30 Haziran 2017 Cuma

İslâm Coğrafyası ve “Kaostan Kaynaklanan Düzen”/(Yaratıcı Yıkım/Düzeltici Savaş) Teorisi-2: “2015 Yılına Doğru Küresel Trendler” adlı ABD raporu (2000)(1-4)

 (Milli Gazete)

Giriş

Bu yazıda, “Kaostan Kaynaklanan Düzen”/( Yaratıcı Savaş/Düzeltici Savaş) Teorisi kapsamında Küresel bir savaş mı çıkarılmak istenmektedir sorusunun cevabı aranmaktadır. Bu amaçla “2015 Yılına Doğru Küresel Trendler” adlı ABD Raporu (2000) değerlendirilmektedir.

“2015 Yılına Doğru Küresel Trendler” adlı ABD Raporu (2000) (1-4)

Dünyanın tek süper gücü durumunda olan ABD, ekonomik alanda (2000’in başlarında) ciddi bunalım içerisinde bulunduğunun sinyallerini vermeye başlamıştı. Ekonomik analist Jim Griffin; “1997 yılındaki problem, başkalarının problemiydi ve bizim pantolonumuza kan sıçramıştı; ancak şimdi kendi bileklerimizden kan kaybediyoruz. Bu krizin kökleri ABD’dedir. 1929 benzeri bir krizin yaşanması olasılığı çok da uzak değildir.” (5) diyerek tehlikenin boyutlarına dikkat çekmiştir. Diğer taraftan dünyanın en büyük para spekülatörü George Soros, krizden önce; ‘Dünyanın genel anlamda çift dipli bir ekonomik krize gireceği ve önümüzdeki yıllarda doların üçte bir oranında değer kaybedeceği, ABD ekonomisinde ve buna bağlı olarak dünya ekonomisinde bir krize doğru girildiğini’ belirtmişti (6).

2000’in başlarında uluslararası piyasalarda dolaşan 41 trilyon dolarlık sermaye, daha güvenli limanlar aramak üzere ABD’den kaçmaya başlamıştı. Bu durumu, Alman Dresdner Investmen Trust Genel Müdürü Wolfram Gerdes; “Artık ABD’nin yatırım için en iyi yer olmadığı hakkında ortak bir görüş hâkim” diyerek dile getirmişti (7).

‘2015 Yılına Doğru Küresel Trendler’ adlı ABD raporunda (2000); “ABD ekonomisi sürekli bir düşüşe maruz kalacak. Yeni küresel ekonominin en önemli itici gücü olan ABD ekonomisinde büyük ticaret açıkları ve düşük iç tasarruflar nedeniyle büyüme beklentilerine olan güvensizlik diğer ülkeler için de son derece zararlı ekonomik ve politik sonuçlara yol açabilir. Dünyanın en büyük pazarının daralması ile önemli ticari ortakları (partnerleri) de sıkıntıya düşebilir ve finansal piyasalar derin istikrarsızlıklarla karşı karşıya kalabilir” (1-3) denerek, ABD ekonomisindeki düşüşün devam edeceği belirtilmektedir.

Raporda gelecek 15 yılda görülmesi muhtemel çeşitli etkilerin kombinasyonları değerlendirilmiş ve aşağıdaki ihtimallere yer verilmiştir:

- “Birçok büyük Ortadoğu ülkesinde geniş toplum kesimlerinin hayat standardının bozulması ve İsrail ile Filistin arasında bir “soğuk barış” yapılamaması halinde Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde ciddi, şiddetli siyasi karışıklıklar ortaya çıkacaktır.”

- “Daha dağınık, serbest hareket eden uluslararası terörist örgütler, batı karşıtı hedefleri olan bir terörist koalisyon oluşturabilir ve WMD (Kitle İmha Silahları) elde edebilirler.”

- “İran, Nijerya, İsrail ya da Suudi Arabistan gibi ABD’nin stratejik çıkarlarının bulunduğu ülkeler ciddi dini ya da etnik bölünmeler ve krizlerle karşılaşabilir.”

- “Büyüyen bir küreselleşme karşıtı hareket. Batılı hükümet ve işbirlikçilerin çıkarlarını tehdit eden güçlü, devamlı bir küresel ve kültürel güç halini alabilir.”

- “Çin, Hindistan ve Rusya, ABD ve Batı etkisini dengelemek için fiilî (de facto) bir jeostratejik ittifak oluşturabilirler.”

- “ABD- Avrupa ittifakı çökebilir ve her biri ayrı ticari yönelimler içine girebilir ve güvenlik konularında liderlik için rekabet edebilirler.”

- “Büyük Asya ülkeleri, bir Asya Para Fonu veya düşük bir ihtimalle bir Asya Ticaret Örgütü kurarak IMF (Uluslararası Para Fonu) ve WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kuruluşlara zarar verebilir.”

- “Tarihinin, konumunun ve çıkarlarının gücüyle Türkiye kuzeyde Kafkasya ve Orta Asya ile güneyde ve doğuda ise Suriye, Irak ve İran ile meşgul olacaktır. Türkiye, bu bölge ülkelerine yönelik tutarlı bir politika uygulayabilirse, tek başına herhangi bir konu ülkenin güvenlik gündemini işgal etmeye yetmeyecektir. Aksi takdirde Ankara, iç ve dış çatışmalara yönelik hangi politikaları uygulayacağı da dâhil, kitle imha silahlarının üretimi, enerji geçişlerinin siyasal ve ekonomik boyutları ve su hakları gibi bölgesel sorunlarla baş etmek durumunda kalacaktır.”

Raporun ‘Dört Alternatif Küresel Gelecek Senaryosu’ başlıklı kısmında, 2015’li yıllara ilişkin öngörülerde bulunulmaktadır:

“Birinci Senaryo: Kapsayıcı Küreselleşme

“Küreselleşmeden yararlanan ülkeler içinde ve arasında savaşlar asgari düzeyde olacak. Dünya nüfusunun azınlığını oluşturan kesimleri, Alt-Sahra Afrika’sı, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya ve And Bölgesi halkları, bu olumlu değişimlerden faydalanamayacaklar ve bu bölge ülkeleri içinde ve etrafında iç çatışmalar sürecek.”

İkinci Senaryo: Zararlı Küreselleşme

Bu senaryoya göre “… Yönetim ve siyasi liderlik hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kötü olacak. Artan talepler, eşitsizlikler ve yükselen toplumsal gerilimlerin beslediği iç savaşlar artacak”.

Üçüncü Senaryo: Bölgesel Rekabetler

“Avrupa, Asya ve Amerika’da bölgesel kimlikler belirginleşecek. Bu belirginlikler, Avrupa ve Doğu Asya’da ABD’nin küresel üstünlüğüne ve ABD liderliğindeki küreselleşmeye karşı siyasi direniş şeklinde görülecek.”

Dördüncü Senaryo: Kutupsuz Bir Dünya

ABD için en olumsuz senaryo budur. “ABD ekonomisi önce yavaşladığında sonra da durgunlaştığında, ABD’nin ulusal meşguliyeti artacak. Avrupa ile ekonomik ve siyasi gerilim artacak, ABD’nin birliklerini çekmesi ve Avrupa’nın kendi kurumlarına güvenerek içe yönelmesi sonucunda ABD- Avrupa ittifakı bitecek. Latin Amerika’da özellikle de Kolombiya, Küba, Meksika ve Panama gibi ülkelerde ortaya çıkacak hükümet krizleri nedeniyle bölgesel istikrarsızlıklar yaşanacak ve ABD’nin bölge üzerine eğilmesi gerekecek. …Çin’in bölgesel bir barış ve istikrar unsuru olmasına yol açılacak. Kore’nin normalleşmesi ve fiilî (de facto) birleşmesini Çin ve Japonya finansal kurumları ile destekleyecek ve ABD, Kore’deki ve Japonya’daki birliklerini geri çekmeye başlayacak. ...Çin’in Japonya’ya nükleer programını Çin kontrolüne açması yönünde bir ultimatom vermesi ve Japonya’nın ABD’den yardım istemesi durumunda büyük bir savaşın eşiğine kadar gelinebilecek ters neticeler ortaya çıkabilir.”

Rapor’da yer alan dört senaryoda, “…küreselleşmeden faydalanamayan ülkelerin, iç savaşlarla ve rejim tehlikeleri” ile karşı karşıya kalacakları yorumu yapılmaktadır.

Her dört senaryoya göre de, ABD’nin küresel etkisi azalacak, ekonomisi durgunlaşıp çöküşe doğru (“iflas”) yol alacaktır.

ABD’nin gerileme ve çöküşe doğru seyreden bir bunalım dönemine (“iflasın eşiği”) girmesinin sebebi, “dünya paylaşımı için birlikte yola çıkan Küresel şirketlerin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki pazarın paylaşımından dolayı karşı karşıya gelip restleşmiş olmalarıdır” (4). Bu restleşme, Kapitalist mantığın doğal seyri olarak yeni bir paylaşım savaşını kaçınılmaz kılmakta ve “Dünya, 3. bir paylaşım savaşına doğru yol almaktadır” (4).

Woodrow Wilson, 1. Cihan Savaşının bitiminden bir yıl sonra, “Söyleyin, modern dünyadaki savaşın gerçek nedeninin endüstriyel ve ticari rekabet olduğunu bilmeyen herhangi bir erkek, kadın ve hatta çocuk var mıdır?” derken kapitalist mantığın temel varsayımını açıklamış olmaktaydı(8).

Bu noktada ABD Başkanı Trump’ın, rekabet içerisinde olan ve fakat “ABD içinde yatırım yapmayan tüm küresel şirketlere ABD’de yaptırım uygulayacağını” söylemiş olması, “restleşmenin” boyutlarını göstermesi açısından çok önemlidir.

Sonuç: ABD, İflasını Durdurmak için Savaş Çıkarıp Yaygınlaştırmak İstiyor

II. Cihan Savaşı sonlanırken Başkan Roosevelt, ABD’nin güvenlik ve refahını garantileyecek politikalar ve kurumların tespit edilmesi görevini Dışişleri Bakanlığına vermişti. Dışişleri Bakanlığı ise istenen politikaları, üç ana noktada yoğunlaştırmıştı: “1. Birleşmiş Milletlerin kurulması. 2. Bretton Woods dünya mali kurumlarının inşası. 3. Yeterli petrol stoklarının temini”. Söz konusu kurumlar, ABD güvenliği ve refahı için kurulurken; gerekli petrol kaynağı için başkan Roosevelt, Şubat 1945 yılında Süveyş kanalında bir ABD savaş gemisinde Kral Abdül Aziz Suud ile ‘Suudi petrolüne ayrıcalıklı erişim karşılığında Kralın ABD tarafından korunmasını’ sağlayan özel, gizli bir anlaşma yapmıştır (9).

Bu noktada Trump’ın, Suud ziyaretinde (Haziran 2017) yaptığı gizli anlaşma ile Roosevelt’in 1945 yılında yaptığı anlaşma arasında bir ilişki olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim ABD-Suud anlaşmasından sonra hem Suud Veliaht seçiminde bir değişim olmuş, hem Katar Krizi meydana gelmiş ve hem de ABD, Suud ve Katar ile ticari anlaşmalar yapmıştır.

Trump’ın seçim kampanyasında “ABD’nin güvenlik nedeniyle yaptığı harcamaları”, Körfez ülkelerine ödettireceğini vaad etmesi ve seçim sonrasında bunun bir kısmını haydutça gerçekleştirmiş olması, ‘2015 Yılına Doğru Küresel Trendler’ adlı ABD Raporu kapsamında değerlendirilmelidir.

Diğer taraftan raporda, 2015’li yıllara doğru “IMF’nin ve Dünya Bankası’nın yeryüzündeki ekonomik liderliği yıkılabilir…” öngörüsü yer almaktadır. Bu, ABD’nin Roosevelt zamanından beri benimsediği temel stratejiye ters bir durumdur. 1961 yılında Kennedy’nin hazırlattığı raporda (Kennedy’nin bilim adamlarına sorduğu ‘Ben Amerikan halkının refahını yükseltmek ve aynı zamanda moralini daima yüksek tutabilmek için ne gibi tedbirler almalıyım’ sorusu üzerine 1,5 yılda hazırlanmış 800 sayfalık rapor), “Amerika’nın refah seviyesini yükseltebilmesi için üretim ve tüketim şartlarının devamlı surette incelenmesi lazımdır. Bunun için de Amerika’nın her on senede bir harbe girmesi gerekmektedir.” önerisinde bulunulmaktadır (10).

Bütün bunlardan çıkan sonuç, Amerikan halkının refah seviyesi, dökülen kanın seviyesi ile bağlantılıdır. Amerikalı ne kadar kan dökerse, refah seviyesi o kadar yükselecektir.

11 Temmuz-Ağustos 2001’de Bush, Cheney ve enerji lobisinin ABD’nin enerji politikalarını belirleyen raporunda, dünya enerji kaynakları, bunların pazara nakli ve bunların ABD şirketlerince paylaşımının nasıl olacağı kararlaştırılmıştır. Bu rapora göre dünya altı enerji bölgesine ayrılmıştır (11):

“1. Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve genel olarak Ortadoğu.

2. Hazar bölgesi, Hindistan ve Güney Asya.

3. Nijerya, Nijerya bağlantılı Nijer Deltası, Batı Afrika Boru Hattı.

4. Güneydoğu Asya. Açe, Borneo Adası, Burma, Spratly adası, Doğu Timor.

5. Çad ve Kamerun boru hattı.

6. Brezilya, Venezüella ve Kolombiya.”

Bu enerji havzalarını incelediğimizde, 4. ve 6. maddelerdekiler hariç diğer 4 havza doğrudan veya dolaylı olarak İslâm coğrafyası ile alakalıdır.

‘2015 Yılına Doğru Küresel Trendler’ raporundan bir yıl sonra ve 11 Temmuz -Ağustos 2001 Bush, Cheney ve enerji lobisinin raporundan yaklaşık bir ay sonra, 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kulelerin vurulması ve arkasından tüm İslâm coğrafyasının tehlikeli bölge ilân edilerek Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi bir tesadüf değildir (12,13).

İslâm Coğrafyasında “Arap Baharı” olarak başlatılan 2. Nesil Kadife darbe süreci, “Kaostan kaynaklanan Düzen” (Yaratıcı savaş/Düzenleyici savaş) kapsamında başlatılmıştır. İslâm coğrafyası, “2015 Yılına Doğru Küresel Trendler” adlı ABD Raporunda (2000) öngörülen çerçevede vekâlet savaşları ile kan gölüne çevrilmiştir.

Bugün Türkiye-Libya-Mısır-Irak-Suriye-Katar-Yemen-Somali-Sudan düzlemindeki iç savaş ve/veya terör olayları ile ABD-İngiltere-Fransa-Rusya ekseninde vuku bulan, terör görüntüsü verilmiş hesaplaşmalar, yukarıda ortaya konan belgeler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Kaynakça

1- Global Trend 2015: A Dialog About the Future with Nongoverment Experts, 2000.

2- 2015’e doğru Global Trendler-I, Umran, Sayı 90, Şubat 2002 Ek; Global Trend 2015: A Dialog About the Future with Nongoverment Experts, 2000.

3- 2015’e doğru Global Trendler-II, Umran, Sayı 91, Mart 2002 Ek.

4- Avar, B., 26.5.2017.

5- Milliyet Gazetesi 21 Temmuz 2002.

6- Odabaşı H., ‘Yürü ya Euro’, Aksiyon, Sayı 396, 8 Temmuz 2002, S:52-54.

7- ‘ABD Ekonomisi Sönen Balon Gibi’ , Aydınlık, Sayı 781, 7 Temmuz 2002 S:36-37.

8- Monbiot G., ‘Amerika’nın Boru Hattı Rüyası’, Cosmo Politik, Sayı 2 Kış 2002 S:19-21.

9- Klare M.T., ‘Savaşın Jeopolitiği’, Cosmo Politik, Sayı 2 Kış 2002 S:14-18.

10- Özemre A.Y. ‘ABD, Her 10 Yılda Bir Savaş Çıkarmak Zorunda’, Umran, Sayı 87, Kasım 2001, S:21-26.

11- Karagül İ., ‘Petrol Savaşının Endonezya Cephesi, İslâmî Direniş Dalgası’, Yeni Şafak Gazetesi,19 Ekim 2002; ‘Enerji Savaşları ve Yeni Dünya Haritası’, Umran, Sayı 95, Temmuz 2002, S:20-27.

12- Can, B., ‘Küresel Derin Devlet’in Düşük Yoğunluklu Savaşı”, Ekim 2001, Umran.

13- Can, B., Yeni Soğuk Savaş: ABD Emperyalizminin Tükenişi İslâm Dünyasının Yeniden Dirilişi, Umran, 2002.

23 Haziran 2017 Cuma

İslâm coğrafyasında “kaos’tan kaynaklanan düzen” (“yaratıcı yıkım”/ “düzeltici savaş”) teorisi uygulanmak istenmektedir

(Milli Gazete)

Giriş

“Arap Baharı” adı altında başlatılan 2. Nesil Kadife Darbe süreci, İslâm coğrafyasını büyük bir kaosun içine sürüklemiştir. Libya ve Yemen ikiye; Irak gayrı resmi olarak üçe bölünmüştür. Suriye’de iç savaş ve kaos devam etmektedir. Ülkenin beşe ya da altıya bölünmesi öngörülmektedir. Şer ittifakı (ABD-İngiltere-Siyonizm), PKK, PYD/YPG, DAEŞ, gibi terör örgütlerini kullanarak bölge için ön gördükleri yeni haritayı hayata geçirmeye çalışmaktadır.

Son günlerde bölgede önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bunları aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

ABD Suud işbirliği, Suud’un ABD ile 10 yıllık 350 Milyar $ civarında anlaşma yapmış olması,

Suud önderliğinde bazı Arap ülkelerinin Katar’a ambargo uygulaması,

Katar’a uygulanan ambargoya Türkiye, İran, Pakistan, Cezayir ve Fas’ın karşı çıkması ve ekonomik yardım yapması. Türkiye ve Pakistan’ın Katar’a asker gönderme kararı alması,

ABD’nin Katar’la 10 adet F-16 savaş uçağı satma anlaşması imzalaması ve askeri tatbikat yapması, ambargonun yumuşatılmasını talep etmesi,

Katar krizi ile birlikte, Şii-Sünni fay hattına, Sünni-Sünni fay hattının eklenmesi ile Sünni dünyanın fiilen ikiye bölünmesi,

Sünni dünyanın ikiye bölünmesi ile İran’ın yayılmacı politika uygulamaya dolaylı olarak teşvik edilmesi; uzun vadede Türkiye ile İran’ın karşı karşıya getirilip savaştırılması,

Barzani’nin 25 Eylül 2017’de bağımsız Kürdistan devleti için referandum kararı alması,

ABD’nin Irak ve Suriye düzleminde PYD/YPG’yı stratejik ortak kabul edip operasyonları Türkiye’nin itirazlarına rağmen birlikte yapmış olmaları; ABD’nin Türkiye’yi Rakka operasyonuna dâhil etmemesi.

ABD’nin DAEŞ ile savaşma yerine Suriye askeri güçlerinin ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmasını engellemek için Suriye askeri birliklerine operasyon yapması,

ÖSO’dan ayrılan bazı birliklerin Suriye Ordusuna katılması,

Türkiye’nin Suriye’de hareket alanının bizzat ABD tarafından kısıtlanması,

Türkiye’de FETÖ operasyonlarında yapılan tutuklama, ihraç ve açığa almaların kamu vicdanını rahatsız edecek boyutlara ulaşması,

Enis Berberoğlu’na MİT TIR’ları davasından dolayı 25 yıl mahkûmiyet verilmesi ve bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar 28 gün sürecek yürüyüş kararı alması, bunu fiilen yürürlüğe sokması ve bununla ilgili gerilim yükseltici tartışmaların yapılması,

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Türk heyetine saldıran bir gruba, Cumhurbaşkanı korumalarının müdahale etmesinden dolayı ABD yargısının Türk Korumalara mahkûmiyet vermesi.

Bütün bu olayları göz önüne aldığımızda bugün, İslâm coğrafyasında “Kaostan Kaynaklanan Düzen” (”Yaratıcı Savaş”/“Düzeltici Savaş”) Teorisinin bir uygulaması olarak başlatılan “Arap Baharı”nın, ABD Başkanı Trump ile yeni bir aşamaya sokulduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye bunu görmek, yeniden değerlendirmek ve içeride bütünleşmek zorundadır.

Bu yazı serisinde, Şer İttifakının Büyük Ortadoğu coğrafyasındaki 22 ülkenin sınırlarının değiştirmek amacıyla kullandıkları “Kaostan Kaynaklanan Düzen” Teorisi kapsamında ne yapmak istediği konusu ele alınıp değerlendirilecektir.

Dünya Hâkimiyeti: Tek Dünya Devleti, Tek Dünya Hükümeti, “Tek Dünya Güvenlik Örgütü”, “Tek Dünya Dini” ve “Tek Merkezi Dünya Ekonomisi”

Dünya hâkimiyeti için ABD, İngiltere, Vatikan, Uluslararası Sermaye, Siyonizm ve Çin bazen birlikte bazen birbirine karşı mücadele etmektedir. Uzun zamandan beri ABD’de, Amerikan Milliyetçileri (WASP’çılar) ile Necon-Siyonist İttifakı arasında çok ciddi bir kavga vardır ve bu, dünyanın her tarafına yansımaktadır. Onun için küresel satranç tahtasında çok değişken bir zeminin var olduğunu göz önüne almak gerekmektedir. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, son derece karmaşık, karanlık ilişkiler zincirinin ortaya çıktığı, dost ve düşman tanımlamalarının anlık olarak değişebildiği/değişebileceği göz ardı edilmemelidir. Bir konuda dost/müttefik olanlar, bir başka konuda birbirine düşman olabilmekte/müttefik olmamaktadır.

Dünya hâkimiyet mücadelesi veren güçlerin ana hedefleri, dünyanın kendi kontrollerinde, “tek bir merkezden” yönetilmesidir. “Tek bir dünya devleti”, “tek bir dünya hükümeti” ve “tek bir dünya güvenlik örgütü”, “Tek bir dünya dini” ve “tek merkezi dünya ekonomisi” oluşturma gayretindeler:

“Eğer insanlar savaşların aslında bir meslek olduğu gerçeğini ve savaşların Kaostan faydalanmak için suni olarak çıkarıldığını öğrenselerdi çok öfkelenirlerdi. Onların uyanmamasında medyadaki yeryüzü efendilerinin de büyük yardımı oluyor... Kaostan menfaat sağlayanlar yeni dünya düzenini oluşturacak “aydınlanmanın” (illuminati) sonunda sosyal gücün, milliyet kavramının ortadan kalkacağı ve insan ırkının suni ihtiyaçlarından arınmış olarak mutlu ve tek bir aile gibi yaşadığı duruma geri dönülecek… İlluminati’nin kendi holdingleri hariç özel mülkiyete hiçbir şekilde izin verilmeyecek, milli kurumları, ekonomileri kötüleştirilerek geçirilecek... Milliyet kavramı yok edilecek... Tek para, tek anayasa ve tek devlet var olacaktır.” (1)

Eski ABD Başkan Clinton’ın Çalışma Bakanı Robert Reich, bu politikayı şöyle özetlemektedir:

“Gelecek yüzyıl için siyaset ve ekonomimizi yeniden düzenlediğimiz bir geçiş dönemindeyiz. Gelecekte, ne ulusal ürün ve teknolojiler, ne ulusal şirketler, ne ulusal sanayiler olacak. Artık ulusal ekonomilerin olmayacağını anlamak zorundayız. Sınırlar, ekonomik açıdan iyice anlamsız hale geldi.” (2)

Siyonist önderlere göre, insanlara, kaosun nedeni olarak, farklı devlet, din ve milliyetlerin var olması gösterilecektir. Eğer, bütün devlet, din ve milliyetler ortadan kaldırılırsa, karışıklık son bulmuş olacaktır:

“Müstebit kralımızın tanınması, anayasanın ortadan kaldırılmasından evvel de olabilir. Bu tanıma anı gelince, idarecilerinin bizim tertip ettiğimiz düzensizlik ve becerisizliklerden tamamen bıkmış olan halk gürültü ile bağıracaklar ki, ‘onları yok edin ve bize bütün dünya üzerinde bizi birleştirecek ve anlaşmazlık sebeplerini- hudutlar, milliyetler, dinler, devlet borçları ortadan kaldıracak, bize idarecilerimizin ve mümessillerimizin idareleri altında bulamadığımız sulh ve sükûnu verecek bir kral verin.”

Fakat siz mükemmelen ve çok iyi bilirsiniz ki bütün milletler tarafından böyle isteklerin ifade edilmesi imkânını hâsıl etmek için; her memlekette halkın hükümetleri ile münasebetlerinde tamamen beşeriyeti tüketecek derecede çekişmeler, kin mücadele, haset ile hatta işkence kullanarak, şiddetli açlık ile hastalık aşılayarak ve yokluk ile karışıklıklar meydana getirmek zaruridir. Şöyle ki Yahudi olmayanlar paraca ve her konuda bizim tam hâkimiyetimiz içinde sığınak bulmaktan başka kendilerine açık bir yol olmadığını görsünler. Fakat eğer biz dünya milletlerine nefes alacak bir mahal bırakırsak özlediğimiz an belki de hiç gelmeyecektir.” (3)

Dünya Hâkimiyeti ve “Kaostan Kaynaklanan Düzen”

Bu yapılanışın stratejisinin temel özelliği, “Kaos Teorisine” dayanmış olmasıdır. Bu teoride, her şey çatışmaya dayandırılmaktadır. İnsanların can, mal, namus güvenliği olmayacak tarzda meydana getirilecek bir çatışma ortamı, istenen kargaşayı sağlayacaktır. Komşuların, kabilelerin, aşiretlerin, etnik yapıların ve farklı inanç gruplarının birbirine düşman olduğu, çatıştığı, kimsenin önünü, çevresini, geleceğini göremediği ve iradesinin felç edilip direncinin kırıldığı ve çaresizlik içerisinde kıvrandığı bir kaos ortamı, bu şeytanı mekanizmanın ana ilkesidir. Buna ‘Ordo Ab Chao’ (Kaostan Kaynaklanan Düzen) adını vermektedirler (4).

Kaos, zıtların çatışmasına dayanan bir teoridir: ‘Tez, Anti Tez, Çatışma ve Sentez’ düzleminde meydana getirilen bir kaos, dün işçi ve işveren çatışması üzerine kurulu iken; bu gün dinler, mezhepler ve etnik yapılar üzerine oturtulmuştur. Büyük Ortadoğu coğrafyasında yaygınlaştırılmaya çalışılan etnik ve mezhepsel çatışmaların kökeninde, “Kaostan Düzene Geçiş” yaklaşımı yatmaktadır. Kaosun müsebbibi olarak din, mezhep ve milliyetler gösterilerek bütün din, mezhep ve milliyetlerin kaldırılması küreselleşme adına istenmektedir (3).

Kaos Yaklaşımının en önemli boyutu, son derece zıt fikirlerin ve bilgilerin kamuoyuna servis edilip, karar vermesine mani olmak, kafa karışıklığı meydana getirip gerçekleri görmesini, arkada kurulan tezgâhları fark etmesini engellemektir (5).

ABD/İngiltere/Siyonizm/İsrail, küresel imparatorluk için hedef aldığı ülkeleri, alt etnik ve mezhebi gruplara bölüp yeni uluslar oluşturmayı, bir strateji olarak benimsemiştir. Geçmişte İngiltere’nin öncülüğünde yapılanlar, bugün ABD’nin öncülüğünde yapılmak istenmektedir. Arkada Siyonizm vardır. Geçmişte Afganistan’ın geleceğinde Amerikan Politikası Koordinatörlüğü görevini üstlenen Richard Haass, ‘Karışıklık’ adlı kitabında “yeni bir ulus inşa etmeyi”, işgal edilecek bölgelerde hâkimiyet kurabilmek için şart olarak görmektedir:

“…Tek başına güç kullanımı, politik değişikler için yeterli değildir. Bu şekilde bir değişiklik için en etkili yol, değişik şekillerde karışıklık yaratmaktır. ‘Ulus inşa etmek’ bu yollardan biridir. İlk önce tüm karşı çıkanları yok edeceksin ve daha sonra başka bir topluluk yaratma işiyle meşgul olacaksın.”(6)

Bu politika, “Arap Baharı” denilen 2. Kadife Darbe süreciyle birlikte uygulamaya sokulmuştur.

2003 yılında RAND Corporation tarafından hazırlanan ‘Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler’ adlı raporda, ‘Türk İslâm’ı’, ‘Alman İslâm’ı’, ‘Arap İslâm’ı’, ‘Mısır İslâm’ı’, ‘Köktendinciler’, ‘Gelenekçiler’, ‘Modernist Müslümanlar’ ve ‘IIımlı İslâm’ gibi kavramlaştırmalara gidilmesi, Büyük Ortadoğu coğrafyasında “yeni ulus inşasının” yanı sıra “yeni dinler”, “yeni mezhepler” inşa edilmek istendiği içindi (7).

Bu tür yapılan çalışmaların ana amacı kaos teorisinin uygulanabilmesi için gerekli alt yapı çalışmalarını yapabilmektir.

Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında 22 ülkenin hudutlarını değiştirebilmek için (Şekil-1), Afganistan-Pakistan hattında, Irak-Suriye-Filistin-Lübnan hattında, Katar-Yemen-Somalı-Sudan hattında ve Libya-Mali-Orta Afrika hattında yaşananlar, kaosun şuurlu bir şekilde yaygınlaştırılmak istendiğini ortaya koymaktadır:

“Kaos kasıtlı olarak yaratılıyor, bu suretle düzen ve kontrol sağlanabiliyordu. Kaosun korkunç yüzüyle karşılaşan halk, bir kurtarıcıya-Parlak zırhlı Şövalye- kaosu sona erdirmesi ve yeniden düzen sağlaması için, sadece yetki vermekten çok daha fazlasını yapmaya istekli oluyordu. Devrimci Kaos’un ardından illuminati’nin planını uygulayabilmek için fırsat doğmuş oluyordu” (4).

SONUÇ: “Tükürün”

Rahmetli Akif, Osmanlının son döneminde yaşanmış olayları, bu olaylar karşısında duyarsız, nemelazımcı tavır sergileyen insanları ve buna karşılık Batı işbirlikçisi eli kanlı katilleri ve hainleri göz önüne alarak aşağıdaki şiiri yazmıştır.

“Ey, bu toprakta birer na›ş-ı perîşân bırakıp,

Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp;

Sanmayın: Şevk-i şehâdetle coşan bir kan var...

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!

Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!

Tükürün cephe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!

Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!

Tükürün milleti (ümmeti) alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

Tükürün Ehl-i Salib’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb›ın;

O da Allah›ı bırakmakla olur» herzesini,

Halka îman gibi telkin ile dînin sesini

Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!...”

Mehmet Akif Ersoy, 30 Ocak 1913.

Bugün, Türkiye’de benzer bir durum yaşanmaktadır. O nedenle Akif’in şiiri, hain, eli kanlı katillere, AB, ABD ve Siyonist işbirlikçilerine, duyarsızlara ve nemelazımcılara ithaf edilmiştir.

Kaynaklar

1- Texe Mars, İllüminatı, Entrika Çemberi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2002,S:175.

2- Akfırat, A., Özel Savaş Pentagon ve CIA Belgeleriyle, Kaynak y., İstanbul. (1997) s:111

3- Varsden, V.,Siyon Liderlerinin Protokolleri, Protokol No: 10, Kum Saati Yayınları, İstanbul, S: 53.

4- Texe Mars, Age. S:100-120.

5- Varsden, V., Age, S: 36

6- Foster J.B. ‘Emperyal Amerika ve Savaş’, Cosmo Politik, Sayı:6, Sonbahar 2003, S: 39-45

7- Canoğlu, Y., 21. Yüzyıl Haçlı Savaşlarında yeni Bir Tuzak: Ilımlı İslâm Cumhuriyeti, Umran Dergisi, Sayı:117, 2004, S:15-25

16 Haziran 2017 Cuma

Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları - 3: “Kutlu Doğum Haftası bir FETÖ projesidir” iddiasının amacı nedir?

 (Milli Gazete)


“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” 

Mehmed Akif

 

Geçen iki yazıda Diyanet İşleri Başkanlığının ihdas ettiği “Kutlu Doğum Haftası”nın ismi, amacı, zamanı ve kapsamı ile ilgili tartışmalar ele alınıp incelenmişti. 

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmalarda cevaplandırılması gereken temel soru;“Kutlu Doğum Haftasının” niçin bir FETÖ projesi olarak ilan edilmiş olduğudur. “Kutlu Doğum haftası bir FETÖ projesidir” diyenlerin dayanakları, amaçları, hedefleri nedir ve niçin 28 yıl geçtikten sonra şimdi bunu ilan etmişlerdir? 

Bunun muhtemel sebepleri ve sonuçları neler olabilir?

Bu yazıda, bu konu ele alınıp değerlendirilecektir.

“Kutlu Doğum Haftası’nı Bir FETÖ Projesi” Olarak İlan Eden Kim?

Kutlu Doğum Haftasının 28 yıllık mazisi vardır (1989-2017). İsmi, muhtevası ve zamanlaması konusunda yol boyu değişik tartışmalar yapılmıştır. 2017 yılı hariç, Kutlu Doğum Haftasının bir FETÖ projesi olduğu gündeme gelmemiş ve tartışılmamıştır. Ama bugün, bunun bir FETÖ projesi olarak inşa edildiği, fikrin tamamen Gülen Hareketine ait olduğu iddia edilerek, Diyanet İşleri Başkanı Görmez istifa etmeye çağrılmakta ve 1989 yılından bu yana gelmiş ve geçmiş tüm Diyanet İşleri Başkanları töhmet altına bırakılmaktadır. Şu söylenseydi anlaşılabilirdi: “Fikir FETÖ’ye ait değildir; fakat yol boyu, süreci etkilemeye çalışmışlardır.” 

Bu iddiada bulunanlar haklı mı? İddia kasıtlı mı? Hem fikrin, hem ismin hem de zamanlamanın FETÖ’ye ait olduğunun 28 yıl sonra gündeme gelmesi, getirilmesi, amacın, niyetin ve hedefin ne olabileceğinin tartışılmasını gerektirmektedir. Bunu bugün kim ortaya attı ve gerekçeleri nedir? Bunları ele alıp incelemekte, değerlendirmekte fayda vardır.

Medyada yer aldığı şekliyle, 2017 yılında Kutlu Doğum haftasının bir FETÖ projesi olduğunu ilan edip saldırıyı başlatan ve birçok ismi karalayıp itibarsızlaştırmaya çalışan grup, “Pelikancılar” denilen bir gruptur:

“İlk adım, öteden beri kampanyayı örtülü operasyonlar şeklinde yürüten Pelikan Şebekesi’nden geldi. Sosyal medyadan verilen startın şampiyonları Salih Tuna ve Ömer Turan’dı. Daha düne kadar “Fetullah Gülen Hocaefendi’yle birlikte ağlayıp gözyaşları döken” Salih Tuna, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerini FETÖ’nün icat ettiğini, bu vesileyle kitleleri efsunlayıp kelime-i tevhid’i dinamitlediğini ifşa etti. Ömer Turan’ın eleştirileri de benzer bir biçimde çok köklüydü. Miladi-Kameri takvim ayrımı üzerinden “Bu uygulamanın dinimizde yeri yok. Bu yanlışa son verin” çağrısı yaptı” (1). 

Ancak kavgayı ilk başlatanlar, “Pelikancılar” olmasına karşılık, kavgayı derinleştirip yaygınlaştıranlar, başlatılan yangına benzin dökenler başkaları olmuştur: 

“Sonra Kutlu Doğum’la mücadele bayrağını TGRT ve Türkiye gazetesi burada da Ramazan Ayvallı ve hassaten Ahmet Şimşirgil alıp burçlara dikmek üzere üstlendi.” (1)

Kutlu Doğum Haftasının FETÖ Projesi Olduğuna İlişkin İddialar

Kutlu Doğum Haftasının FETÖ projesi olduğunu söyleyenler, genelde Diyanetin son yıllarda yaptığı her şeyi, FETÖ’ye mal etmektedirler. Bu kesimin medyada yer alan iddialarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz (2-5):

* 1989 yılında Kutlu Doğum Haftası fikrini teklif edenler ve teklifi de kabul edenlerin hepsi FETÖ’ye mensup kişilerdir.

* Teklif, Gülen’den övgü ile bahseden Süleyman Hayri Bolay ve Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne’den gelmiş, kutlamaların ismini de Ayvaz Gökdemir bulmuştur. 

* Kutlu Doğum Haftasının FETÖ’ye ilişkin bir proje olduğuna ilişkin en önemli dayanak, delil, “25 yıldır Gülen örgütü içinde yer alan Ahmet Keleş ile tutuklu Mümtaz’er Türköne’nin “Kutlu Doğum Haftası FETÖ projesidir” demiş olmalarıdır.

* Kutlu Doğum Haftasının Nisan ayının son haftasına sabitlenmiş olmasına ilişkin iki gerekçe ileri sürülmektedir. 1- Kutlu Doğum Haftasının zamanı değişken olduğu zaman kış ayına rastlamaktadır. 2- Gülen’in, Nisan ayının son haftası içinde (27 Nisan 1941) doğmuş olmasıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin Doğum günü değil, gerçekte Gülen’in doğum günü, kamufle edilmiş bir şekilde kutlanmaktadır.

* Kutlu Doğum Haftasının tarihinin Gülen’in Doğum gününe denk getirilmiş olmasına karşı halkın tepkisi, 2008 tarihinden itibaren Kutlu Doğum Haftasının haftanın tarihinin bir hafta öne alınmasını sağlamıştır.

* Kutlu Doğum Haftasının muhtevası, bir Fransız Profesör’ün (Yazılarda ismi zikredilmemektedir) yaptığı teklife uygun olarak, her yıl ayrı bir konu olmak üzere düzenlenmektedir.

Kutlu Doğum Haftası İle İlgili İddialara Verilen Cevaplar ve “Lanetleşme Çağrısı”

Bütün bu iddialara en geniş ve sert cevap, projenin ilk sahibi Süleyman Hayri Bolay ile projenin bugün fiili uygulayıcısı Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den gelmiştir. Hem açıklamalarının daha geniş tarihsel arka planı olması, hem de proje ile ilgili suçlama yapan iddia sahiplerine yaptığı “Lanetleşme Çağrısı”nı ve yer darlığını göz önüne alarak, burada sadece Bolay’ın yaptığı açıklamalara yer vereceğiz.

Bolay, Kutlu Doğum Haftası Projesini FETÖ’den aldığına ilişkin iddiaya şöyle cevap vermiştir:

“Ben, bu hafta ihdasını kimseden almadım. FETÖ, 1993’de bizden aldı. FETÖ’nün görevlendirdiği Cemal Uşşak bana gelerek “Bu haftayı siz başlattınız ve yaydınız, biz de “vahdet haftası” adıyla bir hafta başlatıp, sizin faaliyetlerinize bir türlü destek vermek istiyoruz. Bu münasebetle Ankara Atatürk Spor Salonu’nda bir açılış toplantımız var, sizi açışla davet ediyoruz. Mutlaka iştirakinizi arzu ediyoruz.”

Ben de bu davete icabet ettim o salonun hakemler kulesinde FETÖ, merhum Prof. Dr. Sabahaddin Zaim ve bazı partilerin temsilcileriyle beraber açılışı takip ettik. Ben o günden sonra Fetö’yü ne gördüm, ne de görüştüm.”

“…Başlattıkları “Vahdet Haftası” faaliyetini beş sene bile sürdürememişlerdir.” (6)

Bolay’ın açıklamalarına göre FETÖ, 1993 yılında Kutlu Doğum Haftasına alternatif “vahdet haftası” diye bir hafta organize etmiş ve bunu ancak beş sene devam ettirebilmiştir. Diğer taraftan, muhtemelen, “Vahdet Haftasına” bir hazırlık ve Kutlu Doğum Haftasına bir alternatif olarak da 1991’de Gülen Hareketi mensubu Suat Yıldırım tarafından ‘Ebedi Risalet Sempozyumu’ düzenlenmeye başlanmıştır (7).

FETÖ’nün 1991›de ‘Ebedi Risalet Sempozyumu’ ve 1993 yılında “Vahdet Haftası” isimli bir hafta düzenlemiş olmasını ve bunu beş yıl devam ettirmiş olmasını, “Kutlu Doğum Haftası Bir FETÖ Projesidir” iddiasında bulunanlar, bilmemekte midir? “Kutlu Doğum Haftası”nın ortaya çıkışı ile ilgili çok kesin ve iddialı konuşan kardeşlerimiz, “Vahdet Haftası”ndan ‘Ebedi Risalet Sempozyumu’ndan niçin hiç bahsetmemektedir? 

Anlaşılan o ki, bu kardeşlerimiz, bir tuzağa/oyuna çekilmişlerdir.

Bolay, özellikle kendisinin Gülen’e methiyeler düzdüğü iddiası ile ilgili çok daha sert bir cevap vermekte ve iddia sahiplerini Âl-i İmran suresinin 61. ayetinde ifade edilen “mübahale/lâ’netleşme”ye davet emektedir:

“Bu iddiayı bazı gazeteciler ve prof. unvanlı birkaç kişi ileri sürdüler. Ben onları ispata davet ettim. Cevap vermediler. İddialarında ısrar edince onları, gerek adı geçen TV kanalında ve benden mülâkat alan gazetelerde, Âl-i İmran suresinin 61.ayetinde “mübahale/la’netleşme”ye davet ettim. Davetim halen geçerlidir. Bilindiği gibi bu la’netleşmenin sonunda haksız tarafa Allah’ın la’neti üç gün içinde tecelli eder, la’nete uğrayan kişi veya kişiler ya ölür veya ağır bir felâkete duçar olurlar. Mesele, bundan ibarettir” (6).

Bolay’ın Kutlu Doğum Haftasının bir FETÖ projesi olduğu iddiası ile kendilerini suçlayanlara, Âl-i İmran suresinin 61. ayetinde ifade edilen “mübahale/la’netleşme” çağrısına cevap vermemiş olmaları, iddiaların mesnetsiz olduğuna en büyük bir cevap olarak değerlendirilmelidir. 

Kutlu Doğum Haftası fikrinin isim babası olan Hayri Bolay, Kutlu Doğum Haftasının miladi takvime göre Nisan ayında sabitlenmesinin nedenini, insanların toplantılara katılıp katılmamasında etkili olan mevsim şartlarına ve Hz. Peygamberin doğum gününün milâdi karşılığına bağlayarak izah etmektedir (6). Kutlu Doğum Haftası “Ağustos ayına gelindiğinde salonlarda dinleyici bulunamaz” olmuştur. Bunun üzerine Mütevelli Heyeti, Hicrî takvimde 12 Nisan’ın mukabili olan 21 Nisan’da haftayı sabileştirme kararını vermiştir. 2001 yılına kadar bu tarihte kutlamalara devam edilmiştir. Ancak “Dinden hoşlanmayan bazı çevrelerin “Bu hafta 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı itibarsızlaştırmak için yapılıyor” iddiasına karşı haftanın, 14 Nisan gününde başlatılmasına karar verilmiştir.” (6)

“Kutlu Doğum Haftası Bir FETÖ Projesidir” iddiasında bulunanlar, Mümtaz’er Türköne’nin “İlerleyen yıllarda, Mevlid Kandili kış aylarına tesadüf edince, Kutlu Doğum’u sabitlemeye karar verdik.” (4) tarzındaki açıklamasını referans almaktadırlar. Bu kesim, Kutlu Doğum Haftasının zamanının miladi takvime göre sabitlenmesinin sebebini “kış ayları” ve “Gülen’in doğum günü” olduğunu iddia ederken; Bolay ve Görmez, Ağustos aylarında salonlarda dinleyici bulunamamış olmasından ve de Hz. Peygamberin Doğum Gününün Miladi takvimde 21Nisana tekabül etmiş olmasından dolayı yapıldığını ifade etmektedirler. Gerçekten de kış ayları, toplantılara katılımın en fazla olduğu, yaz ayları da katılımın en az olduğu dönemlerdir.

“Kutlu Doğum Haftası”nın ortaya çıkışı ile ilgili çok kesin ve iddialı konuşan kardeşlerimiz, zaman sabitlenmesinin sebebini niçin gerektiği gibi araştırmamışlardır?

Sonuç: Yeni Fay Hatları İnşa Etme ve Güvensizliği Yayma Stratejisi

Farklı düşünme bir zenginliktir. Sorun, farklı düşünmede, ihtilaf etmede değildir. Sorun, ihtilafları tefrikaya dönüştürmede ve fırkalaşmadadır. Kutlu Doğum Haftası ile ilgili her türlü tartışma, Kuran’ın “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et/tartış...” (16 Nahl 125) kapsamında olduğu sürece hiçbir sıkıntı yoktur. Aksi takdirde ayrışma, gerilim ve kavga söz konusudur.

Kutlu Doğum Haftası ile ilgili iddia sahiplerinin hem kullandıkları dil, hem de ileri sürdükleri iddialar sağlam değildir. 28 yıl sonra FETÖ iddiasında bulunmak, bu sürece katkıda bulunmuş, gelmiş geçmiş birçok Diyanet işleri başkanını ve mensubunu, FETÖ’cü olmakla suçlamak ve fakat hiçbir ciddi belge sunmamak, yanlış olmuştur. 

İddialarında emin olanlar, ellerinde sağlam belge bulunanlar Bolay’ın “Lanetleşme çağrısına” cevap vermeliydiler. Bunu yapmadıklarına göre yapmaları gereken, tevbe edip Allah’tan af dilemek, suçladıkları insanlardan özür dilemek ve helâllik istemektir. Bu kardeşlerimiz bir tuzağa çekilmişlerdir.

Bu konunun 2016’da değil de 2017 yılında gündeme gelmesinin, FETÖ’nün 15 Temmuz Sosyolojik Savaş amaçlı Askeri darbe girişiminden sonra yapılmış olmasının, yürütülen sosyolojik savaşın amaçları ve hedefleri ile bağlantısı olmalıdır. 15 Temmuz sonrasında harcanmak, tasfiye edilmek, karalanmak ve itibarsızlaştırmak istenen herkes, her kurum, bizzat FETÖ’nün kripto elemanları, CIA, MOSSAD ajanları ve de kifayetsiz muhterisler, medyadaki troller, tetikçiler ve sosyal medyadaki ahlâksızlar tarafından FETÖ’cü olarak ilan edilmektedir. İhanet şebekelerinin oltasına takılan şuursuz, ahlâksız, kifayetsiz muhterisler, güvensizlik virüsünün toplumsal bünyede yayılmasına hizmet etmekte ve kanserin “metastas” olmasına (sıçramasına, yayılmasına) katkıda bulunmaktadırlar. Böylelikle Türkiye’de yeni fay hatları inşa edilmekte; hem inşa edilen fay hatları, hem de mevcut fay hatları enerji ile doldurulup harekete geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu açıdan sosyolojik savaş amaçlı 15 Temmuz Askeri darbe girişimine katkı sağlanmakta ve darbenin sosyolojik olarak derinleşip devam etmesine hizmet edilmektedir. O nedenle Kutlu Doğum Haftası eksenindeki iddia ve talepler, dinî mahiyetli olmaktan ziyade sosyal ve siyasal amaçlıdır.

Bu gerçeği, Siyasî iktidarın ve Diyanetten sorumlu Başbakan yardımcısının görmemesi/görememesi gerçekten üzücüdür. 

Kaynaklar

1- Alpay, K., Diyanet’e ‘Siyer Haftası’ Operasyonu, Yeni Akit, 23.05.2017.

2- Şimşirgil, A., Kutlu Doğum Haftası Fetö Projesidir ,Türkiye 14.04.2017

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/464579.aspx

3- Şimşirgil, A., “Bu Fitnenin Sahibi Kim?”, 19.04.2017, http://ahmetsimsirgil.com/bu-fitnenin-sahibi-kim-kutlu-dogum-haftasi/

4- Arvas, A., “Kutlu Doğum Fetö Projesi” , Türkiye 21.04.2017

turkiyegazetesi.com.tr/gundem/466561.aspx

5- Diyanet’e ‘Kutlu Doğum’ Çağrısı, Türkiye 21.04.2017.

6- Bolay, H., “Kutlu Doğum Haftası Ve Sonrası”, Yeni Şafak, 06.05.2017

http://www.yenisafak.com/hayat/kutlu-dogum-haftasi-ve-sonrasi-2653649

7- Kılıçarslan, İ, “Kutlu Doğum Haftası’nın Bilinen Tarihi”, Yeni Şafak 25.05.2017

 

9 Haziran 2017 Cuma

Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerinden 2019 Cumhurbaşkanlığı Savaşları -2: Kutlu doğum haftasının amacı, ismi ve zamanı

 (Milli Gazete)

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Mehmed Akif


Geçen yazıda Diyanet İşleri Başkanlığının “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri nedeniyle başlatılan tartışmanın kapsamı ele alınıp incelenmişti. Bu yazıda, “Kutlu Doğum Haftasının” ihdas edilmesindeki amaç, bu amaçla bağlantılı zamanlama, isim ve muhteva ile ilgili tartışmalar ele alınıp değerlendirilecektir.

“Kutlu Doğum Haftasının” İhdas Edilmesindeki Amaç

“Kutlu doğum haftasının” fikir babası, “Diyanet Vakfı Yayın Kurulu” başkanı Hayrı Bolay’dır. “Kutlu doğum haftası”, 1989 yılında Hayri Bolay’ın teklifi ve Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın kabul etmesi ile resmiyet kazanmıştır (1-4). Bolay, Mevlidkandilinden ayrı olarak Hz. Peygamberin düşüncesini, mücadelesini anlatacak bir haftaya ihtiyaç olduğu fikrinden hareketle bu teklifi yaptığını belirtmektedir (1). Onun yaptığı açıklamaları referans alarak “Kutlu Doğum Haftasının” oluşturulmasının amaçlarını aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür (1):

* Bu hafta, Hz. Peygambere olan sevgi ve bağlılıktan dolayı ihdas edilmiştir.

* Bu haftada Hz. Peygamber, her yönüyle daha geniş bir şekilde ve daha derinliğine tanıtılacaktır.

* İslâm’ın ilk zamanlarındaki, sonraki ve günümüzdeki meseleleri konuşulacak, münakaşa edilecek ve yeni çözümler aranacaktır.

* Hz. Peygamberin düşünce dünyasına ve tefekkür hayatına ağırlık verilecek; paneller, sempozyumlar, yarışmalar düzenlenecektir.

*  Hz. Peygamber, sadece Müslümanlara değil, bütün gayri Müslim camiaya da duyurulacak ve tanıtılacaktır.

* Hz. Peygamber, Türkiye’deki ticarî, iktisadî, idarî, ilmî saha mensuplarının yanı sıra spor camiasını, esnafı, çiftçiyi, yoksulu, zengini, fakiri, kimsesizi de içine alacak tarzda herkese anlatılacaktır.

* Üniversite ile milleti, millet ile Diyaneti ve üniversiteyle halkı kaynaştırmak için Diyanetle, üniversiteyle ve sendikalarla ve benzer her kuruluşlarla iş birliği yapılacaktır.

* Türkiye’de veya Türkiye dışında Türkçe konuşan veya Müslüman’ım diyen herkese, Türkiye’ deki Hristiyanlara, Musevilere, ateistlere, ulaşarak Hz. Peygamberi daha yakından bilmelerine yardımcı olmak ve onu sevdirmek için gayret edilecektir.

* Kutlu Doğum Haftası, Mevlid kandilinin bir mukabili, zıddı ve ona karşı bir seçenek değildir, tamamlayıcı bir unsurdur.

* İslâm, adeta cami içinde hapsolunmuştur. Camide İslâm’ın meseleleri yeterince konuşulamıyor, anlatılamıyor. Bir hafta boyunca Peygamberimizi, dinimizi ve İslam’ın dünkü ve bugünkü meselelerini daha etraflı konuşma imkânı bulunacaktır.

Diyanet işleri Başkanı Mehmet Görmez de, “Kutlu Doğum Haftası” ile “Mevlid Kandili” arasındaki farkı açıklarken aynı zamanda amaca ilişkin düşüncelerini de belirtmektedir(5-7). Görmez’in düşünceleri, aşağıdaki gibi özetlenebilir:

* Kutlu Doğum Haftası “Mevlid Kandiline alternatif bir gece veya bir hafta değildir. “Mevlid Kandili, Resulü Ekrem’in vefatından 3 asır sonra Müslümanların başlattığı güzel bir çığır, güzel bir gelenektir.” “Kutlu doğum haftası da dinen bid’at değil”, “Mevlid Kandilinin mütemmimidir.”

* “80 yıl bu topraklarda Mevlid Kandili sadece 3-5 hafızın nağmelerinden ibaret olarak geçiştirilmiştir.” Hz. Peygamberi anmak, camilere hapsedilmiştir. O nedenle “Diyanet İşleri Başkanlığı, Hz. Peygamberi ‘anmaktan anlamaya’ şiarıyla böyle bir haftayı ihdas etmiştir.”

* Amaç, “Resulü Ekrem Aleyhisselâmın hayatını, toplumun tüm kesimlerine her meydanda, salonda, şehirde, kasabada, köyde hattâ yurt dışında ve gönül coğrafyamızda, her yerde anlatmak, çocuklara siyer okumak, siyer okutmak, yüz binlerce gencin siyer okumasını sağlamak, ilkokuldan üniversiteye kadar siyer kitaplarını okutmak, siyer yarışmaları düzenlemek, Naat-ı Şerif yarışmaları düzenlemektir”.

* Her yıl, Hz. Peygamberin bir mesajını, bir vasfını, günün şartlarına bağlı olarak seçip tüm insanlığa anlatmaktır.

Gerek Bolay ve gerekse Görmez’in açıklamalarında dikkat çekilen konu, Mevlid Kandili, daha ziyade ibadet (namaz, niyaz, dua…) boyutlu olarak camilerde icra edilmekte, caminin dışına taşmamaktadır. Oysa Hz. Peygamberi, sadece camiye gelenlere değil, toplumun, hattâ dünyanın tüm insanlarına anlatmamız, mesajını her kesime ulaştırmamız gerekmektedir.

Doğru bir tespit ve teşhis yapılmıştır. Bu nedenle de “Kutlu Doğum Haftası”, “Mevlid kandilinden” daha farklı bir amaç için ihdas edilmiştir. Öngörülen ve icra edilmeye çalışılan amaç, son derece önemli ve gereklidir. Yadırganmaması ve hiç tartışılmaması gerekirdi.

Öyleyse niçin tartışmaya açılmıştır?

“Kutlu Doğum Haftasının” İsmi Ve Zamanı

1994 yılına kadar, “Kutlu Doğum” ilk yıl 12 Eylül-17 Ekim 1989, ikinci yıl 1 Ekim-7 Ekim 1990, sonraki sene 20 Eylül-26 Eylül 1991, 1992´de 9 Eylül-15 Eylül ve 1993´te ise 30 Ağustos-5 Eylül günleri arasında hicri takvime göre kutlanmıştır. 1994 senesinde kutlama tarihi, 20 Nisan-26 Nisan günleri arası sabitlenmiştir (8-10).

Oysa her yıl Mevlid Kandili farklı bir tarihe denk gelmekte, aynı amaç ve isimli iki kutlama, farklı zamanlarda, farklı takvimlere (Hicri, Milâdi) göre icra edilmektedir. Bu, durum haklı olarak tartışılmaların başlamasına sebebiyet vermiştir. Sıkıntının kaynağı, Kutlu Doğum ismi ile haftanın zamanlaması arasındaki tezat ya da tutarsızlıktır. Zamanlama yapılıp sabitlenirken, geleneğin inşa ettiği toplumsal şuur altının duyarlılığı göz önüne alınmamıştır.

Nitekim Kutlu Doğum Haftası ile ilgili ilk tartışma, Mevlid Kandiline bir alternatif olarak görülüp Mevlid kandilinin isminin değiştirilerek (1989 yılı) unutturulması şeklinde başlamıştır (8). Kutlu Doğum haftasında çok geniş ve zengin bir muhtevanın olması ve cami dışında yaygınlaştırılması, Mevlid Kandilinin unutturulacağı şeklinde yorumlara sebebiyet vermiştir. Ayrıca muhtevada sapmaların ve de Hristiyanlığın etkilerinin olduğu iddia edilmektedir (9-12). Diyanetin haricindeki bazı kuruluşların Kutlu Doğum’un ruhu ile bağdaşmayacak muhtevada kutlamalar düzenlemesi, Diyanete mal edilerek, eleştiriler farklı bir boyuta çekilmiştir (8, 9). Her iki kutlamanın aynı hafta içinde olması nedeniyle yol boyu yapılan bu iddialar, ciddi görülmemiş ve ciddi bir taraftar da bulamamıştır.

Ancak Kutlu Doğum Haftasının zamanı, 1994 yılında Hicri takvime göre değil de Miladi takvime göre belli bir haftaya sabitlenince, tartışmalar ağırlaşmış ve de derinleşmiştir (8-12). Kutlu Doğum Haftasının Miladi takvime göre belli bir haftada sabitlenmesi, beraberinde “kandil günlerinin, Ramazan ayının ve Kadir Gecesinin de Miladı takvime göre belli bir güne sabitlenmesini” getireceği şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Bu, tehlike olarak görülmüştür. Bir başka eleştiri de, bu isim altında zamanın sabitlenmesi, Kutlu Doğum Gününü, “Orman Haftası, Yeşilay Haftası, Uyuşturucuyla Mücadele Haftası” düzeyine indirgemiştir (10). “Zamanın sabitlenmesi ile İslâm âlemindeki Mevlid Kandili kutlamalarından kopulduğu; bu nedenle yapılan işin ve muhtevasının, “hem bidat, hem de haram” olduğu yorumları yapılmıştır (4,10).

Diyanet işleri başkanlığı, yapılan tüm eleştirilere cevap verirken Kutlu Doğum Haftasının amacını ve muhtevasını tekraren açıklamış ve kendilerinin organize etmediği haftaların, kendilerine mal edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Açıklamada, Kutlu doğum haftasının yönetmelik/yönerge/genelgelere göre icra edildiğine özel vurgu yapmıştır (13).

Ancak böyle bir çıkış, isim ile zaman arasında tezadı ortadan kaldırmamaktadır. Bu noktada cevaplandırılması gereken iki ana soru vardır: 1- Kutlu Doğum Haftasının zamanını Milâdi takvime göre sabitleme ihtiyacına neden gerek duyulmuştur? 2- Zaman olarak niçin “Nisan ayının son haftası seçilmiştir”?

Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, zamanın sabitlenmesinin kendi dönemlerinde de eleştirildiğini ve bundan dolayı da bu uygulamadan vaz geçtiklerini açıklamıştır:

“Kutlu Doğum Haftası 1989-1993 yılları arasında Peygamberimizin doğum günü olan 12 Rebiü’levvel’e denk gelecek şekilde yapılmıştır. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun teklifi üzerine 1994-2000 yılları arasında 20 Nisan’dan itibaren kutlama programları icra edilmiştir. Ancak Kutlu Doğum Haftası’nın bu tarihe alınması, birçok vatandaşımız tarafından ‘Peygamberimizin doğumu Mevlid Kandili ile kutlanmaktadır. Sonradan ihdas edilen Kutlu Doğum Haftası ile Hazreti Muhammed’in doğum tarihi saptırılmıştır’ şeklindeki eleştiriler dillendirilmeye başlanmıştır.

Bunun üzerine Kutlu Doğum Haftasının Peygamberimizin doğum günü olan 12 Rebiü’levvel’de kutlanması çalışması yeniden başlatılmıştır. Kutlu Doğum Haftası 2001 yılında 1-7 Haziran, 2002 yılında 23-30 Mayıs, 2003 yılında 13-19 Mayıs tarihleri arasında kutlanmıştır. Görevimden ayrılışımdan sonra 2004 yılından itibaren bugüne kadar kutlamalar, miladi takvime göre Nisan ayında gerçekleştirilmeye devam edilmiştir” (14).

Görüldüğü gibi eleştiriler karşısında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Ali Yılmaz, başlattıkları uygulamadan geri adım atmış, eski sisteme yeniden dönmüştür. Ondan sonraki dönemde, kutlu doğum zamanının sabitlenmesi uygulanmasından Yılmaz’ın geri adım atma nedenleri sorgulanmadan tekrar kutlama zamanı sabitlenmiş ise, yanlış yapılmıştır. Sorgulanmış ise, toplumsal şuuraltındaki duyarlılık ile isim arasındaki tezadın görülememiş olması da hata olmuştur. Önemsenmemişse, daha büyük hata yapılmıştır.

Bütün bunlara rağmen zamanın sabitlenmesini zorunlu kılan etken nedir?

Kutlu Doğum Haftası fikrinin isim babası olan Hayri Bolay, yaptığı açıklama ile konuya açıklık getirmektedir. Zamanın Nisan ayında sabitlenmesinin nedenini, insanların toplantılara katılıp katılmamasında etkili olan mevsim şartlarına ve Hz. Peygamberin doğum gününün milâdi karşılığına bağlayarak izah etmektedir (1):

“O sene 6 Ekim’de Mevlid kandili olduğu için kutlama o haftada yapıldı. Beş sene böyle devam etti. Ağustos ayına gelindiğinde salonlarda dinleyici bulunamaz oldu. Diğer taraftan halktan da “Bir insanın doğum günü her sene değişir mi?” tarzında pek çok itiraz gelmekteydi. Din görevlilerinin dinleyici bulamamaları üzerine şikâyeti inceleyen Mütevelli Heyeti, hicrî takvimde 12 Nisan’ın mukabili olan 21 Nisanda haftayı sabileştirme kararına vardı. Bu şekilde 2001 yılına kadar bu tarihte kutlamalara devam edildi. Dinden hoşlanmayan bazı çevrelerin “Bu hafta 23 Nisan Çocuk Bayramı”nı itibarsızlaştırmak için yapılıyor iddiasına karşı haftanın 14 Nisan gününde başlatılmasına karar verildi. İşin aslı budur.”

Anlaşılan o ki, değişken zamanlı uygulamalarda, özellikle yaz aylarında toplantılara insanlar katılmamaktadır. Dolayısıyla Kutlu Doğum Haftasının amacı, bu anlamda gerçekleşmemiş olmakta, boş salonlarda kutlama yapmak anlamsızlaşmaktadır. Bu sorunu aşmak için zaman sabitlenmesi öngörülmüştür. Yapılan tespit ve verilen karar doğru olmuştur. Ancak bu, isim, zaman ve amaç arasındaki tezadı ortadan kaldırmamış ve ikiliğin devam etmesine mani olamamıştır.

Sonuç: Amaç, İsim ve Zaman Arasındaki Tezadın Ortadan kaldırılması; “Siret Haftası”

Din İşleri Yüksek Kurulu bir toplantı düzenleyerek “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili yapılan tartışmaları değerlendirmiş ve “Kutlu Doğum Haftasının” adını “Siret Haftası” olarak değiştirmiş ve Hz. Peygamberin doğum günü olan 12 Rebiulevvel 571’e tekabül eden Milâdi 20 Nisan’a uygun düşen 14-20 Nisan arasını da “Siret Haftası” olarak ilan edip sabitlemiştir (2,7). Böylelikle amaç, isim ve zaman arasındaki tezat ortadan kaldırılmıştır.

Bütün bu tartışmalar, suçlama, itham ve karalamaları devre dışı bırakırsak, bir hayra vesile olmuştur. İsminden dolayı, Mevlit Kandiline alternatif olarak algılanan bir hafta sorunu, bir isim değişikliği ile çözüme kavuşturulmuştur. Bundan sonra yapılacak organizasyonlarda muhteva, daha da dikkatli hazırlanacak, yapılan hatalar, varsa, izale edilecektir. Ayrıca yılın belli bir haftasında Hz. Peygamberin getirdiği sistem ve mesaj, Kutlu Doğum Haftasında öngörülen amaçlara uygun olarak tüm insanlığa anlatılabilecektir. Kutlu Doğum Haftası ile ilgili tartışmalarda cevaplandırılması gereken bir soru daha vardır: “Kutlu Doğum haftası bir FETÖ projesidir” diyenlerin dayanakları, amaçları, hedefleri nedir ve niçin şimdi bunu ilan etmişlerdir?

Kaynaklar

1- Bolay, H., “Kutlu Doğum Haftası Ve Sonrası”, Yeni Şafak, 06.05.2017

http://www.yenisafak.com/hayat/kutlu-dogum-haftasi-ve-sonrasi-2653649

2- Taşgetiren, A., “Kutlu Doğum Alanındaki Hesaplaşma!”, Star 25.05.2017

3- Kılıçarslan, İ, “Kutlu Doğum Haftası’nın Bilinen Tarihi”, Yeni Şafak 25.05.2017

4- Şimşirgil, A., Kutlu Doğum Haftası Fetö Projesidir ,Türkiye 14.04.2017

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/464579.aspx

5- Görmez, M., Kutlu Doğum Bidat Değil, Yeni Akit 22.04.2017

http://www.yeniakit.com.tr/haber/mehmet-gormez-kutlu-dogum-bidat-degil-310209.html

6- Görmez, M., Doğru Haber, 28.04.2017;

dogruhaber.com.tr/haber/246107-gormez-bu-hayirli-calismalarin-o-menhus-yapiya-mal-edilmesi-beni-kahretmistir/

7- Görmez., M, “Bütün Aylar, Bütün Takvimler Resulullah’a Feda Olsun’, Doğru Haber 30.04.2017, dogruhaber.com.tr/haber/246228-butun-aylar-butun-takvimler-resulullaha-feda-olsun/

8- Şimşirgil, A., 1980 Sonrasına Dikkat! Türkiye 28.05.2017

9- Şimşirgil, A., “Bu Fitnenin Sahibi Kim?”, 19.04.2017, http://ahmetsimsirgil.com/bu-fitnenin-sahibi-kim-kutlu-dogum-haftasi/

10- Arvas, A., “Kutlu Doğum Fetö Projesi” , Türkiye 21.04.2017

turkiyegazetesi.com.tr/gundem/466561.aspx

11- Diyanet’e ‘Kutlu Doğum’ Çağrısı, Türkiye 21.04.2017;

12- Kutlu Doğum Haftasına Bir Tepki De Cübbeli Ahmet Hoca’dan

Türkiye 21.04.2017; turkiyegazetesi.com.tr/gundem/466692.aspx

13- Diyanet İşleri Başkanlığından Türkiye Gazetesine Sert Tepki, Türkiye 21.04.2017; dogruhaber.com.tr/haber/245142-diyanet-isleri-baskanligindan-turkiye-gazetesine-sert-tepki/

14- Yılmaz, M.A., Vatandaş İtiraz Etti Hicri Takvime Döndük;

Türkiye 29.04.2017; turkiyegazetesi.com.tr/gundem/468770.aspx

2 Haziran 2017 Cuma

Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden 2019 cumhurbaşkanlığı savaşları -1

 (Milli Gazete)

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”  Mehmed Akif


Giriş

Geçen yazılarda, “BOP ve Büyük İsrail Projesi, 2. Sevr Projesi ve “İslâm’ın, İslâm’la Savaşı Projesi” kapsamında İslam ümmetinin, etnik ve mezhebi parçalara bölünmek, çatıştırılmak ve her ülkede gayrı memnun sayısı artırılmak istendiğine dikkat çektik. Ayrıca Türkiye’nin 2019’a kadar yeni bir kadife darbe sürecine sokulmaya çalışıldığını ve son günlerde Mavi Marmara, İslamcılar ve Mustafa Kemal üzerinden başlatılan tartışmaların, bu amaca dönük olduğunu ifade ettik. 

Bize göre bugün Diyanet üzerinden başlatılan tartışmalar ve kullanılan savaş dili de, aynı amaca dönüktür ve hedef, 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. 

Farklı ideolojiye sahip insanların oluşturdukları medya ve sosyal medya grupları arasında kullanılan dil, baştan beri hep kötü, kırıcı, gerilim artırıcı ve düşmanlık yayıcı olmuştur. Bu durum, farklı değer sistemleri arasındaki çatışmanın, dışa, kötü bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Karşıdaki insanı kazanmayı değil, yok etmeyi seçmiş ideolojik hareketlerin genel karakteri budur. Bu, yanlış olmakla beraber, anlaşılır bir durumdur. Buna karşılık, aynı düşünce sisteminin farklı fraksiyon ya da siyasi parti tercihlerine sahip sosyal medya grupları arasındaki fikri ve siyasi konularda aşırı agresif, kırıcı, kaba ve çirkin bir dil kullanılmasını anlamak zordur. Daha da özelde İslâmi camianın değişik kesimlerinin sosyal medyada/medyada, birbirine karşı kötü bir dil kullanması, izahı zor bir durumdur. Çok daha özelde ise, aynı sosyal medya grubu içerisinde yer alan 30-40 yıllık arkadaşların, ihtilaflı konularda yüz yüze görüşüp anlaşma ve uzlaşma arama yerine, medya/sosyal medya üzerinden birbirlerini eleştirmeleri, suçlamaları, arkadaşlarını anında karşıt cepheye yerleştirmeleri, bugün en ciddi sıkıntılarımızdan birisidir. 

30-40 yıllık arkadaşını, yaptığı bir yorum ya da değerlendirmeden dolayı, CIA, MİT, MI6, MOSSAD ajanı olarak gösterecek imalarda bulunup hain ilan etmek, PKK’cı, FETÖ’cu, Ergenekoncu, vesayetçi, statükocu olarak nitelendirmek nasıl bir şuur altının eseridir? Kişinin, mümin kardeşlerini bu şekilde suçlayıp itham etmesi, düşman saflarında görmesi ve göstermesi, Kur’an’ın hangi ayeti, Peygamberin hangi sünneti ve cihadın hangi kanuniyeti ile bağdaşmaktadır?

Bugün yapılması gereken, ihtilafları tefrikaya, tefrikayı da fırkalaşmaya götürecek bir dilin kullanılmamasıdır. Oysa bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kutlu Doğum Haftası” nedeniyle başlatılan tartışma, tam da yukarıdaki paragrafta işaret edildiği şeklinde seyretmektedir. 

Bu yazı serisinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri nedeniyle başlatılan tartışmanın kapsamı, dili, amacı ve hedefleri ele alınıp değerlendirilecektir.

Her Darbeden Sonra Başlayan Dini Merkezli Tartışmalar

Türkiye’de genel olarak her darbeden sonra, özellikle de, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (postmodern darbe) darbelerinden sonra, İslâmi camia içerisinde tarihte çözülememiş ne kadar ihtilaf konusu varsa, gizli bir el tarafından tartışmaya açılmıştır. En dikkat çekici dönem, 12 Eylül 1980 darbesi süreci ve sonrasıdır. O yıllarda SSCB dağılmaya başlamış, İran’da bir devrim olmuştur. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında, mevcut sistemlere karşı sosyalist/komünist/Marksist-Leninist düşünce ve hareketler alternatif olmaktan çıkmış; İslâmi düşünce ve hareketler rakipsiz kalmıştır. Iran İslâm Devriminin meydana getirdiği büyük heyecan, başta gençlik olmak üzere toplumun her kesimini etkilemiştir. Türkiye’de yükselen “İslâm Devrimi” heyecanı ortamında İslâmi camianın öncü kadroları/kanaat önderleri/uleması/ teşkilatları/hareketleri/cemaatleri, birden bire kendilerini, tarihte çözülemeyen tüm problemleri tartışma ortamında bulmuşlardır. “Türkiye Dar’ül Harp mi, Dar’ül İslâm mı?” “Cuma kılınır mı kılınmaz mı?” “Ramazan ayının başlaması için hilâl görüldü mü, görülmedi mi?” “Devlet memurluğu caiz mi, değil mi?” “Diyanetin imamlarının arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı?” “TC. camilerimescid-i dırar mı değil mi?” v.b. Bu ve buna benzer sorular, kırıcı dil ve üsluplarla birkaç yıl tartışıldı ve hiçbiri çözüme kavuşturulmadan, tarafların birbirlerine gönülleri kırgın olarak rafa kaldırılıp unutuldu. Bu fitne, İslâmi camia içerisine nasıl girmişti ya da kim sokmuştu? Hiç tartışılmadı. Tarihteki ihtilaflı konular, niçin zaman zaman gündeme gelir, tartışılır; fakat çözüme kavuşturulmadan nadasa bırakılır? Bu bir tesadüf mü, yoksa bir merkez tarafından yönetilen bir psikolojik harekât mı? 

Bugün de 28 yıl sonra Diyanet üzerinden farklı bir tartışma başlatılmıştır.

Buna benzer tartışmaların hiçbiri, tesadüfen ortaya çıkmış değildir. Cari, laik-seküler, küresel sistemle bir şekilde entegre olmuş kapitalist sistemin karanlık dehlizlerinde çizilmiş bir stratejinin dışa yansımasından ibarettir. İslami camia da, hemen hemen her seferinde bu tuzağa düşmüştür. Neden?

Bu psikolojik harekâtların her dönemde belli bir amacı olmuştur. 12 Eylül Darbesi sürecindeki amaç, yükselen İslâmi hareketi, kendi içine kapatıp, vuruşturup dermansız bırakıp, yorgun savaşçı durumuna getirmekti. 28 Şubat postmodern darbe sürecinde başlatılan tartışma ise, “laiklik ve AB” idi ve amacı da, Müslümanları laik ve Avrupa Birlikçi (AB’ci) yapmaktı. 2000 sonrası süreç göz önüne alındığında, Müslüman camianın belli bir kesiminin, laik-seküler ve AB’ci olduğu rahatlıkla görülebilir.

Öyleyse bugün Diyanet üzerinden başlatılan tartışmanın kapsamı, amacı ve hedefi nedir?

Diyanet Üzerinden Başlatılan Tartışmanın Kapsamı

Diyanet üzerinden başlatılan tartışmanın amacının daha iyi anlaşılabilmesi için mevcut tartışmanın kapsamına bakmakta fayda vardır. Tartışmanın medyaya yansıyan şekliyle kapsamını, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

Kutlu Doğum Haftası, Mevlit Kandiline bir alternatif olup, Mevlit Kandilini unutturmak amaçlıdır.

Kutlu Doğum haftasının, Hicri takvime göre ve zamanı değişken olması gerekirken, Milâdi takvime göre ve belli bir zamana sabitlenerek yapılması yanlıştır, kasıtlı ve Hz. Peygamberi unutturmak amaçlıdır.

Kutlu Doğum haftasının sabitlendiği milâdi zaman, Gülen’in doğum günüdür. Dolayısıyla Hz. Peygamberin doğum günü değil, Gülen’in doğum günü kutlanmaktadır. Dolayısıyla “Kutlu Doğum Haftası bir FETÖ projesidir”. 

Kutlu Doğum haftası, ruhuna uygun olarak kutlanmamaktadır. İslâm’ın ruhuna aykırı, müzikal gösteriye dönüşmektedir. Bir saptırma hareketidir.

Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Hadislerle ilgili yaptıkları düzenlemeye ilişkin bir kitabı, bir mektupla Gülene göndermiştir. Dolayısıyla Görmez, gizli FETÖ’cüdür, istifa etmelidir.

Diyanet İçerisinde gizli bir FETÖ örgütlenmesi vardır.

Görmezin, Başörtüsüne, Hadis ve Sünnete bakışında sıkıntı vardır.

Diyanet ile ilgili tartışmalar, aşağı yukarı bu kapsamda cereyan etmektedir. Bu tartışmalarda kullanılan dil ise barışı değil savaşı öngörmektedir.

Burada önemli olan bir nokta, Kutlu doğum haftasının hangi gerekçe ile ortaya çıktığı ve tarihsel sürecinin ne olduğudur. Tarafların (Diyanet-Türkiye Gazetesi-TGRT) tarihsel süreçle ilgili görüşleri örtüşmektedir. Ancak, isim, amaç, muhteva ve yol boyu yapılan değişiklikler konusunda çok ciddi ihtilafları vardır. Taraflar, Kutlu doğum haftasının 1989 yılında Hayri Bolay’ın teklifi ile Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç tarafından başlatıldığını kabul etmektedir (1-8). 

“Kutlu Doğum Haftasının” İsminin Tespiti

1989 Mayıs ayında Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti, Hayri Bolay’ı “Diyanet Vakfı Yayın Kurulu”nu teşkil etmekle görevlendirmiştir. Bolay, beş kişilik bir heyeti teşkil edip TDV Mütevelli Heyetine sunmuştur. Ayrıca Bolay, Hz. Peygamberin davasının, cami dışında da, daha şuurlu bir şekilde anlatabilmesi için “Bir hafta ihdas edilmesi”ni kurul üyelerine teklif etmiştir. Teklif, müzakereler sonucu, kurul tarafından kabul edilmiştir (4-6). Bolay’ın açıklamalarına göre haftanın ismi ile ilgili, 14 isim teklif edilmiş, kendisi, Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız tarafından yapılan “Kutlu Doğum” teklifini kabul ederek haftanın ismini koymuştur (4). 

Buna karşılık, FETÖ üyesi olduğu söylenen MümtazerTürköne ve Ahmet Keleş’in geçmişte yaptığı açıklamalara dayanılarak “Kutlu Doğum”un bir FETÖ projesi” olduğu iddia edilmektedir. Bu kesime göre “Kutlu Doğum Haftası”, özünde bir FETÖ projesi olup ismi de, muhtevası da Gülen tarafından belirlenmiştir (1, 3, 7, 9, 10).

Eğer, MümtazerTürköne ve Ahmet Keleş bir FETÖ üyesi ise (yargı karar verinceye kadar hüküm vermemiz doğru olmaz), bunların yaptığı açıklamaları referans almak ne derece doğrudur? Ülkeyi sosyolojik savaş ortamına sokmaya çalışan, her zaman, her durumda, yol boyu hep Müslüman camianın karşısında saf tutmuş olan bir hareketin mensuplarının, iddialarını delil kabul etmek ne derece doğrudur? 

Bu şahısların bu açıklamaları yaptığı tarih ne zamandır? Bunun bilinmesinde fayda vardır. 

Sonuç: Gizli Amaç Ne?

Dikkat edilmesi gereken nokta, AK Parti ile Gülen Hareketi arasında kavga, Hakan Fidan’ın MİT başkanlığına atanması ile başlamıştır. Anlaşılan o güne kadar Gülen hareketine “her istediğini veren” siyasi iktidar, MİT’i, Gülen Hareketine, Gülen Hareketinin arkasındaki güce vermek istememiştir. Bundan sonra 17- 25 Aralık Maliye-Polis-Yargı Darbe girişimi ile Taksim Kadife darbe sürecinde, Gülen Hareketinin “Çatı örgüt” rolü başlamıştır. 

Bu noktayı göz önüne alarak şu soruyu sormamız gerekmektedir: Acaba Gülen Hareketi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı istemiş ve alamamış; daha sonra da Görmez’in Diyanet İşleri başkanı olmasına karşı çıkmış ve mani olamamış mıdır? Eğer böyle ise “Kutlu Doğum Haftasının bir Gülen projesi” olduğu fikrini, MümtazerTürköne ve Ahmet Keleş aracılığıyla servis ederek (3, 7) Görmez üzerinden siyasi iktidarı hedef almıştır diyebiliriz. 

Aradan yaklaşık 28 yıl geçtikten sonra “Kutlu Doğum Haftasının bir FETÖ Projesi” olduğunun, her türlü fay hattının inşa edilmeye ve fay hatlarının enerji ile yüklenmeye çalışıldığı bir dönemde, ortaya atılıp tartışılmaya başlanmasının görünürün haricinde özel bir anlamı ve amacı olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e açılan linç kampanyasının içerisinde yer almış olan ve fakat 28 senedir toplantılara katılmış olan bir hadis hocası (11) ile ilgili Görmez’in, “Bizzat katılan bir hocamız olduğu halde, bütün bu toplantılara konuşmacı olarak katıldığı halde, bu iddianın içerisinde bir hadis hocasının da yer almış olması, yine bir hadis hocası olarak da beni çok üzmüştür, onu tekrar ifade etmek isterim” (11) şeklinde yaptığı açıklama, bu düşüncemize destek vermektedir.

Yıllarca kurulda yer almış birinin Kutlu doğum Haftası ile ilgili açılmış bir kampanyanın içerisinde yer almış olması düşündürücüdür. Eğer bu hocamız, bugün söylediklerini, 28 yıl boyunca da söylemiş ve söyledikleri dikkate alınmamış ise, şimdi yaptığı açıklamaları, bugüne kadar yapması ve toplantılara katılmaması gerekmez miydi? 

Bolay’ın, MümtazerTürköne ile ilgili, “Bu hususta MümtazerTürköne’nin söylediği doğru değildir. İddia edildiği gibi Türköne, kurula Fetö’nün baskısıyla 1993’de dâhil olmuş değildir. Onu ben 1989’da kurula aldım. Zaten 1992’de Tansu Çiller’e müşavir olup, bizden ayrıldı.” (4) şeklindeki açıklaması da önemlidir. 

Genel olarak Diyanet, özel olarak da Diyanet İşleri Başkanı Görmez üzerinden bir kavganın başlatılmasının görünür amaçlarının ötesinde çok daha gizli ve derin bir amacı vardır.

Senaryoyu yazıp sahneleyen bu karanlık, kirli el kimdir, hedefi ve amacı nedir? Niçin bu ülkede bu kadar kolay oyuncu bulabilmektedir? 

Kaynaklar

1- Şimşirgil, A., Kutlu Doğum Haftası Fetö Projesidir ,Türkiye 14.04.2017

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/464579.aspx

2- Şimşirgil, A., “Bu Fitnenin Sahibi Kim?”, 19.04.2017

http://ahmetsimsirgil.com/bu-fitnenin-sahibi-kim-kutlu-dogum-haftasi/

3- Arvas, A., “Kutlu Doğum Fetö Projesi” , Türkiye 21.04.2017

turkiyegazetesi.com.tr/gundem/466561.aspx

4- Bolay, H., “Kutlu Doğum Haftası Ve Sonrası”, Yeni Şafak, 06.05.2017

http://www.yenisafak.com/hayat/kutlu-dogum-haftasi-ve-sonrasi-2653649

5- Taşgetiren, A., “Kutlu Doğum Alanındaki Hesaplaşma!”, Star 25.05.2017

6- Kılıçarslan, İ, “Kutlu Doğum Haftası’nın Bilinen Tarihi”, Yeni Şafak 25.05.2017

7- Şimşirgil, A., 1980 Sonrasına Dikkat! Türkiye 28.05.2017, 

8- Gencer, B., “Kutlu Doğum’un arka planı”, star.com.tr /acik-gorus/kutlu-dogumun-arka-plani-haber-1212837/

9- Diyanet’e ‘Kutlu Doğum’ Çağrısı, Türkiye 21.04.2017; 

tgrthaber.com.tr/medya/diyanete-kutlu-dogum-cagrisi-174959

10- Kutlu Doğum Haftasına Bir Tepki De Cübbeli Ahmet Hoca’dan

Türkiye 21.04.2017; turkiyegazetesi.com.tr/gundem/466692.aspx

11- Görmez, M., “Kutlu Doğum Bidat Değil”, Yeni Akit 22.04.2017 http://www.yeniakit.com.tr/haber/mehmet-gormez-kutlu-dogum-bidat-degil-310209.html

 

1 Haziran 2017 Perşembe

Kadife Darbecilerin Yeni Hedefi 2019 Seçimleri

 (Umran Dergisi)

“Göz odur ki, dağın arkasını göre, Akıl odur ki, başa geleceği bile.” 


Şer İttifakı (ABD-İngiltere-İsrail/Siyonizm-AB) tarafından başlatılan Taksim (Gezi Parkı) Kadife Darbe sürecinin amacı, şiddet kullanmadan siyasi iktidarı düşürmekti. Taksim Kadife Darbe sürecinin ana stratejisi, mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 genel seçimler göz önüne alınarak çizilmiş ve 7 Haziran genel seçimleri ile birlikte AK Parti’nin tek başına iktidar olması engellenerek bir başarı kazanılmıştır. 

15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı Askeri Darbe Girişiminden sonra toplumun her kesimi, birlik ve beraberlik içerisinde “Ya Allah-Bismillah -Allahuekber” nidaları ile bayrak sallayarak darbecilere karşı şanlı bir direniş gösterip bütünleşmişti. Sosyolojik savaş amaçlı bir darbenin meydana getirdiği sarsıntı, neden olduğu yaralar ve bunalımın ortadan kaldırılması ve toplumsal kaynaşmanın daha da sağlamlaştırılıp kökleştirilmesi gerekirken; AK Parti+MHP ittifakı, 18 Maddelik bir anayasa değişikliği ile Türkiye’yi referanduma götürmüştür. Anayasa değişikliği ile ilgili meclis görüşmeleri başladığı andan itibaren Kadife Darbeci Beyin Takımına/Şer İttifakına (ABD-İngiltere-İsrail/ Siyonizm-AB), yeni bir Kadife Darbe girişimi için altın bir fırsat sunulmuştur. Gelişmeler, referandum sürecinde Kadife darbelerin genel stratejisine uygun bir alt yapı çalışması yapıldığını göstermektedir.

Geçen yazıda, yeni dönemin daha iyi anlaşılabilmesi için Kadife darbelerin stratejisi, mahiyeti ve Taksim Kadife darbe sürecinin aşamaları özetlenmiştir. Burada, referandum süreci ve sonrasında meydana gelen bazı olaylar ve kullanılan dil, göz önüne alınarak 2019 seçimleri için Kadife Darbenin beyin takımının öngördüğü stratejinin, muhtemelen, ana noktaları ele alınıp değerlendirilecek; siyaset ve gönüllü kuruluşların dikkatleri belli tehlikelere çekilmeye çalışılacaktır. 

Diktatörlük ve Kadife Darbeler 

Gene Sharp’ın şiddet içermeyen “sivil itaatsizlik teorisi”, diktatörlükle yönetilen ülkelerde, diktatörlüklerin “şiddete başvurmadan”, askeri darbe yapmadan, çok farklı eylemler ile devrilmesine ilişkin bir teoridir. Teorik alt yapı, Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye adlı eserinde ortaya konmaktadır.

Bu mücadele metodunun nirengi noktası, diktatörün varlığı ve diktatöre karşı verilecek mücadelenin şiddet içermemesidir. Mücadelenin etkin olabilmesi için kamuoyu, halk, iş başındaki liderin ve yönetimin diktatör olduğuna inanması veya inandırılması gerekmektedir. Hedef ülkelerde diktatör yoksa şeffaf seçimle iş başına gelmiş siyasal lider, hiçbir ahlakı endişe duyulmadan rahatlıkla diktatör olarak ilan edilebilir. Sonra bunun halk tarafından kabullenilmesi için her türlü provokasyona imkân veren büyük bir psikolojik harekât yürütülür.

İnsanlar, genel olarak diktatörlerden ve diktatörlüklerden nefret ederler fakat bu duygularını çevresi ile paylaşmaktan korkarlar. Sharp’a göre bütün mesele, bu korkuyu yıkmak ve halka güven vermektir. Acizlik psikolojisinden dolayı halk, diktatörlüklerin yıkılmasının ancak “yabancı güçlerin yardım ve destekleri” ile mümkün olabileceğine inanır “Dış destek” önemlidir. Ancak bunun istenen sonucu verebilmesi için diktatörün karşısına dikilebilecek bir “iç kitleye”, “güce” ve “güçlü bir direnişe” ihtiyaç vardır.1 Kadife darbelerde eylemci örgütlerin, eğitimi ve fi nansman ihtiyaçları, kadife darbeci beyin tarafından karşılanmaktadır. Hedef ülkede yapılan seçimlerle ilgili seçim gözlemcilerinin ayarlanması, seçim sonuçlarına ilişkin olumsuz raporlar verilmesi, yabancı büyükelçilerin ve uluslararası kuruluşlar ile yabancı devlet sözcülerinin seçim sonuçlarını gayrı meşru ilan etmesinin sağlanması, hep dış güçlerin yardımları kapsamında değerlendirilmektedir.

Şiddet içermeyen mücadelenin dayanak kitlesi, mevcut siyasi iktidara karşı olan tüm gayrı memnunların koalisyonudur. Diktatör ilan edilen kişi ve yönetim yıkıldığında, yeni diktatörlüklerin oluşmaması için “mikro ulusçuluğa” imkân sağlayan “federal bir yapı'nın kurulması öngörülmektedir: “Demokratik sistemi korumak ve muhtemel diktatörlük akımlarını önlemek amacıyla anayasada bölgesel, merkezi ve yerel düzeyde kayda değer imtiyazlar sağlayan bir federal sistem oluşturulmalıdır. Diğerlerine göre küçük bölgelerin büyük ayrıcalıklara sahip olup aynı zamanda ülkenin bir parçası olmaya devam ettiği İsviçre’deki kanton sistemi kimi durumlarda örnek teşkil edebilir.”2

Yeni Kadife Darbe Süreci İçin Bir Diktatör İnşa Etmek

Kadife darbeciler, Taksim kadife darbe sürecinde inşa etmek isteyip de başaramadıkları “diktatörlük”/”tek adamlık imajını”3 , 18 Maddelik Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler çerçevesinde yakaladıkları düşüncesindedirler. Bu nedenle hem ülke içerisinde hem de dışarıda büyük bir kampanya başlatmışlardır. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında yapılan toplantıda, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘tek adam’ denmesinin sebebi, diktatör imajını kademeli bir şekilde toplumun şuuraltına yerleştirmek içindir4 . Diğer taraftan Başbakan Binali Yıldırım ve AK Parti kadrolarının “Evet Cumhurbaşkanı tek adam olacak doğru…”5 ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “… Bu yetkileri tek kişide topluyoruz” tarzında yaptığı açıklamalar6 , referandum sürecinde başlatılmış olan “tek adamlık” kampanyasına katkı sağlamış ve özellikle genç nesil üzerinde “hayır oyu” verme istikametinde etkili olmuştur. 

Ülke içerisinde “tek adamlık” üzerinden başlatılan “diktatör” inşa sürecine, Kadife darbe stratejisine uygun olarak yurt dışında, özellikle Avrupa medyasında ve bazı devlet ricalı tarafından “diktatör” kelimesi kullanılarak katkıda bulunulmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gittiği her yerde, yaptığı tüm konuşmalarda bu konuyu özel olarak gündeme getirmiş olması duyduğu rahatsızlıktan dolayı olmalıdır: 

“…Gazetelerinizle iki de bir ‘diktatör, diktatör, diktatör’ diyorsunuz.” “Erdoğan’a ‘diktatör’ deme özgürlüğünüz var, Erdoğan’ın size ‘Faşist’ deme veya ‘Nazi’ deme özgürlüğü yok.7 Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına diktatör diyeceksin, bunlara faşist dediğimiz zaman beyler rahatsız oluyor. Faşistsiniz faşist…”8 . Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “…Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz. Bu tehlikeli yolu açarsanız en büyük zararı siz görürsünüz.”… “ Hayırdır, Vatikan’da niye bir araya geldiniz? Papa’nın huzurunda niye bir araya geldiniz? Papa ne zamandan beri Avrupa Birliği üyesi oldu? Ah, Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi; bu, budur.”9 şeklinde yaptığı konuşmalar, Batıyı tehdit eden bir “diktatör”(!) olarak yorumlanıp Batı medyası ve yöneticileri tarafından Batı kamuoyuna duyurulmaktadır. Nitekim “dostum”, “arkadaşım” dediği bazı batılı yöneticilerin “diktatör”, “küstah” kavramlarını kullanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlamaları, Türkiye’de bir “diktatörün” var olduğuna(!), bir taraftan Batı kamuoyunu inandırmak diğer taraftan da içerdeki kadife darbecilere destek ve moral vermek içindir:

“Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier iyi arkadaş olduğumuz hâlde bir açıklama yaptı. Beni hedef alan bir açıklama… Başkan Donald Tusk, o da benim çok iyi dostum olmasına rağmen o bile baktım aleyhte açıklama yapıyor. …Hele hele genişlemeden sorumlu zat, bizler için ‘küstah’ tabirini kullanıyor.”10 Türkiye’deki Anayasa değişikliğiyle ilgili Venedik Komisyonu’nun raporunda, “demokratik sistemden vazgeçiyor otoriter bir sisteme geçiyor Türkiye. Bu anayasayla AB üyesi olamaz...”11 denmiş olması, Türkiye’ye karşı açılmış çok geniş kampanyanın varlığını göstermektedir.

Referandum Sürecinde AKP’nin “Gerilim Stratejisine” Karşı CHP’nin “Barış Stratejisi” 

Sosyal hadiseleri incelerken iç, bölgesel ve küresel dinamikler mutlaka göz önüne alınmalıdır. Dış dinamikler, ancak iç dinamiklerle uyum sağlamışsa etkili olabilir. Bu nedenle her olumsuz işi, suçu, sadece dış dinamiklere bağlayarak izah etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eğer Kadife Darbeciler, bu ülkede uygun zemin bulabiliyorsa, bunun nedeni, iç dinamiklerin buna uygun olmasıdır. Bu noktada ana sorumlu, siyasal iktidarlardır; onların yaptıkları hatalardır. Tüm Kadife Darbelerde izlenen stratejide, seçime doğru gerilim ortamı inşa edilip gerilim kademeli bir şekilde yükseltilmiştir. Türkiye’de Kadife Darbeciler, Oslo Görüşmelerinin deşifre edilmesinden 7 Haziran 2015 Milletvekili seçimine kadar kontrollü gerilim stratejisi uygulamışlardır. Kontrollü Gerilim Stratejisi tabirini kullanmamızın nedeni, işlerine geldiği zaman, gerilimi yükseltmeye, AK Parti’nin işine geldiği zaman da, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır. Taksim Gezi Parkı operasyonundan mahalli seçimler sonuna kadar Kadife Darbeciler, gerilimin yükselmesinden fayda ummuşlar; fakat süreç, AK Parti’nin işine yaramıştır. Cumhurbaşkanı seçim sürecinin başlamasından 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonuna kadar Kadife Darbeciler, AK Parti’nin aksine, gerilimi düşürmeye çalışmışlardır. 

Bunun iki temel nedeni vardır: 1- Seçim sürecinde gerilim, AK Parti’nin işine yaramaktadır. 2- Genel olarak halk, özel olarak gençlik, gerilimli ortamda yaşamaktan yorulmaya başlamıştır. Bundan dolayı Kadife Darbenin beyin takımı, Cumhurbaşkanlığı seçiminden 16 Nisan Referandumu sonuna kadar AK Parti’nin gerilimi yükseltmek istemesine rağmen, gerilimi düşürmeye çalışmıştır. Adalet Bakanı Bozdağ’ın tabiri ile “CHP Erdoğan düşmanlığı orucu tutmuştur.” “Hayır” kampanyasını yürüten liderlerin hemen hemen hepsi, barışçıl bir dil ve üslup kullanmışlardır. Buna karşılık başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, AK Parti kadroları ve destek vermiş bazı medya ve STK’lar, referandum boyunca gerilimi yükselterek kendi tabanını bütünleştirip oylarını artırmayı ve bloke etmeyi strateji olarak benimsemişlerdir. Referandum sonuçları üzerine yaptıkları yorum ve değerlendirmelerde de, aynı gerilim artırıcı ve kutuplaştırıcı dili kullanmışlardır.

Referandumda Kullanılan İki Farklı Dil ve Üslup 

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, referandum sürecinde değişik zaman ve mekânlarda, yaptığı konuşmalarda, gerilimi artırıcı, kutuplaşmaya fırsat verici bir dil ve üslup kullanılmasına karşı çıkmıştır: “Çalışmalarımızı yaparken kutuplaştırıcı söylemlerden uzak duracağız. Neden hayır dediğimizi, halka sakin, düzgün ve ilgili bir anlayışla anlatacağız. Neden hayır diyoruz, çocuklarımızı düşündüğümüz için, Türkiye’yi düşündüğümüz için, hep birlikte yaşamak için, …”.12 “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ yerine ‘Başkanlık sistemi’, ‘diktatör, padişah, hükümdar’ ifadeleri yerine otoriteyi vurgulamak için ‘Tek adam’ denecek, ‘Erdoğan’ veya ‘Tayyip’ yerine saygıyı dile getirmek amacıyla ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ hitabı kullanılacak.”.13 “Soru şu; niye uzlaşamıyoruz? Söz konusu vatansa niye uzlaşamıyoruz, niye kavga ediyoruz? Bir uzlaşma kültürünü eğer kendi ülkemizde, kendi topraklarımızda yaşatmazsak, yeşertmezsek nasıl yaşayacağız kavga ederek? …Bu dil toplumu ayırmıyor mu? Neden bundan vazgeçmiyoruz?”14 (CHP’li bir milletvekilinin “Evet diyenleri denize dökeceğiz” beyanı ile ilgili kendisine sorulan bir soruya, Kılıçdaroğlu “Bu süreçte kullanılacak dilin kucaklayıcı bir dil olması lâzım. Ben, denize dökmek gibi, vurmak gibi, dövmek gibi ifadeleri asla doğru bulmadım ve doğru bulmadığımı da her ortamda ifade ettim. …Hepimizin dikkatli bir dil kullanması lazım. …Sevgiyi, hoşgörüyü, güzel dili, empatiyi kullanmalıyız.”15

CHP liderinin bu diline karşılık, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, Başbakan, AK Parti kadroları, bazı medya ve STK’lar, çok ağır, sert bir dil ve üslup kullanmışlardır. Referandum sürecinde değişik zamanlarda, değişik yerlerde yapılan konuşmalardan alınan aşağıdaki örneklerde bunu görebilmek mümkündür: “Cumhurbaşkanı Erdoğan: ‘hayır’ demek, şu anda bölücü terör örgütüne destek vermektir. Kandil ne diyor? ‘Hayır’ diyor. Kandil’deki bu terör örgütünün liderleri ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İmralı’daki terör örgütünün başı ne diyor? ‘Hayır’ diyor. İşte şu anda ‘hayır’ demek, bunlarla beraber aynı istikamette yürümek demektir. …Bu ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenler, şu anda bölücü terör örgütüyle beraber ‘hayır’ kampanyasında buluşanlardır.”16 “Kandil’in, İmralı’nın sesi nasıl çıktı? ‘Hayır’ dedi. Pensilvanya, FETÖ ‘hayır’ dedi. …’Hayır’ bloğunun başında teröristler var, terör koordinatörleri var, Kandil var, İmralı var, FETÖ’nün başı var.”17 “Eğer bu teröristler, bizim ülkemizi bölmeye gayret edenler, milletimizi bölmeye gayret edenler ‘Hayır’ diyorsa, burada bir düşünmemiz lazım. Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu. İçerideki ve dışarıdaki ‘Hayır’cılar bir oldu…”18 “… Diyorum ki, kişi sevdikleriyle beraberdir. Eğer Kandil’deki bu ülkemizi bölmeye, milletimizi parçalamaya çalışanlarla beraber hareket edeceksen, var hareket et.”19 “Hayır’ın gideceği yer, Kandil;  ‘Hayır’,  eşittir çukurdur.”20 “Başbakan Yıldırım: “…Kim ‘hayır’ diyor? FETÖ’cüler, 15 Temmuz’un teröristleri, darbecileri de ‘hayır’ diyor. Avrupa’daki bazı ülkeler de ‘hayır’ diyor. … Bir de milliyetçi maskesi takmış FETÖ’nün maşaları, onlar da ‘hayır’ diyor. Bunlar milliyetçi değil, bunlar fetö’nün oyuncağıdır.”21

“‘Hayır’cıların bindiği HDP-PKK-FETÖ gemisi hiç yürümez. PKK ‘Hayır’ diyor, FETÖ ‘Hayır’ diyor, DEAŞ  ‘Hayır’  diyor. Terör örgütleri hep beraber koro halinde ‘Hayır’ propagandası yapıyorsa bunun milletimiz için, ülkemiz için bir işareti var.”22

Tek Tercihli Bir Referandum Teklifi (!) 

Anayasa değişikliği teklifi ni hem Meclis’e hem de milletin önüne getiren AK Parti ve MHP, milletvekillerine ve millete, teorik olarak, “Evet” ve “Hayır” olmak üzere iki farklı alternatif sunmuştur. Halk da kendisine sunulan bu iki alternatiften birini düşünüp taşınıp tercih edecektir. Doğal olarak olması gereken buydu. Ancak halkın önüne tercih yapma hakkı konulurken, işin özüne ve ruhuna aykırı olarak bir de özel bir şerh düşülmüştür. “PKK”, “DAEŞ”, “FETO”, “İmralı” ve “Batı”, “Hayır” demektedir. Dolaylı olarak “Hayır diyenler”, “terörist”, “hain”, “işbirlikçi”, “PKK’cı”, “DAEŞ’çi” ve “FETÖ’cü” olarak nitelendirilmiştir. “Kişi sevdikleri ile beraberdir”, “söyle bana arkadaşını söyleyim sana kim olduğunu” tarzında ifadelerin kullanılması ile “Hayır” demek, “suç” olarak ilan edilmiştir. Bu nedenle AK Parti ve MHP, halkın önüne iki değil, “tek bir tercih” yapma hakkı koymuştur. Böyle bir yaklaşım, toplumun belli bir kesimi ile gençliğin çoğunluğunun tepkisine neden olmuştur. Referandum sürecinde yapılmış en büyük hatalardan biri budur. Referandum sürecinde medyada çok öne çıkmayan, çıkamayan çok önemli bir nokta da şudur: Kandil, İmralı, PKK, DAEŞ, FETÖ, ABD ve AB, açık ve aleni olarak “Hayır” diyerek milliyetçi duyguların harekete geçirilmesine ve de “Evet” oylarının artmasına imkân verecek bir politikayı niçin benimsemiş olsun ve de ısrarla sürdürsün? Bu örgütlerin mensupları, tabanda bunu sessiz sedasız yaparak AK Parti kurmaylarına propaganda yapma imkânı sağlamayabilirlerdi. Buna rağmen bu örgütlerin lider kadrosu, niçin “Hayır” kampanyası açmış olsun? Yabancı istihbaratların hükmettiği bu örgütlere yabancı istihbaratçılar ve stratejistler niçin mani olmasın?

Tüm bu kesimler, 18 maddelik anayasa değişikliğinin halk tarafından “kabul edilmesi” için mi çalışmış ve sürece dolaylı katkı mı sağlamışlardır? Toplumun belli bir kesiminde bu sorgulama yapılmaya başlamış ve referandumun sonuna doğru bu örgütlerin yürüttüğü “Hayır Kampanyası”, “Evet’e” dolaylı destek olarak değerlendirilmiştir. Hele son hafta içerisinde başlatılan “eyalet tartışması” da, bu kanaati daha da pekiştirmiştir. Oluşan ve gittikçe yaygınlaşan bu kanaat, 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP’li bazı belediye başkanlarının “Özerklik ilanları” ile KCK’nın “Sınırları belli olmayan Federasyon” çağrıları23 dolayısıyla toplumda oluşmuş olan bir şuur altını harekete geçirmiştir. Bu da, Anayasa değişiklikleri konusunda kararsız kalmış olan belli bir kesimin, “hayır oyu” vermesine neden olmuştur. AK Parti kadroları, “Hayır” diyen ve oy veren herkesi, dolaylı bir şekilde de olsa “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” olarak nitelendirmişlerdir. Referandum sonuçlarına göre toplumun %49’u “Hayır oyu” vermiştir. AK Parti kadrolarının dil ve üsluplarını göz önüne aldığımızda; toplumun %49’u, “ PKK’cı”, “DAEŞ’cı”, “FETÖ’cü”, “İmralı’cı”, “Kandil’ci”, “terörist”, “hain” ve “işbirlikçi” midir? “Yapılan iş, ürkütülen kurbağaya değmiş midir”? AK Parti kadroları ve benzer dili kullanan herkes/her yapı, bu tahribatı düzeltmek zorundadır. “Kampanya sırasında söylenenler geride kaldı” demek, sorunu çözmeyecektir. Bu dil ve üslup mutlaka değiştirilmelidir. Yoksa ülke olarak ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.

“Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den Tasfiye Edilmelidir!”

Referandum sonrasında bir kişinin “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den tasfi ye edilmelidir!” çağrısı ile İslâmcılık ve AK PARTİ-İslâmcılar ilişkisi yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, konuya ilişkin sorulan bir soruya “Biz tekkeye mürit aramıyoruz” cevabı ile yeni bir boyut kazanmış, kendisini İslâmcı kabul edenlerle AK Parti arasında enerji düzeyi çok net olmayan yeni bir fay hattı meydana gelmiştir. Elbette ki parti “tekke değildir”. Bu doğrudur. Ancak soru, Cumhurbaşkanı’na “Mavi Marmara Manyakları ve İslâmcılar AK Parti’den tasfi - ye edilmelidir!” söylemiyle bağlantı kurularak sorulmuştur. Cumhurbaşkanı’nın bir kitle partisinde herkes bulunabilir, burası “tekke değildir” tarzında özü itibarıyla doğru olan cevabı, sorunun bağlamı, amacı ve hedefi göz önüne alındığında, yanlış olmuştur. Cumhurbaşkanı, AK Parti ile İslâmcılar arasına dolaylı olarak bir mesafe koymuştur. Erdoğan’ın bu cevabı ile başlatılan kampanyanın oluşturduğu hava, “21 Mayıs AK Parti kongresi ve sonrasında İslâmcı olarak kabul edilenler, partiden ve devletten tasfi ye edileceklerdir” kanaatinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu propagandanın dayanağının doğru olup olmadığını zaman gösterecektir. Sonuç ne olursa olsun, İslâmcılarla ilgili kullanılan dilden dolayı kendisini İslâmcı kabul edenler, üzülmüş, hattâ kırılmışlardır. Bunun etkisini önümüzdeki günlerde görebileceğiz.

Mustafa Kemal’in Annesi, Hanımı ve Evlatlığı ve Heykelleri

AK Parti-İslâmcı ilişkisini bir boyutu ile etkileyebilecek bir olay, 05.05.2017 tarihinde bir TV’de yayımlanan “Derin Tarih” isimli programda, Afet İnan’ın, Mustafa Kemal’in manevi kızı olmadığı, başka bir şeyi olduğu ile ilgili bir tartışmadır. Bu programın ardından çok önceden hazırlanmış olduğu söylenen Mustafa Kemal’in annesi ve hanımı ile ilgili bir video, sosyal medyada/internet ortamında hemen servis edilmiştir. Söz konusu videoda Mustafa Kemal’in annesi, hanımı ve şahsı ile ilgili ahlâk boyutunu aşan çok ağır ifadeler kullanılmaktadır. Video sahibinin “bir yıl hapis yatıp bedelini ödediği” söylenen bir videonun, “Derin Tarih” programının ardından hemen servis edilmesi ve büyük bir kampanyanın başlatılması, gelecekle ilgili özel bir stratejinin uygulamaya sokulduğunu göstermektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, gerek video ve gerekse Derin Tarih programındaki şahısların, İslâmi bir kimliğe sahip olmaları ve Müslüman camiada tanınmalarıdır. Derin Tarih programı ile söz konusu videoyu artarda getirip kampanya açanlar, bu olguyu göz önüne alarak hareket etmişlerdir. Programın yapımcıları, oynanan satranç oyununda piyon olarak kullanılmış olabilirler. Kurulan senaryoda farkına varmadan rol almış da olabilirler. Sonuç değişmemektedir. Bu programla hemen hemen eş zamanlı olarak Türkiye’nin birkaç ilinde Mustafa Kemalin heykellerine yapılan saldırılar, tesadüfen meydana gelmiş değildir. Hepsi uygulanmakta olan özel bir stratejinin taktikleridir ve geleceğe dönüktür

Olayları, farklı boyutlardan ele alıp değerlendirmekte fayda vardır: 

1- Şer ittifakı, iki yıllık bir gerilim stratejisi çizmiş, işine yarayacak tüm malzemeleri toplamış, yeri ve zamanı geldiğinde çizdikleri stratejide bu malzemeye ve ilgili şahıslara, onlara rağmen(istemedikleri halde), bir rol vermiş olabilir. Genel amaç, gerilimi artırmak, farklı kesimler arasında fay hatları meydana getirmek ya da var olan fay hatlarına enerji yüklemektir. 

2- 15 Temmuz sosyolojik savaş amaçlı askeri darbe girişiminde Truva atı olarak yer almış olan Gülen Hareketinin dinî kimliğinden dolayı, toplumda dinî kimliği öne çıkan insanlara karşı çok ciddi bir güvensizlik meydana gelmiştir. Mustafa Kemal’in annesi, hanımı ve evlatlığı ile ilgili ileri sürülen şeyler, Kur’ân’ın “çirkin hayâsızlık” olarak nitelendirdiği ve yaygınlaşmasını asla istemediği şeylerdir (24 Nur 19-21). Kaldı ki ölülerin arkasından kötü konuşarak, dirileri üzeceğimiz gerçeği göz ardı edilmemelidir. Tümü ölmüş olan bu insanların iddia edilen özel yaşantılarının yıllar sonra gündeme getirilmesi, toplumun değişik kesimleri tarafından bu nedenle öfke ile karşılanmıştır. Kaldı ki başkalarının kutsallarına, ahlâk sınırlarını aşan bir dil uzatılması, Allah tarafından da yasaklanmıştır:

“Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söverler...” (6 En’am 108). Mustafa Kemal’in yaptığı devrimleri, icraatları eleştirmek, tartışmaya açmakla, özel hayatını eleştirmek ve tartışmaya açmak arasındaki farkı görememek, çok büyük bir hatadır. Cumhuriyetin kurucu kadrosunun, kendilerini haklı ve meşru gösterebilmek için Osmanlıyı karalayarak ret ve inkâr etmeleri, tarihi açıdan yapılan en büyük yanlıştı. Aynı şekilde bugünkü neslin, Cumhuriyetin kurucu neslini karalayarak ret ve inkâr etmesi, aynı derecede yanlıştır. İyi ve kötü, başarılı ve başarısız yönleri ile hepsi bizim tarihimizdir. Yaptıklarından ders alarak yolumuza devam etmeliyiz. Tarihi, cinsellik düzleminde ele alarak değerlendirmek, hem bu ülkeye hem dine ve hem de Müslümanlara zarar verir. İslâmî bir mantık ve anlayışla bağdaşmaz. “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yaptığımız eleştiri, sarayın cinsellik düzleminde, doğru ya da yanlış, ele alınıp değerlendirilmiş olmasıydı. Bu olayda da benzer tavrı ortaya koymalı, cinsellik üzerinden, üstelik de ölmüş olanlar üzerinden bir söylem ve dil geliştirilmesine karşı çıkmalıyız.

Videonun sahibi ve Derin Tarih programında yer alan isimlerin dini kimliklerinden dolayı, tıpkı 15 Temmuz Askeri Darbe girişimi sonrasında olduğu gibi, tüm İslâmi camiaya dönük bir karalama kampanyasının açıldığına dikkat edilmelidir. Sosyal medya üzerinden açılan bu kampanya, en fazla yeni nesli olumsuz bir şekilde etkileyecek; din ve dindarlarla arasına bir mesafe koymasına sebep olabilecektir. 

3- Mustafa Kemal üzerinden açılan bu kampanya ile heyecanını kaybetmiş, uyku modunda olan Kemalist-Atatürkçü kesim ayağa kaldırılmak; Kemalist-Atatürkçü fay hattı enerji ile doldurulup harekete geçirilmek istenmektedir. Bu kampanyanın bir hedefi nin de ordu olduğu göz ardı edilmemelidir. 

4- Bu olayı, yukarıdaki “Mavi Marmara Manyakları…”(!) olayı ile birlikte değerlendirdiğimizde, AKP tabanında bulunan Atatürkçü ve/veya Balkan göçmeni olan seçmenler, hem AKP’den koparılmak, hem de gayrı memnunlar ittifakına dâhil edilmek istenmektedir. 

5- Bu olay, AKP zamanında vuku bulduğundan dolayı MHP tabanında Atatürk’e özel sevgi besleyen kesimleri, Kadife darbecilerin gayrı memnunlar kitlesine dâhil edebilir.  

Sonuç: Kadife Darbeciler Türkiye’deki Tüm Fay Hatlarını Kademeli Bir Şekilde Harekete Geçirmek ve Yeni Fay Hatları İnşa Etmek İstemektedirler

Önümüzdeki dönemde Kadife darbecilerin muhtemel amacı, gayrı memnunluğun toplumun değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasını, kin ve nefretin yol boyu artmasını sağlayarak 2019’a kadar Türkiye’yi gerilim halinde tutarak huzursuzluğu yaygınlaştırmaktır. Bize göre vuku bulan ve bulabilecek olayların hiçbiri, tesadüfen meydana gelmiş olmayıp, iki yıllık bir stratejide taktik birer hamleden ibarettir/ibaret olacaktır. Kadife Darbenin beyin takımı, mikro düzeydeki tüm fay hatlarının enerji ile doldurulmasını ve harekete geçirilmesini istemektedir. Kadife darbelerde en önemli unsurlardan biri, (sürecin ister mahiyetini bilsin isterse bilmesin fark etmez) gayrı memnun kitlelerin ittifakının sağlanmasıdır. En dikkat çekici husus, referandum sürecinde çok farklı inanç sistemine mensup insanlar, muhtevası kötü bir anayasa değişikliğinden ve kullanılan kötü bir dilden dolayı, aynı safta buluşmuşlardır. Kadife Darbeci beyin takımı(geçmiş yazılara bakılabilir), inanç ve siyasi görüş olarak çok geniş bir spektrumdan meydana gelen hayır bloğunu(%49), kadife darbe için bir fırsat olarak görüp amaçları istikametinde kullanmak istemektedir. Kadife darbeci beyin takımı, bir taraftan bu hayır bloğu ile dolaylı bir şekilde, kendileri arka planda kalarak, çatı örgüt aracılığıyla ittifak kurmaya çalışırken; diğer taraftan yeni fay hatları oluşturup gayrı memnun sayısını artırıp, hayır bloğuna katmaya çalışacaktır.

Referandum sürecinde toplumda, evet- hayır kamplaşmasından dolayı meydana gelen kutuplaşma, referandum sonrasında alt kimlik grupları arasında da derinleştirilip yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu açıdan meseleyi ele aldığımızda, Kadife Darbeciler, devlet mekanizmasının kılcal damarlarına, medyaya/sosyal medyaya, iş dünyasına yerleşmiş, gizli, uyuyan kadroları/hücreleri aracılığıyla pek çok provakatif eylem icra etmek isteyeceklerdir. 2019’a kadar muhtemelen sahneleyebilecekleri olayları aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:

· Cemaatler arası ihtilafları tefrikaya ve kavgaya dönüştürmek, · Cemaatler ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirecek operasyonlar yapmak veya Siyası iktidarın böyle bir hata yapmasına zemin hazırlamak, · Diyaneti yıpratmak, Diyanetle Cemaatleri, Diyanetle siyaseti karşı karşıya getirerek yeni gerilim alanları inşa etmek, · Gülen hareketi mensubu olmayan insanları, FETÖ’cü olarak ihbar ettirip açığa almak, ihraç etmek, mahkûm ettirmek ve bunu farklı kesimlere yaymak, · Sendikalar ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirebilecek şekilde komplolar kurmak, · Doğudaki aşiretleri rahatsız edecek uygulamalar yapılmasını sağlayarak devlete karşı kırgın hale getirmek, · Spor kulüplerini ya da spor kulüpleri ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirerek gerilimi artırmak, · Vakıflar, dernekler, gönüllü kuruluşlar arasında ayırımcılık yapılmasını sağlayarak küskünler, kırgınlar zümresini artırmak, · Lise ve Üniversitelerde gençliği tahrik edecek uygulamalar yapılmasını sağlamak, · Etnik fay hatlarını(Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Türk-Rum gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak, · Dini ve Mezhepsel fay hatlarını(MüslümanHıristiyan, Müslüman-Süryani; Alevi-Sünni; Sünni-Şii gibi) harekete geçirecek provokasyonlar yapmak, · Afgan, Suriyeli göçmenlerle yerli halk arasında fay hattı oluşturup harekete geçirmek veya göçmenleri birbirine düşürerek, kavga ettirip onlara karşı düşmanlık oluşmasını sağlamak, · Laik-anti-laik fay hattını harekete geçirebilecek provokasyonlar yapmak, · Yaşam tarzına müdahale provokasyonları yaparak gerilim artırmak, · Ordu ile polisi, ordu ile siyasal iktidarı karşı karşıya getirecek tuzaklar kurmak. · Ordu ve Polis içerisinde var olan güvensizliği yaygınlaştırarak ordu ve polisi pasifi ze etmek, · Bürokrasi özelikle Yargı mensupları arasında güvensizlik yayarak pasifi ze etmek, · Bürokrasinin her kademesine karşı Halkta güvensizlik meydana gelmesini sağlamak, · Bürokrasi ile Cumhurbaşkanını ve hükümeti karşı karşıya getirerek sistemin işleyişini kilitlemek, · AK Parti ve MHP içinde ihtilafl arı körükleyerek partileri bölmek ve yeni partilerin ortaya çıkmasını sağlamak.

Tüm bunların gerçekleşip gerçekleşmemesi, öncelikle siyası iktidarın takınacağı tavra, ortaya koyacağı yol haritasına bağlı olacaktır. İstediği tüm yetkilerin fazlasını almış bir siyası iktidarın, başkalarını suçlamak üzerine kurulu bir politikayı daha fazla devam ettirme şansı yoktur. Başta siyaset olmak üzere tüm gönüllü kuruluşlar hata yapmaz, birbirimizi anlar, sırat-ı müstakim üzere olur isek kurulan tüm tuzakları paramparça eder, sahiplerinin başına geçirir, yaşanabilir yeni bir Türkiye/İslam dünyası/dünya inşa edebiliriz: “Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen vardır.” (14 İbrahim 46) Bunun için gerek ve yeter şart, Allah uğrunda gerektiği gibi cihat etmek(22/78), Allah yolunda saf olmak(61/4) ve Allah’ın yardım ve yol göstermesini hak edecek bir duruş, bir tavır sergilemektir:

“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (47/7)

“Bizim uğrumuzda cihat edenlere, biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz. Gerçek şu ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.” (29/69).

ŞER İTTİFAKI ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI İÇİN İKİ ANA EKSEN OLUŞTURMAYA ÇALIŞMAKTADIR

(Umran Dergisi)   Şer İttifakı (Siyonizm-ABD-İngiltere-İsrail, AB) 21. yüzyılı “dijital dönüşüm” yüzyılı olarak öngörmekte, bu nedenle “büyü...