunu da görüyor: Refah daha da güçlenmektedir. Bu durum, Türkiye’nin uzun vadeli istikrarını ve demokrasisini etkileyebilir... ABD Refah’ı istemiyor,  Refah’ın uzaklaştırılmasını istiyor... Refah zorla uzaklaştırılırsa,  İslami siyaset aşırılaşabilir... Bu seçim sistemi ile, Refah ilk seçimde %21 ile %30 arasında oy alır...Türkiye’nin bu kaostan çıkması için ya seçim sistemi değiştirilmeli ya da başkanlık sistemine geçilmelidir.”9

Bu rapor, rivayet edilir ki yalnızca dönemin Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı’na verilmiştir. O dönemde Demirel tarafından gerek seçim sistemi, gerekse başkanlık sisteminin hemen tartışmaya açılmasının bir rastlantı olmadığı anlaşılıyor. Eğer sistemin iç tezatları engel olmamış olsaydı,  her iki konu da ABD’nin öngördüğü şekilde çözülmüş olabilirdi.

Yapılacak ilk seçimde %21 ile %30 arasında rey alabilecek bir RP’nin önü kesilmeliydi. ABD’nin önerileri istikametinde sorun çözülemediğine göre daha başka yöntemlerin denenmesi gerekiyordu. General Özkasnak, 28 Şubat’ın amacının bu olduğunu bugün itiraf etmektedir (medyada yaptığı açıklamalardan):

“28 Şubat Postmodern bir darbedir. O günün koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi Klasik Darbe yapılamazdı... Bugün 28 Şubat’ı küçümsemeye çalışanların bilmesi gereken bir gerçek de şudur: O süreç başarılı olmasaydı 18 Nisan 1999 seçim sonuçları alınamazdı... 18 Nisan’da verilen oy desteği düşmüşse, bunun nedeni 28 Şubat’tır.”

 ABD ne Refah’ı istiyordu ne de darbeyi. O günkü uluslararası konjonktür ve Ortadoğu gerçeği, Türkiye’de gelişmekte ve yaygınlaşmakta olan halkın müslümanlaşması olgusunu, darbeyle çözmeye uygun değildi. ABD’nin asıl korkusu RP değildi; ‘İslami siyasetin aşırılaşma ihtimali idi’. Çünkü halk, İslamı bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştı. ABD açısından öncelikli hedef, bu psikolojik üstünlük idi ve bu yok edilmeliydi. Ancak hükümet olmak ve ikbal merdivenlerini hızlı tırmanmak isteyen bazı sivil ve askeri zevat ABD’nin gördüğünü göremiyor, çözüm olarak darbeyi öngörüyorlardı:

“Gerçekte Türkiye’nin –askerlerin ağır baskısı altındaki– laik köktencilerinin, RP’nin önünü kesmek için başvurdukları bu manevranın geri tepmesi ve İslamcı akıma desteğin artması olasılığı daha da yüksek... Türkiye’nin geleceği ABD’yi ve öteki batılı devletleri yakından ilgilendirmektedir... Laik seçkinler, inançlı müslümanları kendilerine düşman etmekle kalmıyor, dar görüşlü politikaları ile RP’nin saygınlığını artırıyorlar.”10

Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’deki asıl sorunu, halkın bilinçli bir şekilde İslam’ı bir yaşam felsefesi olarak tercih etmeye başlamasıydı. Talat Halman, 15 Haziran 1987 de Milliyet’teki bir makalesinde bu gelişime, hem ulusal hem de uluslararası güçlerin dikkatini, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden on yıl önce, çekmeye çalışıyordu:

“...Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan hareket, ‘irtica’ dediğimiz olayların çok ötesindedir... Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde, kasabalarda, köylerde,  muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslamiyet hareketinin başlamış olmasıdır. İslamiyet’in uzak olmayan bir gelecekte halkımızın ‘tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi’ olması kuvvetle muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de İslamiyetçi eylem karşısında etkisiz kalacak, bugünkü partilere egemen olan ideolojiler,  İslam ideolojisinin baskısı altında eriyecektir. Bilinçli ya da bilinçsiz milyonlarca müminden oluşan bir kitlenin hareketini durdurmak zor olur”.

Cuntanın 1987’lerden itibaren oluşmaya başladığını gözönüne alırsak, 28 Şubat Postmodern Darbesi, böyle bir gelişmeyi durdurma amaçlı bir hareketin adıdır diyebiliriz. ABD açısından projenin asıl adı ‘Başarısızlığın İslamileştirilmesi’dir. Gerçekte istenen, Refahyol hükümetinin başarısız olması ya da kılınmasıydı. Bu durumda halka, RP yöneticilerinin şahsında İslam’ın çağdışı bir düşünce olarak sorunlarını çözemeyeceği anlatılacaktı. Eğer proje tutsaydı, medya aracılığı ile yürütülecek bir psikolojik savaşla halkın gözünden, kalbinden ve gönlünden İslam sökülüp atılmak istenecekti. Refahyol şaşırtmıştı. Liberal bir sistemi, bir başka düşüncenin mensupları liberallerden daha iyi, daha başarılı işletebilmişlerdi11. Proje tutmamıştı. Daha başka alternatiflerin denenmesine geçilmesi gerekiyordu.

ABD, RP’nin birinci parti olarak seçimlerden çıkacağını önceden öngörememiş miydi? Büyük bir ihtimalle hem ulusal, hem de uluslararası güçler gelişmeyi görmüşlerdir. Onlar açısından asıl sorun RP’nin iktidara getirilmemesi değildir; asıl sorun, Talat Halman’ın üzerinde durduğu halkın İslamlaşması olayıdır. O nedenle ‘başarısızlığın İslamileştirilmesi’ projesi çerçevesinde RP halkın gözünden düşürülecekti. Merkezi oluşturmak için yok etmek istedikleri bir başka parti (DYP)’nin RP ile koalisyonuna bu çerçevede göz yumdular. Böylelikle bir taşla iki kuş vurup hedefe ulaşacaklardı.

Böyle bir dönemde ordu içerisinde sol mezhepçi bir cuntanın öne çıkması, bir tesadüf müdür, yoksa ABD-İsrail eksenli oynanan daha büyük bir başka oyunun parçası mıdır? Bunu bilemiyoruz. Ancak RP’nin hükümetten düşürülmesinin dış destekli bir devlet projesi olduğu bugün bilinmektedir.12,13

Dış güç, Refahyol hükümetinin darbesiz bir şekilde iktidardan uzaklaştırılmasını istemektedir... Dış desteğin bir tarafında ABD, diğer tarafında ise İsrail vardır. Sol Mezhepçi Cunta darbe isterken ABD buna karşı çıkmaktadır. RP’ye bu kadar karşı olan ve 1987’den itibaren oluşan sol cunta, neden RP’nin iktidara gelişini engellemek için bir şey yapmamıştı? Gerçekte bu nokta düşündürücüydü. Bu sorunun cevabı bulunmalıydı. Bu sorunun cevabını Armagedon adlı kitapta bulabilmekteyiz:

“...Ancak tüm bunlardan daha da önemlisi askerlerin bir RP iktidarını engellemek için hiçbirşey yapmamış oluşlarıydı. Bir iddiaya göre bazı askerler bundan maksimum fayda elde edebileceklerini çok iyi biliyorlardı.

Bu iddiaya göre ordu içerisinde bir kanat ciddi denebilecek bir darbe eğilimi içerisindeydi ve bu kanat, 1987 yılından bu yana ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütleniyordu... Yine iddialara göre Üruğ ekibi olarak bilinen bu oluşum, kökenlerini ‘Yön’ hareketinden alıyordu. Ancak Özal kliğinin 1990’ların başında yavaş yavaş güçten düşmesi ve Özal’ın 1993 yılında vefat etmesiyle birlikte, Üruğ ekibi, daha güçlü bir şekilde TSK’nın kilit noktalarını ele geçiriyor ve hatta komuta kademesinde temsil edilmeye başlanıyorlardı. Bütün personel daire başkanlıkları ve hareket başkanlıklarında etkin hale gelen bu ekip, kısa bir müddet sonra kendi görüşlerinde olmayan subayları tasfiye etmekte gecikmeyecekti. Kimine ‘gerici’, kimine ‘faşist’, kimine de ‘Amerikancı’ diyerek ‘Korgeneral’ rütbesinde bile bazı isimleri tasfiye etmekten çekinmeyen bu ekip, İsrail’le ilişkilerin de başını çekiyordu. Bir iddiaya göre İsrail’in RP ile ilgili sorusu bu yüzdendi ve bu doğrultuda RP,  Türkiye’de çok iyi bir darbe gerekçesi olabilirdi.”14

Başarısızlığın İslamileşmesi için RP’nin en azından bir müddet için iktidara gelmesi, ABD’nin işine gelirken;  darbe gerekçesi olarak sol mezhepçi cuntanın da işine geliyordu. Tarafların menfaatleri bir noktada çakışmıştı. Menfaatlerin kesiştiği bir başka konu daha vardır ki o da, PKK dolayısıyla Kürt sorunudur. Sol cunta,  öncelikli tehdit olarak, MİT’in görüşünün aksine, irticâ’ı(!) öngörüyordu. Artık PKK birinci tehdit değildi . Bu ani değişimin nedeni neydi? Ne olmuştu da bir gün içerisinde tehdit kaynağı el değiştirmişti? Bunun cevabını, İstihbaratçı Hanefi Avcı’nın beyanlarında bulabilmekteyiz. Avcı’ya göre cuntanın PKK ile diyaloğu vardı. Cuntadaki bazı üst düzey askeri yetkililer, Apo ile doğrudan telefon görüşmesi yapıyorlardı15. Bir başka istihbarat yetkilisi ise bu ilişkiden dolayı

“PKK’yı dağda değil burada ara; Ankara’da... Bu sözün ne anlama geldiğini bir gün anlayacaksın..”.15

demekteydi. Acaba bugünkü İçişleri Bakanı Tantan; bürokrasi içinde ‘nüfuz casusları’ var derken, bunlardan arta kalanları mı kastediyordu?

Refahyol Hükümeti, hem içten hem de dıştan çepeçevre kuşatıldığından dolayı, ciddi taktik hatalar yaparak  gitmek zorunda kaldı. Darbelerden çok çekmiş olan ve darbelere karşı olduğunu söyleyen Demirel’in ikinci kez Cumhurbaşkanı seçilmek umuduyla darbecilerin yanında yer alması üzücü olmuştur.

Hükümetin düşmesi ile cunta açısından sorun çözülmüş oluyor muydu? Asıl sorun çözülmüş olmuyordu. Temeldeki amaç, halkın İslamlaşması olayının önünün kesilmesi ve parlamentoda her türlü temsilin ortadan kaldırılması idi. İşte bunun için RP hareketi yok edilmeli, halka gözdağı verilmeliydi.

RP’yi Kapatıp FP’yi Bölerek Dindar Kesime Gözdağı Vermek ve Sindirmek

RP hareketinin önemli özelliklerinden birisi, CHP tabanlı olmayan bir halk hareketi olmasıdır. Merkez’den değil Çevre’den gelmiştir. Başlangıçtan beri Kürt halkından yakın ilgi ve destek görmüştür. İslam’ı, bir üst kimlik olarak, değişik etnik unsurları bir arada tutmanın çimentosu olarak görmüştür. Kürt halkının RP hareketine sevgi göstermesi, Ortadoğu’da yeni bir Kürt devleti kurdurmak isteyen ABD ve İsrail ikilisinin işine gelmemektedir. Üstelik de RP’nin İsrail’e özel bir allerjisi vardı. RP’li bir hükümet Ortadoğu’daki  ABD-İsrail ikilisinin kurduğu denklemi çözümsüz kılabilirdi. Yapılacak ilk seçimlerde tek başına iktidar olabilme ihtimalinin yüksek olması, herkesin uykusunu kaçırıyordu. Bu nedenle RP işe yaramaz hale getirilmeliydi. Projenin yeni adının ‘unufak etme projesi’ olması muhtemeldir.

Refahyol Hükümeti, içte ve dışta büyük bir muhalefetle karşılaşmış olmasına, medya ve sivil görüntülü örgütlerin ve de askeri bürokrasinin yoğun bombardımanına uğramış olmasına rağmen ABD politikalarını sarsacak önemli atılımlarda bulunmuştur16:

* Irak’la sınır ticareti başlatılarak Irak’a uygulanan ekonomik ambargo delinmiştir.

* D-8’ler projesi ile ilk kez Batı karşısında ayrı bir yapı oluşturulmuştur.

* Malezya ile askeri helikopter projesi başlatılmıştır.

* D-8’ler ile uçak yapım projesi başlatılmıştır.

* Çekiç Güç’e çeki düzen verilmiştir.

* Ekonomide başarılar kazanılmıştır.

Başbakan Erbakan; yaptığı icraatlarla fincancı katırlarını ürküttüğünün ve arı kovanına çomak soktuğunun farkına varmamışcasına Demirel’e askerin neden rahatsız olduğunu anlayamadığını sormaktadır17:

“Erbakan Hoca, Demirel’e hükümet icraatlarını anlatıyor. Hükümet bu işlerle uğraşırken, asker ne diye rahatsız olsun? Ne diye sorun çıkarsın? Demirel tecrübesini anlatıyor. ‘1965-1971.. Düşük enflasyon. Yüksek kalkınma hızı. Yatırımlar.. ve bir gün muhtırayı önümüze koyuverdiler’. ”

 Geçekte Refahyol Hükümeti, büyük güçlere ‘hayır’ demeye, direnmeye başlamıştı. Büyük güçler ise,  Kâmran İnan’ın deyişi ile, ‘HAYIR’ denmeye alışkın değildi18:

“Büyük güçler, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz. Çok ve uzun kolları vardır. Kendi menfaatlerini korumak, karşı tarafa kabul ettirmek için hiçbir tedbiri ihmal etmez, açık kapı bırakmazlar. Stratejik bakımdan önemli menfaatleri bulunan memleket rejim ve idarecilerinin kendilerine yakın olması temel hedefleridir. Bu hedefi, gelişme halinde bulunan memleketlerde kolayca gerçekleştirirler. Bu gibi memleketlerde basın ve kamuoyunu yönlendirmek, iç müttefikler bulmak zor olmuyor. Bugün önemli sayıdaki memleket, özellikle müslüman memleketlerdeki idareler büyük güçlerin desteği ile ayakta durmaktadır, her bakımdan bağımlıdırlar. Kendi insanlarının menfaatinden ziyade, sanayileşmiş memleketlerin menfaatlerini düşünmektedirler. Bu memleketlerdeki darbeleri, tesadüfe bağlamak veya halk hareketi olarak görmek yanlıştır. Bunların arkasında genellikle dış menfaat bulunmaktadır. Büyük güçlerin, uzun süre HAYIR işitmeye tahammülü yoktur. HAYIR diyenler gider, yerlerine EVET diyenler gelir. Nerede ve nasıl şişirildiği belli olmayan paraşütlerle siyaset meydanına inen liderler bizde de görülmüştür.”

İşte 28 Şubat Postmodern Darbesi, ABD-İsrail ikilisine ‘hayır’ diyebilen bir yönetimin devrilmesi vakasıdır. Refahyol’un eleştirilecek bir çok yanlış icraatının olmuş olması, bu gerçeği değiştirmez. Hatalar,  meşru zeminlerde rahatlıkla düzeltilebilirdi. En büyük meşruiyet ortamı seçimdi,  parlamento idi. Bu zeminlerde hükümet değiştirilebilir ve partiler cezalandırılabilirdi.

Erbakan’ın, hazırlıksız olarak, koalisyonla iktidara geldiği bir dönemde, başarılı olup ‘başarısızlığın İslamileştirilmesi projesi’ni akamete uğratması, şaşırtmıştır senaryoyu yazanları. Bundan dolayı da Batı, özellikle ABD-İsrail ikilisi,  ilk seçimde %30 civarında bir oyla tek başına iktidara gelebilecek olan bir ‘İslamcı Başbakan’dan  korkmuşlardır. Eksen Ülkeler-Gelişen Dünyada ABD Politikalarının Yeni Hatları adlı kitabında Alan Makovsky, bu noktayı özellikle vurgulamaktadır19:

“Türkiye ilk defa, ABD hükümetinde sürekli üst düzey dikkatlerin odağı olmuştur, çünkü İslamcı Başbakan’ın Türkiye’yi Batı yörüngesinden çıkarabileceğinden korkulmuştur. Hükümetin her dalından yüksek düzeyli bürokratlar düzenli toplantılar yapmış, Türkiye’nin İslamcı bir yönetim altına girmesi ile ABD çıkarlarının ne olacağını değerlendirmeye çalışmışlardır... Türkiye’ye böyle çok daha üst düzeylerde odaklanılması, sık rastlanan bir şey değildir... Erbakan dönemi ve o dönemin Türkiye’nin geleceği konusunda yarattığı kaygılar, politika çevrelerinde Türkiye’nin imajını yükseltmeye yaramıştır.”

Sadece hükümetin düşürülmesi, sorunun tamamını çözmemektedir. Asıl amaç, RP hareketinin iğdiş edilerek, ‘tehlike eşik seviyesi’nin altına çekilmesi, halkın umudu olmaktan çıkarılması ve de önceki darbelerde olduğu gibi, halka gerekli gözdağının verilmesidir. Bunun için önce partinin kapatılması ve bilahare istenen gerçekleşmez ise parçalanması, o da olmazsa ‘yeni din partileri’ kurularak ve de ‘baraj aşağıya çekilerek’ müslüman halkın temsil gücünün dağıtılmasının temel strateji olarak benimsenmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Geçmiş tecrübeler göstermiştir ki kapatılan bir partinin bütün reyleri, yerine kurulan yeni partiye transfer olmamaktadır. Bir miktar fire vermektedir. Nitekim RP kapatılmış ve daha sonra da ‘nasıl olsa buna iktidarı vermezler’ tarzında psikolojik savaş kampanyası yürütülerek oylar, % 21’lerden %15’lere çekilmiştir. Bunca baskıya,  yoğun kampanyaya ve liderinin yasaklı hale getirilmesine rağmen, FP’nin %15 rey alabilmiş olması ‘Derin ve Büyük Güçleri’ çok rahatsız etmiş olmalıdır ki; daha ince ve gelişmiş yeni proje arayışına girmişlerdir. Belki de bu amaçla Alman Dışişleri’nden Herr Lamers yeni teknikler önermektedir20:

“Sizler işleri hep kestirmeden, sertlikle çözmek yanlısısınız... Oysa Kürt meselesinde de Siyasal İslamın yükselişinde de daha ince, daha gelişmiş siyasi yötemlere ihtiyaç vardır.”

Gerçekten de Almanya, bu işte akıl verebilecek kadar tarihi tecrübeye sahiptir. Hitler, Fransız kamuoyunu benzer yöntemlerle pasifize etmiş,  karşısındaki gücü işgalden çok önce küçük parçalara ayırabilmiştır21:

“Başarılı olamamış bir politikacıya büyük önem verilecek, daha parlak bir mevkiye nasıl gelemediğine şaşılacak, bundan ‘Fransız Çürümüş Rejimi’ sorumlu tutulacak ve kişiliğini belirtmesi için eline yeni bir parti kurma imkanları verilecektir.”

Pratikten anlaşılan odur ki, Türkiye’de de bu konuda yetişmiş pek çok uzman bulunmaktadır. Bu işin teorisyeni gibi davranan Talat Halman 30.04.1997 tarihli Milliyet gazetesinde yazdığı bir makalede, Hitler dönemini aratmayacak bir şekilde,  ‘RP’yi bölün ya da yeni dini partiler kurun’ teklifinde bulunmaktadır:

“Hükümetin akibeti ne olursa olsun, RP’nin bir parti olarak bölünmesi,  daha iyisi, parçalanması, ülkemizin siyasi geleceği için hayırlı uğurlu olacaktır... RP’de yakın gelecekte çatlamalar, kopmalar olması beklenebilir. Refah bölünmezse bile, yeni din partileri kurulması mümkündür. Düşünün, Refah’tan üç parti doğarsa, bundan sonraki seçimlerde hiçbiri seçimi aşamayabilir. Ya da yepyeni bir din partisi kurulursa RP ve yeni parti, belki küçük partiler olurlar, TBMM’de. Milletçe okuyalım, üfleyelim de birleşik din cephesi bölünsün, parçalansın. Demokrasimizin hayırlı bir gelişme göstermesi, Refah’ın zayıflamasıyla, din partisine giden oyların bölünmesi ile olacaktır. Öteki partiler, akıllarını başlarına toplamadıkları için, tek çıkar yolumuz bu olacaktır.”

Bugün için yukarıdakı yazıyı, RP yerine FP koyarak okumak daha anlamlı olur. Görüldüğü gibi Türkiye’nin seçkinci elitleri,  ya da ‘burjuvazisi’ demokrasiyi kendi istedikleri partilere rey verildiği zaman hatırlamaktadırlar. Halkın oylarının kutsallığı ancak o zaman bir anlam ifade etmektedir. Aksi takdirde halk susturulmalı, korkutulmalı ve sindirilmelidir. İşte şair bunlar için;

 “Onlar ki verirler dünyaya lâf ile nizâmât

 Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde.”

demektedir. İşte bu anlayış, bunalımın, kaosun ve bereketsizliğin gerçek müsebbibidir. Allah’ın bunları fesatçı olarak nitelendirmesi bundan dolayıdır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı düşmandır. O, iş başına geçti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise fesadı sevmez.” (2 Bakara 204,205)

Bu, İttihat Terakki’den günümüze miras kalan darbeci, tehditçi, karalamacı, entrikacı bir zihniyettir. Çifte standartçı olduklarından dolayı halk bunlara inanmamakta ve güvenmemektedir.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın FP’nin kapatılma davası ile ilgili söyledikleri, ülkenin nasıl bir zihniyetle karşı karşıya kaldığını göstermesi açısından anlamlı, düşündürücü ve de üzücüdür22:

“Bu saatten sonra FP kapatılsa da kapatılmasa da çok önemli değil. Çünkü bölük pörçük bir Fazilet var karşımızda. FP’deki bu parçalanma, bu partiyi rejim için tehlikeli olmaktan çıkardı.”

Demek ki Savaş, RP ve FP’nin kapatılması davalarını hukuken değil, siyaseten açmıştır. Bu olay, 28 Şubat yöneticilerinin hukuku ne denli tahrip ederek kullandıklarını göstermektedir. Kim bilir nice insan, bir hukuk katliamının kurbanı olmuştur. Kim bilir kaç memur, kaç öğrenci, kılık kıyafete ilişkin cebri yorumlamalarla mağdur edilmiştir.

Oyun İçinde Oyun

FP’de bugün yaşananlara bu geniş perspektiften bakmalıyız. FP’deki iç bunalım, yalnızca partinin iç dinamiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Şüphesiz ki iç dinamiklerin bu oluşumda payı vardır. Bu gözardı edilmemelidir. Yönetim, politika, strateji ve taktiklerde yapılmış hatalar,  gayrı memnunların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu doğrudur. Hatalar vardır. Ama bunlar, bir partinin bölünmesi için yeter sebep değildir. Bugün taraflar nefsaniyet göstermezler ve geri dönüşü olmayan hatalar yapmazlar ise, iç sorunlar kolayca çözülebilir.

Bütün taraflar, 28 Şubat sürecinde partinin en önemli organlarında birlikte görev aldıklarını unutmamalıdırlar. Başarı veya başarısızlıklarda herkesin payı vardır. Dolayısıyla sorumluluklarınız ortaktır. Kaldı ki RP kadrolarından kimse, o günkü politikaları eleştirmiş değildir. O günlerde dıştan partiye yöneltilmiş eleştirileri, tüm partililer, Mehmet Tellioğlu hariç, yekvücut olarak savunmaktaydı. Dileyenler RP’nin 5. Kongresi’ndeki konuşmaları yeniden gözden geçirsin. Geçmişi daha dikkatli bir incelemeye tabi tutsun.

Öyle ise neden, parti içi mücadele bugün bu kadar sertleşmiştir? Buraya kadar yazılanları, Avni Özgürel’in Radikal’deki makalesi ile birlikte değerlendirirsek; hem olayı daha rahat anlar, hem de bundan sonra olabilecekleri daha kolay tahmin etme imkanına sahip oluruz23:

 “Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamaya basının dikkatini çekmek için krema niyetine eklenmiş spekülatif ‘ABD’ye söz verildi’ yanını çıkarın, geri kalan, oligarşinin bir kanadı, siyasetin bir kesimi, FP üzerine oyun sadece FP’lilere bırakılacak kadar gayrı ciddi bir iş değildir. Çünkü iş çevrelerinin kimin önünün kesilmesini, kimin önünün açılmasını arzuladıklarını gösteriyor zaten..”

FP üzerine oynanan oyun, FP’lilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir(!). Peki nasıl bir oyundur bu? Oyunun kurallarını, Fethullah Hoca’nın Kanal D’ye Ocak 1997’de yaptığı bir açıklamadan öğrenebiliriz:

 “PKK’ya karşı şehirlerde savaşmak üzere Hizbullah’ı çıkaracaksınız, Hizbullah’ı kuvvetlendireceksiniz. PKK’yı şehirlerden tasfiye ettikten sonra,  Hizbullah’ı İlim ve Menzil diye ikiye bölecek ve vuruşturacaksınız, sonra da işini bitireceksiniz. Böyle devlet yönetimi olmaz; bu iş böyle yürümez.”

Oyunun başka kurallarını öğrenmek için,  Mehmet Kutlular’ın 20-26 Aralık 1997 tarihli Artı Haber’deki açıklamalarını dikkatle okumalıyız:

“Devlet bir grupla anlaşır,  ona devlet ideolojisi istikametinde neşriyat yaptırıp, daha sonra ‘bu kadar da fazla taviz verilir mi’? tartışması başlatıp onu ikiye de böler.”

Oyunun daha acımasız kurallarını öğrenmek için,  Fethullah Hoca’nın başına gelenlere bakmamız yeterli olabilir: Aranırken yakalanmazsınız,  hapishanelere gidip ziyaret edebilirsiniz. Tüm medya elbirlik sizi, ‘istenen, özlenen,  aranan ve beklenen din adamı, hoşgörünün timsali’ olarak tanıtabilir. Bakanlar, devlet başkanları elinizden ödüller alabilir. Dünyanın dört bir yanında okullar açmanıza yardımcı olunur. Papa ile de sizi görüştürebilirler. Sistemin reddettiklerinin aleyhinde olmak şartıyla, medyayı saatlerce emrinize verebilirler. Sonra bir gün aynı medya aracılığıyla sizi, laiklik düşmanı,  bir başka gün devleti yıkmak isteyen çete başı, daha başka bir gün ise MİT ve CIA ajanı olarak suçlayabilirler.

Bunlar gayrı insani sistemlerde oyunun kurallarıdır. İlkesiz ve acımasız kurallardır bunlar.

Oyunun Bir Başka Kuralı: Önce Lobya Sonra Muhallebi 

Arnavutlardan biri,  köyünden kasabaya işleri için ilk defa inmektedir. İşlerini hallettikten sonra karnını doyurmak için bir lokantaya gider. Gelen garsona yemekleri sorar. Garson, yemek listesini kendisine verir. Arnavut yemek listesine şöyle bir bakar. Yeni bir isim olarak ‘kuru fasulye’ dikkatini çeker. Garsondan bir kuru fasulye ile bir muhallebi getirmesini ister.

İyice acıkmış olan Arnavut, kuru fasulyeye daldırır kaşığını. Ancak ilk kaşığı alması ile ayağa fırlaması bir olur. Çeker belinden tabancayı, başlar kuru fasulyenin üzerine mermileri sıkmaya; bir yandan da öfkeyle bağırmaya: ‘Ulan yıllardır seninle birlikte olmaktan bıktım. Ulan benden önce gelip isim mi değiştirdin. Köyde lobya idin, burada kuru fasulye olarak yine mi çıktın karşıma? Kurtulamayacak mıyım senden’. Arnavut peş peşe kuru fasulyeye mermileri sıkınca, masa başlar sallanmaya; masa sallanınca da muhallebi titremeye başlar. Arnavut, muhallebinin titrediğini görünce onu teskin etmeye çalışır: ‘Korkma, senin kaygı duymana gerek yok! Hele şununla işimi bir halledeyim, seni daha sonra afiyetle yiyeceğim.’

Bu bir fıkradır, ama oyunun kurallarına denk düşmektedir.

Bunların tümü oyunun kurallarıdır. Dileriz ki FP’li kardeşlerimiz oyunun bu kurallarından gerekli dersi alırlar. Kendi oyunlarını kurup,  kendi kuralına göre oynayıp başkasının satranç tahtasında birer piyon olmazlar.

 Dileriz ki bu kardeşlerimiz;

“Sabret; senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli düzenlerden dolayı da sıkıntıya düşme. Şüphe yok Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.” (16 Nahl 127-128)

 ayetinde ifade edildiği gibi sabreder ve yalnızca Allah’tan korkup sakınanlardan olurlar.

 Dileriz ki bu kardeşlerimiz;

“Allah, rızasına uyanları bununla(Kur’an) kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nûra çıkarır. Onları dosdoğru yola da yöneltip iletir.”(5 Maide 16 )

âyetinde beyan edildiği gibi Allah’ın rızasına ve Kur’ân’a uyarlar.

 Dileriz ki bu kardeşlerimiz;

“Allaha ve Rasûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz (ve devletiniz)gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir” (8 Enfal 46)

âyetinde söylendiği gibi çözülüp yılgınlığa düşmezler; sabrederler ve sabırda yarışırlar.

(Devam edecek)

Kaynaklar

1) Vatandaş, A., Armagedon Türkiye–İsrail Gizli Savaşı, Timaş yay., İstanbul, 1997, S; 28.

2) Vatandaş, A., Age, S; 46

3) Vatandaş, A., Age, S; 55

4) Vatandaş, A., Age, S; 104

5) Vatandaş, A., Age, S; 33,34

6) Vatandaş, A., Age, S; 83

7) Chomsky, N.,  ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar yay., İstanbul, 1991, S; 22

8) Chomsky, N., Age, S; 221, 162

9) Donat, Y., İşte Rapor, Milliyet, 2.5.1997. Darbesiz Çözüm,  Milliyet, 3.5.1997

10) Alpay, Ş., Yanlış Düşman, Milliyet, 9. 9. 1997 (4.9.1997 tarihli Chicago Tribune’den alıntı)

11) Yeni Şafak,  8.2 1997, Frankfurter Allgemeine’den alıntı

12) Koru,  F.,  Ne değişti, Y. Şafak, 25.8.2000

13) Akit Gazetesi, 10.6 1997. ST Petersburg Times’dan alıntı

14) Vatandaş, A., Age, S; 22

15) Vatandaş, A., Age, S; 23

16) Can, B., Psikolojik Savaşta Yeni Bir Boyut: Tehdit, Umran, 1997, Sayı: 36, S; 4-14

17) Donat, Y., Refah-Yola 40 Mektup,  Milliyet , 28.3.1997

18) İnan, K., Hayır Diyebilen Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul, 1995, S;35

19) Makovsky, A., Eksen Ülkeler – Gelişen Dünyada ABD Politikalarının Yeni Hatları, Sabah Yayınları, S;109,112.

20) Livaneli, Z., Milliyet, 18.1. 1998.

21) Lazareff, P., Fransa’da Basın Rezaletleri, ( Çeviri) TGC Yayınları, İstanbul, 1995, S;158

22) Savaş, V., 10.1 2001,  Gazeteler

23) Özgürel, A. 1.4.2000, Radikal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...