30 Mart 2018 Cuma

Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaş-3: “ÇOCUK EVLİLİĞİ SUİİSTİMALDİR!” DİYEN NURETTİN YILDIZ HOCANIN LİNÇ EDİLME KAMPANYASININ AMACI NEDİR?

 (Milli Gazete)

GİRİŞ

Sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi sonrasında dine ve dindarlara karşı güvensizlik inşa etme, dinî hassasiyeti olan kesimleri yıpratma, birbiri ile savaştırma ve gayrimemnun sayısını artırarak yeni fay hatları inşa etme sürecine son hafta bir kişi daha eklenmiştir (eklemelerin devam ettirileceği kanaatindeyim): Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça. CHP İstanbul Milletvekili Dr. Ali Şeker tarafından Başbakan Yıldırım’a, Ağırakça’nın 2000 yılında Şamil İslâm Ansiklopedisi’ndeki yazılarından dolayı soru yöneltilmiş ve ardından medya ve sosyal medya üzerinden yıpratma kampanyası başlatılmıştır.

Bir tuzak kuruluyor!

Bu tuzak, sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nden bağımsız olarak düşünülmemeli ve de değerlendirilmemelidir.

Hedef, Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız, İhsan Şenocak veya Ahmet Ağırakça değildir. Hedef, topyekûn İslâm’dır, dindarlardır ve Türkiye’dir.

Bu yazıda, kurulan tezgâhın ve yürütülen psikolojik harekâtın mahiyetini daha iyi anlayabilmek için Nurettin Yıldız Hoca’nın “Çocuk Evliliği” ile ilgili yaptığı konuşmayı ele alıp değerlendireceğiz.

NURETTİN YILDIZ: “ÇOCUK EVLİLİĞİ SUİİSTİMALDİR!”

Nurettin Yıldız, kendisine sorulmuş sorulara verdiği cevapları, sosyal medya üzerinden paylaşmayı ve bu yolla tebliğ yapmayı bir metot olarak benimsemiştir. Bundan üç yıl önce, 12.01.2015 tarihinde “Çocuk Evliliği İstismardır” adlı yaptığı bir konuşma vardır.

Şu an dine ve dindarlara karşı yürütülen psikolojik savaşın boyutunu görebilmek ve gerekli değerlendirmeleri yapabilmek için bu videodaki konuşma metninin bütünü, aşağıda verilmektedir:

“Bir anne baba, 7-8 yaşında kızını 30-40 yaşında birisine hanım olarak hangi ana-baba şefkatiyle verebilir veya hangi aklı başında bir insan yedi yaşında bir çocukla yedi yaşında bir kızı evlendirebilir veya 10 yaşındaki bir çocuğa, 25 yaşındaki bir kız, kadın olarak verilebilir?

Böyle bir şey olur mu?

Şeriatımızın evliliğe yaş sınırı olmadan ruhsat vermesi, küçük çocukların da evliliğine izin vermesi veya velilerinin evlendirebileceğini söylemesi tavsiye niteliğinde değildir. Aksine kerahatle beraber izin verdiği bir şeydir. Bu hususta biraz önce dinlediğimiz gibi Kur’an’ın çok açık bir hükmü var, hadisi şerifler var. Ulemanın bu konuda ciddi ittifakı var, mezheplere göre farklı denecek bir durum yok.

Muasır ulemamız bu hususu farklı meclislerde tartışmışlardır. Muasırdan kasıt, son elli yıl içerisinde yazan, çizen ulemayı kastediyorum. Ciddi bir şekilde araştırıp çalışmışlar; dikkat çeken bir husus, bu asırda yaşayan ulema, bu asrın suiistimallerine dikkat ederek, evliliğe bir alt yaş sınırı getirmenin ciddi bir şekilde bir fitneyi, laçkalığı önleme olacağını düşünüp, ‘Uygundur, getirilebilir, bu şeriatın hükmünü değiştirmek değildir; bilakis çocukların heder edilmelerini, mal uğruna veya cinsel ihtiraslar uğruna heder edilmelerini engeller’ diye bir tedbir önerisinde bulunmuşlar… Buna bağlı olarak da halkı Müslüman olan ülkeler fetva aldık diye böyle bir genelge çıkarmışlardır.

Müslüman insanlar eğer 7-10 yaşında küçük çocuklarını zifaf odasına koyuyorlarsa, âlimler, devlet erbabı önce ana-babaların şefkat ve merhametlerinin nereye gittiğini araştıran bir kanun çıkarsınlar o zaman. Kendi doğurduğu çocuğu insan kurda yem eder de, 8 yaşında zifaf odasına nasıl koyar?

Şimdi buradaki bu hassasiyeti suiistimal ediyorsa Müslümanlar, babalar sırf 5-10 kuruş elde etmek için zengin bir damat, kayınpeder yahut da işte evde yeniden yüzümüz mal görsün biraz, para bizde kalsın gibi yani üç kuruşluk dünya menfaatine doğurduğu kızını feda ediyorsa anne ve babalar, Müslümanlar küçük yaşta çocuk evlenmesi caiz mi değil mi diye sormadan önce, bunlar ana-baba mı diye soru sormalıdırlar!

Önce halledilmesi gereken budur; çocuğunun üzerinden para kazanıyor olduktan sonra artık bu meseleleri konuşmaya gerek yoktur, bu iş bitti demektir.

Çocuğun üzerinden para kazanan bir anne-babadan her şey beklenebilir demektir.

Bunlar baba mı, bunlar ana mı? Bunların hepsi müşahede altına alınsın; zindanlara alınsın diye bir teklife de sıcak bakarız. Bu kadar evladına merhametsiz olan, evladının üzerinden servet kurmaya çalışanı, ‘Nasıl bir Müslüman olarak sen Müslümanların camisine geliyorsun?’ diye tenkit ederiz herhalde.

Buradaki açmaya çalıştığım farklı pencere inşallah anlaşılmıştır.

Bu yaşın küçük çocukluk denecek yaştaki evliliği açısından bu şekilde ele alınıyor. Bunun dışında baliğ olduktan sonra biyolojik, fiziksel eksiklik söz konusu değilse, her Müslüman delikanlı, her Müslüman kız evlilik namzetidir. Akşam aybaşı olabilir, sabaha evlenebilir.

Fizyolojik ve biyolojik eksiklik söz konusu olabilir mi?

Olur tabi; aybaşı olmuştur ama hâlâ otuz kilo geliyordur, bir deri bir kemik; bu falanca hastalıktan tedavi görüyordur; henüz tabak, çanak nedir bilmiyor. Abisinin bıyıkları var, kendisinin neden yok, bunu fark edemiyor. Yani biyolojik eksiklik, zekâ yetersizliği var, hayatı idrak edememek var; o vakit bu çocuk evlilik çağına gelmemiştir. Baliğ, baliğa olmuştur ama reşit değildir.

Elbette bu beklenilebilir ama çocuk on altı yaşındadır, evlenmek deyince yerinden fırlıyor hatta kaç çocuğu olacağını hesaplıyor, balayını nerede yapacağını hesaplıyor; ona da vakti gelmedi diyenin Allah aklını tamamlasın. Ona da öyle dua ederiz. Yani çocuk deliriyor ama babaya, anneye göre bebek hala! Baba-anne ne bekliyor o zaman; haram düşsün de haramdan çıkaralım diye bekliyor. Bu da yanlış.

Evliliği doğal ortamında yürütmemiz gerekiyor; bu doğal ortamı da kanun vs. gibi örften önce herkesin kendi fiziği, fizyolojisi, bedeni belirlemelidir. Beden beni evlendirin diye feryat ediyorsa bunu engelleyecek bir şey bulunmamalıdır.”(1)

NURETTİN HOCA’NIN KONUŞMASININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Nurettin Hoca, Müslüman hassasiyeti olan insanlara yol gösterici, tavsiye mahiyetinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma muhteva itibarıyla beş bölümden oluşmaktadır:

1- Çocuk evlilikleri ile ilgili yaşa ilişkin sorular,

2- Geçmişteki ulema ve mezheplerin çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri,

3- Son elli yıl içerisindeki İslâm ulemasının çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri,

4- Günümüzde çocuk evliliklerine izin veren anne ve babaların amacı, durumu,

5- Nurettin Hoca’nın çocuk evlilikleri ile ilgili görüşleri.

Nurettin hoca, çocuk yaşta evliliklerle ilgili 1- 7-8 yaşında bir kız ile 30-40 yaşında bir erkeği evlendirmek, 2- 7 yaşında bir erkek çocukla 7 yaşında bir kız çocuğu evlendirmek, 3- 10 yaşındaki bir erkek çocuk ile 25 yaşındaki bir kızı evlendirmek, şeklinde bir tasnif yaptıktan sonra; buna izin veren anne- babaların “şefkatinin” ve “aklının başında” olup olmadığını sorguluyor ve de, “Böyle bir şey olur mu?” diyerek de sorgulanmasını istiyor.

Daha soru aşamasında “çocuk evliliğine” karşı çıkan birinin, “çocuk evliliğini savunuyor”, “sapık”, “meczup” diye suçlanması, linç edilmeye girişilmesinin amacı, hedefi nedir? Ne yapılmak isteniyor?

Nurettin Hoca, geçmiş ulema ve mezheplerin görüşlerini referans alarak, “Şeriatın evliliğe yaş sınırı olmadan ruhsat verdiğini”, “küçük çocukların da evliliğine izin verdiğini”, “velilerin küçük çocukları evlendirebileceğini” ifade ediyor. Ancak buna, “Kerahatle beraber izin verdiği bir şeydir.” şeklinde bir not da düşüyor.

Burada düşülen hata, İslâmiliteratürde var olan, geçmiş ulemanın ve mezhep imamlarının kullandığı delil ve kavramları belli bir sistematik içerisinde açıklamadan, vermeden böyle bir bilgi aktarmasıdır. Fakat bu kısım, onun şahsı görüşleriyle alakalı değildir. Geçmişin çok kısa bir özetidir.

İslâm’da evlilik fıkhında iki ayrı mesele vardır: 1- ‘Evlilik akdi’, 2- ‘Fiili evlilik’(2-4). “Evlilik akdinde” yaş aranmazken; “fiili evliliğin” çocuklar arasında gerçekleşebilmesi (cinselliği yaşama dönemi) için de yaşı belirleyen iki etken vardır: 1-Çocukların buluğ çağına gelmesi, 2- Rüşt çağına gelmesi, rüştünü ispatlaması. “Evlilik akdinin ” fiili evlilik” haline dönüşmesini kısıtlayan bir başka etken de, gençlerin “rıza”sının (“Hıyarul buluğ” – “buluğa erenin seçim hakkı”) olup olmamasıdır. Dolayısıyla ‘fiili evliliğin’ gerçekleşebilmesi için üç temel şart ortaya çıkmış oluyor: 1- Buluğ çağına girmek, 2- Rüşt sahibi olmak, 3- Razı gelmek(2,3).

Osmanlı döneminde Batı’da yaygınlaşan “pedofili vakaları” üzerine 1917 yılında, “Osmanlı Aile Hukuk Kararnamesi” yayınlanarak evlilik için alt yaş sınırı konulmuştur (2-6).

Nitekim Nurettin Hoca, kendi görüşlerini anlattığı kısımda çocukların fiilen evlenebilmesi için hem “baliğ” hem de “reşit” olmaları ve “biyolojik ve psikolojik eksikliklerin” olup olmadığının göz önüne alınma gerektiğini söylüyor.

Çocukların evlenebilmesi için hem buluğ çağına hem de reşit olma çağına gelmesini şart koşan biri, nasıl olur da çocuk yaşta evliliği savunmuş olarak gösterilebiliyor?

Birileri de, konuşma metnini incelemeden nasıl olur da, “sapık” ya da “meczup”, «Bunu tükürükle boğmak lazım.» diyebiliyor?

Nurettin Hoca, muasır ulemanın “…Çocukların mal uğruna veya cinsel ihtiraslar uğruna heder edilmelerini engellemek” amacıyla “Evliliğe bir alt yaş sınırı” getirmiş olmalarını da onaylıyor.

Hoca, bir taraftan çocuk evliliklerine şiddetle karşı çıkarken diğer taraftan da çocuk yaşlardaki çocukları evlendiren anne ve babaları çok ağır bir şekilde eleştiriyor:

1-Âlimler ve devlet erbabının bu tür ana-babaların şefkat ve merhametlerinin nereye gittiğini araştıran bir kanun çıkarmasını istiyor.

2- Çocuğunun üzerinden “para kazanmak amacıyla çocuk evliliğini isteyenlerin” ana-baba olup olmadıkları sorgulanmalıdır. Böyle bir “anne-babadan her şey beklenebilir”.

3- Bunların hepsi müşahede altına alınsın; zindanlara konsun.

4- “Bu kadar evlâdına merhametsiz olan bir Müslüman’ın, “Müslümanların camisine gelmeye” hakkı yoktur.

Çocuklarını çocuk yaşta evlendiren ana babaları, bu kadar ağır tenkit eden/eleştiren biri, nasıl olur da çocuk yaşta evliliği savunmuş olarak gösterilebiliyor?

Birileri de, konuşma metnini incelemeden nasıl olur da, “sapık”, “meczup”, «Bunu tükürükle boğmak lazım.» diyebiliyor?

Nurettin Hocanın karşı çıktığı bir konu da, çocukların geç yaşta evlendirilmesidir. Bunu da, “Baba-anne ne bekliyor o zaman; harama düşsün de haramdan çıkaralım diye mi bekliyor” ifadeleri ile eleştiriyor.

SONUÇ: NİÇİN?

2015 yılında yapılmış bir konuşma, aşağısı, sağı, solu kırpılarak bir kampanya açılmış, Nurettin hoca suçlanmış, hakarete uğramış ve savcılık soruşturma başlatmıştır. Böyle bir konuşmaya savcılık hangi gerekçeyle soruşturma açmıştır. Bunun ayrıca değerlendirilmesi gerekir

Nurettin Hoca ve Sosyal Doku Vakfı, değişik zamanlarda yapılan suçlamalara basın toplantısı yaparak cevap vermiş olmalarına(7) ve savcılık da takipsizlik kararı vermiş(8) olmasına rağmen bu konu, bugün neden yeniden gündeme gelmektedir?

“ÇOCUK EVLİLİĞİ SUİİSTİMALDİR!” diyen biri, nasıl olur da bu şekilde linç edilmek istenir?

Neden? Niçin?

Osmanlı’nın son yüzyılında başlayıp Cumhuriyet’te de devam eden dine ve dindara karşı açılmış bir psikolojik savaş vardır. Bu psikolojik harekâtta saldırının dozajı, iç, bölgesel ve küresel dinamiklere bağlı olarak değişmiş ama süreç, hiç kesintiye uğramamıştır. Her seferinde sürece yeni malzemeler eklenmiştir.

28 Şubat Postmodern Darbe sürecinde çoğu istihbarat elemanı olan, dindar maskesini takmış, seviyesiz, sahtekâr Ali Kalkancı, Müslim Gündüz, Fadime Şahin ve benzerleri üzerinden açılıp yürütülen psikolojik harekâta benzer bir psikolojik harekât, bugün de yürürlüğe konmuş gözüküyor. Aradaki fark dün hedefe konan kişilerin seviyesizliğine karşı bugün Mehmet Görmez, Nurettin Yıldız gibi seviyeli, birikimli, çevrelerinde sevilen, sayılan, inandığını yaşayan ve söyleyen insanların hedef alınmış olmasıdır. Bu çok daha tehlikelidir.

28 Şubat Postmodern darbesinde konumuzla ilgili iki ana amaç vardı:

1- Dini ve dindarı itibarsızlaştırma,

2- Müslümanları, iç zalimlerinin zulmünden zalimlerin efendisi, patronu olan dış zalimlere/Şer İttifakına (ABD, AB, İngiltere, Siyonizm) kurtarıcı olarak yöneltmekti.

Bugün de yürütülen psikolojik harekâtta birinci amaç, dini ve dindarı, genel olarak halkın, özel olarak gençlerin, daha da özel olarak kadınların gözünde itibarsızlaştırmaktır. Kadın ve çocuklar, bu psikolojik harekâtın, hem malzemesi hem de hedefidir.

Şimdilik gözüken ikinci amaç da, laik, seküler ve kavmiyetçiliği ağır basan bir milliyetçiliği referans almış olan kapitalist bir sistemi benimsetmek olabilir.

KAYNAKLAR

1-http://www.sosyaldoku.com

2-İlmihal-II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2007, S: 203-217.

3- Sabık, S., İslâm İlmihali, Pınar yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2008, S: 521-533.

4- Beşer, F., Nurettin Yıldız Üzerinden İslâmonemi, 16 Ocak 2015, Yeni Şafak.

5-Kılıçarslan, İ., “Nureddin Yıldız Sapık Mı?”, 13 Ocak 2015, Yeni Şafak.

6-Çeker, O., Hukuk-i Aile Kararnamesi Giriş ve Tarihçesi, Mehir, İlkbahar, 1999, S:19-21.

7-http://www.sosyaldoku.com/cocuk-evliligini-protesto-eden-bir-konusma-yaptim/ ;

http://www.sosyaldoku.com/basin-aciklamasi/; http://www.sosyaldoku.com/kamuoyunun-dikkatine/

8-http://sosyaldoku.com/basin-aciklamasidir/

23 Mart 2018 Cuma

Hocalar Üzerinden Yürütülen Sosyo-Psikolojik Savaş-2: NURETTİN YILDIZ HOCANIN YABANCI BİR KADIN VE BİR ERKEĞİN ASANSÖRE BİNMESİ İLE İLGİLİ TAVSİYESİ

(Milli Gazete) 

GİRİŞ

Bu yazıda, Nurettin Yıldız Hocanın 2013 yılında kendisine asansörle ilgili bir soruya verdiği ve medyada “asansör fetvası” diye yer alan konuşması ele alınıp değerlendirilecektir. Bunun için önce Nurettin Yıldız Hocanın asansörde “halvet şartları” ile ilgili konuşmasının tam metni verilecek(1), daha sonra Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslâm İlmihali-II, İslâm ve Toplum(2) ve İslâm Ansiklopedisi’nde(3) yer alan “halvet şartları” ile yazılanlar dikkate alınarak hocanın konuşması değerlendirilecektir.

NURETTİN YILDIZ HOCANIN ASANSÖRDE HALVET ŞARTLARI

Nurettin Yıldız hocaya, 2013 yılında, “Kadın tek başına veya başka bir erkekle asansöre binebilir mi?” sorusu sorulmuştur. Bu soruya verdiği cevabın tam metni aşağıdadır:

“Kadın tek başına veya başka bir erkekle asansöre binebilir mi? Sorumuz bu;

Asansörün Allah’ın insana lütfetmiş olduğu bir nimet olduğunu hepimiz biliyoruz. Yüksek binalarda merdiven çıkmamızı kolaylaştırıyor. Asansör bir nimetse, bu nimet kadın veya erkek için aynı oranda mubah demektir. Asansörü ne erkek için ne de kadın için sakıncalılar listesine koyamayız. Dinimizde böyle bir hüküm yoktur. Ancak Müslüman bir kadının halvet ortamında yabancı bir erkekle bulunması asla caiz değil.

Halvet neye diyoruz?

Bekâr olmaları halinde, evlenmeleri caiz olacak şekilde birbirlerine yabancı olanlar. Bu yabancı olanların bir arada durmalarına halvet deniyor. Elbette kapalı bir ortamda; yoksa Müslüman bir bayan sokağa çıktığında binlerce, onbinlerce yabancıyla karşılaşıyor veya bir kütüphaneye, hastaneye girdiğinde onlarca yabancı erkekle karşılaşıyor; ama kapalı ve küçük bir ortamda değiller. Halvet, kapısı kapatılmış bir evde, odada, salonda, ofiste kadının, evlenmesi caiz olacak bekâr olsa evlenmesi caiz olacak yabancıyla bir arada yalnız bulunması demektir.

Bir apartmanın giriş katından sekizinci katına çıkacak asansör, halvet ortamı oluşturur mu? Yani yabancı bir erkek ile kadın giriş katında bindiler ve sekizinci kata kadar çıkacaklar; görünürde 1-2 dakikayı geçmeyen yolculuk bu... Ama dinimizin bu konudaki hassasiyeti açısından bakıldığında, halvet şartları yani erkekle kadının kapalı ortamda bulunması durumu, asansörde oluşmaktadır.

Evet; çok geniş bir yelpazeden bakıp esnek değerlendirmemiz halinde, “bunun neresi halvet olur; kapısı kilitlenmiş bir ev değil bu!” denebilir. Lakin bir asansörün bir katta kilitlendiğini düşünürseniz ki asansörde olabilen şeyler bunlar; 3-5-10 dakika yardım çağırıncaya ve gelinceye kadar kimsenin izleyemeyeceği bir ortamda yabancı bir erkekle baş başa kalmış olması demektir bir kadın için. Bu nedenle, şeffaf cam olan, her katta, her yerden görülebilen asansörlerin dışındaki asansörlerin kadın için halvet oluşturuyor olduğunu demeyi tercih ederiz. O sebeple bir bayan, kendisi gibi bir bayanla asansöre binebilir; tek başına da inip binebilir ama bir bayan ve bir erkek, asansör ortamı, kadın için asansör ortamı, uygun olmayan bir ortamdır.

%100 haramdır diyemiyorum çünkü bu yeni bir mesele; “filan hoca efendi böyle dedi; filan âlim, müçtehit böyle dedi” diyeceğimiz, önümüzde örneklerimiz yok. İkincisi, bunu bu kadar inceltmeyi uygun görmeyenler de olabilir; ama bir asansörün sekizinci kata çıkıncaya kadar üçüncü katta bozulduğunu ve yarım saat orada yardım beklendiğini düşündüğümüzde, halvet ortamının ciddi bir şekilde risk olarak bulunduğunu söylememiz mümkündür. Bu nedenle bayanlara, bir erkek ve bir kadının bulunduğu ortamda asansörü kullanmamalarını tavsiye ederiz.”

Nurettin Hoca, bu açıklamasında şu noktaların üzerine yoğunlaşmıştır:

1- Asansör bir nimettir, kadın ve erkeğin bu nimetten faydalanmasını engelleyecek bir durum yoktur.

2- Asansörün arızalanması durumunda İslâm’da kabul edilen “halvet şartları” gerçekleşmektedir.

3- Halvet, yabancı bir erkeğin yabancı bir kadınla kapısı kapatılmış bir evde, odada, salonda, ofiste, bir mekânda vb. bir arada, yalnız bulunması demektir.

4-Bu konuda âlimlerin, müçtehitlerin verdiği bir fetva olmadığı ve yeni bir mesele olduğu için %100 haramdır demiyor.

5- Bu nedenle bayanlara, sadece bir erkek ve bir kadının bulunduğu ortamda asansörü kullanmamalarını tavsiye ediyor.

Nurettin Hoca, asansörün arızalanması durumunda, yabancı bir erkekle bir kadın için İslâm’ın öngördüğü halvet şartlarının oluştuğunu beyan ederek kadınlara yabancı bir erkekle asansöre binmemelerini tavsiye ediyor. Gerçekte bu tavsiyeyi, sadece kadınlara değil, dini hassasiyeti olan tüm erkeklere ve de kadınlara yapması daha doğru olurdu.

Haramdır demiyor. Bu, İslâm dinini hayatında referans alanlara yapılan bir tavsiyedir. İslâmi hassasiyeti olmayanların böyle bir tavsiyeye de ihtiyacı yoktur. Öncelikle bu iki noktanın altının çizilmesinde fayda vardır.

Bu noktada sorulması gereken temel soru şudur: Nurettin Hocanın yaptığı halvet tanımlaması, İslâm’a uygun mu? İslâm’ın öngördüğü bir tanımlama mıdır?

Bunun için Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslâm İlmihali-II, İslâm ve Toplum ve İslâm Ansiklopedisi’nde yapılan tanımlamalara bakmamızda fayda vardır.

DİYANET VAKFI İLMİHALİ-II’DE HALVET

“Erkek ve kadın biri, diğeri için cinsi uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınların birbirlerine karşı ölçülü ve mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yabancı bir kadının, yabancı bir erkekle baş başa kalması da doğurabileceği sakıncalı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları İslâm hukukunda halvet terimiyle ifade edilir. Hadislerde, aralarında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının, başkalarının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekanda baş başa kalmaları yasaklanmıştır.

Bir hadiste Hz. Peygamber, “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır” (Müslim, “Hac”, 74; Tirmizi. “Rada’”, 16; Müstedrek, I, 114) buyurmuştur. Böyle bir durum karşı cins için tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenmesine yol açabilir.

Kötülüğün önlenmesi kadar ona giden yolların kapatılması da önemlidir. Öte yandan iffet ve namus lekelendiğinde geri dönüşü ve telafisi olmayan bir zarar ortaya çıkmış ve temel bir kişilik hakkı ihlal edilmiş olur. Bu sebeple anılan muhtemel olumsuz sonuçları önlemek gayesiyle kadının, yabancı bir erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi bulunmadan yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar kendiliğinden değil, harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç ve mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması halinde caiz görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması veya kadınların ayrı bir kafile teşkil etmesi halinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etmesinin caiz görülmesi bu anlayışa dayanır. Öte yandan bu tür kurallar ve kısıtlamalar genel ve yaygın durum ölçü alınarak ve muhtemel sakıncalar gözetilerek konulduğundan, kişilerin anılan sakıncaların kendileri hakkında varit olmayacağına inanmalarından ziyade objektif tespitler ölçü alınır.”(2).

DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ’NDE HALVET

“…Halvet kelimesi; dini literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra kârı-kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsi birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder.

Evli olmayan ve aralarında devamlı bir evlenme engeli de bulunmayan bir erkekle bir kadının başkalarının giriş ve görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalması İslâmiyet’te yasaklanmış, İslâm âlimleri bir koruma tedbiri mahiyetindeki bu yasaklamanın kapsamı, derecesi ve amacı üzerinde farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.

….İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir.”(3)

ASANSÖRDE TACİZ VAKALARI

Nurettin Yıldız Hoca, asansörde halvet şartlarının meydana gelebileceğini ifade edip, kadınlara yabancı tek bir erkekle asansöre binmemelerini, kendileri için tehlikeli olabileceğini 2013 yılında tavsiye ettiğinden dolayı 2018 yılında medya ve sosyal medyada linç edilmek isteniyor ve Nurettin Hoca üzerinden dine ve dindara saldırı yoğunlaştırılıyor. Bir kısmı bu linç kervanına bilerek, bir kısmı bilmeyerek, bir kısmı da haset, bağy ve hevâsını ilâhlaştırdığı için katılıyor. Fakat Türkiye’nin pratiği, Nurettin hocanın yaptığı tavsiyenin yerinde bir tavsiye olduğunu ortaya koyuyor. Bu konuda yargıda yer alan, bir kısmı ceza ile sonuçlanmış, bir kısmı ise devam etmekte olan pek çok dava mevcuttur. Bunlardan birkaç örneği aşağıda vermekteyiz:

1- “TBMM’de asansörde iş arkadaşını taciz eden memura ne ceza verilir? 23.02.2018”(4).

2-“Yargıtay’dan ‘asansörde taciz’e indirim: İnsanların birlikte yaşadığı bir ortam değil, Nevşehir - 06.05.2017”(5).

3- “Asansörde tacize 2.5 yıl hapis! - 16 02 2016” (6).

4- “Asansörde tacize uğrayan kadın bakın ne yaptı. - 24.04.2016”(7).

5-“84 Yaşındaki Adam 13 Yaşındaki Kızı Asansörde Taciz Etti. - 21.06.2016”(8).

6-“Asansörde küçük kıza cinsel taciz! - 29 Mart 2016”(9).

7-“Asansör sapığına 2.5 yıl hapis cezası. - 18 Haziran 2015”(10).

8-“Asansörde tacize 10 yıl hapis istemi! - 09.03.2011”(11).

SONUÇ: HOCALAR ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN SOSYO-PSİKOLOJİK HAREKÂTIN AMACI NEDİR?

Nurettin Hoca’nın halvet şartları ile ilgili yaptığı açıklama ve yorumlar, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İlmihal ve İslâm Ansiklopedisi’nde anlatılanlarla aynıdır. Arada bir tezat yoktur. Nurettin Hoca, halvet şartlarını, asansörlerin bozulma ihtimalini göz önüne alarak bir değerlendirme yapmış ve ardından kadınlara bir tavsiyede bulunmuştur.

Normal şartlar altında Diyanet İşleri Başkanlığı ve söz konusu iki kitabı hazırlayanların, Nurettin Hocanın bu tavsiyesine destek vermeleri beklenirdi. Ama olmadı ve linç girişimine sessiz kalındı.

Nurettin Yıldız Hocanın 2013 yılında halvet şartlarını göz önüne alarak kadınlara asansöre binme ile ilgili yaptığı tavsiyenin, 2018 yılında kırpılıp, seslendirilerek, abartılarak bir psikolojik harekâtın başlatılıp yürütülmesinin bir sebebi vardır. Bunun ana sebebi, 15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişiminin amaçlarında, hedeflerinde saklıdır.

Sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nin ana hedefi, İslâm dininin halk, özellikle gençler üzerindeki etkisini kırmak, zayıflatmak, yayılmasını engellemek, dini hassasiyeti yüksek olan camia ve yapılara karşı büyük bir alerji, şüphe ve hatta düşmanlığın oluşmasını sağlamak, İnsanların birbirine olan güvenini yıkarak her türlü dayanışmayı engellemek, toplumu yığın haline çevirmekti ve darbenin bu boyutu “gizli ve kirli bir el” tarafından devam ettirilmektedir. Son dönemde hocalar üzerinden dine ve dindara karşı başlatılan psikolojik harekât bu sürecin bir devamıdır.

Nurettin Yıldız Hocanın 2012, 2013, 2015 yıllarındaki konuşmalarını kırparak, anlam kaybına sebebiyet vererek, bambaşka anlamlar üreterek başlatılan kampanya, şer ittifakının bir psikolojik harekâtı olup Türkiye’deki Müslüman camiayı sosyolojik olarak bölüp çatıştırmak ve itibarsızlaştırmak amaçlıdır.

Siyaset erkânının, Nurettin Hocanın ne deyip ne demediğini araştırmadan, mahiyetini ve muhtevasını tam öğrenmeden, ileri geri açıklama yapması, suçlaması ve hakaret etmesi, son derece yanlış olmuştur. Siyasetçiler, çok daha dikkatli olmalı, şer ittifakı tarafından yürütülen psikolojik harekâta katkıda bulunmamalıdırlar.

Bu nedenle başta cemaatler, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri, akademisyenler, özellikle ilahiyatçı akademisyenler, siyasiler olmak üzere milletimizin bu oyuna gelmemesi tarihi bir zorunluluktur.

KAYNAKLAR

1-Nurettin Yıldız, 2013 Asansörde Halvet, Sosyal Doku, Video

2-İlmihal II, İslâm ve Toplum, Türkiye Diyanet vakfı Yayınları, S: 132, 219, Ankara, 2007

3-Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C:15. S: 554, Ankara, 1997.

4-https://www.sgkrehberi.com/haber/147921/asansorde-is-arkadasini-taciz-eden-memura-ne-ceza-verilir.html

5-http://www.diken.com.tr/yargitaydan-asansorde-tacize-indirim-insanlarin-birlikte-yasadigi-bir-ortam-degil/

6-:http://www.gazetevatan.com/asansorde-tacize-2-5-yil-hapis-915581-yasam/

7-http://www.karar.com/dunya-videolari/asansorde-tacize-ugrayan-kadin-bakin-ne-yapti#

8-https://www.aydinpost.com/84-yasindaki-adam-13-yasindaki-kizi-asansorde-taciz-etti-247198h.htm

9-http://beyazgazete.com/haber/2016/3/29/asansorde-kucuk-kiza-cinsel-taciz-3195790.html

10-http://www.posta.com.tr/asansor-sapigina-25-yil-hapis-cezasi-haberi-287375

11-http://www.milliyet.com.tr/asansorde-tacize-10-yil-hapis-istemi-gundem-1362027/

16 Mart 2018 Cuma

“2019 Cumhurbaşkanlığı Kadife Darbe Sürecinde” Yeni Bir Aşama-7: Hocalar üzerinden yürütülen sosyo-psikolojik savaş-1: Genel bir analiz

GİRİŞ

Türkiye’de Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm) desteği ile icra edilen tüm darbe ve verilmiş muhtıralarda darbenin beyin takımının (iç ve dış beyin) 1- Darbe öncesi plânlama, 2-Darbenin icrası, 3-Darbe sonrasının darbenin amaçlarına göre formatlanması, şekillendirilmesi, yönlendirilmesi olmak üzere üç aşamalı bir planlama yaptığını söyleyebiliriz.

Türkiye’de darbe sonrası gelen iktidarlar bu süreçleri, iyi analiz etmedikleri, edemedikleri ya da çaresiz kaldıkları için bir müddet sonra kendileri darbenin muhatabı olmuşlardır.

Şer İttifakı tarafından başlatılan Taksim (Gezi Parkı) Üçüncü Nesil Kadife Darbe sürecinin amacı, şiddet kullanmadan siyasi iktidarı düşürmek, sonra Türkiye’yi eyalet sistemine geçirterek zihnen bölmek ve nihayetinde fiziksel olarak bölmekti. “Arap Baharı” olarak isimlendirilen İkinci Nesil Kadife Darbeler zincirinin bugün geldiği nokta, bu tespitimizi doğrulamaktadır.

Türkiye’de Taksim Kadife Darbe sürecinin dershaneler aşamasından sonra Gülen Hareketi’nin taşeron örgüt olarak kullanılması, Türkiye’deki İslâmi camianın bölünmesine ve çok sert bir iç mücadelenin başlatılmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nde FETÖ’nün, NATO tarafından taşeron örgüt olarak kullanılması ile Türkiye’deki Müslüman camia arasında çok ciddi bir zihinsel travma yaşanmıştır/yaşanmaktadır.

Sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’nin ana hedefi, İslâm dininin halk, özellikle gençler üzerindeki etkisini kırmak, zayıflatmak, yayılmasını engellemek, dini hassasiyeti yüksek olan camia ve yapılara karşı büyük bir alerji, şüphe ve hatta düşmanlığın oluşmasını sağlamak, insanların birbirine olan güvenini yıkarak her türlü dayanışmayı engellemek, toplumu yığın haline çevirmekti. Bu hedef, belli boyutları ile gerçekleşmiştir ve süreç devam etmektedir.

15 Temmuz ihanet hareketinin hemen ardından birkaç ay içerisinde, “En iyi cemaat, cami cemaatidir” sloganıyla başlatılan psikolojik harekât, “Pelikancıların”, “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den atılsın kampanyası” ve buna siyasetin sessiz kalması ile sosyolojik savaş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. Son dönemde Hocalar üzerinden dine ve dindara karşı başlatılan psikolojik harekât bu sürecin bir devamıdır.

Bu yazı serisinde, Nurettin Yıldız Hoca üzerinden açılan psikolojik harekâtın amacı, hedefleri ve dinî hassasiyeti olan tüm yapıları bekleyen tehlikelerin neler olabileceği konusu ele alınıp değerlendirilecek ve bu sürecin, “2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleri” ile ilişkisi olup olmadığı tartışılacaktır.

2019 CUMHURBAŞKANLIĞI KADİFE DARBE SÜRECİNDE GELİNEN AŞAMALAR

Taksim Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimleri göz önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran Genel Seçimleri ile birlikte AK Parti’nin tek başına iktidar olması engellenerek Kadife Darbe birinci hedefine ulaşmıştı. Mahalli seçimler sürecinde Güneydoğu’daki Bazı HDP’li belediye başkanlarının sürekli olarak “özerklik” ve “bölge petrolünden pay” istemiş olmaları, “PKK’nin Kır Gerillasından Şehir Gerillası” aşamasına geçerek hendek savaşları için “alt yapı hazırlaması”, “güvenlik kontrolü yapması”, “haraç toplaması”, Kadife Darbe’nin ikinci amacı ile ilgili eylemlerdi. Ne yazık ki siyasi iktidar, bu tehlikeyi göremedi ve “çözüm süreci” hatırına bunlara sessiz kaldı. (“Taksim Kadife Darbe Süreci”nin her bir aşaması, Millî Gazete ve Umran dergisindeki yazılarımda ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir.)

Şer İttifakı tarafından başlatılan Taksim Kadife Darbe sürecinin farklı dönemlerini aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:

  • 1. Dönem: Oslo görüşmesinin deşifre edilmesinden 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’ne kadar Kadife Darbe dönemi.
  • 2. Dönem: 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015 Seçimleri’ne kadar PKK’nın Sosyolojik Savaş Amaçlı Terör Dönemi.
  • 3. Dönem: 1 Kasım 2015 Seçimlerinden 15 Temmuz 2016 Sosyolojik Savaş Amaçlı Askeri Darbe girişimine kadar olan güvenlik güçlerinin terörle savaş dönemi.
  • 4. Dönem: 15 Temmuz 2016 Sosyolojik Savaş Amaçlı Askeri Darbe girişiminden 16 Nisan 2017 referandumuna kadar Gülen Şantaj ve Terör Örgütünün Tasfiye Dönemi.
  • 5. Dönem: Rıza Zarraf’ın ABD’ye Götürülüp 16 Mart 2016’da tutuklanmasından 2019 Cumhurbaşkanlığı Seçimine kadar olacak olan yeni Kadife Darbe Dönemi (2019 Cumhurbaşkanlığı Kadife Darbe Süreci).

2019 Cumhurbaşkanlığı Kadife Darbe Sürecinin şu ana kadarki safhalarının/aşamalarının kademelerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

  • Birinci Aşama/Hazırlık Aşaması: İki evre ihtiva etmektedir:

Birinci Evre: Rıza Zarraf’ın ABD’ye Götürülüp 16 Mart 2016’da Tutuklanması,

İkinci Evre: Can Dündar’ın MİT TIR’larından Dolayı tutuklanması ve akademisyenler bildirisi yayınlanması,

  • İkinci Aşama: Darbe girişiminin bastırılması ile sivil, askeri bürokraside ve iş dünyasında geniş çaplı operasyonların başlatılması ile Sünni halk içerisinde gayrı memnun sayısının artırılması.
  • Üçüncü Aşama: Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı, Mehmet Hakan Atilla’nın ABD’de 27 Mart 2017’de tutuklanması
  • Dördüncü Aşama: 16 Nisan 2017 Referandumu

Birinci Evre: Referandum sonuçlarına itiraz kampanyası,

İkinci Evre: Tek Adam söylemi ile diktatör inşa etme süreci,

Üçüncü Evre: Pelikancıların, Mavi Marmaracılara ve İslâmcılara savaş açması, siyasetin sessiz kalması,

Dördüncü Evre: Mustafa Kemal, Annesi, Hanımı ve Evlatlığı ile ilgili açılan çirkin kampanya, Mustafa Kemal’in heykellerine yapılan saldırılar,

Beşinci Evre: Pelikancıların ve İhlas Grubunun Kutlu Doğum Haftası üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı’na açtıkları savaş sonucu Diyanet İşleri Başkan ve Yardımcısının görevden ayrılması,

  • Beşinci Aşama: ABD New York Güney Bölge Mahkemesinin Halk Bankası’nın eski yöneticileri ve bir bakan hakkında tutuklama kararı vermesi,
  • Altıncı Aşama: AK Parti-MHP İttifakı, Türkiye’nin Kuzey Irak Referandumuna karşı çıkması ve Afrin Operasyonu ile “Türkiye, Kürt halkına karşı savaşıyor.” Psikolojik harekâtının başlatılması ve zaten var olan Türk- Kürt fay hattına enerji yüklenmeye çalışılması,
  • Yedinci Aşama: Dine ve Dindara Karşı Güvensizlik İnşa etme, Dini hassasiyeti olan kesimleri yıpratma, birbiri ile savaştırma ve gayri memnun sayısını artırarak yeni fay hatları inşa etme:

1- Açılmış olan “En iyi cemaat cami cemaatidir” ve “Laiklik en iyidir” kampanyasının sürdürülmesi,

2- Ensar Vakfı merkeze alınarak tüm vakıfları yıpratma kampanyasının devam ettirilmesi,

3- “Mavi Marmara Manyakları” ve “İslâmcılar AK Partiden atılsın.” kampanyası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Biz tekkeye mürit aramıyoruz” ifadesi ile AK parti içerisinde dini hassasiyeti olanlara karşı alerji oluşturulması,

4- Diyanet İşleri Başkan ve Yardımcısının görevden ayrılması,

5- Furkan Vakfı Başkanı Alpaslan Kuytul’un tutuklanması,

6- İhsan Şenocak olayı,

7- Kadına şiddet ve cinsel taciz psikolojik harekâtının yoğunlaştırılması,

8- Nurettin Yıldız’ı linç etme girişimi ve hakkında dava açılması,

9- “İslâm Dininin Güncellenmesi” tartışmalarının başlatılıp derinleştirilmeye çalışılması.

YAŞANANLAR ŞER İTTİFAKININ STRATEJİSİNİN ÜRÜNÜDÜR

1. dönemde Kadife darbecilerin muhtemel amacı, gayrimemnunluğun toplumun değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasını, kin ve nefretin yol boyu artmasını sağlayarak iki yıl boyunca Türkiye’yi gerilim halinde tutarak huzursuzluğu yaygınlaştırmaktır. Bize göre Pelikancılar tarafından başlatılan “Mavi Marmara Manyakları” ve “İslâmcılar AK Parti’den atılsın!” kampanyası, tesadüfen meydana gelmiş olmayıp iki yıllık bir stratejinin başlangıç aşamasıdır. Kadife Darbe’nin beyin takımı, mikro düzeydeki tüm fay hatlarının enerji ile doldurulmasını ve harekete geçirilmesini istemektedir.

Unutulmaması gereken en önemli gerçek, Kadife Darbelerin siyasi iktidarların yaptığı hatalar üzerine kurgulanmakta olduğudur.

Eğer içine girilen bu yeni süreç, Müslüman camia ve siyasiler tarafından iyi anlaşılamaz ise Taksim Kadife Darbe Süreci ve 15 Temmuz İhanet Hareketi sürecinde ödediğimiz bedelden daha büyük bir bedel ödeyebiliriz.

Farklı düşünme bir zenginliktir. Cemaatler ve kanaat önderleri, aralarındaki farklılıkları bir zenginlik olarak görüp müntesiplerine anlatmalı ve birbirimize karşı kardeşçe ve adaletle davranmanın yol ve yöntemlerini öğretmelidirler: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et/tartış...”(16 Nahl 125)

15 Temmuz sonrasında harcanmak, tasfiye edilmek, karalanmak ve itibarsızlaştırmak istenen herkes, her kurum, bizzat FETÖ’nünkripto elemanları, CIA, MOSSAD ajanları ve de kifayetsiz muhterisler, medyadaki troller, tetikçiler ve sosyal medyadaki ahlâksızlar tarafından FETÖ’cü, tacizci, manyak, sapık ve meczup olarak ilân edilmektedir. İhanet şebekelerinin oltasına takılan şuursuz, ahlâksız, kifayetsiz muhterisler, güvensizlik virüsünün toplumsal bünyede yayılmasına hizmet etmekte ve kanserin “metastas” olmasına (sıçramasına, yayılmasına) katkıda bulunmaktadırlar. Böylelikle Türkiye’de yeni fay hatları inşa edilmekte; hem inşa edilen fay hatları, hem de mevcut fay hatları enerji ile doldurulup harekete geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu açıdan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi’ne katkı sağlanmakta ve darbenin sosyolojik olarak derinleşip devam etmesine hizmet edilmektedir.

Ne yazık ki süreç, siyasi iktidar ve ittifak tarafından iyi yönetilememektedir.

SONUÇ: HER DARBEDEN SONRA BAŞLATILAN DİN MERKEZLİ TARTIŞMALAR TESADÜFÎ DEĞİLDİR

Türkiye’de genel olarak her darbeden sonra, özellikle de, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (postmodern darbe) darbelerinden sonra, İslâmi camia içerisinde tarihte çözülememiş ne kadar ihtilaf konusu varsa, gizli bir el tarafından tartışmaya açılmıştır. En dikkat çekici dönem, 12 Eylül 1980 darbe sonrası süreçtir. O yıllarda SSCB dağılmaya başlamış, İran’da bir devrim olmuştur. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında, mevcut sistemlere karşı Sosyalist/Komünist/Marksist-Leninist düşünce ve hareketler, alternatif olmaktan çıkmış; İslâmi düşünce ve hareketler, rakipsiz kalmıştır. Iran İslâm Devriminin meydana getirdiği büyük heyecan, başta gençlik olmak üzere toplumun her kesimini etkilemiştir. Türkiye’de yükselen “İslâm Devrimi” heyecanı ortamında İslâmi camianın öncü kadroları/kanaat önderleri/uleması/ teşkilatları/hareketleri/cemaatleri, birden bire kendilerini, tarihte çözülemeyen tüm problemlerin tartışma ortamında bulmuşlardır. “Türkiye Dar’ül Harp mi, Dar’ül İslâm mı?” “Cuma kılınır mı, kılınmaz mı?” “Ramazan ayının başlaması için hilâl görüldü mü, görülmedi mi?” “Devlet memurluğu caiz mi, değil mi?” “Diyanetin imamlarının arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı?” “TC. camileriMescid-i Dırar mı değil mi?” vb. Bu ve buna benzer sorular, kırıcı dil ve üsluplarla uzun bir süre tartışıldı ve hiçbiri çözüme kavuşturulmadan, tarafların birbirlerine gönülleri kırgın olarak rafa kaldırılıp unutuldu.

Bu fitne, İslâmi camia içerisine nasıl girmişti ya da kim sokmuştu? Hiç tartışılmadı. Tarihteki ihtilaflı konular, niçin zaman zaman gündeme gelir, tartışılır; fakat çözüme kavuşturulmadan nadasa bırakılır?

Bu bir tesadüf mü, yoksa bir merkez tarafından yönetilen bir psikolojik harekât mı?

Taksim Kadife darbe süreci ve 15 Temmuz Sosyolojik amaçlı ihanet hareketi sonrasında İslâmi camia içerisinde gene, tarihte tartışılıp unutulmuş ne kadar konu varsa gündeme taşınmış, dini camianın önderleri tartıştırılıp karşı karşıya getirilmiştir. Bugün de hepsi aynı kefeye konup kademeli bir şekilde tasfiye edilmek istenmektedir.

Bu psikolojik harekâtların her dönemde belli bir amacı olmuştur. 12 Eylül Darbesi sürecindeki amaç, yükselen İslâmi hareketi, kendi içine kapatıp, vuruşturup dermansız bırakıp, yorgun savaşçı durumuna getirmekti. 28 Şubat postmodern darbe sürecinde başlatılan tartışma ise, “laiklik ve AB” idi ve amacı da, Müslümanları laik ve Avrupa Birlikçi yapmaktı. 2000 sonrası süreç göz önüne alındığında, Müslüman camianın belli bir kesiminin, laik-seküler ve AB’ci olduğu rahatlıkla görülebilir.

Öyleyse bugün Sosyolojik amaçlı 15 Temmuz ihanet hareketi sonrasında Hocalar üzerinden başlatılan tartışmaların kapsamı, amacı ve hedefi nedir?

Bu açıdan meseleyi ele aldığımızda, önümüzdeki günlerde Kadife Darbecilerin, devlet mekanizmasının kılcal damarlarına, medyaya/sosyal medyaya, iş dünyasına yerleşmiş, gizli, uyuyan kadroları/hücreleri aracılığıyla pek çok provokatif eylem icra etmek isteyeceklerini söyleyebiliriz.

Nurettin Yıldız’ın 2012, 2013, 2015 yıllarındaki konuşmalarını kırparak, anlam kaybına sebebiyet vererek, bambaşka anlamlar üreterek başlatılan kampanya, Şer İttifakının bir psikolojik harekâtı olup Sünni camiayı sosyolojik olarak bölüp çatıştırmak amaçlıdır.

Başta siyasiler, cemaatler ve kanaat önderleri olmak üzere tüm Müslümanların bu oyuna gelmemesi ve birbirlerine sahip çıkması, tarihi bir zorunluluktur.

Henüz vakit varken!

  

9 Mart 2018 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-8: İnsan gerçeğini unutmamak

 (Milli Gazete)

“İnsanın ne olması gerektiğini, ne olduğunu kavrayamıyor isek, diğer bir deyişle açık ve üzerinde anlaşılmış bir insan gerçeği düşüncesine ulaşmamış isek, kültürü, eğitim ve öğretimi, ahlâki ve toplumsal ilişkileri düzeltme yolunda bütün çabalarımız boşunadır ve boşa gitmiştir.

... Şu halde her şeyden önce insan olma ve insanlaşma sorunu çözülmelidir.

Her sorunun temeli budur.”(1)

Şehit Dr. Ali Şeriati

GİRİŞ

İslâm coğrafyasındaki bugünkü kaosun bir nedeni, iman edenlerin insan gerçeğini tam anlamıyla kavrayamamış, kavramamış ya da unutmuş olmasıdır. Bir Müslüman’ın belli ibadetleri yapması ve belli şekil şartlarını sağlaması, yeterli görülmüş; böylelikle her türlü kötülük yapmaktan azade kılındığı inancı, İslâm dünyasında etkin bir düşünce olmuştur.

Farklı kültür ve medeniyetlerle etkileşim sonucu insanda oluşan melez değer sistemi, insan davranışları açısından sosyal şizofreniye sebebiyet vermiştir. Sosyal şizofreni, insan yapısında bulunan ve insanı tam ters istikametlere sevk eden heva ve fıtrat karar merkezlerinin çatışması sonucu oluşan sosyal bir hastalıktır. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, kendi içinde tutarlı olmayan bir insan unsurunun ortaya çıkmasına ve insanların birbirlerine olan güveninin yıkılmasına sebebiyet vermektedir. Bugün İslâm coğrafyasındaki en büyük sıkıntılardan birisi de budur.

Bu yazıda Kur’an ve sünnetin tanımladığı insanı, ana hatları ile ele alıp değerlendireceğiz.

İNSANDA İKİ ZIT CEPHE

Ümmetin birliğini sağlayabilmek, yekvücut olabilmek için öncelikle insanı gerektiği gibi konumlandırabilmemiz, insan sorununu çözmemiz gerekir. Çünkü rahmetli şehit Dr. Ali Şeriati’nin ifadesi ile “Her sorunun temeli budur.”(1)

Her sorunun temeli olan insan sorununu çözme konusunda elimizde gerekli ve yeterli iki farklı kaynak mevcuttur: 1- Ku’ran ve sünnet, 2-İnsanlığın yol boyu kazanımları, birikimleri.

Kur’an-ı Kerim insan yapısı ve davranışları ile ilgili ana değerleri, temel frekansları, ana renkleri bize vermektedir. Hz. Peygamber ise, içinde bulunduğu ortamda bunları yorumlamış, uygulamış ve gelecek için bir model ortaya koymuştur. Yol boyu gerek İslâm dünyasında, gerekse İslâm dünyasının dışında bilim insanları, insanla ilgili pek çok çalışma yaparak zengin bir kaynak meydana getirmişlerdir.

Bizim açımızdan Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu değerler, ana değerler, referans değerler, ana frekanslar iken; insanlığın tarih boyu çalışmalarla ortaya koyduğu değerler de, genel olarak bu ana değerlerin harmonikleri ya da ikincil değerleridir. Bugün için yapılması gereken, elde edilen bulguların, temel değerlere göre yeniden yorumlanması, değerlendirilmesi ve yeni çalışmalarla zenginleştirilmesidir.

Kur’an’da insanla ilgili verilen bilgiler, insan gerçeğini gerçek anlamda, ana hatları ile ortaya koyan ve tanımlayan bilgilerdir. Bunlar, insanı yaratan Allah’ın, yarattığı varlığın tabi olduğu kanuniyetleri, bütün açıklığı ile yarattığı varlığa/insana sunduğu, olmazsa olmaz bilgileridir:

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”(50 Kaf 16).

Halik olan Allah’ın, yarattığı mahlûka ilişkin verdiği bilginin önemi, bu satırlarda gizlidir. Allah, insanı en iyi tanıdığını ifade ederken, onu en iyi bir şekilde gördüğünü ve izlediğini de belirterek insanın, bu gerçeği göz önüne alarak kendi kendisini denetlemesi/muhasebesini yapması (ferdi denetim mekanizması) gerektiğine ilişkin mesajlarını da vermektedir.

İnsan, yaradılışı gereği iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik diye isimlendirilen birbirine taban tabana zıt iki farklı özellik grubuna sahiptir:

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.” (95 Tin, 4-5).

İnsandaki bu iki zıt kuvvetin toplam bileşkesinin yönü, insanın davranışını şekillendirmektedir. Eğer insanın iyilik cephesi (fıtrat) özellikleri baskın ise insan iyiliğe, güzelliğe doğru gitmekte, ona uygun eylemler yapmakta; yok eğer kötülük cephesinin (heva) özellikleri baskın ise insan kötülükleri icra etmektedir. İnsanın bu yapısına uygun olarak da insanın önüne konan iki ana yol vardır. Bu yollar insana gösterilerek tercih kendisine bırakılmıştır (91 Şems 8-10; 90 Beled 10; 92 Leyl 12).

İnsanın bu iki yoldan birini tercih etmesinde rol oynayan, Kur’an’da heva ve fıtrat olarak adlandırılan iki ana karar merkezidir. Kur’an ayetlerini göz önüne aldığımızda bu iki ana karar merkezi, Kur’an’da nefs ve kalb diye adlandırılan ve insan davranışlarını şekillendiren ve değişebilir özelliğe sahip iki alt ana karar merkezi üzerinde etkili olmaya çalışarak, insan davranışlarını kendi istikametlerinde şekillendirmek isterler.

İnsan, fıtrat karar mekanizması baskın olarak dünyaya gelir; sonra, içinde yaşadığı sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrenin etkisine bağlı olarak heva karar mekanizması etkin olmaya başlayabilir:

“Her doğan çocuk fıtrat (saf ve berrak yaratış ve yaratılış, gerçek ve katıksız bir tabiat) üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi veya Hıristiyan veya putperest yapar.”(2)

Hadisten anlaşıldığına göre heva karar merkezi; içinde yaşanılan sosyokültürel ve sosyoekonomik çevrenin etkisi ile aktif hale gelip fıtrat karar merkezine karşı insan üzerinde hâkimiyet mücadelesine başlar. Fıtrat karar merkezi ile heva karar merkezinin, insanın kalbi ve nefsi üzerindeki etkilerine bağlı olarak insan davranışları şekillenir. Hz. Peygamber;

“Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar.

Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır.

Meleğin işi hakka ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır.

Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah›tandır ve hemen Allahu Teala›ya hamdetsin.

Kim de içinde şerre ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah›a sığınsın.”(3) diyerek bu iki merkezin önemini ve bunlara etki eden faktörleri, en güzel bir biçimde açıklamıştır.

Nefs ve kalp değişkendir. İnsanın tercih ettiği, inanca, istikamete ve yaptığı eylemlere bağlı olarak değişir. Başlangıçta kötülüğün merkezi olan ve her türlü vesveseyi insana veren nefs, emmare aşamasından mutmainne aşamasına çıkarak insanın iyilik yönünü kuvvetlendiren bir merkeze dönüşebilir. Benzer şekilde her türlü iyiliği insana ilham eden bembeyaz kalp, “simsiyah”, “kilitlenmiş”, “üzerine damga vurulmuş” ve “hep kötülüğü teşvik” eden bir seviyeye inebilir. Nefs ve kalbin, burada ifade edilenin aksine değişimleri de mümkündür. Bu değişimin yönünü belirleyen, heva ve fıtrat karar merkezlerinin nefs ve kalp üzerindeki etkileridir:

Resûlullah (S.A.V.): “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.”(4)

Kur’an’a göre insanın iyilik cephesinin temel özellikleri, şunlardır: İnsan yeryüzüne halife olarak yaratıldı, hanif olarak yaratıldı, en güzel biçimde, surette yaratıldı, yer ve göktekiler insanın emrine verildi, işitme, görme ve dokunma algılayıcıları ile donatıldı, düşünme kapasitesi olan bir varlık, öğrenme, imar-icat yeteneği olan ve ilim üretme kapasitesine sahip, öğüt alabilen, Allah’ı tanıma kapasitesi olan, ibadet, dua-zikir yapabilen, gelişimi artırılmış, yüce-üstün, özgür irade sahibi, cesur, güçlü, korkan ve korkulan olarak yaratılmış, haya duygusu olan, yaşama arzu ve heyecanı olan, iyilik sahibi, sevgi, şefkat, merhamet sahibi, mütevazı, mutedil, kanaatkar, huşu sahibi, şükreden, sıdk sahibi, yararlı iş yapma kapasitesi olan, emanet, adalet duygusu olan bir varlık, zayıfları-fakirleri koruma özelliği olan, temiz rızık arayan ve sanat- estetik yeteneği olan bir varlık.

Kur’an’a göre insanın kötülük cephesinin temel özellikleri, şunlardır: Yeme-içme ve uykuya düşkün, zinaya düşkün, korkan ve korkulan, aceleci, kıskanç, kuruntu sahibi, cimri, nankör, unutkan ve hata yapan, öfkeli ve kızgın, aşırı dünya tutkusu, kadın tutkusu, evlat tutkusu, mal biriktirme tutkusu, makam tutkusu olan bir varlık, şükürsüz, kibirli, bencil-haris, cimri, zan ile karar verici, yayıcı, dedikoducu, gıybetçi, tartışmacı, ahdine sadık değil, inkârcı, gafil, tuzak kurucu, entrikacı, alay edici, oyun eğlenceye düşkün, aciz, vesveseci, bölücü, doyumsuz, umutsuz, tezat içerisinde, azgın, müstağni, stokçu, zayıfları korumayan, helal haram ayırmayan, müsrif, zora gelmeyen, hırs, ihtiras sahibi, fücur sahibi, şüpheci, şımarık-kibirli, hasetçı, bağy sahibi, kindar, fasık, azgın-fesatçı, zalim, cahil, hevasını ilah edinen bir varlık.

SONUÇ: İSLÂM DÜNYASININ ÇIKMAZI İNSAN-TOPLUM-SİSTEM ÇATIŞMASI

Bu özellikleri ve bunların insan üzerindeki hâkimiyet mücadelesini göz önüne aldığımızda insan, heva cephesi ile fıtrat cephesinin bir meydan savaşı alanıdır. Hangi tarafın galip geleceğini tayin eden, değer sistemine iman düzeyi, insanın düşünce mekanizması ve aklını kullanmadaki becerisi, insan üzerinde etkili olan sosyoekonomik, sosyokültürel çevre ile okuyup öğrendikleridir.

Dolayısıyla yalnızca ferdin veya toplumun iyi ve güzel olması yetmez. Aynı zamanda insanın içinde yaşadığı ortamı tanzim eden sistemin de, iyi, güzel, insan fıtratına uygun, iyi meziyetleri besleyen ve destekleyen bir özellikte olması gerekir.

Onun için yeni insan, yeni toplum, yeni sistem üçlüsü birlikte düşünülerek ve ele alınarak iyi-kaliteli insan, iyi-kaliteli toplum, iyi-kaliteli sistem üçlüsüne ulaşılabilir. Bunun için de her kademede iç/öz denetim, alt denetim ve üst denetim mekanizması var olmalıdır.

İnsan fıtratına uymayan, onu bir bütün olarak ele almayan tüm düşünce ve felsefi yaklaşımlar, insanı iyiye, güzele yönlendiremeyecek, insana arzuladığı mutlu yaşam tarzını sunamayacaktır. İnsandaki fıtrat-heva çatışmasını göz önüne almayan ve hevanın etkin olmasını sağlayan sistemler, insanı bunalıma sürüklemişti, sürüklemektedir ve de sürükleyecektir. Bugün başta Türkiye olmak üzere İslâm dünyasının ana tezadı budur.

Allah’ı unutarak, unutturarak ve unutturacak; Allah’la ilişkileri kopararak, kopartarak ve kopartacak şekilde inşa edilen sistemlerin, küresel bir değer ve ahlâk oluşturması, insan ruhundaki “küresel krizi gidermesi” mümkün değildir:

“Allah›ı unutan ve bu yüzden Allah›ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.”(59 Haşr 19)

Hevalarını yaşamının merkezi haline getirerek her türlü dayanışma ruhunu yıkan ve bu konuda hiçbir ahlâki endişe taşımayan, insanlığı tüketim-kâr putunun ve hedonizm (hazcılık) putunun tutsağı yapmış olan Batı’nın felsefi sistemleri üzerine inşa edilen İslâm coğrafyasındaki mevcut sistemlerin, insanlığa yeni, iyi ve erdemli küresel bir değerler sistemi üretip sunması mümkün değildir.

Müslüman dünya bunun farkına varmalı ve kendi özüne dönmeli, kurtuluşu kendi kültür ve medeniyet kodlarında aramalıdır:

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (30 Rum 30-31).

Ümmetin ittifakını, birlik ve beraberliğini sağlayacak olan insanlar, gönülden katıksız bağlılar olarak Allah’a yönelen, yalnıza Ondan korkup sakınan, Ahirete iman eden, bu dünyada yaptıklarının hesabını orada vereceğine inanan, paylaşabilen, düşünen ve âdil olan insanlardır:

“Ancak namaz kılanlar hariç ki onlar, namazlarında süreklidirler. Ve onların mallarında belirli bir hak vardır; yoksul ve yoksun olanlar için. Onlar, din gününü de tasdik etmektedirler. Onlar, Rablerinin azabına karşı daimi bir korku duymaktadırlar. Onlar ırzlarını korurlar. Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir. Şahitliklerinde de dosdoğru davrananlardır. Namazlarını titizlikle koruyanlardır.

İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.” (70 Mearic 22-36)

KAYNAKLAR

1- Şeriati., A., İnsanın Dört Zindanı, İstanbul, Bir Yayınları, S: 14-15.

2-Müslim, Bab No: 6

3-Tirmizî, Tefsir, (2991); Buhari, Hadis No: 507

4-Buhari, Hadis No: 4733

2 Mart 2018 Cuma

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-7: Ümmetin İttifakını Yıkan Hastalık: Bağy

 (Milli Gazete)

“Ortak olup şeytan ü nefs

Olur hevâya pür-heves

Lutf it sivâdan bizi kes

Kuldan hatâ, senden atâ”

(Üsküdarlı Fenâyî)

Giriş

Bu yazıda, ümmetin fırkalaşmasında etkili olan iç faktörlerden insanın heva cephesinin en kötü özelliklerinden biri olan “Bağy” Hastalığı ele alınıp değerlendirilmektedir.

HASED VE BAĞY

Ragıp el-İsfehani’ye göre Hased; “Bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temenni etmek, arzulamak ya da dilemektir. Bazen bunun yanında o nimeti ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba veya gayret de bulunur.” (1)Hasette asıl mana “bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmektir.” (2)

Bağy kavramı ise, “azgınlık”, “hak sınır tanımamak”, “başkası aleyhine sınırı aşmak”, “hakkına razı olmayarak başkasının canına, malına ırzına kastetmek”, ‘’haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak”, “kendisine barışın yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek” anlamlarına gelir. (2-5).

Kelimenin özünde kıskançlık/horlama, zulüm, bozgunculuk, aşırı ihtiras unsurları vardır. Kıskançlık öğesi ağır basan bir hak ve sınır tanımazlık söz konusudur. Gerek hased/kıskançlık ve gerekse azgınlık, insanın heva/kötülük cephesinin özellikleridir. Gerek kıskançlığı, gerekse azgınlığı kapsayan bağy de, insanın heva cephesinin en kötü bir özelliğidir.

İNSANIN BAĞYETME SEBEPLERİ

Kur’an’da geçen ayetlerin analizinden insanın Bağyetme nedenlerini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

* Mal şehveti

* Makam şehveti

* Darlık ve bolluk zamanlarındaki psikolojik durum

Mal Şehvetinin Neden Olduğu Bağy

Rızkın sınırsız yayılıp genişletilmesi veya herkesin her istediğini elde etme, bulma imkânına sahip olması, bireyin kendi kendine yeter olma, hiç kimseye muhtaç olmama duygusunu ortaya çıkarabilir. Müstağnileşme denilen bu olgu, ferdin nefsini hayatın merkezi yapar ve her istediğini yapmada önünde hiçbir engel tanımaz. Dolayısıyla, haset, nankörlük ve öfke ile yoğrulmuş bir azma, başkasının hak ve hukukunun çiğnenmesine neden olur. Dolayısıyla amacından sapmış, aşırı zenginlik ve refah, insanı müstağnileşmeye, o da bağye götürür (42 Şura 27).

İnsan yapısında var olan mala ve mülke aşırı tutkunun; aşırı mal ve mülk sahibi olan bir kişiyi nasıl azdırdığı, Kur’an’da iki kıssada anlatılmaktadır:

1-“Karun Kıssası” (28 Kasas 76-81),

2- “İki Davalı Kardeş Kısası” (38 Sad 20-24).

Karun, tarihte aşırı servet birikimi sonucu müstağnileşmiş ve bağyetmiş bir insanın çok tipik bir temsilcisidir. Ulaştığı servetin tükenmez, bitmez, yok olmaz olduğuna inanmaktadır. Bu aşırı güven, onu görmez, işitmez ve dinlemez yapmıştır. Böylelikle, kendisine yapılan çağrılara ve uyarılara karşı duyarsızlaşmıştır. Şımarması ve ihsanda bulunmaması, toplumdaki sosyal dengenin bozulmasına neden olmuştur. Bu tutum ve tavrının halkta bir haset ve nefrete sebep olabileceği kendisine hatırlatılmaktadır.

Karun’un bütün bu uyarılara karşı cevabı, servetini “kendisinde var olan bir bilgi vasıtasıyla kazandığı” şeklindedir. Mademki her şeyi kendi bilgisi sayesinde kazandı, her şeyi kendi gücü ve bileği sayesinde elde etti; onda hiç kimsenin hakkı ve payı olamazdı. Bu, temelde, üretim ile paylaşım arasındaki kavga idi.

Allah, paylaşmayı emrediyordu; servetin aşırı bir şekilde tek bir elde toplanmasını istemiyordu. Böyle bir olayın toplumsal dengeyi bozacağı, sonunda toplumu kaosa, anarşiye veya yok oluşa götüreceği ifade ediliyordu. Nitekim aynı hatayı işleyen geçmiş toplulukların yok olduğu açıklanıyordu. Bütün bunlardan ders alamayan Karun ve serveti, Allah tarafından yerle bir ediliyordu (28 Kasas 76-81).

Hz. Peygamber, mal şehvetini, ümmeti için büyük tehlikelerden biri olarak görüp ümmetine uyarıda bulunmuştur:

“...ValIahi ben bundan sonra sizin üzerinize fakirlik geleceğinden korkmam. Fakat sizin üzerinize geleceğinden korktuğum şey, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılarak, onların birbirine hased ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz ve bunun onları ahiret işlerinden alıkoyduğu gibi, sizleri de ahiret işlerinden alıkoymasıdır.” (6)

Burada Hz. Peygamber, mal mülk edinmeyi hor ve hakir görmüyor. Onu kural tanımaz bir biçimde elde etme ve kullanmanın getireceği haset, bağy ve nefsaniyet tehlikelerine dikkat çekiyor.

“İki Davalı Kardeş Kıssasında” (38 Sad 20-24), bağy ile ilgili üç temel noktaya dikkat çekilmektedir:

İnsanların çoğu (hulata) başkalarına bağy yoluyla haksızlık ederler.

Mal edinme şehvetiyle, kardeşi dahi olsa, kardeşinin malını mülkünü hile, aldatma ile almakta bir beis görmez.

Bağy hastalığından kurtulmanın yolu, iman edip “salih amel” yapmaktır.

Gerek “Karun” ve gerekse “İki Davalı kıssasından” çıkarılacak ders, insanın genel bir özelliği olarak mal tutkusundan dolayı genelde bağyetmeye eğilimli olmasıdır.

Makam Şehvetinin Neden Olduğu Bağy

Hak hukuk tanımazlık, haset, nefret ve baskı içeren bir sınır tanımazlık, yalnızca aşırı zenginlerden gelmez. Kişi haklarına tecavüz, azgınlık vb. sistemin gücünü elinde bulunduran makam, mevki sahibi yöneticilerden de gelebilir. Kontrolsüz yetki, gücü elinde bulundurma, hiçbir makama, mevkie veya topluma karşı hesap vermeme duygusunun meydana getirdiği müstağnileşme, yöneticiyi bağye götürebilir. Lüksün, israfın geçerli bir hayat biçimi olarak algılandığı toplumlarda bazı yöneticiler, hak ve hukuk tanımayabilirler ve topluma karşı bağyederler. Bazı yöneticiler, hevalarını ilâhlaştırıp, nefsi arzularını hayatın merkezi haline getirebilirler. Sınır tanımayan nefs, güçle donatılınca ceberrutlaşır, azgınlaşır, ne ölçü ve ne de sınır tanır, bağyeder (10 Yunus 83-91)

İlgili ayetlerde Firavun, “Mısır’ın kralı”, “zalim”, “müsrif”, “cahil” ve “müfsid” olarak nitelendirilmektedir. Bütün bu özelliklere sahip birinin, kendi halkının hak ve hukukuna tecavüz etmesi normaldir. O nedenle Hz. Musa, Firavun ve “önde gelen çevresine” verilen güç ve ihtişamın, insanları hak yoldan engellemek için kullanılacağına ve insanların gözlerini perdeleyerek onların kendilerine özenmesini sağlayabileceğine ilişkin endişesini Allah’a arz etmiştir. Böylelikle Hz. Musa aşırı güç ve servet ile bağy arasında bir ilişki kurmuştur.

Darlık veya Bolluk Ortamları Bağye Neden Olabilir

İnsanlar tehlike anlarında, “Allah’a gönülden yönelip şükrediciler” olarak davranmakta; fakat sıkıntıdan kurtulduktan sonra azgınlık yapmakta (bağy), başkalarının hak ve hukukuna saygı göstermemektedirler (10 Yunus 21-23). Bu ayetlerde önemli bir nokta, hitabın “ey mü’minler” şeklinde değil de “ey insanlar” şeklinde yapılmış olmasıdır. Bu demektir ki bağy, hangi inanç sistemi, hangi kültür içinde ortaya çıkıp etkin olursa, o sistemi, o topluluğu ve o kültür ve medeniyeti tahrip edecektir. Çünkü ayette “bağyiniz kendi nefisleriniz aleyhinedir” şeklinde bir kanuniyet ortaya konulmaktadır.

Diğer taraftan kıtlık zamanlarında, savaş zamanlarında, seferberlik durumlarında, ölümle burun buruna gelindiği zamanlarda bazı kişiler, başkalarının hakkına tecavüz etmeye, onun hakkını gaspetmeye çalışır. Savaşların neden olduğu göçlerde, yiyecek getiren kamyonlara, başkasından önce yiyecek almak veya başkasından daha fazla almak için saldırılar olur. Akaryakıt sıkıntısının olduğu yıllarda tüp kuyruklarında olan kavgalara, normal şartlarda rastlanmaz. Yağmurlu bir havada otobüs kuyruklarında da benzer hak ihlâllerine rastlayabiliriz. Batmaya başlayan gemide, bazı insanların hiçbir hak hukuk tanımaz çılgınlık halleri de bağyetme özelliğinin birer tezahürüdür.

Kur›an-ı Kerim, insanın yaşama hakkına ayrı bir ulviyet, yücelik vermektedir. İnsan hayatı söz konusu olduğunda Allah, haram kıldığı bazı şeyleri helâl kılmaktadır (16 Nahl 114-116).

Burada iki önemli şart vardır: Bir tanesi, aynı durumda olan başkalarının hakkına tecavüz etmemek; diğeri ise yeme noktasında aşırı gitmemektir. Dolayısıyla zor günlerde, sıkıntılı günlerde, kıtlık ve yoksulluk günlerinde, başkalarının hakkına tecavüz anlamına gelen stokçuluk/karaborsacılık, bağyetmekten başka bir şey değildir. Bu, zor ve şiddet taşımayan; fakat hile taşıyan bir hakka tecavüz olayıdır. Toplumun ihtiyaç duyduğu maddeleri stoklayarak para kazananlar; hasetle, zulüm ve açgözlülükle başkalarının hakkına, hukukuna tecavüz etmiş olurlar. Bu sebeple bağî’dirler.

BAĞYNİN NEDEN OLDUĞU SONUÇLAR

Kur’an’da geçen ayetlerin analizinden Bağy’nin neden olduğu sonuçları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

* Toplumsal dayanışmayı yıkar,

* Toplumu kamplara böler,

* Toplumun çökmesine neden olur.

Bağyedenler, toplum dayanışmasını bozar. Toplumu sınıflaşmaya, ayrı sosyal tabakalara ayrılmaya zorlar. Toplum içerisinde hak, hukuk sınırı tanımadıkları için kin ve nefret tohumlarını eker. Eğer yönetim üzerinde etkili olurlarsa, sistemle bütünleşirlerse, kaçınılmaz olarak toplumu çatışmaya, kavgaya götürürler. Adalet mekanizmasını tahrip ederek güvensizlik tohumlarını ekerler, karamsarlık bulutlarının ülkeyi kaplamasına neden olurlar.

Bağy toplumda yaygınlaşıp bir hayat biçimi haline dönüşürse, toplum, kamplara bölünecek, çatışma, kavga, kaçınılmaz olacaktır. Bu ilâhi bir sünnettir (2 Bakara 213)

Allah, bağyetmeyi haram kılarak onun meşruiyetini tanımamıştır. Müminlerin de tanımamasını istemektedir. Aksi durumlarda Allah’ın o toplumu iki farklı şekilde cezalandıracağı belirtilmektedir:

Birinci cezalandırma şekli: Helâl olan şeyleri, haram kılma (6 Enam 146)

İkinci cezalandırma şekli: Helâk etme (2 Bakara 90; 28 Kasas 58).

Bir başkasının hakkına, haklı bir nedeni olmadan tecavüz etmek anlamındaki bağyin Nahl 90’da yasaklandığı; Araf 33’de ise haram kılındığı bildirilmektedir. Araf 32-33’de temiz rızık kavramının geçişi, bağy ile kirlenme arasında bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.

SONUÇ: BAĞY HASTALIĞININ İLACI: TAKVA-ALLAH’A KESİN TESLİMİYET

Bağy hastalığına karşı en önemli ilaç, gerçek anlamda Allah’a ve ahirete şuurlu bir şekilde iman etmektir. Ancak bu teslimiyet sonucunda, yılların oluşturduğu yanlış örf, adet, gelenek ve bilgilerden arınıp gerçeğe yönelebiliriz. Atalarımızın yanlış davranış ve fikirlerini terk edebiliriz. Şuur altında yer etmiş kin, nefret, öfke ve şüphe duygularını bastırabiliriz (42 Şura 13-l5).

2 Bakara 213, 3 AI-i İmran 19, 20, 42 Şura 13-15 ve Casiye 17’de anlaşmazlık ve ihtilâfların, bilgisizlikten kaynaklanmadığı gerçeği ortaya konulmaktadır. Tam tersine ilim ve deliller geldikten sonra insanların ihtilâfa düştükleri anlatılmaktadır.

Bağynin neden olduğu kaos ortamlarında, davası olan insanların yapması gereken şey, Şura 15’de açık ve net bir şekilde anlatılmaktadır.

Bütün bu ilâhi emir ve uyarılara rağmen İslâm toplumundaki cemaatler, mü’minIer; bağy yüzünden birbirlerine düşebilir, birbiri ile çatışabilir, hattâ savaşabilir. Bağy duygusu tahrik edilip insan bünyesini kapladı mı «sağduyu kaybolur», çatışma kaçınılmaz olabilir. İşte bu durumda görevimiz “Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltmek” olmalıdır (49 Hucurat 9, 10). Yangına körükle gidilmemelidir.

Bugün, başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın (“İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi”) ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne-fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm Bağy duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır.

İman edenler, İslâm coğrafyasına aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlar ve bağy hastalığına yakalananlarla onurlu bir şekilde mücadele etmek zorundadırlar. (18 Kehf 28, Şura 13-16, Hucurat 9-10 ve 42 Şura 39)

O nedenle “Dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın” (10 Yunus 89) uyarısı, iman edenlerin sürekli hatırlamaları gereken bir ilke olmalıdır.

KAYNAKLAR

Rağıb El- İsfahani, Müfredât, Pınar Yayınları, İstanbul, 2016, S: 399.

Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Tefsir, Azim Dağıtım, İstanbul, c.10, S:173.

Rağıb El- İsfahani, age, S: 227-229.

Öztürk, Y.N., Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, (1991), S:51.

Ünal, A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, S: 323.

Buhari 14/6365

1 Mart 2018 Perşembe

Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-3: ÜMMETİN İTTİFAKINI YIKAN İKİ HASTALIK: HEVANIN İLAHLAŞTIRILMASI VE BAĞY

 (Umran Dergisi Mart 2018 Yazısıdır)

“Bir, vahye dayalı düzen vardır; bir de heva. Üçüncüsü yok…” Şatıbî

 Giriş

İslâm coğrafyasında geçmiş yazılarımızda isimlerini verdiğimiz 15 civarında proje birbiri ile savaşmaktadır. Bu projelerin sahipleri bazen birbirleri ile uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la Savaşı” şeklinde cereyan ediyor olmasıdır. Şer İttifakının yürürlüğe sokmaya çalıştığı projelerin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı kaos teorisi kapsamında, din, etnik, mezhep, aşiret/kabile ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir.

Ümmetin bu gerçeği görmesi, ona göre davranması ve insanlığa önderlik yapabilecek bir dayanışma ve organizasyonun içine girmesi gerekmektedir. Ümmetin birlik ve beraberliği, insanlık için gerek şarttır.

Arif Nihat Asya’nın  “Aziz-i vakt idik, âda (düşman) zelil kıldı bizi” sözü üzerinde Ümmet, tefekkür etmeli ve öz eleştirisini yapmalıdır. Yalnızca Şer ittifakını/Şeytanı ittifakı(ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm) ya da sadece dış güçleri suçlayarak meselelerimizi çözmemiz mümkün değildir.

İblis’in Hz. Âdem’le eşine kurduğu tuzağın sonunda Hz. Adem ile eşi Cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmişlerdir. Allah, yeryüzünde, kendilerine Hidayetçilerin gönderileceği ve bunların onlara nasıl ve neye göre yaşamaları gerektiğini açıklayacağını bildirmiştir (2/38-39;7/35). Dolayısıyla ilk nesil insanlar, aynı değerler etrafında şekillenmiş tek bir ümmettirler (2/213; 10/19; 21/92; 23/52).

Allah, yeryüzündeki insanları, şeytan ve taraftarları karşısında başıboş ve yardımsız bırakmamış, onlara daima doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiştir (26/36; 10/47; 23/44; 35/24-25; 13/30; 16/63). İlgili ayetlerde her ümmete, yol gösterici, aydınlatıcı birer peygamber gönderildiğini, O’nun ümmetini uyarıp korkuttuğunu (35/24), onlara helâl ve haramı bildirdiğini,  aralarında adalet ile hükmettiğini(10/47) görmekteyiz. Gönderilen peygamberler, tarih boyu birbirini destekleyecek şekilde görevlerini ifa etmişlerdir(23/44, 16/63).

Buna rağmen niçin bölünmüşlerdir?

Şeytan, Hz. Âdem’e yaptığını, tüm peygamberlerin yoluna gidenlere yapmak için yemin etmiş, tüm iman edenlere sınırsız ve topyekûn bir savaş açtığını ilan etmiştir. Ancak bu, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı ortadan kaldırmaz. Şeytanın başarısı, Hz. Âdem’in gösterdiği bir zâfiyetin ürünüdür. Nitekim Hz. Âdem, zaaf göstererek Allah’ın koyduğu emir ve yasakları çiğnediğinden dolayı suçunu kabul edip tövbe etmiş ve Allah’tan bağışlanmasını dilemiştir. Bu nedenle ümmetin iç dinamiklerinde zafiyet olmadan dış dinamiklerin ümmetin üzerinde etkili ve tahrip edici olması çok zordur.          O nedenle “Başlangıçta tek olan ümmet niçin bölünmüştür?” sorusunun cevabı önemlidir.

Geçen yazıda bu konu ele alınmış, Ümmet kavramının geçtiği ayetler analiz edilmiş ve tek ümmet olan ilk nesilden günümüze gelinceye kadar ümmetler içinde ve arasında, genel olarak, sürekli bir anlaşmazlığın var olduğu(11/118); bu anlaşmazlığın; şeytan, mele-mütrefler, hevanın ilâhlaştırılması, bağy hastalığı ve kalplerin katılaşmasına bağlı olarak ortaya çıktığı tespiti yapılmıştır.

Bu beş ana etkenden “Şeytan”(16/63; 6/43) ve “Mele-Mütrefler” (43/23-24),  insan açısından birer dış faktör iken; “Hevanın İlahlaştırılması”(5/48), “Bağy” Hastalığı(2/213) ve “Kalplerin Katılaşması”(6/43) ise birer iç faktördür.

Bu yazıda, ümmetin, insanların anlaşamamalarında etkili olan iç faktörlerden “hevanın ilâhlaştırılması” ve Bağy hastalığı konusu ele alınacaktır.

HEVA NEDİR VE HEVANIN İLÂHLAŞTIRILMASININ ANLAMI NEDİR?

Heva meselesi, günlük hayatta insan yapısı ve davranışlarının gerçek anlamda anlaşılamamasından kaynaklanan en temel meseledir. İnsan düşünce ve davranışlarını, tıpkı bilgisayar virüsleri gibi, sürekli tahrip eden, insanın kötülük cephesinin en baskın bir unsurudur. Heva sorununu, daha iyi anlayabilmek için Kur’ân’ın “heva” diye isimlendirdiği ve insandaki karar merkezlerini daima olumsuz olarak etkilemeye çalışan yapıyı göz önüne almamız gerekir.

Heva, Kur’ân-ı Kerim’deki anahtar kavramlardan biridir. Yaklaşık olarak 30 yerde geçmektedir. İnsandaki mevcut karar merkezlerinden nefsin, genel olarak ana çalışma frekansıdır, denebilir. Bireysel ve toplumsal çürümenin motoru olarak da değerlendirilebilir.

Heva, “Benliğin, şehvete meyli ve keyfiliği tercih etmesidir.”(1,2). İnsanın yücelikten basitliğe düşmesini sağlayan, zan ve tahmine dayalı bilgilerle insana hükmeden, hayatı yalnızca kendi ekseninde şekillendirmek isteyen bir nefsin, düşünme ve davranma halini ifade eder. İnsan bencilliğinin, ihtirasının, bağy’nin etkin unsur olarak dışa vurumu ve hayatı tanzim girişimidir. Heva, insan nefsinin cehalet ve/veya kibre dayalı olarak oluşturduğu ve ilâhi bilgiye dayalı değerler sisteminin karşısında olan bir değerler topluluğu olup insan fıtratının bozulmasını ifade eder.

HEVA, SAPIKLIĞA VE YIKIMA GÖTÜRÜR

Hevanın etkisindeki bir insanın şeytanla irtibatı artar ve zamanla şeytanın oyuncağı olur (6 En’am 71). Bu durumdaki insanlar, gerçekleri göremez ve duyamazlar. Hoşlarına gitmeyen, çıkarlarına engel olan her şeyi red ve inkâr ederler (53 Necm 23). Heva, zan, tahmin, bilgisizlik ve istikbar (kendini beğenmişlik), bağy (başkası aleyhine sınırı aşmak, kıskançlık, ezme, saldırı, horlama, zulüm ve bozgunculuk) ile iç içedir (2 Bakara 19, 90, 120, 145, 213; 5 Maide 48; 6 En’am 119; 30 Rum 29; 13 Ra’d 37; 45 Casiye 17, 18; 53 Necm 23; 38 Sad 20-25; 49 Hucurat 9; 42 Şura 14). Cehalet ve gururun refakat etmesi, hevayı, insan ve toplum hayatında daha tahripkâr yapar. Heva, hayatı birey nefsine indirger ve bireyi ilâhlaştırır. Hayatın tümüyle kişiye indirgenmesi ve yalnızca kişinin ihtiyaçlarının ya da çıkarlarının aşırı bir şekilde öne çekilmesi, insan nefsinin doymazlığını azdırıp insanı sapıklığa sürükler: “Allah’tan bir kılavuz olmaksızın, hevasına uyandan daha sapık kimdir." (28 Kasas 50).

Toplumsal sermayenin hevaya dayalı olarak inşa edilmesi; kişiyi sapıklığa sürüklerken, kaçınılmaz bir şekilde toplumun, çevrenin, kısaca her şeyin bozulmasına ve nihayetinde yıkılıp yok olmasına sebebiyet verir:

“Eğer hak, onların hevalarına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey bozulmaya uğrardı.” (23 Müminun 71)

Hevanın bu tahripkâr gücünden dolayı bütün peygamberler uyarılmış, dikkatleri çekilmiştir (20 Taha 16). Bu noktada çok daha önemli olan bir husus da, hevaya uyan insanın görünür kimliği ne olursa olsun, sonucun (yıkım) değişmemiş olmasıdır. Bu noktada, hevasını ilâhlaştıran bir ateist ile hevasını ilâhlaştıran bir Müslüman arasında ayırım yapılmamaktadır. Bu tür insanların tümü; gerçeği ters yüz eden zalimler olarak, hevalarına uyarlar ve hevalarını hayatın merkezi yapmaya gayret ederler:

“Zulmetmekte olanlar, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevalarına uymuşlardır…” (30 Rum 29).

HEVA BİREYSEL ÇIKARLARDA SINIR TANIMAZ

İnsanın her istediğini yapma yetkisini kendinde görmesi, bireysel çıkarların sınır tanımazlığı ve bu konudaki aşırı özgürlük bir müstağnileşmedir. Kibir, müstağnileşme, bağy, hevanın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. İnsanın kendini, kendine yeter görmesi ve bir başkasına ihtiyaç hissetmemesi, toplumsal dayanışma ve değerlerin çözülmesi demektir. Arkasından kaçınılmaz olarak kirlenme ve çürüme gelir. Bu nedenle Allah, insana her arzu ettiği şeyin (bireysel çıkarlar) verilmesinin yanlış olduğuna dikkat çekmektedir:

“Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin heva olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa and olsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir. Yoksa insana “her arzu edip dilekte bulunduğu’’ şey mi var? (53 Necm 23, 24)

Hevasını ilâh edinmiş Müslüman bir düşünür veya bir bilim insanı, kendi düşüncesini, en doğru ve diğer düşünceleri de en yanlış olarak görme eğilimindedir. Kibir, müstağnileşme ve bağy, başkalarının fikrine ve düşüncesine karşı her türlü saygısızlığın, kabalığın, karalamanın ve suçlamanın yapılmasını kişinin kafasında meşrulaştırır.

HEVA İNSANI KÖR, SAĞIR VE AKILSIZ YAPAR

İhtilâfların tefrikaya, onun da fırkalaşmaya dönüşmesinin ana nedeni, hevanın insan üzerinde yaptığı bu karmaşık etkilerdir. Hevanın vücut verdiği çekim alanına giren ve kendi iradi kontrolünü kaybeden insanlar, bilgisi ne olursa olsun, zanları, tahminleri ve kibirlerinin neden olduğu bir körlük ve sağırlıkla gerçekleri görememekte ve duyamamaktadır:

“Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" (45 Casiye 23; bak: 25 Furkan 43,44)

HEVALARINI İLÂHLAŞTIRANLAR, BAŞKALARINI SAPTIRMAK İÇİN MÜCADELE EDERLER

Bu noktada unutulmaması gereken bir başka gerçek de; hevalarını ilâhlaştıranlar, başkalarının fikri ve fıkhî düşüncelerinin yanlış olduğunu inatla iddia ederler. Yapılan her türlü açıklamayı, getirilen her türlü delili, baştan reddederek ihtilâfları tefrikaya dönüştürerek haddi aşarlar:

“Kuşkusuz çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla başkalarını saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir." (6 En’am 119)

HASED VE BAĞY

Ragıp el-İsfehani’ye göre Hased; “Bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temenni etmek, arzulamak ya da dilemektir. Bazen bunun yanında o nimeti ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba veya gayret de bulunur”(3). Hasedde asıl mana “bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etmektir”(4)

Bağy kavramı ise, "azgınlık", "hak sınır tanımamak", "baş­kası aleyhine sınırı aşmak", "hak­kına razı olmayarak başkasının canına, malına ırzına kastetmek", ''haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak", "kendisine barışın yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek" anlamlarına gelir(4-7).

Kelimenin özünde kıskançlık/horlama, zulüm, bozgunculuk, aşırı ihtiras unsurları vardır. Kıskançlık öğesi ağır basan bir hak ve sınır tanımazlık söz ko­nusudur. Hased/kıskançlık ve azgınlık, insanın Heva/kötülük cephesinin özellikleridir. Kıs­kançlığı ve azgınlığı kapsayan bağy de, insanın heva cephesinin en kötü özelliğidir. 

İNSANIN BAĞYETME SEBEPLERİ

Kur’an’da geçen ayetlerin analizinden İnsanın Bağyetme nedenlerini, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

  • Mal şehveti
  • Makam şehveti
  • Darlık ve bolluk zamanlarındaki psikolojik durum

Mal Şehvetinin Neden Olduğu Bağy

Rızkın sınırsız yayılıp genişletilmesi veya herke­sin her istediğini elde etme, bulma imkânına sahip ol­ması, bireyin kendi kendine yeter olma, hiç kimseye muhtaç olmama duygusunu ortaya çıkarabilir. Müstağnileşme denilen bu olgu, ferdin nefsini hayatın merkezi yapar. Her istediğini yapmada önünde hiç­bir engel tanımaz. Dolayısıyla, haset, nankörlük ve öfke ile yoğrulmuş bir azma, başkasının hak ve hu­kukunun çiğnenmesine neden olur. Dolayısıyla amacından sapmış aşırı zenginlik ve refah, insanı müstağnileşmeye o da bağye götü­rür:

"Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tu­tup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde bağyederlerdi (azarlardı). Ancak o, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir. (42 Şura 27)

İnsan yapısında var olan mala ve mülke aşırı tutkunun; aşırı mal ve mülk sahibi olan bir kişiyi, nasıl azdırdığı, Kuran’da iki kıssada anlatılmaktadır:

1-“Karun Kıssası” (28 Kasas 76-81),

2- “İki Davalı Kardeş Kısası” (38 Sad 20-24).

Karun tarihte aşırı servet birikimi sonucu müstağnileşmiş ve bağyetmiş bir insanın çok tipik bir temsilcisidir. Ulaştığı servetin tü­kenmez, bitmez, yok olmaz olduğuna inanmaktadır. Bu aşırı güven, onu görmez, işitmez ve dinlemez yapmıştır. Böylelikle, kendisine yapılan çağrılara ve uyarılara karşı duyarsızlaşmıştır. Şımarması ve ihsanda bulunmaması top­lumdaki sosyal dengenin bozulmasına neden olmuştur. Bu tutum ve tavrının halkta bir haset ve nefrete sebep olabile­ceği hatırlatılmaktadır kendisine.

Karun'un bütün bu uyarılara karşı cevabı, servetini “kendi­sinde var olan bir bilgi vasıtasıyla kazan­dığı” şeklindedir. Mademki her şe­yi bilgisi sayesinde kazandı, her şeyi ken­di gücü ve bileği sayesinde elde etti; on­da hiç kimsenin hakkı ve payı olamazdı. Bu, temelde, üretim ile paylaşım arasın­daki kavga idi.

Allah paylaşmayı emrediyordu; ser­vetin aşırı bir şekilde tek bir elde toplan­masını istemiyordu. Böyle bir olayın top­lumsal dengeyi bozacağı, sonunda top­lumu kaosa, anarşiye veya yok oluşa gö­türeceği ifade ediliyordu. Nitekim aynı hatayı işleyen geçmiş toplulukların yok olduğu açıklanıyordu. Bütün bunlardan ders alamayan, Karun ve serveti, Allah tarafından yerle bir ediliyordu(28 Kasas 76-81).

Hz. Peygamber, mal şehvetini, ümmeti için büyük tehlikelerden biri olarak görüp ümmetine uyarıda bulunmuştur:

“...ValIahi ben bundan sonra sizin üzeri­nize fakirlik geleceğinden korkmam. Fakat sizin üzerinize geleceğinden korktuğum şey, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılarak, onların birbirine hased ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz ve bunun onları ahiret işlerinden alıkoyduğu gibi, siz­leri de ahiret işlerinden alıkoymasıdır. (8).

Burada Hz. Peygamber, mal mülk edinmeyi hor ve hakir görmüyor. Onu kural tanı­maz bir biçimde elde etme ve kullanma­nın getireceği haset, bağy ve nefsaniyet tehli­kelerine dikkat çekiyor. Nitekim bir baş­ka konuşmalarında bu ikisi arasındaki farkı, şöyle izah ediyor:

"...İşte bu dünya malı da tatlıdır. Bun­dan hakkıyla alan ve aldığını da hakkı olan yere koyup harcayan kimseye bu ne güzel bir nimettir. Dünya malını haksız olarak hırsla alan kimseye gelince o da daima yiyen, fakat bir türlü doymayan obur kimse gibi olmuştur." (9).

“İki Davalı Kardeş Kısasında” (38 Sad 20-24), bağy ile ilgili üç temel noktaya dikkat çekilmektedir:

1-İnsanların çoğu(hulata) başkalarına bağy yoluyla haksızlık ederler.

2-Mal edinme şehvetiyle, kardeşi dahi olsa kardeşinin malını mülkünü hile, aldatma ile almakta bir beis görmez.

3- Bağy hastalığından kurtulmanın yolu, iman edip “salih amel” yapmaktır.

Gerek “Karun” ve gerekse “İki Davalı kıssasından” çıkarılacak ders, insa­nın genel bir özelliği olarak mal tutkusundan dolayı genelde bağyetme eğilimlı olmasıdır. Bu hastalıktan ancak iman edip salih amellerde bulunanlar kurtulabilir; On­lar da azınlıktadırlar(38 Sad 24).

Toplumsal kirlenmeye karşı savaşacak ve kirlenmeyecek olan insan unsuru, “iman edip salih amellerde bulunanlardır”. Kirlenmeden çıkış, bu yeni insan unsurunu yetiştirmekle mümkündür.

Böyle bir insan unsuru­nun oluşturacağı model bir hareket, model bir cemaat, toplumu içine düştü­ğü bataktan kurtarabilir; hevadan arınmış olarak tüm insanlar arasında hak ile hükmedebilir(38 Sad 26).

Makam Şehvetinin Neden Olduğu Bağy

Hak hukuk tanımazlık, haset, nef­ret ve baskı içeren bir sınır tanımazlık, yalnızca aşırı zenginlerden gelmez. Kişi haklarına tecavüz, azgınlık, vb., sistemin gü­cünü elinde bulunduran makam, mevki sahibi bazı yöneticilerden de gelebilir. Kontrolsüz yetki, gücü elin­de bulundurma, hiçbir makama, mevki­ye veya topluma karşı hesap vermeme duygusunun meydana getirdiği müstağ­nileşme, bazı yöneticileri bağye götürebilir. Lüksün, israfın geçerli bir hayat biçimi olarak algılandığı toplumlarda bazı yönetici­ler, hak ve hukuk tanımayabilirler ve topluma karşı bağyederler. Bu yöneticiler, hevalarını ilahlaştırıp, nefsi arzularını hayatın merkezi haline getirebilirler. Sınır tanımayan nefs, güçle dona­tılınca ceberrutlaşır, azgınlaşır, ne ölçü ve ne de sınır tanır, bağyeder(10 Yunus 83-91)

İlgili ayetlerde Firavun, “Mısır'ın kralı”, “zalim”, “müsrif”, “cahil” ve “müfsid” olarak nitelendirilmektedir. Bütün bu özelliklere sahip birinin, kendi halkının hak ve hukukuna tecavüz etme­si normaldir. O neden­le Hz. Musa, Firavun ve “önde gelen çev­resine” verilen güç ve ihtişamın, insanları hak yoldan engellemek için kullanılacağına ve insanların gözlerini perdeleye­rek onların kendilerine özenmesini sağlayabileceğine ilişkin endişesini Allah’a arz etmiştir. Böylelikle Hz. Musa aşırı güç ve servet ile bağy arasında bir ilişki kurmuştur. Nitekim Mısır'ı terk eden İsrailoğullarına karşı Firavun, önde ge­len çevresi, askerler, kısaca sistem, bağye­derek topyekun saldırıya geçmişler; fakat sonları, Kızıldeniz’in sularında boğularak helak olmak olmuştur. Çünkü bağyedenlerin, zalimlerin, müsriflerin ve müfsidlerin sonu aynıdır.

Darlık veya Bolluk Ortamları Bağye Neden Olabilir

İnsanlar genellikle tehli­ke anlarında, "Allah'a gönülden yönelip şükrediciler" olarak davranmakta, fakat sıkıntıdan kurtulduktan sonra azgınlık yapmakta(bağy), başkalarının hak ve hukukuna saygı göstermemektedirler(10 Yunus 21-23). Bu ayetlerde önemli bir nok­ta, hitabın "ey müminler" şeklinde değil de "ey in­sanlar" şeklinde yapılmış olmasıdır. Bu demektir ki bağy, hangi inanç sistemi, hangi kültür içinde ortaya çıkıp etkin olursa, o sistemi, o topluluğu ve o kültür ve medeniyeti tahrip edecektir. Çünkü ayette "bağyiniz kendi nefisleriniz aleyhinedir" şeklinde bir kanuniyet ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan kıtlık zamanlarında, savaş zamanlarında, se­ferberlik durumlarında, ölümle burun buruna gelindiği zamanlarda bazı kişi­ler, başkalarının hakkına tecavüz etmeye, onun hakkını gaspetmeye çalışır. Savaş­ların neden olduğu göçlerde, yi­yecek getiren kamyonlara, başkasından önce yiyecek almak veya başkasından daha fazla almak için saldırılar olur. Akaryakıt sıkıntısının olduğu yıllarda tüp kuyruklarında olan kavgalara, normal şartlarda rastlan­maz. Yağmurlu bir havada otobüs kuy­ruklarında da benzer hak ihlâllerine rastlayabiliriz. Batmaya başlayan gemi­de, bazı insanların hiçbir hak hukuk ta­nımaz çılgınlık halleri de bağyetme özelli­ğinin birer tezahürüdür.

Kur'an-ı Kerim insanın yaşama hak­kına ayrı bir ulviyet, yücelik vermektedir. İn­san hayatı söz konusu olduğunda Al­lah, haram kıldığı bazı şeyleri helal kıl­maktadır (16 Nahl 114-116).

Burada iki önemli şart vardırBir tanesi, aynı durumda olan başkalarının hakkına tecavüz etmemek; diğeri ise ye­me noktasında aşırı gitmemektir. Dolayı­sıyla zor günlerde, sıkıntılı günlerde, kıtlık ve yoksulluk gün­lerinde, başkalarının hakkına tecavüz anlamına gelen stokçuluk/karaborsacı­lık, bağyetmekten başka bir şey değildir. Bu, zor ve şiddet taşımayan; fakat hile taşı­yan bir hakka tecavüz olayıdır. Toplu­mun ihtiyaç duyduğu maddeleri stokla­yarak para kazananlar; hasetle, zulüm ve açgözlülükle başkalarının hakkına, huku­kuna tecavüz etmiş olurlar. Bu sebeple bağî'dirler.

BAĞYNİN NEDEN OLDUĞU SONUÇLAR

Kur’an’da geçen ayetlerin analizinden Bağynın neden olduğu sonuçları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

  • Toplumsal dayanışmayı yıkar,
  • Toplumu kamplara böler,
  • Toplumun çökmesine neden olur.

Bağyedenler, toplum dayanışmasını bozar. Toplumu sınıflaşmaya, ayrı sosyal tabakalara ayrılmaya zorlar. Toplum içe­risinde hak, hukuk sınırı tanımadıkları için kin ve nefret tohumlarını eker. Eğer yönetim üzerinde etkili olurlarsa, sistemle bütünleşirlerse, kaçınılmaz ola­rak toplumu çatışmaya, kavgaya götü­rürler. Adalet mekanizmasını tahrip ede­rek güvensizlik tohumlarını ekerler, ka­ramsarlık bulutlarının ülkeyi kaplaması­na neden olurlar.

Bağy toplumda yaygınlaşıp bir hayat biçimi  haline dönüşürse, toplum, kamplara bölünecek, çatışma, kavga, kaçınılmaz olacaktır. Bu ilâhi bir sünnettir (2 Baka­ra 213)

Allah, bağyetmeyi haram kılarak onun meşruiyetini tanımamıştır. Mümin­lerin de tanımamasını istemektedir. Aksi durumlarda Allah'ın o toplumu iki farklı şekilde cezalandıracağı belirtilmektedir:

Birinci cezalandırma şekli: Helal olan şey­leri, haram kılma (6 Enam 146)

İkinci cezalandırma şekli: Helak etme (2 Bakara 90; 28 Kasas 58).

Bağyin Nahl 90'da yasaklandığı; Araf 33'de ise haram kılındığı bildirilmekte­dir. Araf 32-33'de “temiz rızık” kavramının geçişi, bağy ile kirlenme arasında bir iliş­kinin olduğunu göstermektedir.

Toplumda bağyetme, kınanmıyorsa, engellenmiyorsa, bağyedenlere karşı bir tavır sergilenmiyor, hatta alkışlanıyorsa, o toplum kirlenmiştir veya kirlenme süre­cine girmiştir. Başkasının hakkına teca­vüz, başkasının hakkını gasbetme doğal karşılanıyorsa, bağyetme bir yaşam stan­dartı olmuş demektir. Meşruiyet kazan­mış demektir.

İşte burada, "Allah' a inanıyor gibi gözükmekle", "gerçekten inanmak" ara­sındaki fark ortaya çıkar. "Ben bir mu­vahhid mümin olarak yüzümü Allah'a çevirdim" diyenlerle; "biz de müslüma­nız" diyenler arasındaki fark ortaya çı­kar. "Biz işittik ve itaat ettik" diyenlerle, "biz işittik ve inkar ettik ya da önemsemiyoruz, önemli değil" diyenler arasındaki fark ortaya çıkar.

İşte İslam Dünyasında bu iki düşünce men­supları arasında bazan açık bazan da giz­li devam eden bir çatışma vardır. Bu, gerçekten Allah'a teslim olanlarla, "tes­lim olmuş gibi gözükenler" arasında ol­maktadır(3 AI-i İmran 19,20).

SONUÇ: HEVANIN İLAHLAŞTIRILMASI VE BAĞY HASTALIKLARININ İLACI: TAKVA/ALLAHA KESİN TESLİMİYET    

Hevanın İlahlaştırılması ve Bağy hastalıklarına karşı en önemli ilaç, gerçek anlamda Allah'a ve Ahirete şuurlu bir şekilde iman etmektir. Ancak bu teslimiyet sonucunda, yılların oluşturduğu yanlış örf, adet, gelenek ve bilgilerden arınıp gerçeğe yönelebiliriz. Atalarımızın yanlış  davranış ve fikirlerini terk edebiliriz. Şuur altında yer etmiş kin, nefret, öfke ve şüphe duygularını bastı­rabiliriz (42 Şu­ra 13-l5).

2 Baka­ra 213, 3 AI-i İmran 19, 20, 42 Şu­ra 13-l5 ve Casi­ye 17'de anlaşmazlık ve ihtilafların, bil­gisizlikten kaynaklanmadığı gerçeği­ ortaya konulmaktadır. Tam tersine ilim ve deliller geldikten sonra insanların ihtilafa düştükleri anlatılmaktadır.

Bütün bu ilahi emir ve uyarılara rağ­men İslam toplumundaki cemaat veya mü­minIer; bu iki hastalık yüzünden birbirlerine dü­şebilir, birbiri ile çatışabilir, hatta savaşa­bilir. Bu iki hastalık insan bünyesini kapladı mı "sağdu­yu kaybolur" çatışma kaçınılmaz olabilir. İşte bu durumda görevimiz şudur:

"Müminlerden iki topluluk çarpışacak olurlarsa aralarını bulup-düzeltin. Şayet biri diğerine haksızlıkla tecavüzde bulunacak olursa (bağyederse) artık bağyedene karşı Al­lah'ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer­ sonunda Allah'ın emrini kabul edip dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve her konuda adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever.”

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup- düzeltin ve

Al­lah'tan korkup sakının; umulur ki esirge­nirsiniz. (49 Hucurat 9, 10)

Allah, gerek Şura 13-16 ge­rekse Hucurat 9-10'da adil olmamızı iste­mektedir. Bizi aşağılayacak olan, küçül­tecek olan bağy duygusuna teslim ol­mamamızı istemektedir. Hatta mümin­lerden bağyedenlere karşı topyekun ka­rşı çıkmalarını istemektedir:

"Ve kendilerine bağyedildiği (haklarına tecavüz edildiği) zaman, birlik olup karşı ko­yanlardır." (42 Şura 39)

Hevanın ilahlaştırılması ve Bağy hastalıklarına yakalananlar, tarih boyu iyiyi, güzeli, temizi, doğruyu arayanlara, hak-hukuk ve adalet isteyenlere, hep baskı uygulamış, onları kötülemiş ve suçlamışlardır.

  Bugün de, başta İslâm dünyası olmak üzere insanlığa karşı, Şer İttifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm-İsrail) tarafından açılmış bir savaşın (“İslâm’ın İslâm’la Savaşı Projesi”) ortasındayız. Her türlü yalanın, dolanın, fitne-fesadın kaynatıldığı ve kaynatılacağı, iftiranın atıldığı ve atılacağı ve tüm Bağy duygularının tahrik edilip devreye sokulduğu ve sokulacağı bir ortamın içinde olduğumuz ve olacağımız, hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Hevanın  ve Bağy’nin hâkim olmadığı bir dünyayı, bugün Müslümanlar inşa edebilirler. Bu imkân ve şansları vardır. Hevanın hiçbir şekilde kendisine bulaşmadığı vahyî bilgiye sahip olan Müslümanlar, ellerindeki cevherin kıymetini bilmeli ve tarihi sorumluluklarını yerine getirmelidirler(5 Maide 48, 49).

İman edenler, İslâm coğrafyasına aydınlığın gelmesini, adaletin hâkim olmasını, birlik ve dayanışma ruhunun yeniden inşa edilmesini istiyorlar ve zulüm altında ezilip yok olmayı istemiyorlarsa, hep birlikte, hevalarını ilâhlaştıranlar ve bağy hastalığına yakalananlarla onurlu bir şekilde mücadele etmek zorundadırlar (18 Kehf 28, Şura 13-16, Hucurat 9-10 ve 42 Şura 39).

O nedenle Müslümanlar, bu kutsal görev için öncelikle zihinlerini, kalplerini ve nefislerini temizlemelidirler. Cennete giden yolun, zihinlerini, kalplerini ve nefislerini hevadan arındırmaktan geçtiğini görmelidirler(79 Naziat 40,41).

 O nedenle Müslümanlar, sapmış bir topluluğun hevalarına uymamalıdırlar (5 Maide 77).

O nedenle Müslümanlar, her türlü şer hareketine karşı onurlu bir duruşla karşı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde, Allah’ın her türlü yardımının kesileceğini ve Allah’ın dostluğunun kaybolacağını görmelidirler

“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: «Kuşkusuz doğru yol, Allah'ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.» Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (2 Bakara 120).

O nedenle “Avrupa Uyum Yasalarının” meydana getirdiği yıkıma son verilmelidir.

O nedenle "Dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın" (10 Yunus 89) uyarısı, iman edenlerin sürekli hatırlamaları gereken, temel bir ilke olmalıdır.

O nedenle Hevanın ilahlaştırılması ve Bağy hastalıklarının neden olduğu kaos ortamlarında davası olan insanlar, dosdoğru bir istikamet üzere olup kesintisiz bir şekilde davet yapmalıdırlar:

“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur.

Onların heva (istek ve tutku) larına uyma.

Ve de ki: «Allah'ın indirdiği her kitaba inandım.

Aranızda adalet yapmakla emrolundum.

Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.

Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir.

Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı = hüccet) bir tartışma konusu yoktur.

Allah, bizi bir arada birleştirip-toplayacak ve dönüş de O'nadır.»(42 Şura 15)

KAYNAKLAR

1- Kardâvî, Y., İhtilâf Ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, S: 15-25.

2-Öztürk, Y.N., Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, İstanbul, (1991), s:172-174.

3-Rağıb El- İsfahani, Müfredât, Pinar yayınları, İstanbul, 2016, S: 399.

4-Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Tefsir, Azim Dağıtım, İstanbul, c.10, S:173.

5-Rağıb El- İsfahani, age, S: 227-229.

6-Öztürk, Y.N., age, S:51.

7- Ünal, A., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1990, S: 323.

8-Bu­hari 14/6365.

9-Buhari 14/6367.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...