1 Kasım 2017 Çarşamba

TAHKİR EDİCİ BİR ÜSLUPLA VE KAVMİYETÇİ, MEZHEPÇİ YAKLAŞIMLARLA İSLÂM DÜNYASININ SORUNLARI ÇÖZÜLEMEZ


                                                   (Umran Dergisi Kasım 2017 Yazısıdır)

Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığı, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın (Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşlik olmalıdır. Bunun aksi tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bedeli, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında helak olmaktır.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) veya kısaca Barzani yönetimi tarafından, 25 Eylül 2017 tarihinde “İhtilaflı bölgeleri” de kapsayan “bağımsızlık referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. Bu yeni durum, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. “Çığ etkisi” yapabilir, “zincir reaksiyonunu” (“Fisyon olay”) başlatabilir.

Bu referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde bölgeye, genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından, derinlemesine, duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde, tüm ayrıntıları ile analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye, İran, Irak ve Rusya’nın referanduma karşı çıkışlarına, ABD’nin ‘zaman uygun değildir, ertele’ ısrarına rağmen Barzani Yönetimi, İsrail’in açık desteğini alarak ‘ihtilaflı bölgeleri’ de içeren ‘Bağımsız Kürdistan Referandumu’nu yapmıştır. Türkiye ve İran yönetimi, referanduma açık tavır koymuştur. Irak merkezi yönetimi, referandumu tanımadığını beyan ederek Haşdi Şabi ile birlikte Irak Ordusunu, Barzani kuvvetlerinin üzerine göndermiştir.

Referandum öncesinde herkese meydan okuyan Barzani kuvvetleri, Haşdi Şabi ve Irak Ordusu ile karşılaşınca, ciddi hiçbir çatışmaya girmeden hemen hemen tüm ihtilaflı bölgeleri, Irak ordusuna terk etmiştir.

Neden?

Barzani kuvvetlerinin takındığı bu tavır, İŞİD Irak topraklarına girdiğinde, Irak ordusunun tüm silahlarını ve bankalardaki paraları bırakarak geri çekilmesinde takındığı tavırla çok benzerdir, strateji aynıdır. “İhtilaflı bölge” olarak adlandırılan yerlerin neredeyse tamamı, IŞİD tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra Barzani kuvvetleri gelince, ciddi bir çatışma olmadan bölge, Barzani kuvvetlerine teslim edilmiştir. Barzani kuvvetleri, Kürt olmayan halkları göçe zorlayarak bölgede adeta etnik temizlik yapmıştır. Benzer oyun, Suriye’de de oynanmıştır. Önce IŞİD gelip bölgeleri işgal etmiş, sonra da ciddi bir çatışma yapmadan PYD/YPG/PKK güçlerine işgal ettiği yerleri teslim ederek geri çekilmiştir. Kobanı-Telelyap-Afrin bu şekilde el değiştirmiştir.

Dolayısıyla süreç, aynı karanlık merkez tarafından yönetilmektedir. Öyleyse bu karanlık merkezin orta ve uzun vadede hedefinin ne olduğu mutlaka tartışılmak zorundadır.

Kısa vadede Barzani harcanmış gözükmektedir. Ya bölgesel, küresel güçler arasında arka planda yapılan bazı pazarlıkların sonucu Barzani yalnız bırakılmış ya da yerine İslâm’a ve Türkiye’ye düşman yeni bir lider getirilmek istenmektedir.

Mesut Barzani’nin bugün karşı karşıya kaldığı bu durum, geçmişte, Babası Molla Mustafa Barzani’nin karşı karşıya kaldığı durumla çok benzerdir. Bunu, Molla Mustafa Barzani’nin, dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a yazdığı mektupta (9 Şubat 1977) görebilmekteyiz.

Barzani’ye Referandum öncesi destek verenler, Referandum sonrasında ses çıkarmamaktadırlar.

Neden?

Hedef “Büyük Kürdistan mı” yoksa “Büyük İsrail mi”?

Hiç şüphe yok ki “Büyük İsrail”.

Şer ittifakının (ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm) bu bölgede çizdiği ana strateji, “Büyük İsrail Projesi”ni gerçekleştirmek üzerine kurulmuştur. Bu nedenle Şer ittifakının yeni karşı hamlelerinin olacağı göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla Türkiye, hem kendi içinde bütünleşmeli hem de bölgenin bütünleşmesini hedeflemelidir. Bunu sağlayacak strateji ve politikalar üretmeli, buna uygun da bir dil ve üslup kullanmalıdır.

Türkiye’nin bugünkü ortamında taban tabana zıt bir tutum, tavır ve söylem gelişmekte ve yaygınlaşmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi güzel ve doğru, muhalefetin yaptığı ve söylediği her şeyi kötü ve yanlış ya da Cumhurbaşkanı’nın ve siyasi iktidarın söylediği ve yaptığı her şeyi kötü ve yanlış, muhalefetin yaptığı veya söylediği her şeyi güzel ve doğru olarak gören ve yorumlayan bir anlayış vardır.

Her şeyi “Klasik “Aristo Mantığı”(Klasik Kümeler Teorisi”: “mutlak doğu” veya “mutlak yanlış”) çerçevesinde ele alarak değerlendirmek, yorumlamak bir alışkanlık haline gelmiştir. Böyle bir dil, üslup ve tavır, bu ülkeye ne katabilir? Dış politikayı, iç politika malzemesi olarak kullanan bir dil ve üslup, ne getirir ve ne götürür?

Farklı görüş, bakış ve yaklaşımları, “vatan hainliği”, “nankörlük”, “ihanet”, “terörist”, “işbirlikçi”, “PKK’cı”, “FETÖ’cü”, “Nemrut”, “Firavun”, “Diktatör” “Atatürk düşmanı”, “faşist”, “gerici”, “yobaz” ve buna benzer kavramlar kullanarak yorumlamak, değerlendirmek, bu ülkeye fayda değil zarar vermektedir ve de verecektir.

Bugün için bölge ve dünya şartlarını gözönüne aldığımızda Türkiye’nin önemli sorunlarından biri, sürekli gerilim ve küskün inşa eden, kutuplaştıran dil ve üslup sorunudur.

Dış politikanın iç politika için malzeme olarak kullanılması ve uluslararası ilişkilerde diploması dilinin kaybolması ciddi bir tehlikedir. Kuzey Irak Referandum sonrasında başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Türkiye’yi yönetenlerin kullandıkları dil, halklar düzeyinde değerlendirildiği takdirde, çok sert, kırıcı ve incitici olmuştur. Bunun Türkiye’ye yansıması, uzun vadede çok daha acı olacaktır.

Kuzey Irak Referandumu ile birlikte başlayan tartışmalarda, dini hassasiyeti olan müslüman Türklerle müslüman Kürtlerin kullandıkları dil, kavmiyetçi bir dildir. “Bu Kürtler” veya “bu Türkler” diye başlayan ve işi hakarete kadar götüren bir dil, ancak kavmiyetçilik ateşi ile yanıp tutuşan bir Türkçünün ve Kürtçünün dili olabilir; Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir müminin dili olamaz, olmamalıdır da. Kriz dönemlerinde birlik ve beraberliği öne çekecek bir dil kullanılması gerekirken, ayrıştırıcı ve krizi derinleştirici bir dil kullanılmakta, kavmiyetçi söylemler öne çıkmaktadır. O nedenle şu iki temel sorunun sorulması ve cevaplandırılması gerekmektedir:

Allah’a ve ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini müslüman kabul edenlerin, kullanması gereken bir dil ve üslup ne olmalıdır?

Allah’a ve Ahirete iman ettiğini söyleyen ve kendisini müslüman kabul edenlerin, kavmiyetçiliğe ve mezhepçiliğe (mezhep taassubuna) bakışı, tutumu ne olmalıdır?

 Cevap Arayan Sorular

Kuzey Irakta, ihtilaflı bölgeler dâhil olmak üzere, Barzani yönetimi tarafından “Bağımsız Kürdistan Referandumu” yapılmış ve sonuç, “evet” çıkmıştır. İster referandum iptal edilsin, ister edilmesin bu, Ortadoğu coğrafyasını uzun yıllar meşgul edecek ve süreç iyi yönetilemezse, belki de kaosa götürebilecek bir olgudur. Çığ etkisi yapabilir. Bu nedenle aşağıdaki soruların, duygusallıktan uzak, objektif olarak cevaplandırılması gerekmektedir:

  1. Irak Merkezi Hükümeti, İran, Türkiye, Suriye, Rusya, ABD, BM ve AB ülkelerinin 25 Eylül 2017’de referandum yapılmasına karşı çıkmalarına rağmen, Barzani’nin ısrar edip referanduma gitmesine sebep nedir? Barzani yönetimi, tüm bu ülkeleri karşısına alacağını bile bile niçin referanduma gitmiştir? ABD ve AB’nin tavrı yarın değiştiğinde Türkiye ne yapmalıdır? Türkiye bu noktada daha ihtiyatlı bir dil kullanması gerekmez mi?
  2. Barzani yönetimine açık destek veren İsrail’in dışında, gizli destek veren ve teşvik eden bir gizli güç var mıdır; varsa bu güç kimdir ve bölge ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli stratejisi nedir?
  3. ABD ikili mi oynamaktadır? ABD’de çatışan iki güç olarak ABD milliyetçileri (WASP’çılar-Pentagon) ile Neocon-Siyonist İttifakı, bu olayda birlikte midir yoksa çatışmakta mıdır? Her iki durumda süreç nasıl etkilenir?
  4. Referandum öncesinde Barzani’ye açık ve/veya gizli destek veren bölgesel ve küresel güçler, Haşdi Şabi ve Irak merkezi güçlerinin referanduma dâhil edilen ihtilaflı bölgeleri geri almalarına karşılık hiç sesleri çıkmamaktadır. Bu, farklı ve gizli bir amacın olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir mi?
  5. Referandum öncesinde herkese meydan okuyan ve “kanlarının son damlasına kadar savaşacağını” ilan eden Barzani’nin Irak merkezi kuvvetleri ile ciddi bir çatışmaya girmeden geri çekilmesinin anlamı nedir?
  6. İç, bölgesel ve küresel dinamikler, referanduma giden süreci nasıl etkilemiştir ve referandum sonrasını nasıl etkileyecektir/etkileyebilecektir?
  7. “Küresel savaşı Kuzey Irak üzerinden Türkiye aracılığıyla çıkarmayı” öngören “Siyonist Yüksek Meclis”in bu referandumun yapılmasında herhangi bir rolü var mıdır? Amaç “küresel savaş” için fitili ateşlemek midir?
  8. Şer ittifakı olarak nitelendirdiğimiz ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm, “Bağımsızlık Referandumu”nda birlikte midirler; yoksa aralarında bir paylaşım savaşı mı verilmektedir?
  9. Referandumun, bölgede bazen çatışan bazen uzlaşan projelerle bir ilişkisi var mıdır? Bu projeler, referandumla başlayan süreci nasıl etkiler?
  10. Süreçte İran ve Rusya’ya ne kadar güvenilebilir? Yarı yolda kalma durumunda Türkiye ne yapmalıdır? Ya da güvensizliği ortadan kaldırabilecek kalıcı politikalar neler olmalıdır?
  11. Suriye denklemindeki Türkiye, İran+Rusya karşıtlığı, referandum sonrası süreçte ne şekil alabilir? Taraflar, Suriye politikalarını bir kez daha gözden geçirmeli değil midir? Geçmişe takılıp kalmak ve inatlaşmayı sürdürmek, bölgeye hayır getirebilir mi?
  12. Suriye yönetiminin, Suriye’nin kuzeyinde “Kürt Özerk Bölgeleri” konusunda “PYD/YPG ile anlaşabilir ve federal bir Suriye inşa edebiliriz” tarzındaki açıklaması Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?
  13. Irak merkezi hükümeti, Barzani ile yeni bir federal yapı konusunda; Suriye yönetimi de PYD/YPG ile federal yapı konusunda anlaşmaları durumunda Türkiye bundan nasıl etkilenir ve Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?
  14. ABD’nin çıkardığı “vize krizinin” Irak-Suriye düzleminde olanlarla bir ilgisi var mıdır?
  15. Rusya ABD ile anlaşıp Türkiye’ye karşı tavır alabilir mi? Böyle bir durum karşısında Türkiye nasıl bir yol izlemelidir?
  16. Irak ve Suriye’nin bu duruma gelmesinde Türkiye’nin katkısı nedir? Bu konuda Türkiye kendi öz eleştirisini gerçekçi bir şekilde yapması gerekmez mi?
  17. Türkiye’nin genel olarak tüm dış olaylarda olduğu gibi, Kuzey Irak Referandumu’nda da ani, fevri, kırıcı ve itici bir dil kullanmasının sebebi hikmeti nedir? Bu dilin değişmesi gerekmez mi? Bu dilin, bu yoğunluk ve şiddette devam etmesi durumunda, Türkiye, hem içerde hem de dışarıda ne kazanır, ne kaybeder? Bunun analizi mutlaka yapılmalı değil midir?
  18. Kullanılacak dilin, halkları kucaklayıcı, yönetimleri cezalandırıcı olması gerekmez mi? Halkla yönetimi eş gören bir dil, gelecekte çok ciddi sıkıntıların ortaya çıkmasına sebebiyet vermez mi?
  19. Siyasi kadroların yukarıda kullandığı dilin aşağıya, halka yansıması, daha şiddetli, yıkıcı ve parçalayıcı olmaktadır. Siyasetin ve devlet erkânının bunu göz önüne alması gerekmez mi? Bölgede yığınla problem varken öncelikli olarak iç barışın sağlanması için bu kırıcı, ötekileştirici dilin değişmesi gerekmez mi?
  20. Kürt halkının içinde yaşadığı ülkelerde temel sorunları nelerdir? Niçin bu sorunlar çözülmemekte ya da çözülememektedir? Allah’ın kavimlere tanıdığı, verdiği doğal hakları, halkların elinden alma hakkı birilerine verilmiş midir? Asimilasyon, Allah’ın kanunlarına isyan değil midir? Kürt sorununun özünde böyle bir gasp yok mudur?
  21. İslâm coğrafyasında ümmet şuuru niçin öne çıkmamakta; herhangi bir sorun karşısında kavmiyetçilik ve mezhepçilik öne çıkmaktadır?
  22. Kuzey Irak referandumu sonrasında bazı müslüman Türkler ile bazı müslüman Kürtler, kavmiyetçiliği çağrıştıran çok kötü bir dil kullanmamışlar mıdır? Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini söyleyen bu kardeşlerimizin, bu kadar kolay kavmiyetçiliğe sapmasının, kaymasının sebebi hikmeti nedir?
  23. İslâm coğrafyasında niçin sürekli etnik ve mezhepsel bir çatışma zemini vardır? Aynı dinin, aynı coğrafyanın, aynı tarihin ve aynı kültür-medeniyetin çocukları niçin birbirleri ile sağlıklı ve uzun vadeli bir iletişim kuramamaktadır?
  24. İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve güç oluşturma amaçlı kurulmuş yapılar, herhangi bir kriz anında niçin atıl kalmakta, yaraya merhem olamamaktadır? Hata nerede yapılmaktadır?
  25. İslâm coğrafyası niçin yabancı müdahalelere bu kadar açıktır? İslâm coğrafyasında, yöneten yönetilen ilişkisi niçin gerilimlidir? İslâm coğrafyasında diktatörlerin başa gelmesi ve varlıklarını devam ettirmesinin sebebi nedir?
  26. Genel olarak Batının, özel olarak Şer İttifakının İslâm coğrafyasında bu kadar çok işbirlikçi bulabilmesinin ve STK’lara sızabilmesinin sebebi hikmeti nedir?
  27. İslâm coğrafyasında terörün kaynakları nelerdir? Gençler niçin silahlı mücadeleye bu kadar kolay yönelebiliyor ya da kanalize edilebiliyorlar?

 Bölgede Çatışan Projeler

İslâm coğrafyasında hâkimiyet kurma amaçlı çatışan projeleri şöylece sınıflandırabiliriz:

  1. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP; ABD-İsrail-İngiltere-Küresel Sermaye)
  2. Büyük İsrail Projesi (BİP; İsrail-Siyonizm, ABD destekli)
  3. 2. Sevr Projesi (AB)
  4. Büyük Ortadoğu’nun Hıristiyanlaştırılması (‘Dinler Arası Diyalog’) Projesi (Vatikan)
  5. ‘NATO’nun Evrenselleşmesi ve İslâm Coğrafyasına Yerleşmesi Projesi’
  6. “Serbest Piyasa”-“Özelleştirme projesi” (ABD-Siyonizm-Küresel Sermaye-AB)
  7. Sıcak Denizlere İnme- Eski Müttefikleri Kazanma Projesi (Rusya)
  8. Düşmanla/Rakiple Güvenlik Alanının Dışında Hesaplaşma Projesi (ABD/Çin/Rusya): Vekâlet savaşları
  9. Etnik-Mezhepsel Fay Hatları Oluşturma Projesi-Kaos Projesi (ABD/AB/Rusya/Çin(Siyonizm)
  10. İslâm'ın İslâm'la Savaştırılması Projesi (ABD, İngiltere, Siyonizm)
  11. Çok Kutuplu Ortadoğu Projesi; Ayrı, Dengeli Güç Odakları Oluşturma ve Bölge Güçlerinin Birbirini Dengelemesi Projesi (ABD).
  12. Yeni Osmanlı Projesi-Bölgesel Güç Olma Projesi (Türkiye)
  13. Şia Savunma Hattı Projesi (İran-Irak-Suriye-Lübnan)
  14. Şia Eksenini Parçalama, Yayılmasını Engelleme ve Sünni Bir Eksen Meydana Getirme Projesi (Suud Liderliğinde Bazı Sünni Arap Yönetimleri + İsrail)

   25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta yapılan “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunu bu projeler açısından özel olarak ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

“Bağımsız Kürdistan Devleti” Referandumu Bir Tesadüf müdür?

   II. Dünya Savaşı’nda ABD başkanı F.D. Roosevelt’in, “Politikada hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.”[1] demiş olmasını göz önüne aldığımızda; 25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti” referandumunun yapılmış olması bir tesadüf değildir. Son zamanlarda dünyada olan, aşağıdaki olaylarla ilişkisi vardır ve “Küresel Savaş Projesi”nin bir parçasıdır:


  1. ABD-Suud işbirliği, Suud’un ABD ile 10 yıllık 350 milyar $  civarında anlaşma yapmış olması.
  2. Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması.
  3. Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan, Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması.
  4. ABD’nin, Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve askeri tatbikat yapması, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi.
  5. Katar Krizi ile birlikte, Şii-Sünni Fay hattına, Sünni-Sünni Fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,
  6. Suud yönetiminde iç kavgaların şiddetlenmesi ve yönetimin “Ilımlı İslâm”a(!) geçme kararını alması, “radikal hareketlere” savaş ilan etmesi,
  7. Sünni dünyanın ikiye bölünmesi ile İran’ın yayılmacı politika uygulamaya dolaylı olarak teşvik edilmesi; uzun vadede Türkiye ile İran’ın karşı karşıya getirilip savaştırılması,
  8. ABD Başkanının Pakistan’a askeri operasyon yapılabilir açıklaması,
  9. ABD’nin 4000 kişilik bir askeri birliği Afganistan’a gönderme kararı, buna Rusya ve Çin’in karşı çıkması,
  10. ABD ile Kuzey Kore arasında gerilimin sürekli artması, ABD’nin Asya pasifik bölgesine sürekli askeri yığınak yapması,
  11. İran ve Türkiye Genel Kurmay başkanlarının karşılıklı ziyaret yapması,
  12. Türkiye ve İran’ın Cumhurbaşkanları düzeyinde görüşme yapması ve çok ciddi kararlar alması,
  13. Türkiye-İran-Rusya arasında askeri ziyaret trafiğinin yoğunlaşması,
  14. Türkiye’nin, ABD karşıtı Vietnam ve Venezüella ile yakınlaşması,
  15. Türkiye, AB, özellikle Almanya ilişkilerinin bozulması, gerilimin sürekli yükselmesi,
  16. Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alması; ardından Haşdi Şabi ve Irak ordusunun “İhtilaflı bölgeleri” Barzani kuvvetlerinden geri almak üzere operasyon yapması ve birçok bölgeyi geri alması,
  17. İspanyada Katalonya bölgesinin bağımsızlık referandumuna gitmesi,
  18. ABD’nin Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları, Türkiye’nin itirazlarına rağmen, birlikte yapmaları ve ABD’nin PYD/YPG’ye 60.000 kişilik düzenli bir ordu kurması, ağır silahlarla donatması ve eğitmesi,
  19. ABD’nin Suriye’de PYD/YPG’nin hâkim olduğu bölgelere özel birlikler göndermesi ve askeri üsler açması,
  20. İsrail’in Kuzey Irak’ta askeri üs kurması,
  21.  ABD’nin Rakka’yı yerle bir ederek PKK/PYD/YPG’ye teslim etmesi,
  22. ABD’nin DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,
  23. ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin PYD/YPG ve Suriye Ordusuna katılması,
  24. Türkiye’nin Suriye’de hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,
  25. Türkiye’nin İdlib’e asker gönderip operasyon yapması, Afrin’i güneyden kuşatması,
  26. Türkiye’de FETÖ operasyonlarında yapılan “tutuklama, ihraç ve açığa almalarda” FETÖ’cü olmayan kesimlerin mağdur edilmesi,
  27. Enis Berberoğlu’na MİT Tırları davasından dolayı 25 yıl mahkûmiyet verilmesi ve bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar yürümesi ve bununla ilgili gerilim yükseltici tartışmaların yapılması,
  28. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk korumalara mahkûmiyet vermesi,
  29.  New York Güney Bölgesi mahkemesinin, Halk Bankası ile ilgili dava açması, Rıza Zarrab’ı, Genel Müdür yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’yı tutuklaması, Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan ile eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararı vermesi,
  30. Gerek ABD ve gerekse AB ülkelerinde FETÖ mensuplarının koruma altına alınması,
  31. Fransa, Almanya, İngiltere ve İspanya’da IŞİD adına(!) yapılan terör eylemleri ve bunun üzerine İslâm coğrafyasına karşı Batıda oluşturulmaya çalışılan psikoloji,
  32. ABD’nin değişik eyaletlerinde son zamanlarda meydana gelen ırkçı görüntüsü verilmiş kitlesel sokak eylemleri ve terör eylemlerinin yapılması,
  33. Venezuela’da sokak eylemlerinin yaygınlaşması,
  34. Arakan olayı,
  35. Hamas, el-Fetih ilişkisi ve Mısır’ın arabuluculuğu,
  36. Türkiye ile ABD arasında “vize krizinin” çıkması,
  37. Papaz Brunson’un casusluktan dolayı Türkiye’de tutuklanması.

İman Edenlerin Dil ve Üslubunu “İlahi Mizan” Belirler

Hayatın ve kâinatın huzur içerisinde idame etmesi, fesadın ortaya çıkıp yaygınlaşmaması,   “mizan”, “adl” ve “kıst” kavramlarının esas alınması ile mümkündür. Allah insanlara gönderdiği kitap ve peygamberlerle bunların muhtevasını açıklamış ve insanlığın ancak mizan ve adaletle ayakta durabileceğini bildirmiştir (57/25). Kur’ân-ı Kerim’e göre hayat ve kâinat, mizan ve adalet üzerine kurulmuştur. Onun için mizanın bozulmaması, adaletin korunması, ana bir görev ve sorumluluk olarak insanın omuzlarına yüklenmiştir (55/7-9).

İnsanoğluna halifelik görev ve sorumluluğu, bu çerçevede yüklenmiştir (38/ 26). Mizan ve adaletin bozulması, toplumları ifsat etmekte ve de helaklerine sebep olmaktadır (7/81-85; 10/83, 11/84-85).

Türkiye’de yaklaşık 150 yıldır devam eden kargaşanın, istikrarsızlığın, bunalımın ve kavganın nedeni, mizanın bozulmuş olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de kullanılan dil ve üslubun bozuk olmasının ana nedeni, bu mizan bozulma tarihine dayanır.

Dil bir iletişim aracıdır. Kullanılan kelimeler, kavramlar, muhataplar arasındaki ilişkiyi ya kuvvetlendirir ya da bozar. Birçok kötülüğün, şerrin kaynağı yanlış, kötü dildir. Hz. Peygamber (s.), “Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli bir şey verilmiş değildir!”[2] diyerek bu tehlikeye dikkat çekmiştir. İnsanı ateşe, ülkeyi, toplumu kargaşaya sürükleyen, etrafa kin ve nefret saçan kötü bir dilden başkası değildir. Hz. Peygamber (s.)’in, “İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen, dillerin mahsulünden başka ne olabilir?” tarzındaki değerlendirmesi[3], dil ve üslup konusundaki ölçülerin ne kadar hayati öneme haiz olduğunun bir göstergesidir. O nedenle dil güvenliği müslümanın temel özelliklerinden biridir: “Hz. Peygamber (s.): "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.  Mümin de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."[4]

 İnsanın bütün uzuvlarını etkileyen, onların üzerinde baskı kuran önemli  azalardan biri insanın dilidir.[5] Ve en çok birbirini etkileyen iki organ ise kalp ve dildir.[6] Kalp ve dilin bu ilişkisinden dolayı bir müminle mümin olmayanın kalpleri ve dilleri birbirlerinden farklı olmak zorundadır: “Hz. Peygamber (s.): Mümin bir kimsenin dili kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.”[7]

Dil aynı zamanda müminin dışa yansıyan ve dışta etkili olan, olması gereken yönüdür. Mümin, İslâm’ı şahsında temsil eden ya da temsil etmek zorunda olan insandır. Bundan dolayı Hasan Basrî, 'Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir.' demiştir.

Değerler Sistemi Arasındaki Mücadele ve Dil

Değer sistemleri arasındaki mücadele, sınırsız ve topyekûndur ve farklı mücadele şekillerini ihtiva eder. Değerler arası mücadelede, ben ‘müslümanım’ diyenlerin izleyecekleri yol, uygulayacakları yöntem, bizzat Allah tarafından resûlleri aracılığıyla insanlara bildirilmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (16/125)

Müslüman açısından mücadelenin gayesi, insan fıtratının bir ifadesi olan İslâmi değerleri insanlara kabul ettirmek, zihinleri ve kalpleri fethetmektir, işgal etmek değildir. Fetihte rahmet ve bereket vardır, işgalde zulüm ve yok etme vardır. Fetihte dengede oluş, kararlı oluş vardır; işgal ve zorbalıkta kaos ve kararsızlık vardır. Biri yeşertir, diğeri ise kurutur. Biri meyvesini verir, öteki meyveleri kurutur. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, kullanılacak dili, güzel bir ağaçla ve güzel bir bitki ile ilişkilendirmektedir (14/24-27; 7/58).

Mücadelede “güzel dil” kullanımı, 14/24-27 ayetlerinde “bir ağaçla” temsil edilirken; 7/58’de “bir şehrin bitkisine” benzetilmektedir. Bu benzetmelerle güzel bir dil kullanmanın, hem bireysel boyutuna (14/24-27) hem de toplumsal boyutuna (7/58) dikkat çekilmektedir.

 Müminin Dili Şahısları Değil, Zihniyeti ve Yapılanları Hedef Alır

“Kötülükleri iyiliklerle uzaklaştırmak”, bugünün en önemli sorumluluklarından biridir (11/114-115; 23/96). Kötülüğü en güzel, en estetik bir tarzda uzaklaştırmak, müminlerin taşıması gereken temel bir vasıftır (28/54-55). Kötülük yapanlara iyilik yaparak, onların kalplerini yumuşatmak ve hatta dostluğunu kazanmak mümkündür (41/34; 60/7).

İnsanın yapısında hem iyi özellikler hem de kötü özellikler iç içedir. Şeytan ve yolundan gidenler insanın kötülük cephesine hitap ederek hep kötü meziyetlerini öne çıkarmaya çalışırlar. İman edenler ise her şeyi ters yüz edilmiş ve kafası karmakarışık olan insanları uyarabilmek için insanın iyilik cephesine, açık/berrak, etkileyici, nazik bir dil ve bir üslup ile hitap ederler. Onun için Kur’ân, “Onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle.” (4/63) demektedir.

Bu ilke, sadece mazlumlar için değil, aynı zamanda zalimler için de geçerlidir.  Allah, Hz. Musa ile kardeşi Harun’u, Firavun’u uyarmak için gönderirken, “yumuşak” davranmalarını öğütlemesine bu ilke açısından bakılmalıdır (20/43-47).

Bugün, Kuzey Irak Referandumu’ndan dolayı Türkiye’nin kullandığı dil, bu ilkeye uymamaktadır. Türkiye’nin dili,  Hz. Peygamber’in, "Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." , "Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin.”[8] ilkesine uygun olmalıdır. Türkiye’nin dili, sözün en güzelini kullanmayı hedeflemelidir (17/53).

İslâmi mücadele, yanlışlıklara ve kötülüklere karşıdır. O nedenle iman edenler, şahısların yaptığı kötülüklerden dolayı onlara değil yaptıklarına karşıdırlar; buğzederler. İnsanları kaybetmeye değil kazanmaya taliptirler. Sahabe döneminde müslümanlar arasında geçen bir olay, en güzel tarz bir dil ve mücadeleden ne anlamamız gerektiği konusunda çok güzel bir örnektir[9]Ebudderda günah işlemiş bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işlemiş adama sövüp sayıyorlardı. Ebudderda: ‘Hey, onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız?’ diye seslendi. Onlar: ‘Çıkarırdık elbet’ dediler.  Ebudderda: ‘Öyleyse kardeşinize sövmeyin de size sıhhat ve afiyet veren Allah’a hamd edin’ dedi. Ebudderda’ya: ‘Ona sen kızmıyor musun?’ dediler.  Ebudderda: ‘Ben onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.’ demiştir.”

 Farklı Renk, Dil ve Soyların Varlık Sebebi

Kur’ân-ı Kerim’e göre, renk ve dil farklılaşması,“Allah’ın ayetlerindendir” (30/22). Öyleyse farklı dile sahip olan kavimlerin, dillerini her alanda kullanabilmeleri, onların en doğal haklarıdır. Bu, pazarlık konusu edilemez, edilmemelidir de. Bu hak, birileri tarafından gasp edilmiş ise bunun geriye iadesi bir lütuf değildir. Hakların iade edilmesi için de bir “aracı örgüte” ve “3. göze” ihtiyaç yoktur.

Aynı anne-babanın (Adem ile Havva) çocuklarının farklı renk ve dile sahip olması, Allah’ın koyduğu kanunun bir sonucu ise; Hz. Âdem’in çocuklarının çoğalmaları ile farklı soy, oymak, kabile ve şa’blara (kavimulus, ehl-i millet ve ümmet) ayrılması da sünnetullahın bir sonucudur (49/13).

“Şaab”, “kabilelerin ittifakı” ile meydana gelen daha büyük bir topluluktur[10]. Farklı kavimlerin ittifakı, yeni bir şaabdır (kavimlerin ittifakı). Bu durumda farklı renk, dil, soy, değer sistemi, kültür, müzik, örf, adet, gelenek, görenekler vardır. Ana sorun, bunlar arasında bir dengenin nasıl kurulacağıdır?

Kavimlerin oluşturduğu üst şaabda ittifak yapan kavimler, birbirine göre farklı nicelikte olabilir. Sayısal olarak baskın olan kavim, zamanla diğerlerini yok etmek, asimile etmek isteyebilir. Ya da kültür ve medeniyet olarak daha gelişkin olan bir kavim, diğerlerinin kültürlerini, dillerini yok etmeye kalkabilir veya diğerlerini sömürebilir. Bu ve buna benzer tehlikeler, kavimler ittifakında karşılaşılabilecek muhtemel tehlikelerdir. 

Burada sorulacak ana soru, bir kavim bir başka kavmin kimliğini yok etme hakkına sahip midir? Bu adil bir tavır mıdır? Buna hakkı var mıdır? Var olduğunu iddia ediyorsa bu hakkı nereden almaktadır?

Allah’ın insanları farklı boy, kabile, kavimlere ayırmasında ki esrar nedir? Kur’ân’da bunun nedeni, “tanışma ve kaynaşma” (49/13) olarak ifade edilmektedir. Sünnetullaha göre farklı akraba, soy, kabile, kavim, ulus/millet ve ümmetler şeklinde bir yapılanış, insanlık evrensel kümesi içerisinde birer denge unsuru olarak görev ifa etmektedir/etmelidir. Farklı her örgütsel yapı, kendi müntesipleri arasında özel bir sevgi, saygı, şefkat, aidiyet, sadakat ve dayanışma duygusu meydana getirmektedir. Bu şekilde meydana gelen güçler dengesi, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmesine yardımcı olmaktadır. Bunlar, insan fıtratına yerleştirilmiş özelliklerdir.

Bir insanın akrabasını ve kavmini sevmesi, en doğal hakkı olup fıtri bir özelliktir (4/1; 47/22-23; 2/204-205). Bu, yadırganacak ya da kınanacak bir durum değildir. Kur’ân’da peygamberlerin soylarına sık sık atıfta bulunulmakta, peygamberlerin nesillerine-zürriyetlerine dua etmeleri istenmekte ve nesillerine peygamberlik verilerek kendilerine lütufta bulunulduğu belirtilmektedir (3/33-34; 29/27). Hz. İbrahim’in ve Hz. Meryem’in anasının yaptığı dualarda bunu görebilmekteyiz (2/127-128; 3/36). Kur’ân bize tevbe edip salih amelde bulunanların soylarına dua etmeleri gerektiğini haber vermektedir (25/74). Hz. Peygamber’in kendisini Taif’te taşlayan kavmine karşı; “Allah’ım sen kavmime hidayet eyle, onlar hakkı bilmiyorlar.”(10)  şeklinde dua etmesini, Hz. Peygamber’in, amcası Ebu Talib’in hidayete kavuşması için gösterdiği gayreti ve Hz. İbrahim’in dua için babasına söz vermiş olmasını (60/4) bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.

Hz. Peygamber’den tebliğe önce akrabasından başlaması istenmiştir (26/214-216). Bu akrabalık bağının oluşturduğu sevgi, şefkat ve merhamet bağının tebliğe karşı reaksiyonları kısmen azaltabileceği ihtimalinden dolayı olsa gerekir. Ayrıca tebliğle birlikte yeni değerlerin akrabalar tarafından benimsenmiş olması halinde, kan bağının yanında değer bağının var olması ile daha güçlü bir aidiyet ve dayanışma ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber, yaptığı tebliğin karşılığında “akrabalık sevgisinden” başka bir şey istemediğini söylemesi çok dikkat çekicidir (42/23).

Diğer taraftan yardım önceliğinin müslüman akrabaya yapılması, akrabalık ve soy ilişkilerine İslâm’ın verdiği önemi göstermektedir (8/75; 33/6). Cuma hutbesinde okunan ve akrabalara yardım yapılmasını içeren ayeti kerime, akrabalığın müslümanlar açısından ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir (16/90). İnfakın kimlere yapılacağına ilişkin ayetlerde yer alan sıralanış, akrabaya verilen önemi göstermektedir (2/215). Benzer bir sıralanış, insanlara güzel davranma konusunda da vardır (4/36).

 Kavmiyetçilik, Irkçılık Nedir?

Akrabayı, soyu, kavmi sevmek, onlara yardım etmek ve dua etmek, meşru olduğuna göre kavmiyetçilik, ırkçılık nedir?

Eşler arasına konulan sevgi ve merhamet, nasıl Allah’ın ayeti ise akraba, kabile ve kavmin bireyleri arasındaki sevgi ve merhamet de, Allah’ın bir ayetidir. Sorun sevgi, merhamet ve şefkatin olmasında değildir. Sorun, kavme ya da soya olan sevginin, bir tutku ve şehvet boyutuna ulaşması ile bir başka kavmin, soyun, hakkının, hukukunun çiğnenmesi, adaletin ortadan kalkması ve zulmün icra ediliyor olmasıdır. 

Asabiye konusu Hz. Peygamber’e sorulmuştur. Hz. Peygamber’in verdiği cevap, “asabiye” ile sevgi ve zulüm arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak asabiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmiştir:

“Vâsile İbnu'l-Eskâ: "Ey Allah'ın Resûlü, kişinin kavmini sevmesi, (merdud olan) asabiye midir?" "Hayır, asabiye, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır."[11]

Hz. İbrahim, soyundan da peygamber gelmesi için dua ettiğinde, Allah’ın verdiği cevapta, «Zalimler benim ahdime erişemez» (2/124) denilmiş olması, kavmiyetçiliğin gizli şifresinin, bir başka kavme zulüm yapmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Kavmiyetçilik ile zulüm arasındaki bu ilişkiyi, Kur’ân’da, Hz. Musa’nın kavga eden iki kişi arasında haklı ile haksızı ayırt etmeden, herhangi bir sorgulama yapmadan, kendi kavminden olana yardım etmiş olmasında da görmekteyiz (28/15-19). Bu ayetlerde geçen Hz. Musa’nın “Bu şeytanın işindendir”, “ben kendi nefsime zulmettim”,  “suçlu- günahkârlara destekçi olmayacağım” demiş olmasının sebebi, kavga eden taraflardan haklı haksız sorgulamasını, araştırmasını yapmadan, kendi kavminden olduğu için birine sahip çıkmış olmasının yanlışlığını görüp pişman olmuş olmasından dolayıdır. Keza ikinci gün kavminden olmayan bir başka şahsın, Hz. Musa’ya, “Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.” demiş olması da, Hz. Musa’nın sadece kavminden olduğu için birine yardıma kalkmış olmasının, yanlışlığını ortaya koymuş olması bağlamında değerlendirilmelidir.

“Kavmiyetçilik İçin Savaşanlar Allah Yolunda Değillerdir ve Yerleri Cehennemdir”

Milletin/ümmetin dayanışmasını yıkıp, birlik ve beraberliği parçaladığından dolayı kavmiyetçiliğe neden olan her türlü tutum ve tavır, İslâm tarafından yasaklanmış ve “cahili bir davranış” olarak nitelendirilmiştir[12]. Böyle bir dava güdenler, Hz. Peygamber’in "Asabiyyet (kavmiyyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir."[13] ifadesiyle İslâm kültür ve medeniyetinin inşa ettiği ümmettin/milletin/cemaatin dışına çıkarılmışlardır/çıkarılmalıdırlar. 

Bir mümin için soy, renk ve genetik yapı bir ayırımcılık aracı olmadığına göre, bir kavmin bir başka kavme zulmetmesi, onun yaratılıştan kendisine bahşedilmiş haklarını gasp etmesi ya da onun asimile edilmesi için mücadele etmesi, Allah’ın rızasına uygun olmayıp Allah yolunda bir eylem de değildir[14]. Kavmiyetçilik için ölenler, “cahiliye ölümü ile ölmüşlerdir”: "Resûlüllah (s.a.s.): " Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm cahiliye ölümüdür."[15]

Bunların mekânları, cehennemdir; namaz kılıp oruç tutmuş olmaları, bu sonucu değiştirmemektedir[16].

İslâm, bir taraftan akrabalık, soy bağının korunmasını isterken, diğer taraftan da bunun, İslâm’ın değer sistemine zarar vermemesini de istemektedir. O nedenle Allah, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un eşlerini küfredenlere; Firavun’un karısını da, iman edenlere örnek olarak göstermektedir (66/10-11).

Bir baba olarak Hz. Nuh, oğlunun tufanda kurtulabilmesi için Allah’a yalvarmıştır. Hz. Nuh’un iman etmemiş oğlunun kurtuluşu için Allah’a dua etmesi Allah tarafından kınanmış olup oğlu konusunda uyarılmıştır (11/46). Hz. Nuh’un öz oğlu, seçtiği yoldan dolayı Hz. Nuh’un “ehli olmaktan” Allah tarafından çıkarılmıştır. Hz. Nuh’un uyarılmasında kullanılan ‘cahillerden olmayasın’ ifadesi ise, asabiye ile cahiliye arasında yukarıda ifade edilen ilişkiyi kuvvetlendiren önemli bir delildir.

Türkiye’nin Dili Savaşı Değil Barışı Hedeflemelidir

25 Eylül 2017’de Kuzey Irak’ta “Bağımsız Kürdistan Devleti” için yapılan referandumun temelleri, Şer ittifakının birinci körfez operasyonunda (1992), Saddam’a 36. Paralelin kuzeyinde getirilen uçuş yasağından sonra “Kuzeyde Kürtler, Ortada Sünniler ve Güneyde Şiiler” şeklinde başlatılan psikolojik harekâtla birlikte atılmıştır.

Bugün meseleyi Kürt etnisitesi üzerinden izaha kalmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. İttihatçıların, Şerif Hüseyin ve oğullarının, 100 yıl önce göremeyip düştükleri tuzağa ve Molla Mustafa Barzani’nin düştüğü tuzağa, bugün müslüman hassasiyeti olan hiç kimse düşmemelidir. Ortadoğu, 100 yıl önceki gibi,  yeniden bölünmek, daha küçük parçalara ayrılarak kolay yutulmak istenmektedir. Bunun için de yeni düşmanlıklar ihdas edilmeye çalışılmaktadır, bütün stratejiler, operasyonlar, kaoslar, çatış(tır)malar, yakıp yıkmalar, katliamlar buna yöneliktir.

Bu nedenle gerek bölgesel ve gerekse iç barışın sağlanabilmesi için, başta Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm devlet ricalinin ve siyaset erbabının dili, yukarıda dikkat çekilen hassas ilkelere/üsluplara uygun olacak tarzda gözden geçirilmelidir; daha titiz, yapıcı, sakinleştirici/soğukkanlı olmalıdır! Yani Türkiye önce düşünmeli sonra konuşmalıdır. Türkiye’nin dili, kin ve nefretle bozulmamalı; sözün en güzelini içermelidir:

“Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaya çalışmaktadır.” (17/53)

Türkiye’nin görevi, paramparça edilmek istenen İslâm coğrafyasına sakinleştirci, toparlayıcı önderlik etmek olmalıdır. Türkiye’nin böyle bir tarihi, jeopolitik, konjonktürel sorumluluğu vardır. Türkiye, İslâm ülkeleri ile arasında olan birtakım sorunları, bu sorumluluk çerçevesinde ele alarak çözmek zorundadır. Geçmişe takılıp kalmak, bugün için yapılabilecek en büyük hatadır.

Bugün Türkiye, kötülükleri iyilikle uzaklaştırabilmeyi öncelemelidir.  Bugün,  Türkiye; kendisini öldürmek isteyen kardeşlerine karşı Hz. Yusuf gibi davranmalı ve O’nun gibi, “Bugün size karşı sorgulama-kınama yoktur.” diyebilmelidir. Bugün, basiret ve feraset sahibi olma zamanıdır. Yaklaşık 1000 yıldır kader birliği yaptığımız, kanlarımızın karışıp bu toprakların tümünü suladığımız, kız alıp kız verdiğimiz, etle kemik olduğumuz bir halkın (Türk ya da Kürt) çocuklarına karşı takınılacak tavır, sevgi, saygı ve kardeşlik olmalıdır. Bunun aksi tüm tavır ve davranışlar, kavmiyetçilik hastalığının dışa yansıması olup bunun bedeli, hem bu dünyada hem de ahirette helak olmaktır.

Bugün, birr ve takva konusunda yardımlaşma, konuşma ve dayanışma içerisinde olma zamanıdır (5/2; 58/9).  Bugün, Ortadoğu’nun içine girdiği süreçte kendisini müslüman olarak kabul eden, Allah’a ve ahiret gününe iman eden herkesin, özellikle, müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşlerimizin takınacakları ortak tavır, adalet ekseninde bir barış ortamının sağlanması için duruş ortaya koymak, nemelazımcılığı terk etmek olmalıdır (49/9-10).

Ey iman edenler unutmayın! Hz. Peygamber (s.) buyurmuştur ki: “Kim haksızlıkta kavmine yardım ederse, kuyuya düşüp, kurtarılmak için kuyruğundan  çekilen deveye benzer."

Henüz vakit varken, “Ey iman edenler, hepiniz topluca İslâm'a girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/208)

Henüz vakit varken; “Ey iman edenler, Allah'a, Resûlü’ne, Resûlü’ne indirdiği Kita’a ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” ( 4/136)

Henüz vakit varken; Bölge sorunlarını birlikte, adaletle çözebilmek için bölge ülkelerini ve halklarını temsil eden ortak bir kriz masası kurulmalıdır.

Henüz vakit varken; “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (3/103)


[1] Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, 1996, s. 4-10.

2] Deylemî

[3] İbn Mâce, Hâkim.

[4] Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105).

[5] Tirmizî

[6] Harâitî

[7] Harâitî

[8] Ebû Dâvud, Edeb 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737); (1998).  

[9] Kandehlevi, Y., Hadislerle Müslümanlık, Kalem Yayınevi, İstanbul, c.3 (1980) s.1029

[10] Yazır, E., Hak dini Kur’ân Dili,  Azim Dağıtım, İstanbul, Cilt 7, s. 212-213.

[11] Ebu Davud, Edeb 121, (5519).

[12] Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934

[13] Ebu Davud, Edeb, 121, 5121. H. Münavi, a.g.e., 5, 386).

[14] Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (1904); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 16, (1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnu Mace, Cihâd 13, (2783).

[15] Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).

[16] Hakim, Müstedrek, 4, 298.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI HİBRİT SAVAŞLAR DÜZLEMİNDE BÖLGESEL EKSENDE BAŞLATILMIŞTIR

(Umran Dergisi)   “Eğer Hakk, onların hevalarına (istek ve tutku) uyacak olsaydı, hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herke...