(Milli Gazete)
Giriş
“Bağımsız Kürdistan ”
referandum sonucunun kısa, orta ve uzun vadede, özelde Kürt halkına, genelde
bölgeye, daha genelde İslâm dünyasına ne getirip ne götüreceğinin, iç
dinamikler, bölgesel dinamikler ve küresel dinamikler açısından; derinlemesine,
duygusallıktan uzak, objektif bir şekilde tüm ayrıntıları ile çok iyi analiz
edilmesi gerekmektedir.
Türkiye’de dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta,
ister İran , ister Irak ve isterse Suriye ’de olsun
Kürt halkı ile ilgili her olay, her oluşum ve her konuşma, Türkiye’deki Kürt
kardeşlerimizi, olumlu ya da olumsuz bir şekilde
etkilemektedir. Bu
sebeple çizilecek her strateji, uygulanacak her taktik ve yapılacak her
konuşma, bu gerçeği göz önüne alarak yapılmalı ve uygulanmalıdır.
Kürt Hareketi liderlerinin yazdığı mektuplardan ve yaptığı
açıklamalardan anlaşıldığı kadarı ile “Kürt Hareketleri” birer “Truva Atı”
olarak kullanılmış; yeri ve zamanı geldiğinde de “satılmış”, “kaderine terk
edilmiştir”.
Kardeş bir halkın, Kürt halkının, zihninde yol boyu meydana
gelmiş travmanın sebepleri üzerinde durmakta fayda vardır.
Bunun için bu yazıda, Kürt meselesinde gittikçe derinleşen zihinsel karmaşayı ya da travmayı, Türkiye ekseninde, iç dinamikler açısından ele alıp değerlendireceğiz.
Lozan’da Lağvedilen Kimlikler
Millî Mücadele sonrasında, Osmanlı’nın uzun bir tarih
diliminde farklı dil, din, mezhep ve etnik yapıları bir potada eriterek, belli ortak
paydalar etrafında kader birliği ettirerek inşa ettiği üst kimlik, İttihatçı
kadro tarafından Lozan’da verilen sözlerle parçalanmıştır.
Avrupa delegasyonu, Lozan’da Hıristiyanlara, Musevilere ve
Kürtlere azınlık statüsü tanınmasını istemiştir. Birinci Meclis, Türklerle
Kürtler arasındaki “gaye ve din birliğini” gerekçe göstererek Kürtlere “azınlık
statüsü” verilmesi isteğine ve Misak-ı Millî’nin yok edildiği, harpte
kazanılanların kaybedildiği vb. sebeplerle Lozan’a karşı çıkmıştır (1). Birinci
Meclis’in Lozan’ı onaylamayacağı anlaşılınca, çeşitli ayak oyunlarıyla
feshedilmiştir.
Cumhuriyetin ilk başbakanlarından Rauf Orbay, hatıratında,
Lozan’da taraflar arasında gizli bir anlaşmanın yapıldığına dikkat çekmiştir:
“İsmet Paşa anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun, Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamen benimsemiş bulunuyordu… Daha önce Said Halim Paşa’ya halifeliği satması teklif edilmiş, o bu teklifi reddetmişti.” (1)
Ana Unsurları Bölme: İki Etnik Kimliği Karşı Karşıya Getirme
Haim Naum ve Lord Gurzon, Halifeliğin kaldırılmasında çok ısrarcı olmuşlardır.
Bu nedenle Lozan’da birçok kez görüşmelerin kilitlenmesi söz konusu olmuştur.
Bu kadar ısrar etmelerinin nedeni neydi? Misak-ı Millî hudutlarının dışındaki
veya içindeki halklardan dolayı mı, yoksa her ikisi için mi ısrar
etmekteydiler?
Türkiye’ de başta Türk ve Kürtler olmak üzere tüm etnik
unsurlar için İslâm ve Halifelik en önemli bağlayıcı unsur, bir çimento idi.
Kürt sorunu ile ilgili yapılan araştırmalarda Kürt kavmiyetçiliğinin başlangıç
noktası olarak Hilafetin kaldırılması gösterilmektedir. Kürtlerle Türkler arasındaki
kardeşliğin kırılma noktası, Halifeliğin kaldırılmasıdır. İvme kazanması,
laikliğin getirilmesi; zirve noktası ise Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve
Kürtlerin asimile edilmeye çalışılmasıdır (1):
“Martin van Bruinessen:
Hilafetin kaldırılması ile birlikte, Türk-Kürt kardeşliğinin en önemli sembolü
ortadan kalkmış oldu... Bu argüman, İslâm’a kuvvetle bağlı olan Kürtler için
diğer herhangi bir argümandan daha etkiliydi.”
“Nader Entessar: Halifeliğin kaldırılması, Osmanlıların
Müslüman ümmet kavramını zayıflattı… Türkiye Cumhuriyeti Kürt kimliğinin tüm
ifadelerini yasakladı… Kürt kimliğine yönelik bu tehdit, Kürtleri birbiri ile
çelişen, bazen tamamen zıt noktalarda bir araya getirerek Cumhuriyet
Türkiye’sine yönelik ortak bir mücadelede birleştirdi.”
“Kemal Kirişçi-Gareth M. Winrow: Osmanlı imparatorluğunda
İslâm’a dayalı sosyo-politik düzen, Türkleri ve Kürtleri bir arada tutmuştu.
Türkiye’de dinin rolünü zayıflatma çabaları, bu dönemdeki Kürt ayrılıkçılığını
teşvik etti.”
“David Mc Dowall: Bu (Hilafetin Kaldırılması) asıl darbe oldu… Bu, Kürtlerin, Türklere karşı duyduğu son ideolojik bağı da kopardı. Dinî okulların, yani medreselerin ve tekkelerin kapatılması ise çoğu Kürt için geriye kalan son eğitim kaynağını da ortadan kaldırmış oldu. Türkiye’nin 1912-1922 arasındaki savaş yıllarını aşmasına neden olan Kürtler, bu kez onun düşmanları haline geldiler.”
Tüm Kimliklerin Parçalanması, Yeni Türk Kimliği İnşası
Lozan’da verilmiş olan sözlerle, bu coğrafyada heterojen
etnik bir yapıyı birbirine bağlayan en büyük bağ olan İslâm’a savaş açılmış
oluyordu. Geriye bunun uygulanma zamanı ve nasıl uygulanacağı kalıyordu.
Gerekli dış destek sağlanmıştı. Şimdi sıra iç mukavemeti kırmak ve yok etmeye
gelmişti.
Çekirdek kadro, gücü tam olarak ele geçirene kadar hem Kürt
önderlere, hem de Müslüman önderlere bol vaatte bulunmuş; halifeliği, İslâm’ı
çok öne çekmiş ve Kürtler için özerklik bile söz konusu edilmişti (1).
Fakat çekirdek kadro, gücü ele geçirince, hem Kürt etnik
kimliğini, hem İslâm kimliğini hem de İslâm kültür ve medeniyetini red ve inkâr
etmiştir.
Bu uygulamalardan sonra Türkiye’de, İslâmî kimlik ve Kürt
Kimliği, iki ana kimlik sorunu olarak hep var olmuştur. Batılılaşma hareketi
ile hem İslâmî kimlik, hem de Türk, Kürt ve diğer kimlikler red ve inkâr
edilmiştir.
Lozan sonrasında Batı kültür ve medeniyetinin tüm
değerlerini, yasalarını esas alan bir sistem kurulmaktaydı. Bu sistemin,
dayanacağı bir halka ihtiyaç vardı. Bunun için var olan tüm kimliklerin
parçalanması ve yok edilmesi gerekiyordu. “Devrimlerle”, bir taraftan var olan
tüm kimlikler parçalanırken, diğer taraftan da Batı kültür ve medeniyetinin
değerlerini benimseyip inanan bir halk inşa edilmekteydi. İnşa edilecek olan
yeni toplumun mevcut tarafından kabul görmesi için bir dayanak gerekliydi. O
dayanak, etnik olarak çoğunlukta olan “Türklerin ismi, kanı ve dili” olarak
kabul edildi.
Yeni kimlikte Türk’ün sadece ismi vardı. Kültür ve
medeniyeti, tarihi, örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri reddedilen,
alfabesi değiştirilen, Kur’an’ı, ezanı ve dini yasaklanan bu Yeni Türk, nasıl
bir Türk idi? Tarihten bize intikal eden Türk (Müslüman Türk) ile ilgisi
olmayan ve fakat kendi tabirleri ile ‘yarattıkları’ yeni bir ulustan, Türk diye
bahsetmekteydiler. Eski Türk (Müslüman Türk) öldürülmüştü. Yeni Türk (batılı
Türk) ise tarihini, kültür ve medeniyetini, dinini, imanını, ecdadını ve
kıblesini reddeden “mankurtlaştırılmış” bir Türk idi. Bu tanıma göre bu
coğrafyada yaşayan, yeni alfabeyi kabullenen, İslâm’la ilişkili tüm tarihi,
kültür medeniyeti red ve inkâr edip Batı kültür medeniyetini ve laiklik dinini
benimseyip “Türk kanını”(!) taşıyan herkes Türk’tü. Bu yeni Türk, tarihten
gelen ve Müslüman olan Türk’ten başka bir şeydi. Kan’ı, işin içine niçin
soktukları belli değildi. Çünkü Türkçülüğün ateşli savunucularının birçoğu-
İnönü, Ziya Gökalp ve Moiz Kohen v.b.- Türk soyundan gelmemekteydi. Bunun önemi
yoktu; çünkü yeni Türk’e göre “tüm kavimlerin kökeni Türk”, “tüm dillerin
kökeni de Türkçe” idi.
Bu Yeni Türk bir halk olarak henüz ortada yoktu. Eski
Türk’ten Yeni Türk’e isim, coğrafya, kan ve dil miras olarak kalmıştı. Bu Yeni
Türk’ün gözünde Eski Türk, ‘Öküz Anadolulu’ idi ve düşmandı. Bunun için eski
Türk, medeni olan şehirlere girmemeli, sadece Yeni Türk’e ‘hizmet etmek ve onu
‘korumakla’ görevli olmalıydı.
Türk milletinden kast edilen; aynı coğrafyada, aynı soydan,
aynı kandan ve aynı dilden olan insanlar topluluğu idi. Aynı coğrafyada
yaşadığı halde aynı dil ve kandan olmayanlar ne olacaktı? Herkes yeni
din-kültür ve medeniyete göre yeniden formatlanacaktı. Formatlanmaya karşı
çıkanlar, hain, düşman ve tehlikeliydi. Formatlanma, asimile olmak demekti. Ya
asimile olacaklar ya da yok edileceklerdi.
Cumhuriyetin çekirdek kadrosu tarafından ‘kanunen ve cebren’
formatlanma gerçekleştirilerek ‘Yeni Türk yaratılacaktı’ (!). İnönü’nün 1925
yılında yaptığı bir konuşmada bunu görebilmekteyiz:
“Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehâl Türk
yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”(1)
Onuncu Yıl Marşı, bu yeni Türk’ün marşıydı.
Bu coğrafyada yaşayan Türklerin haricindeki diğer baskın
unsurlar, Kürtlerle Araplardı. Bunlar da bu yeni din, kültür ve medeniyeti
benimseyerek “Türkleştirilmeli” yani asimile edilmeliydi.
Nüfus olarak Türklerden sonra en baskın unsur olmaları ve
İslâm dinine bağlılıkları açısından Yeni Türkiye için tehlikeli olabilecek olan
unsur, Kürtlerdi. Öncelikle bunların, öngörülen Yeni Türk’ün saflarına
katılması için formatlanması ve genetik şifrelerinin yeniden düzenlenmesi
gerekmekteydi. Bu noktadan hareketle Kürtler üzerinde tezler üretilerek
dilleri, soyları, kültürleri yok sayıldı. “Türklerin bir boyu”, “bir kolu”
olarak gösterilmek istendi.
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç
Yalman’ın itirafı, Cumhuriyet döneminde nesillerin nasıl formatlandığının ibret
verici bir göstergesidir:
“Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’e
kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim, bu dönemdir. Aslında Türkiye’nin
sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu
yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. …Henüz terör
boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu.
Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’
olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü
dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.
Oysa bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz… O
dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.
Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz.”
(2)
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Salim
Dervişoğlu Cumhuriyet döneminde Kürtlerin asimile edilmeye çalışıldığını, yok
varsayıldıklarını itiraf etmektedir:
“… Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan
ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon
politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları…”(3)
1980 yılında Dönemin Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren
tarafından Kürt halkının anadili yok varsayılarak “konuşma yasağı”
getirilmiştir. 1980 yılında böyle bir yasağın konabilmesi, ülkede nasıl bir
formatlama yapıldığının önemli bir göstergesidir (2).
Sonuç: Müslüman Türk ve Kürtlerin Yanılgısı
Lozan’da Batı kültür – medeniyet değerlerine göre kurulan
bir sistemi, salt isminde Türk geçiyor diye savunmak ya da benimsemek gibi bir
hatanın içerisine zaman zaman Müslüman Türkler düşmüştür. ‘Bu ülkede herkes
Türk’tür’ şeklinde 90 yıldır formatlanan neslin bir kesimi için, ülkede
Türk’ten başka kavimlerden (etnik gruplardan), farklı dillerden bahsetmek;
ülkeyi bölmek istemek, hainlik yapmak, işbirlikçi olmak demektir. Bürokrasinin
tanımladığı dinin dışına çıkmak, irtica olarak görülmüş ve arkasında yabancı
parmağı aranmıştır. Bunlar yapılırken muhatabın, Türk mü, Kürt mü, Laz mı,
Çerkez mi…? olduğuna bakılmamıştır.
Müslüman Türklerin ve Kürtlerin, bu psikolojinin etkisi
altında kalarak kavmiyetçiliğe kayması, Kürt ya da Türk düşmanlığı yapması ya
da buna varacak bir dil kullanması, tehlikelidir, doğru değildir ve İslâmî de
değildir. Küresel güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin oyununa gelmek
demektir.
Kürt dilinin, Kürtçe şarkı, türkünün, Kürtçe konuşmanın ve
Kürtçe eğitimin yasaklanması ve Kürtçe isim koymanın engellenmesi, Kürtçe yerel
isimlerin değiştirilmesi, ne İslâmî’dir ne de insanîdir.
Bu gerçeği Müslüman Türk ve Kürt’ün görmesi gerekir.
Müslüman Kürtlerin yanılgısı, zulmün sadece kendilerine uygulandığı ve buna Müslüman Türklerin hiç ses çıkarmadığı tarzındaki yanlış kanaatleridir. Cumhuriyet tarihi baştan sona incelendiğinde, Lozan’da kurulan sisteme ve yapılan devrimlere karşı çıkan herkes, zulümden nasibini almıştır. “Aşağılama, horlama, fakir bırakma, tehdit etme, hatta yok etme” vb., etnik ve mezhebi ayırım yapılmadan tüm Anadolu halkına uygun görülen sıradanlaşmış davranışlardandı. Bu gerçek göz ardı edilmemelidir.
Kaynaklar
1- Tan A., Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, S:
180-210.
2- Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay yayıncılık, İstanbul,
2007, S: 9-19; 110-116; 197-211.
3- Gündem, M., 16-17.03.2009, Zaman, Salim Dervişoğlu ile Yapılan Röportaj.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder