“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.'” (6/116)
“Psikolojik savaş ortamlarında ister sevinç isterse kötü
haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberin yaygınlaşmasına mani olup
kontrol altına almaktır. Sonra, bu konuda birikimli, yetenekli olan kişilerin,
yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek, analiz yapıldıktan sonra
kullanmak ya da kullanmamaktır.”
Şer İttifakı(ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-AB) tarafından Türkiye’de, dozajı gittikçe artan pis bir propaganda ve bir psikolojik harekât/savaş, yoğun bir şekilde medya/sosyal medya, internet ve fısıltı gazetesi üzerinden yürütülmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak, özel bir dikkat ve enerji harcamayı gerektirmektedir.
Bir tuzak kurulup genişletiliyor!
Bu tuzak, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe
girişiminden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir.
Son zamanlarda Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan Şenocak gibi
hocalar üzerinden yürütülen bir sosyo-psikolojik savaş vardır ve de devamı
gelecektir. Tahrifat üzerine inşa edilen saldırılarda hedef, adı anılan hocalar
değildir; Hedef, İslâm’dır, topyekûn Müslümanlardır ve özellikle dindarlardır.
Bu insanlar, sadece birer araç olarak kullanılmaktadır. Bizim ele aldığımız
konular itibarıyla bu insanların bazı yazıları kesilip, kırpılıp anlam
kaymasına uğratılıp medyada servis edilerek kamuoyunda olumsuzluklar
oluşturulmaya çalışılmaktadır. Genelde insanlar, özelde dinî hassasiyeti
olanlar, servis edilen metnin aslını araştırmadan doğru olup olmadığından emin
olmadan şer ittifakı tarafından hedef seçilmiş olan hocaları eleştirmeye ve
yargısız infaza başlamakta; böylelikle şer ittifakının istediği gerçekleşmekte,
Müslüman camia bölünüp parçalanmaktadır.
Bu nedenle ortalıkta dolaşan haberlerin sıhhat derecesi araştırılmadan, analiz
edilmeden kullanılması, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm-AB)
tarafından yürütülen sosyo-psikolojik savaşa hizmet etmekten başka hiçbir işe
yaramamaktadır/yaramayacaktır. Dolayısıyla bu yazıda, sosyo-psikolojik
savaş ortamlarında bir müminin duyduğu/okuduğu/öğrendiği haber/bilgi
ile ilgili tutum ve tavrının ne olması gerektiği konusu ele alınıp
incelenecektir.
Şer İttifakını (ABD-Siyonizm-İsrail-İngiltere-Ab)
Rahatsız Eden Ana Gelişme
20 ve 21. asır, insanı makineleştirmiştir. 19. asrın sonu
ile 20. asrın ilk yarısında teknolojide meydana gelen büyük değişim, insanları
mekanikleştirip materyalizme yöneltmiş ve insanı bunalıma sürüklemiştir.
Kurtarıcı olarak sunulan kapitalizm ve komünizm, bunalıma çare bulamamış ve
bilâkis bunalımı daha da derinleştirmiştir. Dünya gençliğini kasıp kavuran
“Hippi’lik”, böyle bir bunalımın ürünüdür. Bu bunalımı, komünist teorisyen ve
stratejistler çok iyi değerlendirerek tüm dünyada “68 kuşağı” olarak nitelenen
ve komünizmi şiar edinmiş bir gençliğin ortaya çıkmasını sağlamışlardır.
Soğuk Savaş döneminden en çok etkilenen ülkelerden biri de
Türkiye olmuştur. Batıdaki gençlik olayları ile eş zamanlı olarak Türkiye’de de
gençlik olayları meydana gelmiştir. Eş zamanlı olarak Sol-Marksist işçi
sendikaları büyük bir güç kazanmış ve Türkiye, çok ciddi bir bunalıma
sürüklenmiştir. Önce 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, sonra da 12 Eylül 1980
Askeri Darbesi gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesinin, Sovyetlerin
yıkılış sürecine girdiği ve İran’da İslâm adına bir devrim yapıldığı bir
dönemde yapılmış olması tesadüfî değildi.
Bunalımlardan yorgun düşmüş bir toplum, huzur ve mutluluğu
İslâm’da bulacağını düşünmüş olmalı ki İslâm’a yönelim artmıştır. Toplumun ruhi
derinliğinde meydana gelen bu büyük değişim, Türkiye’deki büyük partilerin
söylemlerine yansımış; eskiden açık aleni din düşmanlığı yapanlar bile, “Biz de
Müslüman’ız” demeye başlamışlar ve İslâm’a açıktan saldırmaya cesaret
edememişlerdir. Bu büyük değişimi, 80’li yılların sonunda, 28 Şubat Postmodern
darbesinden yaklaşık on yıl önce, bir tehlike olarak ilk gören ve seslendiren,
o yıllarda ABD’de yaşayan Talat Halman olmuştur:
“...Ülkemizde gelişmekte olan boyutlara ulaşmakta olan
hareket, “irtica” dediğimiz olayların çok ötesindedir. Atatürk heykellerine
saldırmak gibi suçların hakkından gelebiliriz. Meydanlarda topluca namaz kılmak
gibi gövde gösterileri zararlı sayılmaz bile.
Asıl sorun, Türkiye’nin dört bucağında, kentlerde,
kasabalarda, köylerde, muazzam bir nüfus kesimini kapsayan bir İslâmiyet
hareketinin başlamış olmasıdır. İslâmiyet’in uzak olmayan bir gelecekte
halkımızın “tek inancı, tek ülküsü, tek ideolojisi” olması kuvvetle
muhtemeldir. Atatürkçülük, laiklik, milliyetçilik, belki de, İslâmiyetçi eylem
karşısında etkisiz kalacak bugünkü partilere egemen olan ideolojiler, İslâm
ideolojisinin baskısı altında eriyecektir.
Bilinçli ya da bilinçsiz, milyonlarca müminden oluşan bir
kitlenin hareketini durdurmak zor olur.”[1]
Bu değişim, birinci ana damar olarak RP’nin (Millî Görüş
Hareketi) ve ikinci damar olarak da MHP’nin (Türk-İslâm Sentezi), etkin iki
unsur olarak, parlamentoya yansımasını sağlamıştır. Süreç içerisinde RP, %22
civarında rey alarak meclise birinci parti olarak girmiş ve Refahyol Hükümetini
kurmuştur. Refahyol Hükümetinin kısa zamanda başarı kazanması, ekonomiyi belli
boyutları ile rayına oturtması, D-8’leri kurması, sanayileşmeye ağırlık
vermesi, “İslâm Birliğinin” temellerini atmaya çalışması, ABD’den ve Batı’dan
bağımsız politikalar üretmesi, O’nun iktidardan gönderilmesi için yeterli
sebepti.
“ABD, ne Refah Partisini istiyordu ne de darbeyi”. O
günkü uluslararası konjonktür ve Ortadoğu gerçeği, Türkiye’de gelişmekte ve
yaygınlaşmakta olan halkın Müslümanlaşması olgusunu, darbeyle
çözmeye uygun değildi. ABD’nin asıl korkusu RP değildi; ‘İslâmi siyasetin
aşırılaşma ihtimali idi’. Çünkü halk, İslâm’ı bir kurtarıcı olarak görmeye
başlamıştı. ABD açısından öncelikli hedef, bu psikolojik üstünlük idi
ve bu yok edilmeliydi. Nitekim, Amerikan Kongresi’nin Ortadoğu masası
şefi Carol Migdalovitz tarafından kaleme alınan ‘Toparlanamayan
Türkiye’nin Politik Krizi’ adlı raporda konumuzla ilgili önemli bazı
bilgiler yer almaktaydı:
“Amerika, belki şu anda Refah hükümetinin düşmesini istiyor.
Ama Amerika şunu da görüyor: Refah daha da güçlenmektedir. Bu durum,
Türkiye’nin uzun vadeli istikrarını ve demokrasisini etkileyebilir... ABD
Refah’ı istemiyor, Refah’ın uzaklaştırılmasını istiyor... Refah zorla
uzaklaştırılırsa, İslâmî siyaset aşırılaşabilir... Bu seçim sistemi ile,
Refah ilk seçimde %21 ile %30 arasında oy alır...Türkiye’nin bu kaostan çıkması
için ya seçim sistemi değiştirilmeli ya da başkanlık sistemine geçilmelidir.”[2]
28 Şubat Postmodern darbe sürecinde İslâm’ı bir kurtarıcı
olarak görmeye başlamış olan bir halkın, zihninde meydana gelen bu olgunun yok
edilmesi gerekirdi. Darbe sürecinde başlatılıp yaygınlaştırılan “Tarikatlar”
üzerinden psikolojik savaşa bu açıdan bakılması gerekmektedir.
Bugün, 15 Temmuz askeri darbe girişiminde Gülen Hareketinin
taşeron olarak kullanılmasındaki asıl amaç, yükselen ve yaygınlaşan İslâm’ın,
tıpkı 28 Şubat Postmodern darbesinde olduğu gibi, önünün kesilmesidir. Dün
olduğu gibi bugün de benzer amaçlı bir psikolojik harekât, yürütülmektedir.
Öyleyse Psikolojik savaş nedir?
Psikolojik Savaşın Mahiyeti: İhtilaflar
Çıkarma ve Bölme/Parçalama Taktikleri
Psikolojik savaş, değer sistemleri, ülkeler, milletler
arasındaki mücadelede kullanılan bir mücadele şeklidir. İnsanlık tarihinin
başlangıcından itibaren kullanılmış olmasına rağmen, sistemleştirilmesi, çok
etkin hale gelmesi, 20. asırda olmuştur. Psikolojik savaş, “Askerî silah
ve askerî harekât dışında mütalâa edilebilecek olan bütün araçların ve eylem
şekillerinin kullanılmasıyla yürütülen bir savaş şekli”[3] olarak
tanımlanmaktadır.
Psikolojik savaş, zihinler arası bir savaş olup, zihin,
taktik hedef olarak gösterilmektedir. Amaç, zihinleri, yıpratarak insanların
karar verme mekanizmasını dumura uğratmaktır. Psikolojik savaşın hedefi, karar
verici merkezlere veya güçlere karşı, bir ülke halkının veya bir grubun
direncini kırmak; onu, kaosa sürükleyerek kararsızlığa itmek, sonuçta suçlu
psikolojisine sokarak teslim olmasını sağlamaktır. Suçlu olduğunu kabullenen
fert, grup, cemaat veya toplumun, yeniden eğitilerek mevcut otoriteye itaatinin
sağlanması temel hedeftir. Bu savaşta muhataplar, suçlanarak hareket edemez
hale getirilir, teslim alınır ve eğitilerek sisteme, otoriteye bağlı hale
getirilir ya da tamamen tasfiye edilir.
Psikolojik savaşın başarılı yürütülebilmesinin en temel
unsurlarından biri; savaşı yürüten merkezin, psikolojik savaş açacağı grup,
cemaat veya topluma, değişik teşkilât, yapı veya fertler aracılığıyla
sızmasıdır. Sızma işlemi, yıllar öncesinden başlar; hedefteki şahıs veya örgüt,
istenen konuma getirilinceye kadar, sabırla beklenir: Gülen Hareketi
Örneği.
Psikolojik savaşı yürüten merkez, örümcek gibi ağlarını
örer, ilmikler, düğümler atar. Mekanizma tamamlandıktan sonra, gerçek
dava sahiplerinin hem önünü kesmek hem de yıpratmak için bu sahte
örgütlere ve şahıslara, “dolambaçlı harp taktiği” uygulayarak
saldırmaya başlar. Böylelikle yavaş yavaş meşhur edilirler. Öngörülen amaç
gerçekleştiği andan itibaren yoğun bir saldırı başlatılarak, bu işbirlikçi
teşkilât/cemaat içinde ihtilaflar meydana getirilerek bölme, parçalama
ve yok etme işlemi gerçekleştirilmek istenir.
Bu operasyonlarla, bazen arzu edilen şahıs liderliğe
yükseltilebilir. Bazen de, kamuoyunda arzu edilen stratejik hedef ele
geçirilmiş ise, hiçbir şey yokmuş gibi suskunluk tercih edilir ve işler bir
başka bahara ertelenir. Bazen kullanılan şahıs veya örgütler, kullanan irade
için tehlike arz etmeye başlamışsa ya da daha büyük bir hedefin elde
edilmesinde faydası olacaksa, kızağa çekilmeleri, ortadan kaldırılmaları,
temizlenmeleri de söz konusu olabilir.
Size rağmen, sizin adınıza, sizi parçalamak veya sizi yok
etmek için, örgüt kurmak ve örgütlemek, psikolojik savaşın mantığıdır. ABD’de
yaşayan Talat Halman’ın (Kendisinin mi yoksa ABD’nin görüşü mü olduğunu
bilemediğimiz) yazısında bu mantığı görebilmekteyiz: “Hükümetin(Refahyol)
akıbeti ne olursa olsun, RP’nin bir parti olarak bölünmesi, daha iyisi,
parçalanması, ülkemizin siyasal geleceği için hayırlı uğurlu olacaktır. RP’de
yakın gelecekte çatlamalar, kopmalar olması beklenebilir. Refah bölünmezse
bile, yeni din partileri kurulması mümkündür. Düşünün, Refah’tan üç parti
doğarsa bundan sonraki seçimlerde hiçbiri barajı aşamayabilir. ya da yepyeni
bir din partisi kurulursa, RP ve yeni parti, belki küçük partiler olurlar
TBMM’de. milletçe okuyalım, üfleyelim de birleşik din cephesi delinsin,
bölünsün, parçalansın. Demokrasi denememizin hayırlı bir gelişme göstermesi,
Refah’ın zayıflamasıyla, din partisine giden oyların bölünmesiyle olacaktır.
Öteki Partiler akıllarını başlarına toplamadıkları için, tek çıkar yolumuz bu
olsa gerekir”[4]
Bu yazıda, Talat Halman iki öneride bulunuyor; ya “RP’yi
bölün”, ya da “yeni dini partiler kurun.” Nur Cemaatinin bir kolunun yöneticisi
olan Mehmet Kutlular’ın, kendisine 12 Eylül generallerinin yaptıkları
teklifler ve arkadan gerçekleştirdikleri operasyonlar üzerine yaptığı aşağıdaki
açıklama, gerçekten hem düşündürücü hem de ibret vericidir:
“Devlet bir grupla anlaşır, ona devlet ideolojisi
istikametinde neşriyat yaptırıp, daha sonra “bu kadar da fazla taviz verilir
mi”? tartışması başlatılıp onu ikiye de böler.”[5]
Psikolojik Savaş, Diplomasi ve Askeri Mücadele
Psikolojik savaş, tek başına bir işe yaramaz; genel olarak,
diplomatik ve askeri faaliyetlerle birlikte kullanılır.[6] Türkiye’de
her ihtilalden önce yoğun bir psikolojik savaş ortamı yaşanması, yığınla cinayet
işlenmesi, sabotaj ve bombalama eylemlerinin olması, kitle hareketlerinin
yoğunluk kazanması, bu anlayışın ürünüdür. “Halk, rahat duruyorsa
mesele yoktur, kıpırdamaya başladı ise aldatılmayı hak etti demektir...”[7] “Halk
bu operasyonlarla ıslah edilir, uysallaştırılır ve sindirilir.”[8]
Psikolojik savaşta, “aşırı hırs”, “asilik”, “şımarıklık”,
“korku duygusu” çok kullanılan temel yardımcı eğilimlerdir. Bu
eğilimler kullanılarak örgütlenme, cephe hareketi ve yıpratma hareketi
yürütülür. Psikolojik savaşta, açık, gizli, yarı gizli olacak şekilde
propaganda yapılır. Psikolojik savaş, hemen hemen bulanık
propaganda ağırlıklıdır; kaynağı açık değildir. “belgeler
var”, “iddialar var”, “duyumlar var” “halk arasında söylentiler
var” şeklindeki değerlendirmeler, psikolojik savaşta çok sık
kullanılan ifadelerdir.
ABD’nin 2006 yılında benimsediği ve servise soktuğu ‘akıllı
güç stratejisi’ ve ‘model ortaklık’ tezleri, Komünist lider Kruşcev’in ‘Barış
içinde Birlikte yaşama’ politikasının, farklı ifade edilmiş şeklinden başka bir
şey değildi. Sonuç, İslâm coğrafyasının kan gölüne dönmesi olmuştur.
Psikolojik Savaşta Kavram Yozlaştırılması
Psikolojik savaş, muhatabın zihni üzerine yoğunlaşmış,
iradesini çözmeye, suçlu olduğuna inandırmaya ve teslim almaya dönük bir savaş
olarak, muhatabın teslim alınıp eğitilmesi ve mevcut sisteme kazandırılmasını
hedefler. O açıdan bir ideoloji veya bir sisteme karşı mücadele veren
insanların, uğrunda mücadele verdikleri düşünce ve fikirlerin gözden
düşürülmesi gerekir. Fikri temsil eden şahısların yıpratılması önceliklidir. Bu
amaçla, diğer psikolojik savaş faaliyetlerinin yanı sıra, o inanç veya düşünce
sistemindeki temel kavramların anlamları çarpıtılır.[9]
Kavramların yıpratılması, gözden düşürülmesi, çarpıtılması
değişik şekillerde yapılabilir. Birincisi; kavramlar, özel sıfatlarla
nitelendirilerek korkutucu, ürkütücü bir görüntüye sokulur. İslâm’a “ortaçağ
düşüncesi”, “çöl kanunu”, “gerici düşünce”, “çağdışı düşünce”, “irtica” ; Müslümanlara, “gerici”,
“yobaz”, “çağdışı”, “bedevi”, “din sömürücüsü hoca”, “büyücü hoca”,
“cinci hoca” denmesinin sebebi budur. Kavramların içinde aşağılama ve
suçlu ilân etme ifadeleri bulunur.
Ancak mevcut sistemin kirlenmesi, toplumun maddi ve
özellikle manevi ihtiyaçlarına cevap verememesi; halkın İslâm’a daha istekli,
daha şuurlu bir şekilde yönelmesine neden olur. İşte böyle dönemlerde, önceden
toptan reddedip, karalanan kavramlara, başka anlamlar verilerek sahip çıkmaya
başlanır. Bu da, kavramları yozlaştırmanın ikinci şeklidir: “Onlar,
kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar.”(5 Maide 13).
İşte böyle dönemlerde psikolojik savaş uzmanları, “Biz de
Müslüman’ız” “Herkes Müslüman” deyip müminlere, “radikaller/fundamentalistler”
diyerek saldırı başlatırlar. Bu tavırlarıyla, kendi düşünce ve değer sistemini
koruyarak, İslâm’ın üzerine yeni bir elbise giydirmek isterler. Allah’ın helâl
dediğine haram, haram dediğine helâl diyerek “Yeni Müslümanlığı” inşa etmeye
çalışırlar(9/Tövbe 31). Hz. Peygamber’in, Tövbe 31 ile ilgili “Onların
rahipleri ve bilginleri, helâli haram, haramı da helâl kılıyor, halk da onlara
uyuyordu. İşte halkın din adamlarına ve bilginlerine ibadeti budur.”[10] demiş
olmasının sebebi budur. Allah, Kur’an-ı Kerim’de, “Hakkı batılın yerine
geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2 Bakara 42) diyerek
müminleri, bu tehlikeye karşı uyarmaktadır.
Psikolojik Savaş, Liderler ve Din Adamları
Yürütülen psikolojik savaşta özü alınmış, anlam alanları
saptırılmış dinî anahtar kavramların, Müslüman halk tarafından ilgiyle
karşılanabilmesi, benimsenebilmesi için Müslüman camia içinden bazı siyasi
lider, din adamı/ cemaat liderlerinin desteğine ihtiyaç vardır. “Psikolojik
savunmada dinin önemli rolü, hürriyet, demokrasi ve laiklik çerçevesi içinde
ortaya konur. Bu konudaki psikolojik savunma plânlamaları yapılırken, laikliğe
aykırı bulunan aşırı sol ve aşırı sağa karşı aynı hassasiyette uygulanacak tedbirlere
önem verilir. Yine bu konudaki psikolojik savunma
faaliyetleri sırasında, aşırı solun dinsizliği ve Allahsızlığı mecburi kılan
mahiyeti, teokratik özlemlerin dikta ve baskı muhtevası üzerinde durulur. Bu
uyarıların halk kitleleri üzerinde gerekli uyarıcı sonuçları yoğun olarak
meydana getirmesi için, bilhassa din alanında görev sahiplerinin uyarıcılığı
planlanır.
Psikolojik savaş ideolojilerine karşı, hangi mezhep ve
hangi felsefi kanaatten olursa olsun bütün vatandaşların millî birlik halinde
tepki gösterebilmeleri için, “Psikolojik savaş-din mücadelesi” yerine
“Psikolojik savaş-laiklik mücadelesi” bir psikolojik savunma prensibi olarak
seçilir.”[11]
Bu yaklaşım, 28 Şubat sürecinde en çarpıcı bir şekilde üç
eksen üzerinden uygulanmıştır:
- Eksen:
Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz üzerinden yürütülen, tarikat ve din
adamlarını itibarsızlaştırma operasyonu,
- Eksen:
Özellikle 12 Eylül Darbesinden bu yana yükseltilip el üstünde tutulan
Fethullah Gülen üzerinden dinî kavramların içinin boşaltılması ve anlam
alanlarının çarpıtılması operasyonu,
- Eksen:
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Kur’an’daki ayetleri tasnifi ve
bu konuda Gülen ile ittifakı.
İlk üç isim, görünürde Millî Görüş Hareketini yıpratmak; ama
asıl hedef olarak İslâm’ı itibarsızlaştırmak amaçlı yürütülen psikolojik
savaşta piyon olarak kullanılmışlardır. Her üç isim, daha önce içinde
bulundukları tarikat ya da cemaatlerin içinde liderliğe yükseltilmek istenmiş;
fakat başarılı olunamayınca değişik yollarla meşhur edilip kendilerine özgü
yapılara kurdurularak halkın önüne çıkarılmışlardır.
Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz, 28 Şubat Postmodern
darbesinin en pis ve kirli yüzüdür. Bunlar, hem dindarları hem de İslâm’ı
yıpratmak için ellerinden tutulup yükseltilen ve meşhur edilen piyonlar olup
kullanılma zamanları, 28 Şubat sürecidir. Bu kirli insanların her türlü
pislikleri, pazara dökülmüş ve onlar üzerinden Müslümanların imajının
yıpratılması, psikolojik savaşın ruhuna uygun bir şekilde gerçekleştirilmek
istenmiştir.
Postmodern Darbe Sürecinde İslâmî Kavramların
Çarpıtılması
Süleyman Demirel, 40 yıllık siyasi hayatında, Kur’an
kursları ve imam hatipleri açan, cemaatlerle milletvekili düzeyinde ilişki
geliştiren bir siyasi liderdi. Özellikle 12 Eylül sonrasında İslâmi kavramları
yoğun bir şekilde kullanmıştır. 1964-1980 arası dönemde “irtica” ithamlarına
yoğun bir şekilde muhatap olmuştur.[12]
Bütün bunları yaşamış olan bir insanın, 28 Şubat MGK
kararlarını imzalamış olması anlamlı ve düşündürücüdür. On sekiz maddenin
birçoğunda tehlike olarak ifade edilen konular, onun zamanından intikal
etmiştir. O zaman tehlike olarak kabul etmediğini, 28 Şubat sürecinde
tehlike olarak kabul etmiştir. Bunun bir izah tarzı olmalıydı ve bu izah
da, gerek ATV’nin Siyaset Meydanı’ndaki cumhurbaşkanı ile yapılan özel
programda, gerekse Kanal D’deki Durum programında yapılmıştır:
Süleyman Demirel, o gün özetle şunları söylüyordu: “Bugün
Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır. Müslümanlığın gereklerini rahatlıkla yerine
getirmektedir. Bundan daha fazlasını, Şeriat’ı isteyen vatandaşıma
sorarım: ‘Sen daha ne istiyorsun?’
Onun istediği şudur: Kur’an-ı Kerim’de 6665 ayet vardır.
Bunların 230 ayeti, ahkâma ilişkindir; hayatın tanzimine ilişkindir. Geri kalan
6435 ayet ise imana, ahlaka, ibadete ilişkindir.
6435 ayeti benim vatandaşım rahatlıkla uygulamaktadır. Buna
kimse mani olmamaktadır. 230 ayete gelince, çağdaş hukukta bunların da
karşılıkları vardır; fakat farklıdır. İşte Şeriat isteyen, bu 230 ayetin de
uygulanmasını istemektedir.
Bu 230 ayeti de uygulayamayız. Çünkü Atatürk bizden
çağdaş medeniyet seviyesine çıkmamızı istemiştir. Çağdaş medeniyet seviyesine
bunları uygulayarak çıkamayız. Çünkü dinin özünde durağanlık vardır. Değişen
dünyada durağan kurallarla gelişmeyi, yapamazsınız. Yüz yıl önceki hukuk,
şeriat hukukuydu; buna tekrar geri dönüş olamaz.
İşte irtica, yüz yıl öncenin hukukuna, Şeriat hukukuna
dönmedir.
İrtica, dinin istismarıdır. Şeriat hukuku, Kur’an-ı
Kerim’deki günlük hayatı, dünyayı düzenleyen hükümlerin uygulamasıdır. İrtica
ise, çağdaş hukuku reddedip Şeriat hukukunu geri getirmektir.
Osmanlı İmparatorluğu, Şeriat hukukunu uyguluyordu.
-Akif’ten bir şiir okuyarak- Batı karşısında geri kalmıştı. Bunun için
cumhuriyet, din-devlet ayırımı olan laikliği getirmiştir. İrtica, cumhuriyet
kurulduğundan beri bir tehdittir. Mevcut cumhuriyet kanunları bunu engelleyecek
boyuttadır.
28 Şubat MGK’da hükümete söylenen, bu kanunları öncelikle
uygulayındır. Bu hükümet bu kanunları uygulamazsa başkası gelip uygular.
Hükümet değişmezse ve kanunlar uygulanmazsa her taraftan ses çıkar.”
Süleyman Demirel bu konuşması ile(konumuzu ilgilendiren
kısmı), dini parçalamış, Kur’an’ı parçalamış(15 Hicr 90-93; 2 Bakara 85),
Allah’a bilgisizlik “izafe etmiş” ve irtica kavramına yeni bir anlam
kazandırmıştır.
28 Şubat Sürecinde Gülen’in İslâmî Kavramları Çarpıtması
28 Şubat Postmodern darbe sürecinde çizilen stratejide ve
yürütülen psikolojik savaşta Gülen, bütün kanallar kendisine açılarak çok daha
tehlikeli ve tahrip edici olarak kullanılmış, birçok İslâmî temel kavramın
içini boşaltacak şekilde konuşarak İslâmî camiada çok ciddi zihinsel kirlenmeye
ve bölünmeye sebebiyet vermiş; Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Kur’an
ayetleri ile ilgili yaptığı yukarıdaki açıklamalara tam destek vermiştir.
Bu bağlamda 28 Şubat Darbe Sürecinde Yalçın Doğan’ın, Fethullah Gülen ile
Kanal D’de yaptığı özel bir programdaki konuşmayı, konumuz açısından
irdelemekte yarar vardır. Fethullah Gülen’in söz konusu konuşması; “mevcut
hükümetin bittiği”, “beceriksiz olduğu” ve “çekilmesi gerektiği” olgusunu,
inşa etmeye ve daha geniş halk kesimlerine kabul ettirmeye dönüktür. Fethullah
Gülen’in konuşmasında “din”, “İslâm”, “Şeriat”, “Laiklik”, “uzlaşma”, “rejim
tehlike altında” gibi kavramlar üzerinde durmuş; Din,
İslâm, Şeriat kavramlarının anlam alanlarını son derece daraltmıştır.
Kur’an ayetlerinin, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel
gibi “%95’inin imana, ahlâka, ibadete; %5’inin de dünyayı tanzime,
ahkâma ilişkin” olduğunu bir olgu olarak tespit ediyor; sonra da “halkın
bu %95’i yaşadığı; fakat farkında olmadığını, %5’inin de halkı değil,
yöneticileri ilgilendirdiğini” söylüyordu. Böylelikle Müslümanları
kavramsal bir kaosa sürükleyerek, hem dini hem de Kitabı parçalayarak(15 Hicr
90-93; 2 Bakara 85) 28 Şubat Postmodern darbe sürecinde yürütülen psikolojik
savaşa “çağın müçtehidi”(!), “aydın, ilerici din adamı”(!) olarak
meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu.
Din’i, %95’lik ayetler grubuna dayandırınca, Kitap
parçalanınca, mevcut sistemin ilkelerine uymayan ayetlerin devre dışı
bırakılmasına fetva verilince, Kur’an’ın ve Sünnetin tanımladığının dışında
“Yeni Bir İslâm dini” ortaya çıkarılmak istenmiştir. Muhtemelen bu yeni
din, Fethullah Gülen tarafından ortaya atılan “Türk Müslümanlığı”/“Türkiye
Müslümanlığı”/”Anadolu Müslümanlığı” olsa gerekir.
kavmî hasletleri öne çıkaran, İslâm düşüncesini kavmiyetçi,
yöresel anlayışlara veya yorumlara indirgeyen, devletin bir Truva Atı olarak
hem Türkî Cumhuriyetlerde hem de Türkiye’de kullandığı, “Türk
Müslümanlığı”/“Türkiye Müslümanlığı” Kavramı, Bir Gülen/FETÖ İcadıdır.
Fethullah Gülen, laiklik, sekülarizm, inanç, düşünce, fikir
hürriyetini konuşmalarında birbirine karıştırmış; laikliği dini gerekçelerle
meşrulaştırmaya çalışmıştır. Gülen, “Dinin politize
edilmesi”, “Dinin siyasallaştırılması”ndan sürekli bahsetmiş; fakat bunun ne
olduğunu bir türlü açıklamamıştır. Millî Görüş hareketini, “Dinî,
siyasî çıkarlarına” alet etmekle itham etmiştir. Konuşmasında yol
boyu, “tahrik”, “uzlaşma”, “rejim tehlike altında” kavramlarını
çok sık kullanmış ve “Generallerin içtihadına, içtihatlarının
masumluğuna ve yanlış bile olsa yaptıkları içtihatlardan sevap kazanacaklarına”
özel vurgu yaparak 28 Şubat postmodern darbesine dinî bir meşruiyet giydirmeye
çalışmıştır.
Aynı Gülen, Taksim Kadife darbe sürecine, hem konuşmaları
ile hem de kadroları ile tam destek vermiş ve “dershaneler savaşından”
sonra kadife darbe yönetiminin üçüncü halkasında çatı örgüt/taşeron örgüt olarak
yer almıştır. Şer İttifakı tarafından 15 Temmuz askeri darbe girişiminde Truva
atı olarak kullanılmış, onun üzerinden tüm dinî grup ve cemaatler yıpratılmış
ve yıpratılmaya da devam edilmektedir.
Bugünkü Sosyo-Psikolojik Savaşın Amaçları
Bugün hedefe konup saldırıya uğrayan Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan
Şenocak gibi hocaların ortak özelliği, konularına vâkıf olup belli bir duruş
ortaya koymaları ve günlük hayatta İslâm’a aykırı olan ya da Müslümanlara zarar
verecek konularla ilgili Kur’an ve Sünnet düzleminde “230 ayetin” ruhuna uygun
fetva vermiş, görüş belirtmiş olmaları ve de toplumda da itibar görmeleridir.
Bu hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaşın amaçlarını
aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.
- Hocaları
ve kanaat önderlerini yıpratmak, itibarsızlaştırmak, toplumdaki etkilerini
kırmak,
- Dindarları
yıpratmak ve itibarsızlaştırmak,
- Dinin
kapsam alanını daraltmak, dini, tarihsel bir olgu olarak kabul ettirmek,
dinin, günümüzün sorunlarına çare olamayacağı kanaatini oluşturmak,
- Tarihselcilere
ve Modernistlere fırsat vererek meşhur etmek,
- Dinî
camiaları bölerek çatıştırmak,
- Dini
grup ve cemaatleri itibarsızlaştırmak, tecrit etmek, yalnızlaştırmak ve
bölüp dağıtmak,
- Dinî
tartışmalarla halkı bıktırmak ve dinden soğutmak,
- Dini
eğitim ve öğretime yönelimi engellemek, durdurmak hatta kaçırmak,
- İslâmî
anlaşılmaz kılmak ve darbe vurmak,
- Müslüman
camia içerisinde güven bunalımı meydana getirip bireyselliği öne çıkarmak,
- Müslüman
camiayı psikolojik savaşın dişlisi yaparak tahribatın genişlemesini ve
derinleşmesini sağlamak,
- Laikliğe
felsefi bir zemin meydana getirebilmek için deizmi yaygınlaştırmak,
- Toplumda
gayrimemnun üreterek huzursuzluğu yaymak ve Kadife Darbe için bir
alt yapı, ortam hazırlamak.
Bu sürece katkıda bulunmamak için medyada/sosyal medyada yer
alan haberleri analiz etmeden, doğruluğunu araştırmadan olduğu gibi alıp
kullanmak yanlıştır ve tehlikelidir.
Psikolojik Savaş Ortamında Öncelikler
Öyleyse ne yapmalı? Psikolojik savaş ortamlarında ister
sevinç isterse kötü haber olsun ilk yapılacak şey, duyulan haberin
yaygınlaşmasına mani olup kontrol altına almaktır. Sonra, bu konuda birikimli,
yetenekli olan kişilerin, yapıların, birimlerin değerlendirmesine imkân vermek,
analiz yapıldıktan sonra kullanmak ya da kullanmamaktır. Bunun aksi bir
davranış, “Şeytana uymaktır”; Şer İttifakına hizmet etmektir. Bu sebeple
Kur’an-i Kerim’de Müslümanlar bazı özel ifadeler kullanılarak uyarılmaktadır:
“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler.
Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı,
onlardan sonuç-çıkarabilenler, onu bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki
fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.”( 4 Nisa
83) Ayette geçen “Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı,
azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz” ifadesi, çok ciddi bir uyarıdır.
İnkâr edenler, münafıklar, müfsitler, müşrikler ve zalimler, genel olarak gerek
iman edenlere ve gerekse birbirlerine karşı yürüttükleri mücadelede hiçbir
ahlâkî ölçü tanımazlar. En ahlâksız konuları kullanmayı, insanların mahrem
hayatına girmeyi, insanları iftira ve komploları ile tasfiye etmeyi, küçük
düşürmeyi, toplumları ifsat etmek için çirkin hayâsızlıkların işlenmesini ve
yayılmasını bir yol, yöntem hatta bir hayat tarzı olarak benimsemişlerdir.
Bunu, Hz. Ayşe’ye atılan zina iftirasında (ifk olayı) çok açık bir şekilde
görebilmekteyiz.
Tarihe İfk hadisesi olarak geçen ve Kur’an’da özel olarak yer alan olay,
birlikte hareket eden “münafık bir grubun”, Hz. Peygamberin Hanımı Hz. Ayşe’yi
zina yapmakla itham edip psikolojik bir hareket yürütmüşler ve Müslümanları
adeta bir kaosun içerisine sürüklemişlerdir: “Doğrusu, uydurulmuş bir
yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu
kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır…”(24 Nur 11)
Ayetin başlangıcı organize bir ekibin varlığına ve bu yapının iftirayı uydurup
yaygınlaştırdığına dikkat çekmektedir. Bunlar, İblisin yolundan gitmenin
gereğini yapmaktadırlar. Nitekim Maide Suresi 41. ve 42. ayetlerinde de böyle
bir topluluğun varlığına dikkat çekilmektedir: “Ey Peygamber, kalpleri
inanmadığı halde ağızlarıyla «İnandık!» diyenlerle Yahudilerden küfür içinde
çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen
diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar) dır. Onlar, kelimeleri
yerlerine konulduktan sonra saptırırlar…” (5 Maide 41) “Onlar, yalana kulak
tutanlardır, haram yiyicilerdir…”(5 Maide 42)
Maide 41’de konumuz açısından dikkat çekilen bir nokta da,
bu organize kesimin, kelimeler, cümleler üzerinden tahrifat yaparak, metnin ana
anlamını değiştirmeleridir. Bugün Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız ve İhsan
Şenocak ile ilgili yapılan tam da budur.
Allah; böyle bir müfteri topluluğun varlığının, müminleri
devamlı uyanık diri tutması açısından, “şer” değil “hayır” olduğunu ifade
etmektedir. Sıkıntı, münafık bir topluluğun/Şer Güçlerin iftira uydurup yaymaya
çalışması değil; münafıkların uydurduğu böyle bir yalanı, iman edenlerin
sorumluluk duymadan, tahkik etmeden alıp kullanması ve yaygınlaştırmasıdır:
“Onu işittiğiniz zaman, erkek müminler ile kadın müminlerin
kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş bir
iftiradır.” demeleri gerekmez miydi?” (24 Nur 12) “Ona karşı dört şahitle
gelmeleri gerekmez miydi?” (24 Nur 13)
Bu iki ayette, bu tür vakalarda Allah, iman edenlere şöyle
bir yol göstermektedir: 1- “Hayırlı zanda bulunup” “bu bir iftiradır deyin”, 2-
“Şahit isteyin.” Hz. Peygamberin(s.) sağlığında, kendisinin hanımına
böyle bir iftira atılması karşısında Sahabe neslinin bir kesimi, bu iftirayı
alıp yaygınlaştırarak Müslüman camia içerisinde çok büyük bir kaosa sebebiyet
vermişlerdir. Yekvücut davranamamış, Hz. Peygambere gerektiği gibi yardımcı
olamamışlardır. “Hakkında bilgileri olmayan şeyi ağızlarıyla söylediklerinden”
dolayı Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmışlardır(24 Nur 15). Oysa
ilk yapmaları gereken şey, haberi yaygınlaştırmadan susmak ve “iftira olduğunu”
söylemektir(24 Nur 16).
Hz. Peygamber(s.) hayatta iken bizzat Peygamber’in başına
böyle bir olayın gelmiş olmasının gelecek nesiller açısından ayrı bir önemi
vardır. Hz. Peygamber’e (s.) böyle bir tuzak kurulabiliyorsa; bugün de herkese,
özellikle yöneticilere, liderlere, şeyhlere, hocalara benzer tuzaklar
kurulabilir. Dolayısıyla Allah bu tür olaylarla, hem sahabe neslini hem de
gelecek nesilleri eğitmekte ve gelecek nesillerin bu tür durumlarda nasıl
davranmaları gerektiği konusunda iman edenlere öğüt vermektedir(24 Nur 17, 18).
Toplumun ahlâkını,
dayanışmasını bozacak, güvenini sarsacak her şeyin, toplum içerisinde
yaygınlaştırılması, yaygınlaştırılmak istenmesi, ciddi bir suç olup gerektiği
şekilde cezalandırılacağı ve bu tür davranışları yapanların “Şeytanın
adımlarını izlediği”, “Şeytanın yolundan gittiği” ve bedelini Ahirette mutlaka
ödeyeceği, şahitliği de, “kendi dilleri, elleri ve ayakları”nın yapacağı ifade
edilmektedir (24 Nur 19-25).
Haberle ilgili ayet olan Nisa 83’te geçen ‘Allah'ın
üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı’ ifadesi, haberle ilgili olan
Nur 10-25 ayetleri arasında tam dört kez (Nur 10, 14, 20, 21) farklı
eklemelerle geçmektedir. Bu sert uyarının haberle ilgili tekrarlanmış olması,
bir taraftan haberlerin kullanılmasında gereken hassasiyetin gösterilmesinin
önemini belirtirken; diğer taraftan da bu konuda Müslümanların zaaf sahibi
olduklarını de ifade etmiş olmaktadır.
Müminler, Her Zaman Haberleri Tahkik Etmek
Zorundadır
Duyulan haber konusunda ilk yapılması gereken, haberin kontrol altına alınıp
yaygınlaşmasının engellenmesi ve ilgili mercilere ulaştırılarak değerlendirilmesinin
sağlanmasıdır. İkinci yapılması gereken ise, haberin kaynağının ve
doğruluğunun tahkik edilmesidir. Nisa 83. ayeti, haberin
yaygınlaştırılmayıp kontrol altına alınmasına dikkat çekerken, Nur 11. ve Maide
41-42. Ayetleri de, haberin kaynağına dikkat çekmektedir.
Günümüzde yürütülen psikolojik savaşta, son derece karmaşık
haberler yaymak suretiyle muhatabın düşünme mekanizması, dumura uğratılmak
istenmektedir. Bu hale getirilebilen fert, sunulan her şeyi doğru olarak kabul
etmektedir. Bu ise Müslüman camia içerisinde büyük bir tahribata sebebiyet
vermektedir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, Müslümanları uyararak haberleri tahkik
etmelerini istemektedir: “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle
gelirse, onu 'etraflıca araştırın.' Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte
bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”( 49 Hucurat 6)
Haberlerin tahkik edilmesi konusunda dikkat çekici
olan nokta, Kur’an-i Kerim’in bu konuyu Hz. Süleyman’la “Hüdhüd kuşu” arasında
geçen bir olayda da dile getirmiş olmasıdır ( 27 Neml 20-29). Hz. Süleyman,
ordusuyla sefere çıkarken “Hüdhüd kuşunun” ortada gözükmemesini, emre
itaatsizlik ve disiplinsizlik olarak değerlendirip cezalandıracağını söyler.
Bir müddet sonra Hüdhüd kuşu ortaya çıkıp Hz. Süleyman’a Saba Melikesi
Belkis’ten haber getirdiğini söylediğinde; Hz. Süleyman getirilen haberin
doğruluğunu tahkik etmeden bilgiyi kullanmaz(27Neml 27-28).
Bu olaydan çıkarılabilecek bir başka ders, suç işleyenlerin,
başarısız olanların ya da kendisini çok başarılı göstermek isteyenlerin yanlış
ve yalan bilgi verebilecekleri olgusudur. Hz. Süleyman’ın, “Durup bekleyeceğiz,
doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” demiş olmasının sebebi bu
olabilir.
Olayları ele alıp değerlendirirken, yorumlarken Hz. Davud’la
ilgili “iki davacı kardeş kıssası” referans alınmalıdır(38 Sad 21-26). Hz.
Davud, sadece tek koyun sahibini dinlemiş; 99 koyun sahibini dinlemeden
karar vermiştir (38 Sad 24). Davalıyı dinleyip de davacıyı dinlemeden karar
veren Hz. Davud, Allah tarafından çok sert bir şekilde uyarılmış, insanlar
arasında hak ile hükmetmesi istenmiştir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife
yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra
bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap
gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır”(38 Sad 26)
Hz. Davud’a yapılan uyarıda, konumuz açısından en can alıcı
nokta, hak ve adaletin tüm insanlar için geçerli olduğudur. Bu insanlar, hangi
dinden, hangi mezhepten, hangi partiden, hangi tarikattan, hangi cemaatten,
hangi vakıf ya da STK’dan olursa olsun fark etmez; mutlaka hak ve adaletin
gereği yapılmalıdır.
Bugün Müslüman camia içerisinde bir kişi, yanındaki
arkadaşına, her ikisinin de tanıdığı hatta samimi olduğu üçüncü bir
şahıs/arkadaşı hakkında “o, şöyle şöyle söyledi”, “şöyle şöyle yaptı”, “şöyle
şöyle yazdı” tarzında bir şeyler söylüyor, bazı iddialarda bulunuyor. Bu
sözleri dinleyen, söylenenleri tahkik etmeden alıp kullanıyor. Oysa yapması
gereken, 1- Hayırlı zanda bulunmak, 2- Şahit ya da belge istemek, 3-
Yüzleştirmek, 4-İddiaları araştırıp tahkik etmek, olmalıdır.
Bu nedenle bu tür iddialar karşısında şu noktaların
sorgulanması gerekir:
1. Bazı Medya tarafından sunulan yazılar/konuşmalar,
gerçekten ismi geçen şahıslara mı aittir?
2. Bu yazı/ya da konuşmalar, aslına uygun olarak verilmiş
midir?
3.- Bunlar, aslına uygun bir şekilde verilmemiş ise asılları
nasıldır?
4.- Konuşmaları/yazılar, tahrif edilerek verilmiş ise
bundaki amaç nedir?
5. Bunun sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz askeri darbe
girişimi ya da “İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi” ile bir ilgisi alâkası var
mıdır? Şer İttifakının stratejisinde nereye tekabül edebilir? Ya da Şer
ittifakı bundan nasıl yararlanmak isteyebilir?
Müminler Zan ile Hareket Etmemelidir
Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve 2. Sevr projelerinin
uygulanmak istendiği bir zamanda, müminler etnik, mezhepsel, tarikatsal,
cemaatsel ve hareket olarak parçalanmak ve birbirine düşürülerek, birbirine
kırdırılarak tasfiye edilmek istenmektedir. Geçmişte birçok cemaat, yapı, kurum
ve kuruluş birbirine düşürülmüş ve araya kan davası sokulmuştur. Birçok yapı,
cemaat ve siyası parti bölünmüş ve kamuoyu indinde itibarları zedelenmiştir.
Psikolojik savaş kesintisiz bir mücadele şekli olup,
günümüzde ileri teknoloji kullanılarak (televizyon, internet, sosyal medya vb.)
yürütülmektedir. Toplum, yoğun bir bilgi bombardımanına tâbi tutulmaktadır.
Genel olarak topluma sunulan 100 bilgiden 99’u doğru, bir tanesi yanlıştır. 99
doğru bilgi, yanlış olan tek bilginin, toplum tarafından ya da muhataplar
tarafından doğru kabul edilip kullanılması için sunulmaktadır.
O nedenle müminler, 21. asır haçlı seferlerinde kullanılan,
yüksek dozajlı psikolojik savaşa karşı çok duyarlı olmalıdırlar (3 Âl-i
İmran 118-120; 4 Nisa 83). Çünkü Mümin olmak demek, duyarlı olmak, tüm
davranışlarını Kur’an ve Sünnetin belirlediği sınırlar içerisinde tutmak
demektir. Allah’a ve Ahiret gününe iman edenler, bu iki ana kaynağın
kendilerine çizdiği istikamete uygun olarak davranırlar. Allah’ın haram
dediğine haram, helâl dediğine helâl, hak dediğine hak, batıl dediğine batıl
demek ve bunun gereğini hayatlarında yerine getirmek zorundadırlar.
İfk hadisesi ile müminlere yapılan tavsiye, benzer olaylar
karşısında öncelikle “hayırlı bir zanda” bulunup haberi bloke etmek olmalıdır.
Nitekim Allah, Hucurat 12’de Müminlerin “zandan çok kaçınmalarını”
emretmektedir: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı
günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın) .
Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz,
ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz.
Allah'tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, çok
esirgeyendir.” (49 Hucurat 12).
Hz. Peygamberin (s.) şu iki hadisinde dikkat çekilen
noktalar, bizim için ana, temel birer ilke mahiyetindedir: “7139-
Resulullah(s.): Biz mümin hakkında sadece hüsnü zanda bulunuruz.”[13] 3286
- "Resulullah(s.): "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en
yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekabet etmeyin, hasedleşmeyin,
birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları,
Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir.
Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.
Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter…”[14]
Gıybet, dedikodu, laf getirip götürme “şeytan işi
pisliklerden” olduğu için “ölü kardeşinin etini yemekle” eşdeğerdir. Genelde
Müslüman camia içerisinde özelde cemaatler, hareketler içerisinde bu tür
dedikodu mekanizmasının işletilmesi ve buna farkında olmadan katkıda
bulunulması, Müminin basiret ve feraseti ile bağdaşmaz. Böyle bir mekanizmanın
meydana gelmesi, Müslümanları üzmekte, işin bereketini kaçırmakta, güveni
yıkmakta ve dayanışma ruhunu bozmaktadır. Bu durum, “Şeytana tâbi olmak, onun
izinden gitmek” demektir (58 Mücadele 10).
Bir mümin, böyle bir ortama müsaade etmemeli ve de ortam
oluşturmamalı (58 Mücadele 8); her türlü haberi önce kontrol altına alıp
yaygınlaşmasını engellemeli, sonra da değerlendirmesini yapıp birlik ve
dayanışmayı sağlayacak şekilde gereğini yapmalıdır (58 Mücadele 9).
Unutmayalım; “Bâtıl, her zaman bâtıldır; asıl tehlike; onun hak suretinde
görünmesindedir.” (Bâki)
[1] Halman, T., 15
Haziran 1987, Milliyet.
[2] Donat, Y.,
“İşte Rapor”, Milliyet, 2.5.1997; “Darbesiz
Çözüm”, Milliyet, 3.5.1997.
[3] Korkut,
R., Psikolojik Savunma, Kent Matbaa, Ankara, 1975, s. 2-5.
[4] Halman, T.,
“RP’yi Bölmek”, 30. 4. 1997, Milliyet.
[5] Kutlular,
M., Artı Haber, 20-26 Aralık 1997.
[6] Korkut,
R., Psikolojik Savunma, Kent Matbaa, Ankara, 1975, s. 2-5. Megret,
M., Psikolojik Savaş, Varlık Yayınları, İstanbul, 1972, s.103.
[7] Chomsky,
N, ABD Terörü, Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, İstanbul,
1991, s.22-23.
[8] Can, B., “Halkı
Sindirme Operasyonları”, Umran, İstanbul 1996.
[9] Mevdudi, Kur’an’a
Göre Dört Terim, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1979, s. 23.
[10] Mevdudi, Kur’an’a
Göre Dört Terim, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1979, s. 23
[11] Korkut,
R., a.g.e. s. 90.
[12] Köprü, sayı:91,
1985,sayı:92, 1985, sayı:108, 1987. Köprü, “İşte Röportaj”,
1989, Temmuz.
[13] Kütüb-i
Sitte, Hadis No: 7139.
[14] Buhari, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder