(Umran Dergisi)
“Göz odur ki, dağın arkasını göre,
Akıl odur ki, başa geleceği bile.”
Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm-AB)
tarafından başlatılan Taksim (Gezi Parkı) Kadife Darbe sürecinin amacı, şiddet kullanmadan
siyasi iktidarı düşürmekti. Taksim Kadife Darbe
sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimler göz
önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran genel seçimleri ile birlikte AK
Parti’nin tek başına iktidar olması engellenerek
bir başarı kazanılmıştır.
15 Temmuz
sosyolojik savaş
amaçlı Askeri Darbe Girişiminden sonra toplumun her kesimi, birlik
ve beraberlik içerisinde “Ya Allah-Bismillah -Allahuekber” nidaları ile bayrak sallayarak darbecilere
karşı şanlı bir direniş gösterip bütünleşmişti. Sosyolojik savaş amaçlı bir darbenin meydana getirdiği sarsıntı, neden olduğu yaralar ve bunalımın
ortadan kaldırılması ve toplumsal kaynaşmanın
daha da sağlamlaştırılıp kökleştirilmesi gerekirken; AK Parti+MHP ittifakı, 18 Maddelik bir anayasa değişikliği ile Türkiye’yi referanduma götürmüştür. Anayasa değişikliği ile ilgili meclis görüşmeleri başladığı andan itibaren Kadife Darbeci Beyin Takımına/Şer İttifakına (ABD-İngiltere-İsrail/
Siyonizm-AB), yeni bir Kadife Darbe girişimi için
altın bir fırsat sunulmuştur. Gelişmeler, referandum sürecinde Kadife darbelerin genel stratejisine uygun bir alt yapı çalışması yapıldığını göstermektedir.
Geçen yazıda, yeni dönemin daha iyi anlaşılabilmesi için Kadife darbelerin stratejisi, mahiyeti
ve Taksim Kadife darbe sürecinin aşamaları özetlenmiştir.
Burada, referandum süreci ve sonrasında meydana gelen bazı
olaylar ve kullanılan dil, göz
önüne alınarak
2019 seçimleri
için Kadife Darbenin beyin takımının öngördüğü stratejinin,
muhtemelen, ana noktaları ele alınıp değerlendirilecek; siyaset ve gönüllü kuruluşların dikkatleri
belli tehlikelere çekilmeye çalışılacaktır.
Diktatörlük ve Kadife Darbeler
Gene Sharp’ın şiddet içermeyen “sivil itaatsizlik teorisi”, diktatörlükle yönetilen ülkelerde,
diktatörlüklerin “şiddete başvurmadan”, askeri
darbe yapmadan, çok farklı eylemler ile devrilmesine ilişkin bir teoridir. Teorik alt yapı, Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye adlı eserinde ortaya
konmaktadır.
Bu mücadele metodunun nirengi noktası, diktatörün varlığı ve diktatöre karşı verilecek mücadelenin şiddet içermemesidir. Mücadelenin etkin
olabilmesi için kamuoyu, halk, iş başındaki liderin ve yönetimin diktatör olduğuna inanması veya
inandırılması gerekmektedir. Hedef ülkelerde diktatör yoksa şeffaf seçimle iş başına gelmiş siyasal
lider, hiçbir ahlakı endişe duyulmadan rahatlıkla
diktatör olarak ilan edilebilir. Sonra bunun halk
tarafından kabullenilmesi
için her türlü provokasyona
imkân veren büyük bir psikolojik harekât yürütülür.
İnsanlar, genel olarak
diktatörlerden ve diktatörlüklerden nefret ederler fakat bu duygularını çevresi
ile paylaşmaktan korkarlar.
Sharp’a göre bütün mesele,
bu korkuyu yıkmak ve halka güven vermektir. Acizlik
psikolojisinden dolayı halk,
diktatörlüklerin yıkılmasının ancak “yabancı güçlerin yardım ve destekleri” ile
mümkün olabileceğine inanır “Dış destek” önemlidir.
Ancak bunun istenen sonucu
verebilmesi için diktatörün
karşısına dikilebilecek bir “iç
kitleye”, “güce” ve “güçlü bir
direnişe” ihtiyaç vardır.1
Kadife darbelerde eylemci örgütlerin, eğitimi ve
fi nansman ihtiyaçları, kadife darbeci beyin tarafından
karşılanmaktadır. Hedef ülkede yapılan seçimlerle
ilgili seçim gözlemcilerinin ayarlanması, seçim sonuçlarına ilişkin olumsuz raporlar verilmesi, yabancı büyükelçilerin ve uluslararası kuruluşlar ile
yabancı devlet sözcülerinin seçim sonuçlarını gayrı meşru ilan etmesinin sağlanması, hep dış güçlerin yardımları kapsamında değerlendirilmektedir.
Şiddet içermeyen mücadelenin dayanak kitlesi, mevcut siyasi iktidara karşı olan tüm gayrı
memnunların koalisyonudur. Diktatör ilan edilen
kişi ve yönetim yıkıldığında, yeni diktatörlüklerin
oluşmaması için “mikro ulusçuluğa” imkân sağlayan “federal bir yapı'nın kurulması öngörülmektedir:
“Demokratik sistemi korumak ve muhtemel
diktatörlük akımlarını önlemek amacıyla anayasada bölgesel, merkezi ve yerel düzeyde kayda değer
imtiyazlar sağlayan bir federal sistem oluşturulmalıdır. Diğerlerine göre küçük bölgelerin büyük
ayrıcalıklara sahip olup aynı zamanda ülkenin bir
parçası olmaya devam ettiği İsviçre’deki kanton
sistemi kimi durumlarda örnek teşkil edebilir.”2
Yeni Kadife Darbe Süreci İçin Bir
Diktatör İnşa Etmek
Kadife darbeciler, Taksim
kadife darbe sürecinde inşa
etmek isteyip de başaramadıkları “diktatörlük”/”tek
adamlık imajını”3
, 18 Maddelik Anayasa değişikliği ile
Cumhurbaşkanına tanınan
yetkiler çerçevesinde yakaladıkları düşüncesindedirler.
Bu nedenle hem ülke içerisinde hem de dışarıda büyük
bir kampanya başlatmışlardır.
CHP Genel Başkanı
Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında yapılan toplantıda,
‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi
vurgulamak için ‘tek adam’
denmesinin sebebi, diktatör
imajını kademeli bir şekilde
toplumun şuuraltına yerleştirmek içindir4
.
Diğer taraftan Başbakan
Binali Yıldırım ve AK Parti
kadrolarının “Evet Cumhurbaşkanı tek adam olacak doğru…”5
ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “…
Bu yetkileri tek kişide topluyoruz” tarzında yaptığı açıklamalar6
, referandum sürecinde başlatılmış
olan “tek adamlık” kampanyasına katkı sağlamış
ve özellikle genç nesil üzerinde “hayır oyu” verme
istikametinde etkili olmuştur.
Ülke içerisinde “tek adamlık” üzerinden başlatılan “diktatör” inşa sürecine, Kadife darbe stratejisine uygun olarak yurt dışında, özellikle Avrupa
medyasında ve bazı devlet ricalı tarafından “diktatör” kelimesi kullanılarak katkıda bulunulmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gittiği her yerde, yaptığı tüm konuşmalarda bu konuyu özel olarak gündeme getirmiş olması duyduğu rahatsızlıktan dolayı olmalıdır:
“…Gazetelerinizle iki de bir ‘diktatör, diktatör, diktatör’ diyorsunuz.” “Erdoğan’a ‘diktatör’
deme özgürlüğünüz var, Erdoğan’ın size ‘Faşist’
deme veya ‘Nazi’ deme özgürlüğü yok.7
Türkiye
Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına diktatör diyeceksin, bunlara faşist dediğimiz zaman beyler rahatsız oluyor. Faşistsiniz faşist…”8
.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “…Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir
yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz. Bu tehlikeli yolu açarsanız en büyük zararı siz görürsünüz.”… “ Hayırdır, Vatikan’da niye bir araya geldiniz? Papa’nın
huzurunda niye bir araya geldiniz? Papa ne zamandan beri Avrupa Birliği üyesi oldu? Ah, Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi; bu, budur.”9 şeklinde yaptığı konuşmalar, Batıyı tehdit eden bir “diktatör”(!) olarak yorumlanıp Batı
medyası ve yöneticileri tarafından Batı kamuoyuna duyurulmaktadır.
Nitekim “dostum”, “arkadaşım” dediği bazı
batılı yöneticilerin “diktatör”, “küstah” kavramlarını kullanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlamaları, Türkiye’de bir “diktatörün” var olduğuna(!), bir taraftan Batı kamuoyunu inandırmak diğer taraftan da içerdeki kadife darbecilere destek
ve moral vermek içindir:
“Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier iyi arkadaş olduğumuz hâlde bir açıklama yaptı. Beni hedef alan bir açıklama… Başkan Donald Tusk, o
da benim çok iyi dostum olmasına rağmen o bile
baktım aleyhte açıklama yapıyor. …Hele hele genişlemeden sorumlu zat, bizler için ‘küstah’ tabirini kullanıyor.”10
Türkiye’deki Anayasa değişikliğiyle ilgili Venedik Komisyonu’nun raporunda, “demokratik sistemden vazgeçiyor otoriter bir sisteme geçiyor Türkiye. Bu anayasayla AB üyesi olamaz...”11
denmiş olması, Türkiye’ye karşı açılmış çok geniş
kampanyanın varlığını göstermektedir.
Referandum Sürecinde
AKP’nin “Gerilim Stratejisine” Karşı
CHP’nin “Barış Stratejisi”
Sosyal hadiseleri incelerken iç, bölgesel ve küresel dinamikler mutlaka göz önüne alınmalıdır.
Dış dinamikler, ancak iç dinamiklerle uyum sağlamışsa etkili olabilir. Bu nedenle her olumsuz işi,
suçu, sadece dış dinamiklere bağlayarak izah etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eğer Kadife
Darbeciler, bu ülkede uygun zemin bulabiliyorsa,
bunun nedeni, iç dinamiklerin buna uygun olmasıdır. Bu noktada ana sorumlu, siyasal iktidarlardır; onların yaptıkları hatalardır.
Tüm Kadife Darbelerde izlenen stratejide, seçime doğru gerilim ortamı inşa edilip gerilim kademeli bir şekilde yükseltilmiştir. Türkiye’de Kadife Darbeciler, Oslo Görüşmelerinin deşifre edilmesinden 7 Haziran 2015 Milletvekili seçimine
kadar kontrollü gerilim stratejisi uygulamışlardır.
Kontrollü Gerilim Stratejisi tabirini kullanmamızın nedeni, işlerine geldiği zaman, gerilimi yükseltmeye, AK Parti’nin işine geldiği zaman da, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır. Taksim Gezi Parkı operasyonundan mahalli seçimler sonuna kadar Kadife Darbeciler, gerilimin yükselmesinden
fayda ummuşlar; fakat süreç, AK Parti’nin işine
yaramıştır. Cumhurbaşkanı seçim sürecinin başlamasından 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonuna
kadar Kadife Darbeciler, AK Parti’nin aksine, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır.
Bunun iki temel nedeni vardır: 1- Seçim sürecinde gerilim, AK Parti’nin işine yaramaktadır.
2- Genel olarak halk, özel olarak gençlik, gerilimli
ortamda yaşamaktan yorulmaya başlamıştır. Bundan dolayı Kadife Darbenin beyin takımı, Cumhurbaşkanlığı seçiminden 16 Nisan Referandumu sonuna kadar AK Parti’nin gerilimi yükseltmek istemesine rağmen, gerilimi düşürmeye çalışmıştır.
Adalet Bakanı Bozdağ’ın tabiri ile “CHP Erdoğan
düşmanlığı orucu tutmuştur.” “Hayır” kampanyasını yürüten liderlerin hemen hemen hepsi, barışçıl
bir dil ve üslup kullanmışlardır.
Buna karşılık başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, AK Parti kadroları ve destek
vermiş bazı medya ve STK’lar, referandum boyunca gerilimi yükselterek kendi tabanını bütünleştirip oylarını artırmayı ve bloke etmeyi strateji olarak benimsemişlerdir. Referandum sonuçları üzerine yaptıkları yorum ve değerlendirmelerde de,
aynı gerilim artırıcı ve kutuplaştırıcı dili kullanmışlardır.
Referandumda Kullanılan İki Farklı Dil ve Üslup
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, referandum
sürecinde değişik zaman ve mekânlarda, yaptığı
konuşmalarda, gerilimi artırıcı, kutuplaşmaya fırsat verici bir dil ve üslup kullanılmasına karşı çıkmıştır:
“Çalışmalarımızı yaparken kutuplaştırıcı söylemlerden uzak duracağız. Neden hayır dediğimizi, halka sakin, düzgün ve ilgili bir anlayışla anlatacağız. Neden hayır diyoruz, çocuklarımızı düşündüğümüz için, Türkiye’yi düşündüğümüz için,
hep birlikte yaşamak için, …”.12
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ yerine ‘Başkanlık sistemi’, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘Tek
adam’ denecek, ‘Erdoğan’ veya ‘Tayyip’ yerine saygıyı dile getirmek amacıyla ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ hitabı kullanılacak.”.13
“Soru şu; niye uzlaşamıyoruz? Söz konusu vatansa niye uzlaşamıyoruz, niye kavga ediyoruz?
Bir uzlaşma kültürünü eğer kendi ülkemizde, kendi topraklarımızda yaşatmazsak, yeşertmezsek
nasıl yaşayacağız kavga ederek? …Bu dil toplumu
ayırmıyor mu? Neden bundan vazgeçmiyoruz?”14
(CHP’li bir milletvekilinin “Evet diyenleri denize dökeceğiz” beyanı ile ilgili kendisine sorulan
bir soruya, Kılıçdaroğlu “Bu süreçte kullanılacak
dilin kucaklayıcı bir dil olması lâzım. Ben, denize dökmek gibi, vurmak gibi, dövmek gibi ifadeleri asla doğru bulmadım ve doğru bulmadığımı da
her ortamda ifade ettim. …Hepimizin dikkatli bir
dil kullanması lazım. …Sevgiyi, hoşgörüyü, güzel
dili, empatiyi kullanmalıyız.”15
CHP liderinin bu diline karşılık, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, Başbakan, AK
Parti kadroları, bazı medya ve STK’lar, çok ağır,
sert bir dil ve üslup kullanmışlardır. Referandum
sürecinde değişik zamanlarda, değişik yerlerde
yapılan konuşmalardan alınan aşağıdaki örneklerde bunu görebilmek mümkündür:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan: ‘hayır’ demek, şu
anda bölücü terör örgütüne destek vermektir.
Kandil ne diyor? ‘Hayır’ diyor. Kandil’deki bu terör örgütünün liderleri ne diyor? ‘Hayır’ diyor.
İmralı’daki terör örgütünün başı ne diyor? ‘Hayır’
diyor. İşte şu anda ‘hayır’ demek, bunlarla beraber aynı istikamette yürümek demektir. …Bu ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenler, şu anda bölücü terör örgütüyle beraber ‘hayır’ kampanyasında
buluşanlardır.”16
“Kandil’in, İmralı’nın sesi nasıl çıktı? ‘Hayır’
dedi. Pensilvanya, FETÖ ‘hayır’ dedi. …’Hayır’
bloğunun başında teröristler var, terör koordinatörleri var, Kandil var, İmralı var, FETÖ’nün başı
var.”17
“Eğer bu teröristler, bizim ülkemizi bölmeye
gayret edenler, milletimizi bölmeye gayret edenler ‘Hayır’ diyorsa, burada bir düşünmemiz lazım. Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim
olduğunu. İçerideki ve dışarıdaki ‘Hayır’cılar bir
oldu…”18
“… Diyorum ki, kişi sevdikleriyle beraberdir.
Eğer Kandil’deki bu ülkemizi bölmeye, milletimizi parçalamaya çalışanlarla beraber hareket edeceksen, var hareket et.”19
“Hayır’ın gideceği yer, Kandil; ‘Hayır’, eşittir
çukurdur.”20
“Başbakan Yıldırım: “…Kim ‘hayır’ diyor?
FETÖ’cüler, 15 Temmuz’un teröristleri, darbecileri de ‘hayır’ diyor. Avrupa’daki bazı ülkeler de
‘hayır’ diyor. … Bir de milliyetçi maskesi takmış
FETÖ’nün maşaları, onlar da ‘hayır’ diyor. Bunlar milliyetçi değil, bunlar fetö’nün oyuncağıdır.”21
“‘Hayır’cıların bindiği HDP-PKK-FETÖ gemisi
hiç yürümez. PKK ‘Hayır’ diyor, FETÖ ‘Hayır’ diyor, DEAŞ ‘Hayır’ diyor. Terör örgütleri hep beraber koro halinde ‘Hayır’ propagandası yapıyorsa bunun milletimiz için, ülkemiz için bir işareti var.”22
Tek Tercihli Bir Referandum Teklifi (!)
Anayasa değişikliği teklifi ni hem Meclis’e hem
de milletin önüne getiren AK Parti ve MHP, milletvekillerine ve millete, teorik olarak, “Evet” ve
“Hayır” olmak üzere iki farklı alternatif sunmuştur. Halk da kendisine sunulan bu iki alternatiften
birini düşünüp taşınıp tercih edecektir. Doğal olarak olması gereken buydu.
Ancak halkın önüne tercih yapma hakkı konulurken, işin özüne ve ruhuna aykırı olarak bir
de özel bir şerh düşülmüştür. “PKK”, “DAEŞ”,
“FETO”, “İmralı” ve “Batı”, “Hayır” demektedir.
Dolaylı olarak “Hayır diyenler”, “terörist”, “hain”,
“işbirlikçi”, “PKK’cı”, “DAEŞ’çi” ve “FETÖ’cü”
olarak nitelendirilmiştir. “Kişi sevdikleri ile beraberdir”, “söyle bana arkadaşını söyleyim sana
kim olduğunu” tarzında ifadelerin kullanılması ile “Hayır” demek, “suç” olarak ilan edilmiştir.
Bu nedenle AK Parti ve MHP, halkın önüne iki
değil, “tek bir tercih” yapma hakkı koymuştur.
Böyle bir yaklaşım, toplumun belli bir kesimi ile
gençliğin çoğunluğunun tepkisine neden olmuştur. Referandum sürecinde yapılmış en büyük hatalardan biri budur.
Referandum sürecinde medyada çok öne çıkmayan, çıkamayan çok önemli bir nokta da şudur: Kandil, İmralı, PKK, DAEŞ, FETÖ, ABD ve
AB, açık ve aleni olarak “Hayır” diyerek milliyetçi duyguların harekete geçirilmesine ve de “Evet”
oylarının artmasına imkân verecek bir politikayı
niçin benimsemiş olsun ve de ısrarla sürdürsün?
Bu örgütlerin mensupları, tabanda bunu sessiz sedasız yaparak AK Parti kurmaylarına propaganda yapma imkânı sağlamayabilirlerdi. Buna rağmen bu örgütlerin lider kadrosu, niçin “Hayır”
kampanyası açmış olsun? Yabancı istihbaratların
hükmettiği bu örgütlere yabancı istihbaratçılar ve
stratejistler niçin mani olmasın?
Tüm bu kesimler, 18 maddelik anayasa değişikliğinin halk tarafından “kabul edilmesi” için
mi çalışmış ve sürece dolaylı katkı mı sağlamışlardır? Toplumun belli bir kesiminde bu sorgulama yapılmaya başlamış ve referandumun sonuna doğru bu örgütlerin yürüttüğü “Hayır Kampanyası”, “Evet’e” dolaylı destek olarak değerlendirilmiştir. Hele son hafta içerisinde başlatılan “eyalet
tartışması” da, bu kanaati daha da pekiştirmiştir.
Oluşan ve gittikçe yaygınlaşan bu kanaat, 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP’li bazı belediye başkanlarının “Özerklik ilanları” ile KCK’nın “Sınırları belli olmayan Federasyon” çağrıları23 dolayısıyla toplumda oluşmuş olan bir şuur altını harekete geçirmiştir. Bu da, Anayasa değişiklikleri konusunda kararsız kalmış olan belli bir kesimin, “hayır oyu” vermesine neden olmuştur.
AK Parti kadroları, “Hayır” diyen ve oy veren herkesi, dolaylı bir şekilde de olsa “ PKK’cı”,
“DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”,
“terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” olarak nitelendirmişlerdir. Referandum sonuçlarına göre toplumun
%49’u “Hayır oyu” vermiştir. AK Parti kadrolarının dil ve üsluplarını göz önüne aldığımızda; toplumun %49’u, “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”,
“İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” midir? “Yapılan iş, ürkütülen kurbağaya
değmiş midir”?
AK Parti kadroları ve benzer dili kullanan herkes/her yapı, bu tahribatı düzeltmek zorundadır. “Kampanya sırasında söylenenler geride kaldı” demek, sorunu çözmeyecektir. Bu dil ve üslup
mutlaka değiştirilmelidir. Yoksa ülke olarak ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.
“Mavi Marmara Manyakları ve
İslâmcılar AK Parti’den Tasfiye Edilmelidir!”
Referandum sonrasında bir kişinin “Mavi
Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den
tasfi ye edilmelidir!” çağrısı ile İslâmcılık ve AK
PARTİ-İslâmcılar ilişkisi yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışma, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, konuya ilişkin sorulan bir soruya “Biz
tekkeye mürit aramıyoruz” cevabı ile yeni bir boyut kazanmış, kendisini İslâmcı kabul edenlerle
AK Parti arasında enerji düzeyi çok net olmayan
yeni bir fay hattı meydana gelmiştir.
Elbette ki parti “tekke değildir”. Bu doğrudur.
Ancak soru, Cumhurbaşkanı’na “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den tasfi -
ye edilmelidir!” söylemiyle bağlantı kurularak sorulmuştur. Cumhurbaşkanı’nın bir kitle partisinde herkes bulunabilir, burası “tekke değildir” tarzında özü itibarıyla doğru olan cevabı, sorunun
bağlamı, amacı ve hedefi göz önüne alındığında, yanlış olmuştur. Cumhurbaşkanı, AK Parti ile
İslâmcılar arasına dolaylı olarak bir mesafe koymuştur. Erdoğan’ın bu cevabı ile başlatılan kampanyanın oluşturduğu hava, “21 Mayıs AK Parti
kongresi ve sonrasında İslâmcı olarak kabul edilenler, partiden ve devletten tasfi ye edileceklerdir” kanaatinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu
propagandanın dayanağının doğru olup olmadığını zaman gösterecektir. Sonuç ne olursa olsun,
İslâmcılarla ilgili kullanılan dilden dolayı kendisini İslâmcı kabul edenler, üzülmüş, hattâ kırılmışlardır. Bunun etkisini önümüzdeki günlerde görebileceğiz.
Mustafa Kemal’in Annesi, Hanımı ve
Evlatlığı ve Heykelleri
AK Parti-İslâmcı ilişkisini bir boyutu ile etkileyebilecek bir olay, 05.05.2017 tarihinde bir TV’de
yayımlanan “Derin Tarih” isimli programda, Afet
İnan’ın, Mustafa Kemal’in manevi kızı olmadığı,
başka bir şeyi olduğu ile ilgili bir tartışmadır. Bu
programın ardından çok önceden hazırlanmış olduğu söylenen Mustafa Kemal’in annesi ve hanımı ile ilgili bir video, sosyal medyada/internet ortamında hemen servis edilmiştir. Söz konusu videoda Mustafa Kemal’in annesi, hanımı ve şahsı ile
ilgili ahlâk boyutunu aşan çok ağır ifadeler kullanılmaktadır. Video sahibinin “bir yıl hapis yatıp
bedelini ödediği” söylenen bir videonun, “Derin
Tarih” programının ardından hemen servis edilmesi ve büyük bir kampanyanın başlatılması, gelecekle ilgili özel bir stratejinin uygulamaya sokulduğunu göstermektedir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, gerek video ve gerekse Derin
Tarih programındaki şahısların, İslâmi bir kimliğe
sahip olmaları ve Müslüman camiada tanınmalarıdır. Derin Tarih programı ile söz konusu videoyu
artarda getirip kampanya açanlar, bu olguyu göz
önüne alarak hareket etmişlerdir. Programın yapımcıları, oynanan satranç oyununda piyon olarak kullanılmış olabilirler. Kurulan senaryoda farkına varmadan rol almış da olabilirler. Sonuç değişmemektedir.
Bu programla hemen hemen eş zamanlı olarak
Türkiye’nin birkaç ilinde Mustafa Kemalin heykellerine yapılan saldırılar, tesadüfen meydana gelmiş değildir. Hepsi uygulanmakta olan özel bir
stratejinin taktikleridir ve geleceğe dönüktür
Olayları, farklı boyutlardan ele alıp değerlendirmekte fayda vardır:
1- Şer ittifakı, iki yıllık bir gerilim stratejisi çizmiş, işine yarayacak tüm malzemeleri toplamış, yeri ve zamanı geldiğinde çizdikleri stratejide bu malzemeye ve ilgili şahıslara, onlara
rağmen(istemedikleri halde), bir rol vermiş olabilir. Genel amaç, gerilimi artırmak, farklı kesimler
arasında fay hatları meydana getirmek ya da var
olan fay hatlarına enerji yüklemektir.
2- 15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı askeri
darbe girişiminde Truva atı olarak yer almış olan
Gülen Hareketinin dinî kimliğinden dolayı, toplumda dinî kimliği öne çıkan insanlara karşı çok
ciddi bir güvensizlik meydana gelmiştir. Mustafa
Kemal’in annesi, hanımı ve evlatlığı ile ilgili ileri
sürülen şeyler, Kur’ân’ın “çirkin hayâsızlık” olarak nitelendirdiği ve yaygınlaşmasını asla istemediği şeylerdir (24 Nur 19-21). Kaldı ki ölülerin arkasından kötü konuşarak, dirileri üzeceğimiz gerçeği göz ardı edilmemelidir. Tümü ölmüş olan bu
insanların iddia edilen özel yaşantılarının yıllar
sonra gündeme getirilmesi, toplumun değişik kesimleri tarafından bu nedenle öfke ile karşılanmıştır. Kaldı ki başkalarının kutsallarına, ahlâk sınırlarını aşan bir dil uzatılması, Allah tarafından da
yasaklanmıştır:
“Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak
bilmeksizin Allah’a söverler...” (6 En’am 108).
Mustafa Kemal’in yaptığı devrimleri, icraatları
eleştirmek, tartışmaya açmakla, özel hayatını eleştirmek ve tartışmaya açmak arasındaki farkı görememek, çok büyük bir hatadır. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun, kendilerini haklı ve meşru gösterebilmek için Osmanlıyı karalayarak ret ve inkâr
etmeleri, tarihi açıdan yapılan en büyük yanlıştı.
Aynı şekilde bugünkü neslin, Cumhuriyetin kurucu neslini karalayarak ret ve inkâr etmesi, aynı
derecede yanlıştır. İyi ve kötü, başarılı ve başarısız yönleri ile hepsi bizim tarihimizdir. Yaptıklarından ders alarak yolumuza devam etmeliyiz. Tarihi, cinsellik düzleminde ele alarak değerlendirmek, hem bu ülkeye hem dine ve hem de Müslümanlara zarar verir. İslâmî bir mantık ve anlayışla bağdaşmaz. “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yaptığımız eleştiri, sarayın cinsellik düzleminde, doğru
ya da yanlış, ele alınıp değerlendirilmiş olmasıydı.
Bu olayda da benzer tavrı ortaya koymalı, cinsellik üzerinden, üstelik de ölmüş olanlar üzerinden
bir söylem ve dil geliştirilmesine karşı çıkmalıyız.
Videonun sahibi ve Derin Tarih programında
yer alan isimlerin dini kimliklerinden dolayı, tıpkı
15 Temmuz Askeri Darbe girişimi sonrasında olduğu gibi, tüm İslâmi camiaya dönük bir karalama kampanyasının açıldığına dikkat edilmelidir.
Sosyal medya üzerinden açılan bu kampanya, en
fazla yeni nesli olumsuz bir şekilde etkileyecek;
din ve dindarlarla arasına bir mesafe koymasına
sebep olabilecektir.
3- Mustafa Kemal üzerinden açılan bu kampanya ile heyecanını kaybetmiş, uyku modunda
olan Kemalist-Atatürkçü kesim ayağa kaldırılmak;
Kemalist-Atatürkçü fay hattı enerji ile doldurulup
harekete geçirilmek istenmektedir. Bu kampanyanın bir hedefi nin de ordu olduğu göz ardı edilmemelidir.
4- Bu olayı, yukarıdaki “Mavi Marmara Manyakları…”(!) olayı ile birlikte değerlendirdiğimizde, AKP tabanında bulunan Atatürkçü ve/veya
Balkan göçmeni olan seçmenler, hem AKP’den
koparılmak, hem de gayrı memnunlar ittifakına
dâhil edilmek istenmektedir.
5- Bu olay, AKP zamanında vuku bulduğundan
dolayı MHP tabanında Atatürk’e özel sevgi besleyen kesimleri, Kadife darbecilerin gayrı memnunlar kitlesine dâhil edebilir.
Sonuç: Kadife Darbeciler Türkiye’deki Tüm Fay Hatlarını
Kademeli Bir Şekilde Harekete Geçirmek ve
Yeni Fay Hatları İnşa Etmek İstemektedirler
Önümüzdeki dönemde Kadife darbecilerin
muhtemel amacı, gayrı memnunluğun toplumun
değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasını, kin ve
nefretin yol boyu artmasını sağlayarak 2019’a kadar Türkiye’yi gerilim halinde tutarak huzursuzluğu yaygınlaştırmaktır. Bize göre vuku bulan ve
bulabilecek olayların hiçbiri, tesadüfen meydana
gelmiş olmayıp, iki yıllık bir stratejide taktik birer
hamleden ibarettir/ibaret olacaktır. Kadife Darbenin beyin takımı, mikro düzeydeki tüm fay hatlarının enerji ile doldurulmasını ve harekete geçirilmesini istemektedir.
Kadife darbelerde en önemli unsurlardan biri,
(sürecin ister mahiyetini bilsin isterse bilmesin
fark etmez) gayrı memnun kitlelerin ittifakının
sağlanmasıdır. En dikkat çekici husus, referandum sürecinde çok farklı inanç sistemine mensup insanlar, muhtevası kötü bir anayasa değişikliğinden ve kullanılan kötü bir dilden dolayı,
aynı safta buluşmuşlardır. Kadife Darbeci beyin takımı(geçmiş yazılara bakılabilir), inanç ve siyasi
görüş olarak çok geniş bir spektrumdan meydana
gelen hayır bloğunu(%49), kadife darbe için bir
fırsat olarak görüp amaçları istikametinde kullanmak istemektedir. Kadife darbeci beyin takımı, bir
taraftan bu hayır bloğu ile dolaylı bir şekilde, kendileri arka planda kalarak, çatı örgüt aracılığıyla
ittifak kurmaya çalışırken; diğer taraftan yeni fay
hatları oluşturup gayrı memnun sayısını artırıp,
hayır bloğuna katmaya çalışacaktır.
Referandum sürecinde toplumda, evet- hayır
kamplaşmasından dolayı meydana gelen kutuplaşma, referandum sonrasında alt kimlik grupları
arasında da derinleştirilip yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu açıdan meseleyi ele aldığımızda, Kadife Darbeciler, devlet mekanizmasının kılcal damarlarına, medyaya/sosyal medyaya, iş dünyasına
yerleşmiş, gizli, uyuyan kadroları/hücreleri aracılığıyla pek çok provakatif eylem icra etmek isteyeceklerdir. 2019’a kadar muhtemelen sahneleyebilecekleri olayları aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:
· Cemaatler arası ihtilafları tefrikaya ve kavgaya
dönüştürmek,
· Cemaatler ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirecek operasyonlar yapmak veya Siyası iktidarın böyle bir hata yapmasına zemin hazırlamak,
· Diyaneti yıpratmak, Diyanetle Cemaatleri, Diyanetle siyaseti karşı karşıya getirerek yeni gerilim alanları inşa etmek,
· Gülen hareketi mensubu olmayan insanları,
FETÖ’cü olarak ihbar ettirip açığa almak, ihraç etmek, mahkûm ettirmek ve bunu farklı
kesimlere yaymak,
· Sendikalar ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirebilecek şekilde komplolar kurmak,
· Doğudaki aşiretleri rahatsız edecek uygulamalar yapılmasını sağlayarak devlete karşı kırgın
hale getirmek,
· Spor kulüplerini ya da spor kulüpleri ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirerek gerilimi artırmak,
· Vakıflar, dernekler, gönüllü kuruluşlar arasında ayırımcılık yapılmasını sağlayarak küskünler, kırgınlar zümresini artırmak,
· Lise ve Üniversitelerde gençliği tahrik edecek
uygulamalar yapılmasını sağlamak,
· Etnik fay hatlarını(Türk-Kürt, Türk-Ermeni,
Türk-Rum gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak, · Dini ve Mezhepsel fay hatlarını(MüslümanHıristiyan, Müslüman-Süryani; Alevi-Sünni;
Sünni-Şii gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak,
· Afgan, Suriyeli göçmenlerle yerli halk arasında fay hattı oluşturup harekete geçirmek veya
göçmenleri birbirine düşürerek, kavga ettirip
onlara karşı düşmanlık oluşmasını sağlamak,
· Laik-anti-laik fay hattını harekete geçirebilecek provokasyonlar yapmak,
· Yaşam tarzına müdahale provokasyonları yaparak gerilim artırmak,
· Ordu ile polisi, ordu ile siyasal iktidarı karşı
karşıya getirecek tuzaklar kurmak.
· Ordu ve Polis içerisinde var olan güvensizliği
yaygınlaştırarak ordu ve polisi pasifi ze etmek,
· Bürokrasi özelikle Yargı mensupları arasında
güvensizlik yayarak pasifi ze etmek,
· Bürokrasinin her kademesine karşı Halkta güvensizlik meydana gelmesini sağlamak,
· Bürokrasi ile Cumhurbaşkanını ve hükümeti
karşı karşıya getirerek sistemin işleyişini kilitlemek,
· AK Parti ve MHP içinde ihtilafl arı körükleyerek partileri bölmek ve yeni partilerin ortaya
çıkmasını sağlamak.
Tüm bunların gerçekleşip gerçekleşmemesi,
öncelikle siyası iktidarın takınacağı tavra, ortaya
koyacağı yol haritasına bağlı olacaktır. İstediği
tüm yetkilerin fazlasını almış bir siyası iktidarın,
başkalarını suçlamak üzerine kurulu bir politikayı
daha fazla devam ettirme şansı yoktur.
Başta siyaset olmak üzere tüm gönüllü kuruluşlar hata yapmaz, birbirimizi anlar, sırat-ı müstakim üzere olur isek kurulan tüm tuzakları paramparça eder, sahiplerinin başına geçirir, yaşanabilir yeni bir Türkiye/İslam dünyası/dünya inşa
edebiliriz:
“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular.
Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış
düzen vardır.” (14 İbrahim 46)
Bunun için gerek ve yeter şart, Allah uğrunda gerektiği gibi cihat etmek(22/78), Allah yolunda saf olmak(61/4) ve Allah’ın yardım ve yol göstermesini hak edecek bir duruş, bir tavır sergilemektir:
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı
sağlamlaştırır.” (47/7)
“Bizim uğrumuzda cihat edenlere, biz şüphesiz
onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki Allah,
ihsan edenlerle beraberdir.” (29/69).