1 Mayıs 2018 Salı

SOSYO-PSİKOLOJİK SAVAŞ ORTAMLARINDA MÜMİNLERİN HABERLERİ TAHKİK ETME SORUMLULUĞU

(Umran Dergisi Mayıs 2018 Yazısıdır)

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan,  seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar.  Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.'” (6/116)

“Psikolojik savaş ortamlarında ister sevinç isterse kötü haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberin yaygınlaşmasına mani olup kontrol altına almaktır. Sonra, bu konuda birikimli, yetenekli olan kişilerin, yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek, analiz yapıldıktan sonra kullanmak ya da kullanmamaktır.”

Şer İttifakı(ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-AB) tarafından Türkiye’de, dozajı gittikçe artan pis bir propaganda ve bir psikolojik harekât/savaş, yoğun bir şekilde medya/sosyal medya, internet ve fısıltı gazetesi üzerinden yürütülmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak, özel bir dikkat ve enerji harcamayı gerektirmektedir.

Bir tuzak kurulup genişletiliyor!

Bu tuzak, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe girişiminden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir.  Son zamanlarda Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak gibi hocalar üzerinden yürütülen bir sosyo-psikolojik savaş vardır ve de devamı gelecektir. Tahrifat üzerine inşa edilen saldırılarda hedef, adı anılan hocalar değildir; Hedef, İslâm’dır, topyekûn Müslümanlardır ve özellikle dindarlardır. Bu insanlar, sadece birer araç olarak kullanılmaktadır. Bizim ele aldığımız konular itibarıyla bu insanların bazı yazıları kesilip, kırpılıp anlam kaymasına uğratılıp medyada servis edilerek kamuoyunda olumsuzluklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Genelde insanlar, özelde dinî hassasiyeti olanlar, servis edilen metnin aslını araştırmadan doğru olup olmadığından emin olmadan şer ittifakı tarafından hedef seçilmiş olan hocaları eleştirmeye ve yargısız infaza başlamakta; böylelikle şer ittifakının istediği gerçekleşmekte, Müslüman camia bölünüp parçalanmaktadır.

Bu nedenle ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz edilmeden kullanılması, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm-AB) tarafından yürütülen sosyo-psikolojik savaşa hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır/yaramayacaktır.  Dolayısıyla bu yazıda, sosyo-psikolojik savaş ortamlarında bir müminin duyduğu/okuduğu/öğrendiği haber/bilgi ile ilgili tutum ve tavrının ne olması gerektiği konusu ele alınıp incelenecektir.

Şer İttifakını (ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-Ab) Rahatsız Eden Ana Gelişme

20 ve 21. asır, insanı makineleştirmiştir. 19. asrın sonu ile 20. asrın ilk yarısında teknolojide meydana gelen büyük değişim, insanları mekanikleştirip materyalizme yöneltmiş ve insanı bunalıma sürüklemiştir. Kurtarıcı olarak sunulan kapitalizm ve komünizm, bunalıma çare bulamamış ve bilâkis bunalımı daha da derinleştirmiştir. Dünya gençliğini kasıp kavuran “Hippi’lik”, böyle bir bunalımın ürünüdür. Bu bunalımı, komünist teorisyen ve stratejistler çok iyi değerlendirerek tüm dünyada “68 kuşağı” olarak nitelenen ve komünizmi şiar edinmiş bir gençliğin ortaya çıkmasını sağlamışlardır.

Soğuk Savaş döneminden en çok etkilenen ülkelerden biri de Türkiye olmuştur. Batıdaki gençlik olayları ile eş zamanlı olarak Türkiye’de de gençlik olayları meydana gelmiştir. Eş zamanlı olarak Sol-Marksist işçi sendikaları büyük bir güç kazanmış ve Türkiye, çok ciddi bir bunalıma sürüklenmiştir. Önce 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, sonra da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesinin, Sovyetlerin yıkılış sürecine girdiği ve İran’da İslâm adına bir devrim yapıldığı bir dönemde yapılmış olması tesadüfî değildi.

Bunalımlardan yorgun düşmüş bir toplum, huzur ve mutluluğu İslâm’da bulacağını düşünmüş olmalı ki İslâm’a yönelim artmıştır. Toplumun ruhi derinliğinde meydana gelen bu büyük değişim, Türkiye’deki büyük partilerin söylemlerine yansımış; eskiden açık aleni din düşmanlığı yapanlar bile, “Biz de Müslüman’ız” demeye başlamışlar ve İslâm’a açıktan saldırmaya cesaret edememişlerdir. Bu büyük değişimi, 80’li yılların sonunda, 28 Şubat Postmodern darbesinden yaklaşık on yıl önce, bir tehlike olarak ilk gören ve seslendiren, o yıllarda ABD’de yaşayan Talat Halman olmuştur:

 “...Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan hareket, “irtica” dediğimiz olayların çok ötesindedir. Atatürk heykellerine saldırmak gibi suçların hakkından gelebiliriz. Meydanlarda topluca namaz kılmak gibi gövde gösterileri zararlı sayılmaz bile.

Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde, kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslâmiyet hareketinin başlamış olmasıdır. İslâmiyet’in uzak olmayan bir gelecekte halkımızın “tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi” olması kuvvetle muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de, İslâmiyetçi eylem karşısında etkisiz kalacak bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslâm ideolojisinin baskısı altında eriyecektir.

Bilinçli ya da bilinçsiz, milyonlarca müminden oluşan bir kitlenin hareketini durdurmak zor olur.”[1]

Bu değişim, birinci ana damar olarak RP’nin (Millî Görüş Hareketi) ve ikinci damar olarak da MHP’nin (Türk-İslâm Sentezi), etkin iki unsur olarak, parlamentoya yansımasını sağlamıştır. Süreç içerisinde RP, %22 civarında rey alarak meclise birinci parti olarak girmiş ve Refahyol Hükümetini kurmuştur. Refahyol Hükümetinin kısa zamanda başarı kazanması, ekonomiyi belli boyutları ile rayına oturtması, D-8’leri kurması, sanayileşmeye ağırlık vermesi, “İslâm Birliğinin” temellerini atmaya çalışması, ABD’den ve Batı’dan bağımsız politikalar üretmesi, O’nun iktidardan gönderilmesi için yeterli sebepti.

  “ABD, ne Refah Partisini istiyordu ne de darbeyi”. O günkü uluslararası konjonktür ve Ortadoğu gerçeği, Türkiye’de gelişmekte ve yaygınlaşmakta olan halkın Müslümanlaşması olgusunu, darbeyle çözmeye uygun değildi. ABD’nin asıl korkusu RP değildi; ‘İslâmi siyasetin aşırılaşma ihtimali idi’. Çünkü halk, İslâm’ı bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştı. ABD açısından öncelikli hedef, bu psikolojik üstünlük idi ve bu yok edilmeliydi. Nitekim, Amerikan Kongresi’nin Ortadoğu masası şefi Carol Migdalovitz tarafından kaleme alınan ‘Toparlanamayan Türkiye’nin Politik Krizi’ adlı raporda konumuzla ilgili önemli bazı bilgiler yer almaktaydı:

“Amerika, belki şu anda Refah hükümetinin düşmesini istiyor. Ama Amerika şunu da görüyor: Refah daha da güçlenmektedir. Bu durum, Türkiye’nin uzun vadeli istikrarını ve demokrasisini etkileyebilir... ABD Refah’ı istemiyor,  Refah’ın uzaklaştırılmasını istiyor... Refah zorla uzaklaştırılırsa,  İslâmî siyaset aşırılaşabilir... Bu seçim sistemi ile, Refah ilk seçimde %21 ile %30 arasında oy alır...Türkiye’nin bu kaostan çıkması için ya seçim sistemi değiştirilmeli ya da başkanlık sistemine geçilmelidir.”[2]

28 Şubat Postmodern darbe sürecinde İslâm’ı bir kurtarıcı olarak görmeye başlamış olan bir halkın, zihninde meydana gelen bu olgunun yok edilmesi gerekirdi. Darbe sürecinde başlatılıp yaygınlaştırılan “Tarikatlar” üzerinden psikolojik savaşa bu açıdan bakılması gerekmektedir.

Bugün, 15 Temmuz askeri darbe girişiminde Gülen Hareketinin taşeron olarak kullanılmasındaki asıl amaç, yükselen ve yaygınlaşan İslâm’ın, tıpkı 28 Şubat Postmodern darbesinde olduğu gibi, önünün kesilmesidir. Dün olduğu gibi bugün de benzer amaçlı bir psikolojik harekât, yürütülmektedir. Öyleyse Psikolojik savaş nedir?

Psikolojik Savaşın Mahiyeti:  İhtilaflar Çıkarma ve Bölme/Parçalama Taktikleri

Psikolojik savaş, değer sistemleri, ülkeler, milletler arasındaki mücadelede kullanılan bir mücadele şeklidir. İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren kullanılmış olmasına rağmen, sistemleştirilmesi, çok etkin hale gelmesi, 20. asırda olmuştur.  Psikolojik savaş, “Askerî silah ve askerî harekât dışında mütalâa edilebilecek olan bütün araçların ve eylem şekillerinin kullanılmasıyla yürütülen bir savaş şekli”[3] olarak tanımlanmaktadır.

Psikolojik savaş, zihinler arası bir savaş olup, zihin, taktik hedef olarak gösterilmektedir. Amaç, zihinleri, yıpratarak insanların karar verme mekanizmasını dumura uğratmaktır. Psikolojik savaşın hedefi, karar verici merkezlere veya güçlere karşı, bir ülke halkının veya bir grubun direncini kırmak; onu, kaosa sürükleyerek kararsızlığa itmek, sonuçta suçlu psikolojisine sokarak teslim olmasını sağlamaktır. Suçlu olduğunu kabullenen fert, grup, cemaat veya toplumun, yeniden eğitilerek mevcut otoriteye itaatinin sağlanması temel hedeftir. Bu savaşta muhataplar, suçlanarak hareket edemez hale getirilir, teslim alınır ve eğitilerek sisteme, otoriteye bağlı hale getirilir ya da tamamen tasfiye edilir.

Psikolojik savaşın başarılı yürütülebilmesinin en temel unsurlarından biri; savaşı yürüten merkezin, psikolojik savaş açacağı grup, cemaat veya topluma, değişik teşkilât, yapı veya fertler aracılığıyla sızmasıdır. Sızma işlemi, yıllar öncesinden başlar; hedefteki şahıs veya örgüt, istenen konuma getirilinceye kadar, sabırla beklenir: Gülen Hareketi Örneği.

Psikolojik savaşı yürüten merkez, örümcek gibi ağlarını örer, ilmikler, düğümler atar. Mekanizma tamamlandıktan sonra, gerçek dava sahiplerinin hem önünü kesmek hem de yıpratmak için bu sahte örgütlere ve şahıslara, “dolambaçlı harp taktiği” uygulayarak saldırmaya başlar. Böylelikle yavaş yavaş meşhur edilirler. Öngörülen amaç gerçekleştiği andan itibaren yoğun bir saldırı başlatılarak, bu işbirlikçi teşkilât/cemaat içinde ihtilaflar meydana getirilerek bölme, parçalama ve yok etme işlemi gerçekleştirilmek istenir.

Bu operasyonlarla, bazen arzu edilen şahıs liderliğe yükseltilebilir. Bazen de, kamuoyunda arzu edilen stratejik hedef ele geçirilmiş ise, hiçbir şey yokmuş gibi suskunluk tercih edilir ve işler bir başka bahara ertelenir. Bazen kullanılan şahıs veya örgütler, kullanan irade için tehlike arz etmeye başlamışsa ya da daha büyük bir hedefin elde edilmesinde faydası olacaksa, kızağa çekilmeleri, ortadan kaldırılmaları, temizlenmeleri de söz konusu olabilir. 

Size rağmen, sizin adınıza, sizi parçalamak veya sizi yok etmek için, örgüt kurmak ve örgütlemek, psikolojik savaşın mantığıdır. ABD’de yaşayan Talat Halman’ın (Kendisinin mi yoksa ABD’nin görüşü mü olduğunu bilemediğimiz) yazısında bu mantığı görebilmekteyiz: “Hükümetin(Refahyol) akıbeti ne olursa olsun, RP’nin bir parti olarak bölünmesi, daha iyisi, parçalanması, ülkemizin siyasal geleceği için hayırlı uğurlu olacaktır. RP’de yakın gelecekte çatlamalar, kopmalar olması beklenebilir. Refah bölünmezse bile, yeni din partileri kurulması mümkündür. Düşünün, Refah’tan üç parti doğarsa bundan sonraki seçimlerde hiçbiri barajı aşamayabilir. ya da yepyeni bir din partisi kurulursa, RP ve yeni parti, belki küçük partiler olurlar TBMM’de. milletçe okuyalım, üfleyelim de birleşik din cephesi delinsin, bölünsün, parçalansın. Demokrasi denememizin hayırlı bir gelişme göstermesi, Refah’ın zayıflamasıyla, din partisine giden oyların bölünmesiyle olacaktır. Öteki Partiler akıllarını başlarına toplamadıkları için, tek çıkar yolumuz bu olsa gerekir”[4]

Bu yazıda, Talat Halman iki öneride bulunuyor; ya “RP’yi bölün”, ya da “yeni dini partiler kurun.” Nur Cemaatinin bir kolunun yöneticisi olan Mehmet Kutlular’ın, kendisine  12 Eylül generallerinin yaptıkları teklifler ve arkadan gerçekleştirdikleri operasyonlar üzerine yaptığı aşağıdaki açıklama, gerçekten hem düşündürücü hem de ibret vericidir:

“Devlet bir grupla anlaşır, ona devlet ideolojisi istikametinde neşriyat yaptırıp, daha sonra “bu kadar da fazla taviz verilir mi”? tartışması başlatılıp onu ikiye de böler.”[5]

Psikolojik Savaş, Diplomasi ve Askeri Mücadele

Psikolojik savaş, tek başına bir işe yaramaz; genel olarak, diplomatik ve askeri faaliyetlerle birlikte kullanılır.[6]  Türkiye’de her ihtilalden önce yoğun bir psikolojik savaş ortamı yaşanması, yığınla cinayet işlenmesi, sabotaj ve bombalama eylemlerinin olması, kitle hareketlerinin yoğunluk kazanması, bu anlayışın ürünüdür. “Halk, rahat duruyorsa mesele yoktur, kıpırdamaya başladı ise aldatılmayı hak etti demektir...”[7] “Halk bu operasyonlarla ıslah edilir, uysallaştırılır ve sindirilir.”[8]

Psikolojik savaşta, “aşırı hırs”, “asilik”, “şımarıklık”, “korku duygusu” çok kullanılan temel yardımcı eğilimlerdir. Bu eğilimler kullanılarak örgütlenme, cephe hareketi ve yıpratma hareketi yürütülür. Psikolojik savaşta, açık, gizli, yarı gizli olacak şekilde propaganda yapılır. Psikolojik savaş, hemen hemen bulanık propaganda ağırlıklıdır; kaynağı açık değildir. “belgeler var”, “iddialar var”, “duyumlar var” “halk arasında söylentiler var” şeklindeki değerlendirmeler, psikolojik savaşta çok sık kullanılan ifadelerdir.

ABD’nin 2006 yılında benimsediği ve servise soktuğu ‘akıllı güç stratejisi’ ve ‘model ortaklık’ tezleri, Komünist lider Kruşcev’in ‘Barış içinde Birlikte yaşama’ politikasının, farklı ifade edilmiş şeklinden başka bir şey değildi. Sonuç, İslâm coğrafyasının kan gölüne dönmesi olmuştur.

Psikolojik Savaşta Kavram Yozlaştırılması

Psikolojik savaş, muhatabın zihni üzerine yoğunlaşmış, iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve teslim almaya dönük bir savaş olarak, muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve mevcut sisteme kazandırılmasını hedefler. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce ve fikirlerin gözden düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden şahısların yıpratılması önceliklidir. Bu amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce sistemindeki temel kavramların anlamları çarpıtılır.[9]

Kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi, çarpıtılması değişik şekillerde yapılabilir. Birincisi; kavramlar, özel sıfatlarla nitelendirilerek korkutucu, ürkütücü bir görüntüye sokulur. İslâm’a “ortaçağ düşüncesi”, “çöl kanunu”, “gerici düşünce”, “çağdışı düşünce”, “irtica” ; Müslümanlara, “gerici”, “yobaz”, “çağdışı”, “bedevi”, “din sömürücüsü hoca”, “büyücü hoca”, “cinci hoca” denmesinin sebebi budur. Kavramların içinde aşağılama ve suçlu ilân etme ifadeleri bulunur.

Ancak mevcut sistemin kirlenmesi, toplumun maddi ve özellikle manevi ihtiyaçlarına cevap verememesi; halkın İslâm’a daha istekli, daha şuurlu bir şekilde yönelmesine neden olur. İşte böyle dönemlerde, önceden toptan reddedip, karalanan kavramlara, başka anlamlar verilerek sahip çıkmaya başlanır. Bu da, kavramları yozlaştırmanın ikinci şeklidir: “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar.”(5 Maide 13).

İşte böyle dönemlerde psikolojik savaş uzmanları, “Biz de Müslüman’ız” “Herkes Müslüman” deyip müminlere, “radikaller/fundamentalistler” diyerek saldırı başlatırlar. Bu tavırlarıyla, kendi düşünce ve değer sistemini koruyarak, İslâm’ın üzerine yeni bir elbise giydirmek isterler. Allah’ın helâl dediğine haram, haram dediğine helâl diyerek “Yeni Müslümanlığı” inşa etmeye çalışırlar(9/Tövbe 31). Hz. Peygamber’in, Tövbe 31 ile ilgili “Onların rahipleri ve bilginleri, helâli haram, haramı da helâl kılıyor, halk da onlara uyuyordu. İşte halkın din adamlarına ve bilginlerine ibadeti budur.”[10] demiş olmasının sebebi budur. Allah, Kur’an-ı Kerim’de, “Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2 Bakara 42) diyerek müminleri, bu tehlikeye karşı uyarmaktadır.

Psikolojik Savaş, Liderler ve Din Adamları

Yürütülen psikolojik savaşta özü alınmış, anlam alanları saptırılmış dinî anahtar kavramların, Müslüman halk tarafından ilgiyle karşılanabilmesi, benimsenebilmesi için Müslüman camia içinden bazı siyasi lider, din adamı/ cemaat liderlerinin desteğine ihtiyaç vardır. “Psikolojik savunmada dinin önemli rolü, hürriyet, demokrasi ve laiklik çerçevesi içinde ortaya konur. Bu konudaki psikolojik savunma plânlamaları yapılırken, laikliğe aykırı bulunan aşırı sol ve aşırı sağa karşı aynı hassasiyette uygulanacak tedbirlere önem verilir.  Yine bu konudaki psikolojik savunma faaliyetleri sırasında, aşırı solun dinsizliği ve Allahsızlığı mecburi kılan mahiyeti, teokratik özlemlerin dikta ve baskı muhtevası üzerinde durulur. Bu uyarıların halk kitleleri üzerinde gerekli uyarıcı sonuçları yoğun olarak meydana getirmesi için, bilhassa din alanında görev sahiplerinin uyarıcılığı planlanır.

Psikolojik savaş ideolojilerine karşı, hangi mezhep ve hangi felsefi kanaatten olursa olsun bütün vatandaşların millî birlik halinde tepki gösterebilmeleri için, “Psikolojik savaş-din mücadelesi” yerine “Psikolojik savaş-laiklik mücadelesi” bir psikolojik savunma prensibi olarak seçilir.”[11]

Bu yaklaşım, 28 Şubat sürecinde en çarpıcı bir şekilde üç eksen üzerinden uygulanmıştır:

  1. Eksen: Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz üzerinden yürütülen, tarikat ve din adamlarını itibarsızlaştırma operasyonu,
  2. Eksen: Özellikle 12 Eylül Darbesinden bu yana yükseltilip el üstünde tutulan Fethullah Gülen üzerinden dinî kavramların içinin boşaltılması ve anlam alanlarının çarpıtılması operasyonu,
  3. Eksen: Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Kur’an’daki ayetleri tasnifi ve bu konuda Gülen ile ittifakı.

İlk üç isim, görünürde Millî Görüş Hareketini yıpratmak; ama asıl hedef olarak İslâm’ı itibarsızlaştırmak amaçlı yürütülen psikolojik savaşta piyon olarak kullanılmışlardır. Her üç isim, daha önce içinde bulundukları tarikat ya da cemaatlerin içinde liderliğe yükseltilmek istenmiş; fakat başarılı olunamayınca değişik yollarla meşhur edilip kendilerine özgü yapılara kurdurularak halkın önüne çıkarılmışlardır.

Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz, 28 Şubat Postmodern darbesinin en pis ve kirli yüzüdür. Bunlar, hem dindarları hem de İslâm’ı yıpratmak için ellerinden tutulup yükseltilen ve meşhur edilen piyonlar olup kullanılma zamanları, 28 Şubat sürecidir. Bu kirli insanların her türlü pislikleri, pazara dökülmüş ve onlar üzerinden Müslümanların imajının yıpratılması, psikolojik savaşın ruhuna uygun bir şekilde gerçekleştirilmek istenmiştir.

Postmodern Darbe Sürecinde İslâmî Kavramların Çarpıtılması

Süleyman Demirel, 40 yıllık siyasi hayatında, Kur’an kursları ve imam hatipleri açan, cemaatlerle milletvekili düzeyinde ilişki geliştiren bir siyasi liderdi. Özellikle 12 Eylül sonrasında İslâmi kavramları yoğun bir şekilde kullanmıştır. 1964-1980 arası dönemde “irtica” ithamlarına yoğun bir şekilde muhatap olmuştur.[12]

Bütün bunları yaşamış olan bir insanın, 28 Şubat MGK kararlarını imzalamış olması anlamlı ve düşündürücüdür. On sekiz maddenin birçoğunda tehlike olarak ifade edilen konular, onun zamanından intikal etmiştir.  O zaman tehlike olarak kabul etmediğini, 28 Şubat sürecinde tehlike olarak kabul etmiştir.  Bunun bir izah tarzı olmalıydı ve bu izah da, gerek ATV’nin Siyaset Meydanı’ndaki cumhurbaşkanı ile yapılan özel programda, gerekse Kanal D’deki Durum programında yapılmıştır:

Süleyman Demirel, o gün özetle şunları söylüyordu: “Bugün Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır. Müslümanlığın gereklerini rahatlıkla yerine getirmektedir.  Bundan daha fazlasını, Şeriat’ı isteyen vatandaşıma sorarım: ‘Sen daha ne istiyorsun?’

Onun istediği şudur: Kur’an-ı Kerim’de 6665 ayet vardır. Bunların 230 ayeti, ahkâma ilişkindir; hayatın tanzimine ilişkindir. Geri kalan 6435 ayet ise imana, ahlaka, ibadete ilişkindir.

6435 ayeti benim vatandaşım rahatlıkla uygulamaktadır. Buna kimse mani olmamaktadır. 230 ayete gelince, çağdaş hukukta bunların da karşılıkları vardır; fakat farklıdır. İşte Şeriat isteyen, bu 230 ayetin de uygulanmasını istemektedir.

Bu 230 ayeti de uygulayamayız.  Çünkü Atatürk bizden çağdaş medeniyet seviyesine çıkmamızı istemiştir. Çağdaş medeniyet seviyesine bunları uygulayarak çıkamayız. Çünkü dinin özünde durağanlık vardır. Değişen dünyada durağan kurallarla gelişmeyi, yapamazsınız. Yüz yıl önceki hukuk, şeriat hukukuydu; buna tekrar geri dönüş olamaz. 

İşte irtica, yüz yıl öncenin hukukuna, Şeriat hukukuna dönmedir. 

İrtica, dinin istismarıdır. Şeriat hukuku, Kur’an-ı Kerim’deki günlük hayatı, dünyayı düzenleyen hükümlerin uygulamasıdır. İrtica ise, çağdaş hukuku reddedip Şeriat hukukunu geri getirmektir. 

Osmanlı İmparatorluğu, Şeriat hukukunu uyguluyordu. -Akif’ten bir şiir okuyarak- Batı karşısında geri kalmıştı. Bunun için cumhuriyet, din-devlet ayırımı olan laikliği getirmiştir. İrtica, cumhuriyet kurulduğundan beri bir tehdittir. Mevcut cumhuriyet kanunları bunu engelleyecek boyuttadır.

28 Şubat MGK’da hükümete söylenen, bu kanunları öncelikle uygulayındır.  Bu hükümet bu kanunları uygulamazsa başkası gelip uygular. Hükümet değişmezse ve kanunlar uygulanmazsa her taraftan ses çıkar.”

Süleyman Demirel bu konuşması ile(konumuzu ilgilendiren kısmı), dini parçalamış, Kur’an’ı parçalamış(15 Hicr 90-93; 2 Bakara 85), Allah’a bilgisizlik “izafe etmiş” ve irtica kavramına yeni bir anlam kazandırmıştır.

28 Şubat Sürecinde Gülen’in İslâmî Kavramları Çarpıtması

28 Şubat Postmodern darbe sürecinde çizilen stratejide ve yürütülen psikolojik savaşta Gülen, bütün kanallar kendisine açılarak çok daha tehlikeli ve tahrip edici olarak kullanılmış, birçok İslâmî temel kavramın içini boşaltacak şekilde konuşarak İslâmî camiada çok ciddi zihinsel kirlenmeye ve bölünmeye sebebiyet vermiş; Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Kur’an ayetleri ile ilgili yaptığı yukarıdaki açıklamalara tam destek vermiştir.  Bu bağlamda 28 Şubat Darbe Sürecinde Yalçın Doğan’ın, Fethullah Gülen ile Kanal D’de yaptığı özel bir programdaki konuşmayı, konumuz açısından irdelemekte yarar vardır. Fethullah Gülen’in söz konusu konuşması; “mevcut hükümetin bittiği”,  “beceriksiz olduğu” ve “çekilmesi gerektiği” olgusunu, inşa etmeye ve daha geniş halk kesimlerine kabul ettirmeye dönüktür. Fethullah Gülen’in konuşmasında “din”, “İslâm”, “Şeriat”, “Laiklik”, “uzlaşma”, “rejim tehlike altında” gibi kavramlar üzerinde durmuş; Din, İslâm, Şeriat kavramlarının anlam alanlarını son derece daraltmıştır.

Kur’an ayetlerinin, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel gibi “%95’inin imana, ahlâka, ibadete; %5’inin de dünyayı tanzime, ahkâma ilişkin” olduğunu bir olgu olarak tespit ediyor; sonra da “halkın bu %95’i yaşadığı; fakat farkında olmadığını, %5’inin de halkı değil, yöneticileri ilgilendirdiğini” söylüyordu. Böylelikle Müslümanları kavramsal bir kaosa sürükleyerek, hem dini hem de Kitabı parçalayarak(15 Hicr 90-93; 2 Bakara 85) 28 Şubat Postmodern darbe sürecinde yürütülen psikolojik savaşa “çağın müçtehidi(!), “aydın, ilerici din adamı”(!) olarak meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu.

Din’i, %95’lik ayetler grubuna dayandırınca, Kitap parçalanınca, mevcut sistemin ilkelerine uymayan ayetlerin devre dışı bırakılmasına fetva verilince, Kur’an’ın ve Sünnetin tanımladığının dışında “Yeni Bir İslâm dini” ortaya çıkarılmak istenmiştir.  Muhtemelen bu yeni din, Fethullah Gülen tarafından ortaya atılan “Türk Müslümanlığı”/“Türkiye Müslümanlığı”/”Anadolu Müslümanlığı” olsa gerekir.

kavmî hasletleri öne çıkaran, İslâm düşüncesini kavmiyetçi, yöresel anlayışlara veya yorumlara indirgeyen, devletin bir Truva Atı olarak hem Türkî Cumhuriyetlerde hem de Türkiye’de kullandığı, “Türk Müslümanlığı”/“Türkiye Müslümanlığı” Kavramı, Bir Gülen/FETÖ İcadıdır.

Fethullah Gülen, laiklik, sekülarizm, inanç, düşünce, fikir hürriyetini konuşmalarında birbirine karıştırmış; laikliği dini gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmıştır.    Gülen, “Dinin politize edilmesi”, “Dinin siyasallaştırılması”ndan sürekli bahsetmiş; fakat bunun ne olduğunu bir türlü açıklamamıştır.  Millî Görüş hareketini,  “Dinî, siyasî çıkarlarına” alet etmekle itham etmiştirKonuşmasında yol boyu,  “tahrik”, “uzlaşma”, “rejim tehlike altında” kavramlarını çok sık kullanmış ve  “Generallerin içtihadına, içtihatlarının masumluğuna ve yanlış bile olsa yaptıkları içtihatlardan sevap kazanacaklarına” özel vurgu yaparak 28 Şubat postmodern darbesine dinî bir meşruiyet giydirmeye çalışmıştır.

Aynı Gülen, Taksim Kadife darbe sürecine, hem konuşmaları ile hem de kadroları ile tam destek vermiş ve “dershaneler savaşından” sonra kadife darbe yönetiminin üçüncü halkasında çatı örgüt/taşeron örgüt olarak yer almıştır. Şer İttifakı tarafından 15 Temmuz askeri darbe girişiminde Truva atı olarak kullanılmış, onun üzerinden tüm dinî grup ve cemaatler yıpratılmış ve yıpratılmaya da devam edilmektedir.

Bugünkü Sosyo-Psikolojik Savaşın Amaçları

Bugün hedefe konup saldırıya uğrayan Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak gibi hocaların ortak özelliği, konularına vâkıf olup belli bir duruş ortaya koymaları ve günlük hayatta İslâm’a aykırı olan ya da Müslümanlara zarar verecek konularla ilgili Kur’an ve Sünnet düzleminde “230 ayetin” ruhuna uygun fetva vermiş, görüş belirtmiş olmaları ve de toplumda da itibar görmeleridir.  Bu hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaşın amaçlarını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

  1. Hocaları ve kanaat önderlerini yıpratmak, itibarsızlaştırmak, toplumdaki etkilerini kırmak,
  2. Dindarları yıpratmak ve itibarsızlaştırmak,
  3. Dinin kapsam alanını daraltmak, dini, tarihsel bir olgu olarak kabul ettirmek, dinin, günümüzün sorunlarına çare olamayacağı kanaatini oluşturmak,
  4. Tarihselcilere ve Modernistlere fırsat vererek meşhur etmek,
  5. Dinî camiaları bölerek çatıştırmak,
  6. Dini grup ve cemaatleri itibarsızlaştırmak, tecrit etmek, yalnızlaştırmak ve bölüp dağıtmak,
  7. Dinî tartışmalarla halkı bıktırmak ve dinden soğutmak,
  8. Dini eğitim ve öğretime yönelimi engellemek, durdurmak hatta kaçırmak,
  9. İslâmî anlaşılmaz kılmak ve darbe vurmak,
  10. Müslüman camia içerisinde güven bunalımı meydana getirip bireyselliği öne çıkarmak,
  11. Müslüman camiayı psikolojik savaşın dişlisi yaparak tahribatın genişlemesini ve derinleşmesini sağlamak,
  12. Laikliğe felsefi bir zemin meydana getirebilmek için deizmi yaygınlaştırmak,
  13. Toplumda gayrimemnun üreterek huzursuzluğu yaymak ve Kadife Darbe  için bir alt yapı, ortam hazırlamak.

Bu sürece katkıda bulunmamak için medyada/sosyal medyada yer alan haberleri analiz etmeden, doğruluğunu araştırmadan olduğu gibi alıp kullanmak yanlıştır ve tehlikelidir.

Psikolojik Savaş Ortamında Öncelikler

Öyleyse ne yapmalı? Psikolojik savaş ortamlarında ister sevinç isterse kötü haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberin yaygınlaşmasına mani olup kontrol altına almaktır. Sonra, bu konuda birikimli, yetenekli olan kişilerin, yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek, analiz yapıldıktan sonra kullanmak ya da kullanmamaktır. Bunun aksi bir davranış, “Şeytana uymaktır”; Şer İttifakına hizmet etmektir. Bu sebeple Kur’an-i Kerim’de Müslümanlar bazı özel ifadeler kullanılarak uyarılmaktadır: “Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç-çıkarabilenler, onu bilirlerdi.  Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.”( 4 Nisa 83)  Ayette geçen “Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz” ifadesi, çok ciddi bir uyarıdır.

İnkâr edenler, münafıklar, müfsitler, müşrikler ve zalimler, genel olarak gerek iman edenlere ve gerekse birbirlerine karşı yürüttükleri mücadelede hiçbir ahlâkî ölçü tanımazlar. En ahlâksız konuları kullanmayı, insanların mahrem hayatına girmeyi, insanları iftira ve komploları ile tasfiye etmeyi, küçük düşürmeyi, toplumları ifsat etmek için çirkin hayâsızlıkların işlenmesini ve yayılmasını bir yol, yöntem hatta bir hayat tarzı olarak benimsemişlerdir. Bunu, Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasında (ifk olayı) çok açık bir şekilde görebilmekteyiz.

 Tarihe İfk hadisesi olarak geçen ve Kur’an’da özel olarak yer alan olay, birlikte hareket eden “münafık bir grubun”, Hz. Peygamberin Hanımı Hz. Ayşe’yi zina yapmakla itham edip psikolojik bir hareket yürütmüşler ve Müslümanları adeta bir kaosun içerisine sürüklemişlerdir:  “Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır…”(24 Nur 11) Ayetin başlangıcı organize bir ekibin varlığına ve bu yapının iftirayı uydurup yaygınlaştırdığına dikkat çekmektedir. Bunlar, İblisin yolundan gitmenin gereğini yapmaktadırlar. Nitekim Maide Suresi 41. ve 42. ayetlerinde de böyle bir topluluğun varlığına dikkat çekilmektedir: “Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla «İnandık!» diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar) dır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar…” (5 Maide 41) “Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir…”(5 Maide 42)

Maide 41’de konumuz açısından dikkat çekilen bir nokta da, bu organize kesimin, kelimeler, cümleler üzerinden tahrifat yaparak, metnin ana anlamını değiştirmeleridir. Bugün Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak ile ilgili yapılan tam da budur.

Allah; böyle bir müfteri topluluğun varlığının, müminleri devamlı uyanık diri tutması açısından, “şer” değil “hayır” olduğunu ifade etmektedir. Sıkıntı, münafık bir topluluğun/Şer Güçlerin iftira uydurup yaymaya çalışması değil; münafıkların uydurduğu böyle bir yalanı, iman edenlerin sorumluluk duymadan, tahkik etmeden alıp kullanması ve yaygınlaştırmasıdır:

“Onu işittiğiniz zaman, erkek müminler ile kadın müminlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi?” (24 Nur 12) “Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi?” (24 Nur 13)

Bu iki ayette, bu tür vakalarda Allah, iman edenlere şöyle bir yol göstermektedir: 1- “Hayırlı zanda bulunup” “bu bir iftiradır deyin”, 2- “Şahit isteyin.” Hz. Peygamberin(s.)  sağlığında, kendisinin hanımına böyle bir iftira atılması karşısında Sahabe neslinin bir kesimi, bu iftirayı alıp yaygınlaştırarak Müslüman camia içerisinde çok büyük bir kaosa sebebiyet vermişlerdir. Yekvücut davranamamış, Hz. Peygambere gerektiği gibi yardımcı olamamışlardır. “Hakkında bilgileri olmayan şeyi ağızlarıyla söylediklerinden” dolayı Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmışlardır(24 Nur 15). Oysa ilk yapmaları gereken şey, haberi yaygınlaştırmadan susmak ve “iftira olduğunu” söylemektir(24 Nur 16).

Hz. Peygamber(s.) hayatta iken bizzat Peygamber’in başına böyle bir olayın gelmiş olmasının gelecek nesiller açısından ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber’e (s.) böyle bir tuzak kurulabiliyorsa; bugün de herkese, özellikle yöneticilere, liderlere, şeyhlere, hocalara benzer tuzaklar kurulabilir. Dolayısıyla Allah bu tür olaylarla, hem sahabe neslini hem de gelecek nesilleri eğitmekte ve gelecek nesillerin bu tür durumlarda nasıl davranmaları gerektiği konusunda iman edenlere öğüt vermektedir(24 Nur 17, 18).

Toplumun ahlâkını, dayanışmasını bozacak, güvenini sarsacak her şeyin, toplum içerisinde yaygınlaştırılması, yaygınlaştırılmak istenmesi, ciddi bir suç olup gerektiği şekilde cezalandırılacağı ve bu tür davranışları yapanların “Şeytanın adımlarını izlediği”, “Şeytanın yolundan gittiği” ve bedelini Ahirette mutlaka ödeyeceği, şahitliği de, “kendi dilleri, elleri ve ayakları”nın yapacağı ifade edilmektedir (24 Nur 19-25).

 Haberle ilgili ayet olan Nisa 83’te geçen ‘Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı’ ifadesi, haberle ilgili olan Nur 10-25 ayetleri arasında tam dört kez (Nur 10, 14, 20, 21) farklı eklemelerle geçmektedir. Bu sert uyarının haberle ilgili tekrarlanmış olması, bir taraftan haberlerin kullanılmasında gereken hassasiyetin gösterilmesinin önemini belirtirken; diğer taraftan da bu konuda Müslümanların zaaf sahibi olduklarını de ifade etmiş olmaktadır.

Müminler, Her Zaman Haberleri Tahkik Etmek Zorundadır 

Duyulan haber konusunda ilk yapılması gereken, haberin kontrol altına alınıp yaygınlaşmasının engellenmesi ve ilgili mercilere ulaştırılarak değerlendirilmesinin sağlanmasıdır. İkinci yapılması gereken ise, haberin kaynağının ve doğruluğunun tahkik edilmesidir.  Nisa 83. ayeti, haberin yaygınlaştırılmayıp kontrol altına alınmasına dikkat çekerken, Nur 11. ve Maide 41-42. Ayetleri de, haberin kaynağına dikkat çekmektedir.

Günümüzde yürütülen psikolojik savaşta, son derece karmaşık haberler yaymak suretiyle muhatabın düşünme mekanizması, dumura uğratılmak istenmektedir. Bu hale getirilebilen fert, sunulan her şeyi doğru olarak kabul etmektedir. Bu ise Müslüman camia içerisinde büyük bir tahribata sebebiyet vermektedir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, Müslümanları uyararak haberleri tahkik etmelerini istemektedir: “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu 'etraflıca araştırın.' Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”( 49 Hucurat 6)

Haberlerin tahkik edilmesi konusunda dikkat çekici olan nokta, Kur’an-i Kerim’in bu konuyu Hz. Süleyman’la “Hüdhüd kuşu” arasında geçen bir olayda da dile getirmiş olmasıdır ( 27 Neml 20-29). Hz. Süleyman, ordusuyla sefere çıkarken “Hüdhüd kuşunun” ortada gözükmemesini, emre itaatsizlik ve disiplinsizlik olarak değerlendirip cezalandıracağını söyler. Bir müddet sonra Hüdhüd kuşu ortaya çıkıp Hz. Süleyman’a Saba Melikesi Belkis’ten haber getirdiğini söylediğinde; Hz. Süleyman getirilen haberin doğruluğunu tahkik etmeden bilgiyi kullanmaz(27Neml 27-28).

Bu olaydan çıkarılabilecek bir başka ders, suç işleyenlerin, başarısız olanların ya da kendisini çok başarılı göstermek isteyenlerin yanlış ve yalan bilgi verebilecekleri olgusudur. Hz. Süleyman’ın, “Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” demiş olmasının sebebi bu olabilir.

Olayları ele alıp değerlendirirken, yorumlarken Hz. Davud’la ilgili “iki davacı kardeş kıssası” referans alınmalıdır(38 Sad 21-26). Hz. Davud,  sadece tek koyun sahibini dinlemiş; 99 koyun sahibini dinlemeden karar vermiştir (38 Sad 24). Davalıyı dinleyip de davacıyı dinlemeden karar veren Hz. Davud, Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmış, insanlar arasında hak ile hükmetmesi istenmiştir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır”(38 Sad 26)

Hz. Davud’a yapılan uyarıda, konumuz açısından en can alıcı nokta, hak ve adaletin tüm insanlar için geçerli olduğudur. Bu insanlar, hangi dinden, hangi mezhepten, hangi partiden, hangi tarikattan, hangi cemaatten, hangi vakıf ya da STK’dan olursa olsun fark etmez; mutlaka hak ve adaletin gereği yapılmalıdır.

Bugün Müslüman camia içerisinde bir kişi, yanındaki arkadaşına, her ikisinin de tanıdığı hatta samimi olduğu üçüncü bir şahıs/arkadaşı hakkında “o, şöyle şöyle söyledi”, “şöyle şöyle yaptı”, “şöyle şöyle yazdı” tarzında bir şeyler söylüyor, bazı iddialarda bulunuyor. Bu sözleri dinleyen, söylenenleri tahkik etmeden alıp kullanıyor. Oysa yapması gereken, 1- Hayırlı zanda bulunmak, 2- Şahit ya da belge istemek, 3- Yüzleştirmek, 4-İddiaları araştırıp tahkik etmek, olmalıdır.

Bu nedenle bu tür iddialar karşısında şu noktaların sorgulanması gerekir:

1. Bazı Medya tarafından sunulan yazılar/konuşmalar, gerçekten ismi geçen şahıslara mı aittir?

2. Bu yazı/ya da konuşmalar, aslına uygun olarak verilmiş midir?

3.- Bunlar, aslına uygun bir şekilde verilmemiş ise asılları nasıldır?

4.- Konuşmaları/yazılar, tahrif edilerek verilmiş ise bundaki amaç nedir?

5. Bunun sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe girişimi ya da “İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi” ile bir ilgisi alâkası var mıdır? Şer İttifakının stratejisinde nereye tekabül edebilir? Ya da Şer ittifakı bundan nasıl yararlanmak isteyebilir?

Müminler Zan ile Hareket Etmemelidir

Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr projelerinin uygulanmak  istendiği bir zamanda, müminler etnik, mezhepsel, tarikatsal, cemaatsel ve hareket olarak parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı, cemaat ve siyası parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir.

Psikolojik savaş kesintisiz bir mücadele şekli olup, günümüzde ileri teknoloji kullanılarak (televizyon, internet, sosyal medya vb.) yürütülmektedir. Toplum, yoğun bir bilgi bombardımanına tâbi tutulmaktadır. Genel olarak topluma sunulan 100 bilgiden 99’u doğru, bir tanesi yanlıştır. 99 doğru bilgi, yanlış olan tek bilginin, toplum tarafından ya da muhataplar tarafından doğru kabul edilip kullanılması için sunulmaktadır.

O nedenle müminler, 21. asır haçlı seferlerinde kullanılan, yüksek dozajlı psikolojik savaşa karşı çok duyarlı olmalıdırlar (3 Âl-i İmran 118-120; 4 Nisa 83). Çünkü Mümin olmak demek, duyarlı olmak, tüm davranışlarını Kur’an ve Sünnetin belirlediği sınırlar içerisinde tutmak demektir. Allah’a ve Ahiret gününe iman edenler, bu iki ana kaynağın kendilerine çizdiği istikamete uygun olarak davranırlar. Allah’ın haram dediğine haram, helâl dediğine helâl, hak dediğine hak, batıl dediğine batıl demek ve bunun gereğini hayatlarında yerine getirmek zorundadırlar.

İfk hadisesi ile müminlere yapılan tavsiye, benzer olaylar karşısında öncelikle “hayırlı bir zanda” bulunup haberi bloke etmek olmalıdır. Nitekim Allah, Hucurat 12’de Müminlerin “zandan çok kaçınmalarını” emretmektedir: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın) . Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.” (49 Hucurat 12).

Hz. Peygamberin (s.) şu iki hadisinde dikkat çekilen noktalar, bizim için ana, temel birer ilke mahiyetindedir: “7139- Resulullah(s.): Biz mümin hakkında sadece hüsnü zanda bulunuruz.”[13] 3286 - "Resulullah(s.): "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekabet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun.  Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.  Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter…”[14]

Gıybet, dedikodu, laf getirip götürme “şeytan işi pisliklerden” olduğu için “ölü kardeşinin etini yemekle” eşdeğerdir. Genelde Müslüman camia içerisinde özelde cemaatler, hareketler içerisinde bu tür dedikodu mekanizmasının işletilmesi ve buna farkında olmadan katkıda bulunulması, Müminin basiret ve feraseti ile bağdaşmaz. Böyle bir mekanizmanın meydana gelmesi, Müslümanları üzmekte, işin bereketini kaçırmakta, güveni yıkmakta ve dayanışma ruhunu bozmaktadır. Bu durum, “Şeytana tâbi olmak, onun izinden gitmek” demektir (58 Mücadele 10).

Bir mümin, böyle bir ortama müsaade etmemeli ve de ortam oluşturmamalı (58 Mücadele 8); her türlü haberi önce kontrol altına alıp yaygınlaşmasını engellemeli, sonra da değerlendirmesini yapıp birlik ve dayanışmayı sağlayacak şekilde gereğini yapmalıdır (58 Mücadele 9). Unutmayalım; “Bâtıl, her zaman bâtıldır; asıl tehlike; onun hak suretinde görünmesindedir.” (Bâki)


[1] Halman, T., 15 Haziran 1987, Milliyet.

[2] Donat, Y., “İşte Rapor”, Milliyet, 2.5.1997; “Darbesiz Çözüm”,  Milliyet, 3.5.1997.

[3] Korkut, R., Psikolojik Savunma, Kent Matbaa, Ankara, 1975, s. 2-5.

[4] Halman, T., “RP’yi Bölmek”, 30. 4. 1997, Milliyet.

[5] Kutlular, M., Artı Haber, 20-26 Aralık 1997.

[6] Korkut, R., Psikolojik Savunma, Kent Matbaa, Ankara, 1975, s. 2-5. Megret, M., Psikolojik Savaş, Varlık Yayınları, İstanbul, 1972, s.103.

[7] Chomsky, N, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s.22-23.

[8] Can, B., “Halkı Sindirme Operasyonları”, Umran, İstanbul 1996.

[9] Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1979, s. 23.

[10] Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1979, s. 23

[11] Korkut, R., a.g.e. s. 90.

[12] Köprü, sayı:91, 1985,sayı:92, 1985, sayı:108, 1987. Köprü, “İşte Röportaj”, 1989, Temmuz.

[13] Kütüb-i Sitte, Hadis No: 7139.

[14] Buhari, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...